KADIN SORUNUNA İLİŞKİN BAZI YAKLAŞIMLAR ÜZERİNE

“Tarihi bir devrin gelişimi, özgürlük ve kadınının ilerlemesi arasındaki ilişki ile tayin edilir, zira insan tabiatının hayvanlık üzerindeki zaferi kadınla erkek zayıf ile kuvvetli arasındaki ilişkilerden belli olur. Kadın özgürlüğünün derecesi tabii ki genel özgürlüğü tayin eder.
Bir cinsin hakarete uğraması barbarlığın olduğu kadar uygarlığın da belli başlı karakteristik bir özelliğidir, şu farkla ki, barbarlıkta kötü alışkanlıklar güzelleştirmeden olduğu gibi uygulanırdı, oysa bu alışkanlıklar uygarlıkta, karmaşık, iki yönlü, münasebetsiz ve ikiyüzlü bir mevcudiyet derecesine yükseltilmişlerdir. Hiç kimse, kadını köle gibi kullanmak yüzünden erkek kadar alçalmamıştır”.

FOURIER

Son bir kaç yıl içinde, çoğu eski ileri-rici çevrelerde şu ya da bu biçimde yer almış kadınlarda, Türkiye’de önceleri görülmemiş bir hareketlenme gözleniyor. Bu kadınlar hummalı bir faaliyet sürdürüyor, dernek kuruyor, dergi çıkarıyor, dayağa karşı yürüyüşler, açık oturumlar, kapalı salon toplantıları, imza kampanyaları düzenliyorlar. Bu etkinlikler büyük bir ilgiyle izleniyor.
Bu ilgi dostça olabildiği gibi düşmanca da olabiliyor. Bir kısım ilerici çevre dışta tutulursa, ilgi, erkek egemen toplum kültürünün damgasını taşıyor. Gerici-dinci çevreler azgınca saldırıyor: “Fahişeler!”, “cemiyetin ahlakını bozmaya memur edilmiş Avrupa misyonerleri…”. Bu yeni akımın yeniliğine henüz alışamamış her tandanstan ilerici çevrelerin bir kısmı ise daha çok alaycı dokundurmalarla tavırlarını belirtiyor. Arkadaş toplantılarında fısıldanıyor: “Gelip geçici bir moda…”, “işi gücü olmayanların ilgi toplamak için başvurduğu karışıklık..”, “isterik kadınlar toplulukları..” vb, vb.
Sağdan ya da soldan bu söylenenlerde doğruluk payı olsun olmasın, eleştiriler tamamen haklı olsun olmasın bunun şu an hiç bir önemi yok. Şu ya da bu çevrenin şu ya da bu biçimdeki değerlendirmesine katılmaktan bağımsız olarak şu rahatlıkla söylenebilir: Bağımsız olduğunu söyleyen kadın çevreleri, ilerici ve gerici çevre ve gruplarda ciddi bir sarsıntıya neden oldular. Artık her çevre ya da grup kadın konusunda daha anlaşılabilir, daha net, daha kazanıcı, kapsayıcı talep ve sloganlar tespit etme, bunlara uygun örgütler kurma ihtiyacında olduğunu hissediyor ve bu doğrultuda adımlar atmaya çalışıyor. “Papatyalar”, “Müslüman feministler”, “sosyalist feministler” adları daha sık duyulmaya başlıyor.
Anlaşılması gereken şu: Bağımsız kadın çevreleri, kadın ve kadının kurtuluşu sorununu daha önceleri görülmemiş bir şiddet ve ciddiyetle Türkiye siyasal gündemine sokmuş bulunuyorlar.

FEMİNİZM KADIN SORUNU VE TÜRKİYE DEVRİMCİ HAREKETİ

Kuşkusuz bir çok düşünce ve eylem akımı gibi, feminizm, kadının kurtuluşu vb. gibi kadın akımları da Türkiye’ye Batı’dan geliyor. Beraberinde Batı’ya has özgülükleri de getiriyor. Bu özgülüklerin anlaşılması, sindirilmesi ya da nesnel bir eleştiriye tabi tutulması zordur. Anlayış ve hoşgörü özellikle zordur Türkiye’de. Çeşitli feminist, bağımsız kadın akımlarının uç vermesinde de bu kural bozulmuyor. Feminist, bağımsız kadın çevrelerinin söylemlerinde, yaptıkları eylemlerde haklılıkların bulunduğu gerçeğine bakılmaksızın, bu hareketler toptan mahkûm edilmeye, lüzumsuz, kafa karıştırıcı, bölücü, insan enerjisini uçkurlara yöneltici olarak ilan edilmeye çalışılıyor. Bu nitelemeleri yapan grup ve çevreler, ilerici kadınlardaki bu tutum farklılığına yönelişin, birçok alanda ve konuda tepkisel davranışın, kendilerine ilişkin nedenlerini sorgulamaya kalkmıyor. Geçmişte tüm sol hareketin kadın konusunda ne yaptığına ya da daha doğrusu ne yapmadığına bakma gereği duymuyor. Dolayısıyla feministlerdeki bu tepkiyi anlayamıyor. Dahası, tepkiye duydukları -bir ölçüde duygusal, ama özünde geleneksellikten, ataerkil yaklaşım ve önyargılardan kaynaklanan- karşıt bir tepkiyle bu akımların haklılıklar taşıyan taleplerini, demokratikliğini, objektif olarak düzen karşıtı oluşlarını görmüyorlar. Görüp ettikleri tek şey; feminizm karşı devrimci bir burjuva ideolojisidir. (Neden? Nasıl? Hangi feminist akım? Bu sorulara doyurucu yanıtlar yoktur.)
Feminizmin ve kadın sorununun Türkiye siyaset arenasında ilk olarak ciddi bir ilgi odağı haline gelmesini sağlayan hareket, doğruluk ve haklılıklarının yanı sıra feminizmin kendine has hata ve zaaflarına ek olarak, tepkisel oldu. Bu hareket devrimciler arasında yaratılmış olanlar da dâhil olmak üzere hemen hemen tüm yerleşik değer yargılarını hedef aldı. Türkiye siyaset arenasında ve devrimci ilerici literatürde yer almayan kavram ve söylemlerle işe başladı. “Cinsiyetçi işbölümü”, Devrimci-demokrat ve sosyalistleri de kapsayan “erkek egemen anlayış ve kültür”, “mutlak anlamda bağımsız kadın örgütlenmesi” vb. Türkiye’de, bu arada sol çevrelerin önemli bir kısmında yalnızca “uçkur” sorunu olarak kavranan “cinsel özgürlük” gibi… Ayrıca, içinde bulunulan ortamdan koparılarak sınırsız özgürlük istemi vb.den de söz edilebilir.
Ezilen, sömürülen, baskı altında tutulan sınıf ve kesimlerinden unsurları, durumlarını bilince çıkarıp ilk uyanışı gerçekleştirdiklerinde, davalarına tutkuyla sarılırlar. Bu tutkuya, çoğunlukla yoğun bir duygusallık ve bağnazlık da karışır. Uyanışı yaşayanlar için önemli olan tek şey, kendi inançları, düşünceleri ve kurtarmayı ya da uğruna mücadele etmeyi önlerine hedef olarak koydukları kesimdir. Bunun dışındaki hiçbir şeyin önemi yoktur. Şu güç destek verebilirmiş, şu çevre yardımcı olabilirmiş, şu kesim gerçekler doğru bir tarzda kavratıldığında tavrını değiştirebilirmiş… Akla gelmez bile.
Nitekim Türkiye devrimci hareketi de ilk uyanış yıllarında aynı şeyleri yaşadı. Türkiye devrimci hareketi tarihine adını yazdıran akımların çoğu, özellikle 68’lerden sonra davasına büyük bir tutkuyla bağlı olarak işe başladı. İşçi sınıfı, köylüler vb. toplumsal kesimleri önceleri fetişleştirdi, her işçi ya da köylünün söylem ve davranışlarının arkasında keramet aradı, davranış ve söylemleri kendisine yanlış gelse bile, buna, kendi düşünceleri açısından izah yollan buldu ve izah etti. Çünkü işçi yanlış yapmaz, köylü mücadelede yanlış davranmazdı, vb. Adına devrimci diyen herkes, sosyal konum ve davranışlarına bakılmaksızın doğru davranmış oluyordu: Var olan ile olması gerekenin (ya da olması düşünülenin) yer değiştirmesi… Benzer durumun, silahlı mücadele dışında tüm mücadele biçimlerini reddeden akımlar için de söz konusu olduğu söylenebilir.
Kuşkusuz farklı şeyler ve elbette aynılaştırılamaz ama aynı sürecin, uyanış içindeki kadınlar içinde de yaşandığını söylemek pek de yanlış olmaz. Kadınlık durumunu kavrayan, toplumun ve ilericilerin kadının kurtuluşu konusunda tüm söylemlere rağmen rehavet ve atalet içinde olmalarını bilince çıkaran bazı feminist kadınlar öfke ve kızgınlık içinde seslerini yükselttiler. Kadına ve kadınlığa ait ne varsa ona sahip çıktılar, savundular. (1) Kadınların her tepkisini olumladılar. Kadınlara, daha doğrusu kadın davranışlarına (siyasi, ideolojik vb.) yönelik her sorgulamaya karşı tavır belirlediler.
Feminist kadınlar, bu şekilde ilk olarak bu içeriğiyle Türkiye siyasal gündemine erkek egemen ideoloji, cinsiyetçi işbölümü, kadının ezilmesinde ailenin rolü, kadının ezilmesinde yeniden üretimin rolü, kadının ezilmesinde ve bunun sürdürülmesinde kültürün rolü kavramlarını içerikleriyle birlikte soktular. Bunlar kuşkusuz ilk olarak Türkiye’de ortaya atılmıyor. Ancak Türkiye ilerici, demokrat ve devrimcilerin gündemine bu denli tartışmalarla birlikte girmesi sözünü ettiğimiz feminist çevrelerce gerçekleştirilmiştir.
Bu arada feminist çevrelerde feminizmin doğasına ve Avrupa ülkelerinde ki uygulamalarına benzer şekilde içine kapanmayı (daha doğrusu erkeklere kapanmayı), erkek düşmanlığı anlamına gelebilecek (hatta gelen) tavırlar almayı, erkeklerin tarihi ve ideolojik olarak sahip olduğu “hak” ve davranışların tümünü kadınlar olarak uygulamayı öngörenler oldu. Bu türden tepki toplama riski fazla olan öneriler, çoğunluğu farkında olmaksızın erkek egemen ideolojinin etkisinde olan sol çevrelerin bir kısmı da içinde olmak üzere ilerici demokratların ve doğal olarak da bütün gerici çevrelerin sesini yükseltmelerine neden oldu: Neler oluyordu? Kadınlar uçkur özgürlüğünü mü istiyordu? Bu bölücülük neden? Önemli olan insan olmak değil miydi? Orospular! vb. vb…
Türkiye solundaki her tandanstan ilericiler ve devrimciler her zaman, ezilen ulusların, ezilen toplulukların ya da kesimlerin, ezilmelerinden dolayı, kendilerini ezenlere karşı topyekûn bir öfke ve tepki duymalarını ve tepkisel-yaklaşımlarını hoş görür ve bunu da Marks’la Lenin’in uluslar konusunda ifadelerine dayandırırlar. Doğrudur da. Gerçekten Lenin, ezilen ulus devrimcilerinin ve milliyetçilerinin, ezen ulusun tümüne ve hatta ezen ulusun devrimcilerine bile öfke duymasına, güvenmemesine anlayışla yaklaşılması gerektiğini söyler. Ve aynı Lenin, çoğunlukla milli mesele ile kadın konusundaki benzerliğe dikkati çeker. İkisinde de topyekûn bir ezme-ezilme ilişkisi vardır, çünkü. Bundan çıkartılması gereken sonuç da, ezilen ulus devrimci ve milliyetçisinin ezen ulusa ya da devrimcisine duyduğu güvensizlik konusunda nispi bir bilinç olgunluğuna ulaşmış Türkiye ilerici, devrimci çevrelerinin, kadın konusunda da benzer bir olgunluk göstermesidir. Ne gezer!
Bu anlamda ezilen ulus devrimcisinin ezen ulusa ve onun devrimcisine duyduğu tepki, kızgınlık ve güvensizliğin haklı nedenleri vardır. Çünkü ezen ulus burjuvazisi ve toprak beyleri, kendi uluslarını da şovenizm potasında eğiterek bağımlı ulusu topyekûn ezer. Ezen ulus devrimcisi de ezen-ezilen ulus sorununu doğru bir tarzda kavramadıkça şovenizmden şu veya bu şekilde nasibini alır. Ezilen ulus devrimcisinin ezen ulus burjuvazisine, giderek ezen ulusa ve de hatta devrimcisine güvensizlik ve öfke duymasına neden olan şey de budur. İşte anlayışla karşılanması ve hoşgörü gösterilmesi gereken şey tam da budur.
Türkiye’de ilerici, devrimci çevrelerin çoğu erkek egemen ideoloji kavramını (ve içeriğini) kabul etmediği gibi, erkek egemen ideolojinin etkisi altında olduğunu da kabul etmez. Çoğunlukla bu olgunun farkında da değildir. Bu yüzden devrimci olsa bile, erkeğin, farkında olmasa bile verili baskı koşullarıyla uyum sağlayarak kadını ezdiğini kabul etmez etmek istemez. Kadının ezildiğini kabul eder, ama onu aynı zamanda erkek değil, düzen ezmektedir. Ya da devrimci erkek ezmez. Çünkü devrimci erkek söylemde kadının ezilmesine karşıdır. Kadının ezilmesinin koşullarını ortadan kaldıracaktır çünkü. Dolayısıyla böyle bir erkek (ya da aynı düşüncedeki erkekler topluluğu) kadını eziyor sayılamaz, bu geçici bir durumdur, sosyalizm geldiğinde o da ortadan kalkacaktır, vs. vs. Fakat hiç sorgulanma gereği duyulmaz ki; aşağı yukarı tüm devrimci insanların eşleri ve kadın arkadaşları tüm devrimci “birikime”, kadınlar konusundaki “devrimci bilinçlenmeye”, kadının yükünün “hafifletilmiş olmasına”, çok nispi oranda kadınların da örgütlü, bilinçli mücadeleye katılmış olmasına, şu ya da bu eyleme katılmış olmasına rağmen kadın, yine de çocuğunun bakıcısı, evde çamaşır-bulaşık eyleminin esas elemanı, siyasi faaliyetlerde kocasının, kardeşinin, erkek arkadaşının yardımcısı ve tüm siyasi faaliyetlerin yalnızca bir eklentisi durumundadır. Karşı çıkanlar lütfen tüm ilerici, devrimci örgütlerin iddianamelerini incelesinler. Orada hiçbir örgütte kadın üyeleri tüm üyelere oranının % 1-5, bilemediniz % 10’un üzerine çıkamadığını göreceklerdir. Yönetici organlara girebilen kadın üye sayısı daha da hazindir. Türkiye’de devrim yapma iddiasıyla ortaya çıkan tüm örgütlerin merkezi organlarında yalnız bir tanesinde (bilemediniz ikisinde) bir üye (ya da birer) bulunmaktadır. Bu kadın üyeler de daha çok danışma toplantıları niteliğindeki toplantılara katılmaktadırlar. İl örgütleri de farklı değildir. Hemen hiçbir örgütün il yönetiminde kadın üye yoktur. Hiç kimse alınmasın: Bu gerçek yasa dışı örgütleri de aşağı yukarı aynı biçimde etkileyen bütün sınıflı toplumların gerçeğidir. Sosyalist olan ya da olduğu varsayılan ülkeler için de durum aynıdır. (2)
Hal böyle olunca feminist ya da kadının kurtuluşu fraksiyonlarının genel olarak tüm erkek egemen toplum kurumlarına, özelinde de ilerici-devrimci eğilim ve akımlara güvensizlik belirtmelerinin şaşılacak nesi var? Kadınlar binlerce yıllık ezilmelerinden sonra ilericiler ve bu arada Marksistlere büyük umutlar bağladılar. İlerici devrimci kadınlar bu umudu hâlâ büyük oranda koruyorlar. Ama beklentilerine yanıt veremeyenlere kızgınlık duymaları, ilk hesaplaşmayı onlarla yapmak istemeleri doğal değil mi? İhtilalci çevreler de ilk ideolojik hesaplaşmalarını kendilerine esas köstek olarak gördükleri revizyonistlerle yapmıyorlar mı? Uyanış içindeki kadınların da ilk hesaplaşmalarını on yıllar boyunca umut bağladıkları, ancak zaman geçtikçe bu açıdan pek de somut adım atmadıklarını gördükleri Marksistler ve ilerici, devrimci çevrelerle yapmaya çalışmaları son derece anlaşılır bir şey değil mi? Kuşkusuz bu hesaplaşmaya yönelişte feminizmin Marksizm karşıtı bir akım olarak gelişmesinin de önemli bir payı vardır. Ülkemizde feminizmin henüz tüm boyutlarıyla kristalize olmadığı koşullarda süren bu hesaplaşma, belki Marksistlerle şu ya da bu biçimdeki bir entegrasyonla sonuçlanır, belki çok uzaklara giden bir savrulmayla… Ama bugün olayın özü budur. Objektif olarak düzen aleyhtarı durumundaki kadınların durumu budur.
Kadınlar bir arayış içindedir. Dahası kadınlık durumunun farkına varmışlardır. Bu durumun yorumunun aşırı, yanlışlarla içice geçmiş, tepkici, burjuvaziyi ve burjuva yaşam biçimini olumlayan, Marksizm’e karşı cepheden saldıran biçimlerine rastlamak mümkündür. Ama isyan, isyanın nesnel nedenleri ve bunun dile getirilişi haklılıklar taşıyor. Bu haklılığın karartılmaması, sadece emperyalizmin kültürel saldırıları, bunalım teorileri denenerek geçiştirilmemesi gerekir. İlerici, devrimci kadınların durumu, talepleri ortadadır. Ve zaten onlar da ne kadar “aşırı” bulunurlarsa bulunsunlar, amaçlarını gizleme gereği duymamakla, kimin ne dediğine bakmaksızın bu amaçları açık seçik ortaya koymaktadırlar.
Kuşkusuz her çeşit düşünce ya da eylem akımının ortaya çıkısında bunalım ya da bunalımlı insanlar, kültürel kargaşa, amacı önceden kestirilemeyen ince hesaplar vb. bulunabilir. Hatta etkili siyaset odaklarının fark ettirmeden sağladıkları destek de söz konusu olmuş olabilir. Örneğin 12 Mart öncesinde cuma gerçekleştirmek isteyen bazı etkili odaklar yeni gelişen ihtilalci çevreleri kendi amaçları doğrultusunda kullanmak istemişlerdir. Ama bunlar tek başına söz konusu hareketler sorgulanmaya kalkıldığında durumu izah etmez. Yalnızca bu hareketlerin ortaya çıkış ve gelişim süreçlerindeki belirleyici olmayan etkilere işaret edilmiş olur, hepsi bu… Toplumsal bir olgu başka türlü izah edilemez.
Benzer durumun feminist çevreler için de geçerli sayılması gerekir. 12 Eylül sonrasında ortaya çıkışları kuskusuz bir rastlantı değil. 12 Eylül koşullarında yeşermiş bir akımın meşruiyeti sorgulama konusu edilir ya da edilmez, bu ayrı bir konu, isteyen onu yapar, ama esas yapılması gereken şey. bu yeni dönemde ortaya çıkan hareketlenmenin haklı temelleri ve düzeni aşan, düzenle çelişen taleplerinin var olup olmadığıdır. Var olduğu kabul ediliyorsa ve artık söz konusu güçler siyaset arenasında “biz de varız!” diyorlarsa, o takdirde sorgulamanın, kolay suçlama ve yakıştırmalardan çıkarılarak nesnel bir temele oturtulması ve ona uygun davranılması gerekir.

ULUSAL SORUN VE KADIN KONUSUNDAKİ BENZERLİKLER
Kadın konusuyla ulusal sorun arasında topyekûn ezilme durumundan dolayı bir benzerlik kurulabilir. Ama ulusal sorunla kadın sorunundaki esas benzerlik, ulusal sorunun ilk ortaya atılıp kamuoyuna mal edilmeye başlandığı yıllarda ezilen ulusa mensup ilericilerin karşı karşıya kaldıkları suçlamalarla, bugün kadınların kadın -orununu dile getirmeye çalıştıklarında duymak durumunda kaldıkları suçlamaların niteliğindedir. Bu benzerlik son derece çarpıcıdır.
Gerçekten, ulusal uyanışın başladığı ve çeşitli biçimlerde dile getirildiği 60’lı yıllarda ezilen ulus ilerici ve milliyetçilerinin ulusal sorunu her tartışma gündemine getirişlerinde karşılaştıkları suçlama “Kürtçülük”, “bölücülük” ya da “emperyalizmin ‘böl-yönet’ oyununa gelmek”ti. Ulusal sorunu ilerici, devrimcilerin gündemine getirmeye ne gerek vardı? Biz devrimci değil miyiz? Ne gerek var bir de işin içine bir de ulusal sorunu sokarak ortalığı bulandırmaya? Zaten emperyalizm kapıda bekliyordu \e ülkemizi bölerek yönetmeye hazırdı. Sanki ülke emperyalizmin kollarında değildi ve yalnızca ezilen ulus sorununu gündeme getirenler bölücüydü, bağımlı ulusu ezen burjuvazi ve bu gerçeği görmeyen, yok saymaya çalışan “ilericiler” değil.
O zamanın ilerici, devrimcilerinin belirtmeden edemedikleri bir başka iddia daha vardı: “Tamam, ulusal bakımdan bazı haksızlıklar var, ama sosyalizm geldiğinde sorun hemencecik çözülüverecek”, bu bakımdan şimdi sorunu gündemde tutarak bölücülük yapılmamalı ve ezilen ulus sorununda hassas olan çevre ve odaklar darıltılarak karşıya alınmamalıydı! Zaten şu anda halk da böyle bir sorunun tartışılmasına hazır değildi, devrimcilerden soğuyabilirdi vb. vb.
Bu ilginç yakıştırma, benzetme ve suçlamalar, bugün kadın sorununu alışılagelen ve geçmişten beri kabul edilen söylemler dışına taşırarak dile getiren herkese yöneltiliyor. Şayet “kadınlar katılmadan devrim olmaz”, “kadının kurtuluşu sosyalizmdedir”, “eşit işe eşit ücret”, “kadın ve erkek arasında gerçek eşitlik” türünden özdeyiş haline gelmiş sözler tekrarlanmakla yetiniliyorsa, pek bir mesele çıkmaz. Ama eğer iş ilerici, devrimcileri de kapsayan “erkek egemen ideoloji”, “cinsiyetçi işbölümünün varlığı”, “büyünden başlayarak ideolojik-siyasi-kültürel önlemler alınmazsa ve bu önlemler sosyalizm dönenimde de sürdürülmezse kadının geleneksel rolü sosyalizmde de ufak-tefek iyileştirmelerle varlığını sürdürür ve söylemleriyle birleştirilerek sunuluyorsa, o zaman yukarıda belirtilen suçlamaları duymaya hazır olmak gerekir: “Bölücülük”, “emperyalizmin kültürel saldırılarının etkisi altına girmek”, “bunalım teorileri”, “devrimci enerjiyi yanlış kanallarda hedef etmek”, “sosyalizme güvensizlik”, “ancak sosyalizmde çözülebilecek bir sorunu bugünden tartışına gündemine sokarak kafa karışıklığı yaratmak” vb.
Oysa ulusal sorunun Marksistlerin gündemine girmesi, bölücülük sonucunu yaratmadığı gibi, emperyalizmin “bol-yönet” taktiğine karşı en etkili önlem olmuş, Marksizm’i zenginleştirmiştir. Aynı biçimde kadın sorununun gün geçtikçe büyük bir önem kazanarak eskisinden daha büyük bir vurguyla Marksist’lerin gündemine girmesi, tarihi gelişim ve bu alandaki uyanış ve bilinçlenmenin sonucudur ve herhalde yeni bir zenginleşmenin habercisi olmuştur. Dünya nüfusunun yansından biraz fazlasını oluşturan sosyal olgu olarak var olan ve çözümünü bir zorunluluk olarak dayatan bir sorun varsa, onu şu ya da bu biçimde gündemden uzaklaştırmaya çalışmanın, üstünü küllendirme anlamına gelecek yaklaşımlarla örtmenin bir varan yoktur.
Öte yandan, düşünceleri benimsenmese ve doğru görülmese de, tarihi gelişmeye daha uygun bulunmasa, çözümün farklı ve yanlış biçim ve kanallarda aranıldığına inanılsa da, ezilen bir cins ve onun ileri unsurları/temsilcileri olduğu iddiasıyla mücadele eden çevre ve unsurlara karşı yanlış, önyargılı, hafife alıcı ve onurlarını kırıcı tavırlar almak, dile getirmeye çalıştıkları sorunu önemsiz, tali bir sorun olarak değerlendirmek, tıpkı geçmişle -ve bugün de etkisini çeşitli biçimlerde gösteren- ezilen ulus devrimcileri üzerinde yaptığı etki türünden bir etki yapacak, savrulmalara, karşılık olarak daha koklu güvensizliklere, daha çok isine kapanmaya ve dar görüşlülüğe neden olacak ve bundan kuşkusuz ilericiler zarar görecektir.

KADIN SORUNUNUN ÇÖZÜMÜNE İLİŞKİN
1917 Ekim devrimi öncesi ve sonrasına kadar başka birçok konuda olduğu gibi kadın konusunda da en ileri devrimci talep ve sloganları dile getirenler Marksistlerdi. Marksistler ve bu arada Lenin, o zamana kadar hiçbir radikal yoğunluğun savunmadığı ölçüde gelişkin talepler savunarak devrimi gerçekleştirdiler. Ekim devrimi kadınlar için de gerçek bir devrim oldu. Lenin’in deyimiyle “dünyada bir tek Sovyetler iktidarı ilk olarak, eski burjuva kanunlarını, özellikle evlenme ve çocuklarla ilişkilerde kadının kanuni aşağılığını ve erkeklerin imtiyazlarını onaylayan iğrenç kanunları tamamen ortadan kaldırdı”. “Rusya Sovyetler Cumhuriyeti ise … bir darbede, kadının aşağılığının bütün belirtilerini istisnasız silip süpürdü ve bu darbede kadına, kanunla en eksiksiz eşitliği sağladı”. (Lenin, Kadın ve Marksizm, sf. 204-5) Bu eşitlik, başlıca, erkeklerle her konuda eşit olma, oy, kürtaj, evlenme ve boyanmada tam bir özgürlük, erkeğin kadın üzerindeki tüm vesayetlerinin kaldırılması, esil ive eşi’ ücret, kadınların endüstrinin tüm kollarında çalışması, örgütlenme ve tüm siyasal çalışmalarda bulunma, ev ve buradan giderek ailenin ekonomik bir birim olmaklar: çıkarılması vb. konularındaydı. Kuskusuz bunlar yasal olarak ortaya konan ve uygulanmasına girişilen, kadının önünü açan olanaklardı. Bu olanakların fiili t; sanı olarak gerçekletmesi ise, daha çok zaman işiydi.
Lenin ve Sovyetler bunlarla da yetinmedi, kadının ev köleliğinden kurtulması ve ev işleri gibi kadını bunaltan, köleleştiren işlerin endüstrinin bir parçası haline getirilmesi, yani evin ekonomik bir birim olmaktan çıkarılması, toplumun yeniden üretimi sorununu ve doğan çocuğun devlet tarafından hâkiminin sağlanarak kadın üzerindeki yükün hafifletilmesi, yok edilmesi, giderek tamamen bir yük, biyolojik olarak gerileten bir yük olmaktan çıkarılması için de cabalar harcadılar. Bu çabala yetersiz kaldı, çok sonraları yavaşladı belki, bir kısmı da geri alındı ama bu çabalar harcandı ve bu haklar o zamana kadar en ileri burjuva demokratik ülkelerde hile, bazı ileri liberal çevreler tarafından sözü edilen ama gerçekleştirilmeyen haklardır. SB’de kadınlar, ilkel komünal toplumdan bu vana en geniş ve en derinlemesine haklarını ilk olarak o zaman elde ettiler ve bu haklan fiili olarak da uyguladılar.
Kadın sorunu başka sorunlara benzemiyor. Bir darbede kadın üzerindeki kısıtlamalara, aleyhindeki hak eşitsizliklerine yasal olarak son verilebiliyor, ona bilinen tüm haklar kazandırılabiliyor: ama bu kadınların kurtuluşu anlamına gelmiyor. Bu yanıyla yine ulusal sorunla benzer yanları var. Ulusal soruna, devrimle birlikte ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı tanınarak ve bu hakkın uygulanması sağlanarak temelli bir çözüm getirilebilir. Ama bu da nihai bir çözüm değil. Tarihten gelme eşitsizlik bir çırpıda çözülemiyor. Bu sorunun nihai çözüme ulaşması on yılların sorunudur. Ve eşitliğin sağlanması, tarihten gelme olan mevcut eşitsizliğin ancak tersine çevrilmesiyle sağlanabilir.
İşte kadın sorununda fiili eşitsizliğin giderilmesi de tıpı tıpına ulusal sorundaki fiili eşitsizliğin giderilmesi konusundaki duruma benzer. Tarihten gelme eşitsizlikler, alışkanlıklar, kültürel şartlanmalar, devrimle bile hemen değiştirilmeyen kurumlar (aile vb. gibi) kadını yine de ezmeye devam eder. Devrim eğer sabırlı ve bilinçli bir şekilde bunlara karşı da bir mücadele açarsa ve bu mücadeleyi doğru bir şekilde sürdürürse kadın sorunu yavaş yavaş tam kurtuluşa doğru ilerler, bu çabaların somut sonuç vermeye başladığı, sınıfların da tamamen ortadan kaldırıldığı süreçte eşitsizlik de fiili olarak ortadan kalkar. Bütün bunlara rağmen o zamana kadar teknoloji, toplumun yemden üretimi sorununa yem bir ^özüm, kadını biyolojik bakımdan hırpalamayan, onu normal gelişiminden alıkoymayan bir çözüme doğru ulaşmadıkça, kadın yine de o oranda, aynı iş koşul ve şanslarına sahip erkekten geri kalacaktır. Gebelik, doğum ve doğumun neden olduğu bedeni kayıp, kadının zorunlu olarak işinden ve fikri yeteneklerini geliştirmekten geri kalması, onun için bir kayıp olmaya devam edecektir. Çocuğun tam ve bütün olarak toplum ve onun organizasyonu tarafından bakımı garanti altına alınmış olsa bile bu yine de böyledir.
Kuşkusuz kadına daha geniş olanaklar, onun fikri ve bedeni gelişmesini sağlayacak olanaklar tanınarak, yönetim kademelerinde eşit bir şekilde yer alması olanaklı kılınarak (en eksik oldukları konularda onlara tolerans gösterilerek, yani mevcut fiili eşitsizlik -deyim yerindeyse- tersine çevrilmek suretiyle eşitlik sağlanarak) ve kadınlara hoşgörü gösterilerek (kolektif bir hoşgörü ruhu oluşturularak) mevcut durum dengelenebilir ve bu anlamda nihai çözüme biraz daha yaklaşılabilir.
Ne var ki Ekim devriminden bu yana Marksist çevre ve örgütler kadın konusunda bir duraklama içine girdiler. Bu arada Türkiyeli Marksistler kadınlar arasında gelişen ve yayılan bilince rağmen kadın konusunda şematik bir takım sloganlar atmaktan öteye gidemediler. Sovyetlerin ilk kurulduğu yıllardaki kadın hakları konusunda sağlanan fikri derinlik ve kadınların özgürleşmesi için harcanan cabadan, Türkiye ilerici, devrimci ve Marksistlerine ulaşa ulaşa “eşit işe eşit ücret” gibi sloganlar oldu. Kadının kadın olarak sorunlarının işlenmesi, programatik olarak ifade edilmesi, sınıfsal baskının yanı sıra bir cins olarak da baskı altında bulunduğunun ve bu baskının hemen her koşulda üreme olanağının bulunduğunun vurgulanması ve bunun da, bu durumun bilincinde olan ileri insanların, kendi insanlarını ve kadın erkek halk kitlelerini bugünden atılması gereken adımlarla birlikte eğiterek, sosyalizmin ileri evrelerinde tam olarak ortadan kaldırılabileceğinin propagandası pek cılız kaldı. Aynı şekilde kadınların siyasi ve sosyal mücadele alanlarına çekilmesi ve yöneticilik yeteneklerinin geliştirilmesi için çaba harcanmadı. Bunun sözü edildi, cılız bir takım adımlar atıldı, ama hiçbir zaman ciddi bir önem kazanmadı.
Bugün birçok kapitalist ülke bile kreş, emzirme odası gibi kadın sorunlarını kendi usullerince ya çözmüş ya da çözmek üzeredir. Kadınların siyasi temsili sorunu -gerçekleşmemiş ya da belki gerçekleşmeyecek bir slogan olarak tüm kapitalist ülkelerde çeşitli çevrelerce -karşıt eğilimde olanların varlığına rağmen- savunulmakta, yer yer sosyal demokrat partilerin yönetimlerinde hayata geçirilmeye çalışılmakta, en azından bu istek yüksek sesle dile getirilmeye çalışılmaktadır. Bazı kapitalist ülkelerde doğum öncesi ve sonrası izinler birçok Marksist partinin programında önerdiğinden daha yeterli olarak yaşama geçirilmektedir. Bu ve bunun gibi kadının kurtuluşu anlamına gelmeyen ama yine de kadının lehine tedbirler ya yasalaşmakta ya yasalaştırılmak üzere önerilmekte ve tartışılmaktadır. Bu ülkelerde çeşitli farklılıklara sahip feminist akımlar Marksistlerden daha aktif ve etkili olarak bu talepleri dile getiriyor ve gerçekleştirmek için mücadele ediyorlar. Kapitalist ülkelerde, içlerinde düzenle entegre olmayı, kadının kurtuluşunun sosyalizm gerçekleşmeden sağlanabileceğini öngörenlerinin yanı sıra sosyalizmle feminizmi bağdaştırmaya çalışarak yeni bir sentez, oluşturma çabasında olan çeşitli feminist akımlar, kadının kurtuluşu konusundaki öncülüğü Marksistlerin elinden almış durumdadırlar.
Hal böyleyken, Türkiye’de kadının kurtuluşunun, kadının kadın olmaktan kaynaklanan sorunlarının çözümünün, hüsün ve devrimden sonraki görevlerinin formüle edilmesi ve bu uğurda mücadele başlatılması yanının ihmal edilirken, yalnızca bilinen sloganların tekrarlanmasıyla yetinilmesi ve kadın sorununun yalnızca sosyalizm için bir propaganda unsuru olarak kullanılması yanıyla vurgulanması bir zayıflık, yetersizlik ve gerilik belirtisi olmuş, bu da, ilerici devrimci bir kısım kadında feminizme savrulmanın Marksizm’e güvensizliğin ya da sosyalist feminizm ve daha birçok başka eğilimlerin ortaya çıkmasının nedeni olmuştur. (Burada sorulması gereken bir soru var: İlerici-devrimci kadınlar, kadınların kurtuluşu sorununu neden Marksizm’de değil de başka “izm”lerde arıyorlar? Bu sorunun yanıtı herhalde çeşitli odaklar tarafından estirilen anti-Marksizm rüzgârlarının son 8 yıl içinde etkisini göstermeye başlamış olmasındadır.) Kuşkusuz Türkiye’de Marksistler, kadın sorununu daha ciddiye alsalardı bile, yine çeşitli uluslararası rüzgârların etkisiyle feminist akımlar benzer biçimlerde var olabilecekti. Bundan sonra da, Marksistler, eskisinden daha kapsamlı olarak kadın sorununu işleseler, kadın sorununa ilişkin olarak geçerli ve doğru çözüm yolları üretseler bile feminist akımlar var olabilecek: Ancak etkisi daha sınırlanmış, eline Marksizm’e saldırmak için daha az malzeme ve bahane verilmiş, haklı bir takım sloganları ve Türkiye devrimci hareketinin kadın konusundaki geriliği ve dar görüşlülüğü yüzünden kazandığı meşruiyeti elinden alınmış bir burjuva hareket olarak…

KISACA  “FEMİNİZM BİR KURTULUŞ YOLU OLABİLİR Mİ?”

Feminizm, kadının kurtuluşunu gerçekleştirme kapasitesine sahip değil. Nedeni ayrı tartışma konusu. Ancak feminizm, feminizm olarak kalmaya devam ettikçe, geniş kadın kitlelerini sürükleme yetkinliğine de ulaşamıyor. Şu veya bu ülkede belirli bir konuma ulaşıyor, ancak hiç bir zaman geniş kadın kitlelerini giderek artan bir etkililikle sürükleyemiyor, büyüyemiyor. Dönem dönem Amerika ve çeşitli Avrupa ülkelerinde kadının kurtuluşu konusunda sürdürdüğü çalışmalarla yükseliyor, sesini duyuruyor. Bir süre sonra kabaran dalga inişe geçiyor, feminizm ve feminist oluşumlar etkisini yitiriyor, unutulup gidiyor. Ya da yükselttikleri talepler başka oluşumlar tarafından devralınıyor. Başka oluşumların kapsayıcılığı feminizmin etkisini ve geleceğini de sınırlıyor. Sonuçta feminizme, dar bilinç yükseltme toplantıları yapan az sayıda sempatizan ya da araştırıcı grupları kalıyor. Ve genel olarak kadın konusunu işleyen, tarihini araştıran, geleceğe ilişkin kadının kurtuluşu tartışmalarını sürdüren bir kaç da yazar…
Bu süreç Türkiye’de de herhalde farklı olmayacaktır. Bir süre sonra feministlerin sağladığı yükselme eğrisi düşecektir. Gelecekte şu veya bu haklı talebi dile getirmelerine, bir kaç olay karşısında haklı tepkiler geliştirmelerine bağlı olarak yeniden tırmanışa geçebilecek ama bu tırmanma da herhalde pek uzun ömürlü olmayacaktır. Çünkü bu kez yine devreye, kapsayıcılık, yalnızca Marksistlerle sınırlı olmayan -ve feministlerin bir türlü kabullenemediği, görmek istemediği kadının kurtuluşu taraftarı erkek ve bunların içinde yer aldığı oluşumlar ve en nihayet kadınların kurtuluşunu toplumun kurtuluşunun bir ve önemli parçası olarak kavrayan ve bu uğurda militanca mücadele etmeyi bir gelenek haline getiren ilerici-devrimciler ve Marksistler girecektir.
Feminizm kadının kurtuluşu konusunda Marksizm’e rakip olamaz. Toplumsal alt-üst oluş ve toplumun yeniden inşası konusunda görüşlere sahip olmayan hiç bir akım Marksizm karşısında etkili bir odak haline gelemez. Feminizm, ancak Marksistlerin kadın konusunda programatik olarak yetersiz, pratik olarak da eylemsiz oldukları koşullarda belirli ve sınırlı etkililiğe ve propaganda gücüne ulaşabilir.
Marksizm ideolojik olarak feminizme karşıdır. İdeolojik olarak feminizm de dâhil olmak üzere tüm küçük burjuva ve burjuva akımlarına karşı olan Marksistler feminizme karşı sürdürdükleri mücadelede ezilen ulus devrimcilerine karşı aldıkları tutuma benzer bir tutum alırlar, hoşgörü, anlayış, diyalog, özellikle de ezen ulus şovenizmin ve önyargılarına karşı mücadelede olduğu gibi, erkek egemen ideoloji, erkek egemen önyargı ve alışkanlıklarına karşı devrimci tutum… Feminizme karşı mücadele ederken bile ataerkil toplumun kendileri üzerindeki etkilerine karşı uzlaşmaz bir devrimci mücadele… Marksistlerin burjuva ve küçük burjuva kadın akımlarına karşı ideolojik mücadelelerindeki devrimci tutumu budur. Marksizm siyasal tavrını ise somut duruma göre belirler.
Ve Marksizm ezilen bir ulus ya da cinsin durumuna ve örgütüne kayıtsız kalamaz. Bu anlamda ezilen cinsin örgütlerinin mücadelesinin haklı muhtevası, bir araya gelebilmenin ve gericiliğe karşı ortak tavır almanın nedenlerini oluşturur. Yine bu anlamda Marksizm ideolojik olarak karşı olmasına rağmen feminist örgüt ve akımlara karşı da, demokrasi hoşgörü ve ortak hedefler açısından yaklaşır.
Öte yandan Marksizm, feministlerin iddialarının tersine bir cins ideolojisi (erkek ideolojisi anlamında) değildir. Marksizm benzer şekilde, bir milliyet ideolojisi de değildir. Milliyet ve cins fenomenlerinin farkında ve bilincinde olarak hareket eden Marksizm kendini milliyet ve cins farklılıklarının olumsuz etkilerinden (kadın erkek hep birlikte: Çünkü ataerkil toplumun önyargılarını içselleştirmiş kadın, onu ezen erkeği kendisi yetiştirir) arındırarak ilerler. Yani Marksizm, hem erkeğe hem de kadına yeni roller, yeni kimlikler kazandırır, onları diğer toplumsal sorunlarının yanı sıra kadının kurtuluşu konusunda da eğitir, kuracağı yeni toplumsal yapının ilişkilerine uygun bir ilişkiler düzeyine yükseltme işine bugünden girişir ve onları militan bir çizgide buluşturur. Feminizmde olmayan şey!
Zaten Marksizm, ezilen ve ezen ulus devrimcisi ile kadın ve erkek arasında, ataerkil rollerin yok edilerek yeni ve daha yüksek bir ilişkiler düzeyinde militan bir birlik oluşturulmadığı sürece devrimin olmayacağı bilinci ile hareket eder. Bu sağlanmadan da ezilen ulus ve kadının tam kurtuluş sürecine girmeyeceğini bilir.
Gelecek, sınıfsız, sömürüşüz her türden baskının kaldırıldığı bir dünya kurmak mücadelesinde yeni bir kimlik ve militan ilişkiler düzeyinde buluşan kadın ve erkeklerindir.

Eylül 1988

Aile içinde: “Kadın proleter, erkek burjuva” Kadının ezilmesinin kökleri ve bugün

İlk işbölümü, erkekle kadın arasında, döl verme bakımından yapılan işbölümüdür. Ve şimdi ekleyebilirim. Tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması, erkekle kadın arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın karı koca evliliği içindeki gelişmesiyle ve ilk sınıf baskısı da dişi cinsin erkek cins tarafından baskı altına alınmasıyla düşümdeştir. Karı-koca evliliği, büyük bir tarihsel ilerlemedir; ama aynı zamanda, kölelik ve özel mülkiyetin yanı sıra, günümüzü kadar uzunun ve batılarının gönenç ve gelişmesi, bazılarının acı ve gerilemesiyle elde edildiğine göre, o her ilerlemenin aynı zamanda görece gerileme olduğu çağı açar. ” (1) F. Engels

Kadının bir cins olarak baskı alıma alınmasının ve sömürülmesinin kökleri çok eskilere gidiyor. Binlerce yıl öncesine. Kadın, ilk sosyal işbölümü ortaya çıktığında, ezilmeye ve ikinci plana itilmeye başlıyor. İlk sömürünün, sınıflar-arası sömürünün rüşeym hali bu…
Kadının ilk ezilmesi “Karı-koca’1 ailesinin ortaya çıkmasıyla başlıyor ve çağlar ilerledikçe devam ediyor. Kadının cins olarak baskı altına alınması ve sömürünün konusu olması “ailenin” gelişmesiyle at-başı gidiyor. Bu baskı ve sömürü bütün üretim biçimlerine mükemmel bir biçimde entegre oluyor. Çeşitli üretim biçimlerinin karakterine uygun gösteren bir üst yapı kurumu olarak aile. genişlemek ya da daralmak, giderek kadının rolünü daha çok ikinci plana itmek biçimlerinde değişkenlik gösteriyor ve hep kadının aleyhinde olarak evrime uğruyor. Kadın, hangi sınıfa mensup olursa olsun, mensup olduğu sınıfın ezilen bir sınıf olmasına ek olarak bir de genel olarak kadın olduğu için Tarih boyunca bir çok sınıf ezilen bir sınıf olmaktan çıkıyor, özgür bir sınıf ya da ezen bir sınıf oluyor. Bir önceki üretim ilişkisinin ezilen bir sınıfı, bir sonraki üretim ilişkisinde en azından “Daha iyi durumda olan” bir sınıfı olabiliyor. Üretim biçimleri değiştikçe sınıflar sürekli olarak yer değiştiriyor. Kuşkusuz üretim biçimi değiştiğinde, örneğin, köleler ezen sınıf durumuna gelmiyorlar. Ama eski üretim biçiminde sahip olmadıkları hakları kullanabilen, eskiye oranla daha iyi bir ekonomik durumda olabilen çeşitli kategorilerdeki serfler ya da özgür köylüler olabiliyorlar. Serfler kapitalizmde, küçük ya da orta köylü, hatta zengin köylü: daha da ileri gidebilenleri gelişmesi feodal bey tarafından engellenen ve ezilen zanaatkar burjuva durumuna geçebiliyor.
Ama kadın açısından bir şey değişmiyor. Kocasının, mensubu bulunduğu sınıfın durumuna bağlı olarak ekonomik durumu kötü. iyi ya da daha iyi olabiliyor ama erkek karşısındaki rolü aynı kalıyor. Hatta üretim biçimleri geliştikçe “erkekle kadın arasındaki uzlaşmaz karşıtlık”, erkeğin üretim sürecinde durumunu güçlendirmesine bağlı olarak daha çok erkek lehine gelişiyor \e erkek, toplumun ve ailenin mutlak hâkimi oluyor, bu iki alandaki iktidarını korumak ve bu alandan kadını dışlamak için kadını ezmenin, dolayısıyla da sömürmenin biçimlerini zenginleştiriyor. Egemen sınıflar, bu sömürüyü görünmez kılan, kadının ikinci plana itilişinin meşrulaştırılmasını ve zorunluluğunu vazeden kurumlan geliştiriyor ve bu doğrultudaki kültürü allayıp pulluyor. Fark edilmez ve kolaylıkla karşı çıkılmaz hale getiriyor.
Kadının baskı altına alınışı ve sömürülmesi binlerce yıl içinden süzülerek, daha çok mükemmelleşerek, sömürü ilişkisi daha çok görünmezleşe-rek ve bu baskı ve sömürü biçimi kadına da içselleştirilerek kapitalizme kadar gelişiyor.
Bütün sınıfları özgürleştiren” kapitalizm kadın erkek ilişkileri açısından kadına yeni bir şey vermiyor.
Uzun yılların mücadelesi sonucu verip ettiği tek şey, yasa önünde eşitlik oluyor kullanılamayan, kullanılabildiği zaman bile kadını yüzyıllardır ezen ve tabi kılan durumda tutan, tam tersine bu koşullarda bile kadının erkek karşısındaki ikinci plana itilmişliğini, sömürülmesini, bir yanıyla gizleyen bir araç olarak: diğer yanıyla ise yasal eşitlik, kadının bütün durumunu bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor. “Aynı biçimde, erkeğin kadın üzerindeki egemenliğinin özel niteliği, (…) erkekle kadın tamamen eşit hukuksal haklan sahip oldukları zaman” ( 2) ortaya çıkıyor.
Kapitalizm toplumun diğer bireyleri gibi endüstriyi kadına da açıyor. Ucuz emek sağladığı ve asırlar boyunca baskı altında kalışı sonucu benimsediği uysal ve sorumlu özelliklere sahip olduğu için. Burjuvazi kadının niteliklerini de istismar konusu yapıyor Sonuçta kadın, iş ve ev cenderesi arasında sıkışıyor. Ekonomik bağımsızlığını giderek elde etmesine ve bu, onun kurtuluşunun ilk koşulu olmasına karşın kadın, yine de ezilmeye devam ediyor. Çünkü o, hala bütün toplumların en sağlam kurumu olan aile içindedir ve bu ailede kültürel olarak oluşmuş, yasalarla sağlamlaştırılmış, geleneksel olarak pekiştirilmiş bir rol üstlenmiş olarak yaşamaktadır. Ve bu haliyle “modern karı-koca ailesi, açık ya da gizli, kadının evsel köleliği üzerine kurulmuştur ve modern toplum, salt karı koca ailelerinden -moleküller gibi- meydana gelen bir kütledir.” (3). “Kadın için bütün çalışım kollarında, fabrikada, doktorluk ve hukukçulukta da durum budur.” (4).

KADININ ERKEĞE BAĞIMLILIĞI GENEL BİR KARAKTER TAŞIYOR
Diğer sınıflı toplumlarda olduğu gibi kapitalizmde de kadın, bir bütün olarak eziliyor ve baskı altında tutuluyor. Toplumsal olarak içinde yer aldığı sınıfın durumuna bağlı olarak az ya da çok sömürülüyor. İşçi ya da işçi eşi ise ekonomik olarak daha çok, küçük burjuva ya da orta burjuva ise o oranda azalarak sürüyor bu ilişki. Ancak, ezilen bir cins olarak sömürülmesi ve baskı altında tutulması, yeteneklerinin köreltilmesi ve bu yeteneklerin ev işi gibi rutin bir işte heder edilmesi, toplumsal faaliyetlerin dışına itilmesi, bazı mevkilere gelmesinin yasalarla engellenmesi, ona çalışma hayatının bütün alanlarının açılmaması vb. vb. açısından hangi sınıfa mensup olursa olsun durum değişmiyor. Kapitalizmin kadına biçtiği yer, hangi sınıfın üyesi olursa olsun ve hangi mesleği elinde bulundurursa bulundursun, evinin “baş hizmetçisi” sıfatıyla, evde çocuğunun bakıcısı, erkeğin her türlü gereksinimini karşılamakla yükümlü karışıdır yalnızca. Burjuvazi kadının böyle olması ve böyle kalması için tüm ideolojik kurumlarını, bu bakış açısıyla işletiyor. Okulda, radyo ve televizyon programlarında, gazetelerde, kitaplarda ve tüm dinsel kurumlarda kadın, hep bu imaj çerçevesinde roller benimsiyor ya da benimsetiliyor. Toplum ve insanlar farklı sınıfsal konuma sahip olsa da kadını hep böyle algılıyor ve davranışlarını ona göre düzenliyor. Ev kadını… kadın işi… anne… eş… kırılgan… yeteneksiz… hep ikinci rollere mahkum cins… ev ve kadın… Kadını tali bir yere iten toplumun ideolojik bombardımanı böylece sürüp gidiyor. Herkes kendisine biçilen rolleri benimsiyor ve başka türlü olamayacağına inanıyor. Ona biçilen rolün dışına çıkan kadın en azından yadırganıyor. “Elinin hamuruyla erkek işine karışmaktadır.” çünkü. Bu toplumsal eğitim, erkek ve kadınlar için geçerli fakat farklı olarak doğumdan itibaren başlıyor, ölünceye kadar da sürüyor.
Kadının topyekûn ezilmesi durumu, bağımlı bir ulusun topyekûn ezilmesi durumuna benziyor. Ezen ulusun burjuvazisi ve çeşitli sınıfları, ezilen ulusun ulusal gelirinin bir bölümüne el koyuyor, gasp ediyor bunu. Ezilen ulusun bütün kesimleri etkileniyor bu el koymadan. Burjuvazi de etkileniyor bu el koymadan. Ezilen ulusun burjuvazisinin hoşnutsuzluğu buradan kaynaklanıyor. Ezilen ulusun ulusal gelirine ezen ulus burjuvazisi de ortak olmuştur çünkü. Diğer sınıfların bu el koymadan gördüğü zarar, ezilen ulus burjuvazisinden daha çok kuşkusuz ama burjuvazi de zarar görüyor. Öte yandan burjuvazi ve onun gibi ezilen ulusun üst tabaka mensupları, bütün ulusla birlikte, ezilen ulusun mensupları olmaları yanlarıyla “ulusal bakımdan” eziliyorlar. Bu sınıflar, kendi uluslarının kimliğiyle ortaya çıkamıyorlar. Ulusal kimliklerini reddederek ve kendi uluslarının sömürüsüne ezen ulus burjuvasının ortak olmasını sineye çekerek var olabiliyorlar ancak. Bu kimliğe sahip çıktıkları koşullarda ise ezen ulus burjuvasının şimşeklerini üzerlerine çekiyorlar. Böyle olunca da ya ezilen ulusun ulusal kimliğine kavuşma mücadelesinin önünde ya da bir yerlerinde yer almak durumunda kalıyorlar. Buna itiliyorlar veya başından itibaren bu nedenlerle bu mücadelenin bayrağını ellerinde tutarak mücadele ediyorlar. Bu sınıfların (örneğin Barzani’nin temsilcisi olduğu sınıfın da) ulusun bağımsızlık mücadelesinde yer almasına neden olan şey, sömürü ve baskının ekonomik olduğu kadar ulusal bir karaktere de sahip olmasıdır.
Kuşkusuz ezilen ulusun daha alt sınıfları ve proletaryası da sınıfsal baskının yanı sıra ulusal boyunduruğun acısını en çok çeken sınıflardır. Üstelik proletarya, kendi burjuvasının yanı sıra, ezen ulus burjuvasının da sömürüsü altındadır. Bu yüzden ulusal baskının kaldırılmasının bayrağını, çağımızda özellikle proletarya yükseltiyor. Ezilen ulusa mensup sınıflar, proletaryadan başlayarak toprak toprak ağalarına doğru giderek azalan oranda bir ekonomik baskıya maruz kalmalarına karşın, ulusal açıdan topyekûn ve aynı biçimde ezilirler. Ulusal sorunun, çözümünü, bir ulusun kurtulması biçiminde ifade edişinin nedeni budur. Ve işte kadın sorunu tam da bu noktada ulusal soruna benzemeye başlamaktadır.
Ulusal bakımdan tüm sınıflar ulusal bir baskı ile karşı karşıyayken, cins olarak da kadın, hangi sınıfa mensup olursa olsun, cins baskısı altındadır. Kadının, bu baskıyı, en yakınındaki erkekten görüp görmemesinin -onu da görüyor- önemi yok. Tarihsel ve toplumsal olarak oluşmuş oluşturulmuş kadın imajı ve bu imaja uygun ilişkiler sistemi kadını ezer, yeteneklerini geliştirmesine olanak ve fırsat tanımaz, toplumun eşit hak ve olanaklara sahip bir bireyi kimliğiyle ortaya çıkmasına olanak vermez. Ona yalnızca bir rol tanır; anne, eş ve baş hizmetçi. Bunun dışındaki bütün mevkiler kapalıdır. Kadın, çoğunlukla ataerkil toplumun çok yönlü engellemelerine rağmen olağanüstü zorlayarak, kadın açısından erişilmesi zor yerlere ulaştığında, yine geleneksel rollerinin dışına çıkamaz, bu görevler, yine ona aittir, ondan beklenir ve olanakları elverir de bu görevleri başkasına yaptırırsa bile, geleneksel ev rollerinden birinci dereceden kendisi sorumludur. Erkek pek istisnai olarak bu işe müdahale eder. Çünkü o erkektir ve toplumun erkeğe verdiği görev alanı farklıdır. Bu görev altını her yer olabilir ama kadına biçilen yer olmaz.

AİLE İÇİNDE ERKEK, BURJUVA
Kapitalizm kadını sanayi dünyasına çeker. Kadın sanayi dünyasında ya da diğer başka sektörlerde çalışmaya başladığında ekonomik açıdan erkeklerden daha çok ezilir. Aynı iş için daha çok çalışır, buna karşılık erkeklerin aldığından daha az ücret alır. Kadın kimliyi burada da karşısına büyük bir dezavantaj olarak çıkar.
İşsizler ordusuna karşı, daha düşük ücretle çalışılması için şantaj aracı olarak kullanılır. Grev kırıcılığına zorlanır, iş güvenliği olmaksızın çalıştırılır. Sık sık işten atılır. Aile bütçesine katkısı tali bir destek olarak kabul edilir, vs. vs.
Sanayide ve diğer çalışma alanlarında tali öneme sahip sektörler oluşmuştur. Tekstil, çocuk bakımı (kreş, anayurdu, hatta öğretmenlik vb.) temizlik gibi hizmet sektörleri ya da beyaz yaka diye adlandırılan iş alanları. Bunlarda çoğunlukla kadınlar istihdam edilir.
Bu anlamda çalışan kadının (işçi, memur vb.) durumu erkekten daha kötüdür ve bu sömürü koşullarının değişmesi erkekten bile daha çok kadının yararınadır.
Ne var ki işçi ya da çalışan kadının sömürüsü burada bitmez. Eve geldiğinde kendisini bekleyen yığınla iş vardır: bulaşık, çamaşır, ev temizliği, yemek, çocuğun bakımı ve erkeğin cinsel gereksinimleri de dâhil olmak üzere bir yığın angarya… Kadın bu angaryayı birçok hukuksal zorunlulukla desteklenmiş tarihten gelme bir işbölümü dolayısıyla yerine getirir: cinsiyetçi işbölümü… Toplum daha önceden erkek ve kadının yerlerini ve görevlerini belirlemiştir. Kadın için bu, ev köleliğiyken, erkek için aile reisliği “görevi”dir.
Söylemeye bile gerek yoktur aynı ilişki, kadının işte çalışmadığı ailelerde de vardır. “Erkek, çoğunlukla, hiç değilse varlıklı sınıflarda, ailenin dayanağı olmak ve onu beslemek zorundadır; bu durum, ona hiç bir hukuksal ayrıcalıkla desteklenmeyi gereksinmeyen, egemen bir otorite kazandırır. Aile içinde erkek burjuvadır kadın proletarya rolünü oynar.” (5)
Bu durum, başta belirtilen sömürü ve baskı ilişkileriyle birlikte tüm kadınlara, düzene ve cinsiyetçi işbölümüne karşı mücadele etmekte ortak bir temel oluşturur. Kadın, hangi sosyal sınıf içinde bulunursa bulunsun, düzenin baskısının yanı sıra, özel olarak oluşmuş bu baskısıyla karşı karşıyadır çünkü. Erkeğin, özel olarak oluşmuş bu ezme ve yararlanma ilişkisinden çıkarı vardır ve bu özel ilişki bunu kullanan erkeğin bile fark edemeyeceği biçimde ideolojik, kültürel birçok kurum ve alışkanlıklarla gizlenmiş ve örtülmüştür. Kadının bu özel ezilme ve sömürülme ilişkisi kadermiş gibi algılanır ve insanlıkça değiştirilemeyen, değiştirilmesinde gerek olmayan, böyle kalırsa daha iyi olacak olan bir ilişkiymiş gibi görünür ya da aynı zamanda öyle gösterilmek istenir.
Bu özel sömürü ilişkisinin ortadan kaldırılmasından en çok çıkarı olan bütün kadınlardır ama hiç kuşkusuz başında kadın işçiler ve sınıf bilinçli proletarya gelir. Baskı ve sömürünün her türünün ortadan kaldırılması için vazgeçemeyeceği hiç bir çıkarı olmayan sınıf bilinçli proletarya bu konuda “bir ulusu ezen ulus, özgür olamaz.”gerçeğine uygun olarak, “bir cinsi ezen bir cins özgür olamaz.” şiarını yükseltmek durumunda.
Marksizm’le donatılmış sınıf bilinçli proletaryanın, 1917de Rus ulusunun Rusya halkları üzerindeki imtiyazlarını, baskı ve sömürünün her türünü ortadan kaldırmak düşüncesiyle bir çırpıda nasıl bir kenara attığı hatırlardadır. Bolşevikler, bunun gibi, kadının kurtuluşunun ilk ve zorunlu adımları olarak, kadın üzerindeki her türden kısıtlamaya, hak eşitsizliğine, kadını aşağılayan her kuruma son vermek için benzer biçimde hareket ettiler. Kendilerini ne başka ulusların ne de cinslerin sırtından edinilen çıkarların çekiciliğiyle sınırladılar. Onlara yön veren, sınıfsız sömürüşüz bir toplumun çıkarlarının üstünlüğü ve adil oluşu düşüncesi oldu.
Türkiyeli Marksistler de benzer biçimde hareket edecektir. Ne var ki bütün bu tespitleri yapmak yetmiyor. Kadının kurtuluşu oldukça çapraşık ve çözümü başka sorunların çözümüne bağlı bir sorun. Kadının, çalışma hayatının bütün alanlarına çekilerek ekonomik bağımsızlığını elde etmesi kurtuluşunun nesnel temellerini oluşturacak. Bugün, kadının kurtuluşu yolunda eşit iş, eşit işe eşit ücret, kreş, emzirme odaları, çocuğun toplum tarafından bakımının sağlanamadığı bu ortamda kadının yanı sıra erkeğe de yeterli doğum izni, sağlık dışında bir şeyle sınırlı olmayan parasız kürtaj hakkı, kadının ve yeteneklerinin gelişmesinin önünde engel olarak dikilen yasaların değiştirilmesi, kadınların daha çok yönetsel faaliyetlere katılması, bunu engelleyen yasa ve geleneklere karşı mücadele edilmesi, eğitim ve iş bulma konularında kadına öncelik tanınması, kadını aşağılayan gelenek ve alışkanlıkların ortadan kaldırılması, kadının kurtuluşunun aynı zamanda erkeklerin de bir sorunu olduğu düşüncesinin kesintisiz olarak propagandasının yapılmasının vs. vs. yanı sıra üzerinde durulması gereken -ve şimdiye kadar feministlere bırakılan- şey, kadın-erkek arasındaki özel ilişki alanının sorgulanması ve doğru bir biçimde eleştiriye tabi tutulmasıdır. Yani kadın sorunu aynı bugünden bir değişmeye yol açacak en azından ilişkilere bakış açısını yarınki toplum için hazırlayacaktır. Geçmişin kurumlarını doğru bir tarzda eleştirerek ilişkilerini buna göre düzenleyemeyen öncüler, kuracakları yeni toplumun kadın ve erkek arasındaki ilişkilerini doğru bir tarzda yaşama geçiremezler. Bu mesele bugünden başlayarak geleceğin ve sosyalizmin ilk aşamalarında da sürecek olan sabırlı ve inatçı bir mücadelenin konusudur.
Bu konuda Marksist kadınlara büyük görevler düşüyor. Kadının bağımlılığını meşrulaştırıp pekiştiren eski kokuşmuş ilişkileri bilince çıkarıp eleştirmek, bunları yeni toplumun habercileri kadın-erkek işçi ve devrimcilere kavramak, kimden ve nereden gelirse gelsin kadına yönelik yanlış düşünce ve önyargılara, davranış ve ilişkilere karşı isyan bayrağı açarak mücadele etmek, erkeklerin de olmakla birlikte esasta kadınların görevi. Bu görev kimseden alınmaz. Öğrenmeye çalışılır, öğrenilir ve uygulanır. Yazmaksa yazmak… yapmaksa yapmak… Kadınlar ve elbette erkekler bu konuda kendilerine görev verilmesini beklememeli, edilgen tutumlarındın sıyrılmalı, bir tarihsel zorunluluğun (kadının bağımlılığının yok edilmesi zorunluluğunun) yerine getirilmesinin öncüleri gibi hareket etmelidirler.

Kaynak:
1) Engels: Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni Sol Yay. S.80
2) age S. 90
3) age S. 89
4) age aynı yerde
5) age aynı yerde

Ekim 1988

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑