İşçi-emekçi hareketi, emek programı ve mücadeledeki rolü

Emek Platformu’nun, bir grup akademisyen-bilim insanı ile birlikte Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası’nın (DB) sömürgeci programlarına karşı emeğin ve ülkenin çıkarlarını merkezine alan Emek Programı’nı ilan etmesi, emek hareketinin güncel konumu ve geleceği açısından önemli bir dönemecin de başlangıcı olmuştur.
Emek Programı’nın ele alınışı ve emek hareketinin ilerlemesindeki rolü ve bu çerçevede yaşanan güncel sorunlara geçmeden önce ülkemiz işçi-emekçi hareketinin yakın tarihini kısaca hatırlamak ve konuyu geçmişle olan bağlantısı içerisinde ele almak anlamlı olacaktır.
Bilindiği üzere 1989 Bahar Eylemleri’yle, 12 Eylül sonrası işçi-emekçi hareketi ilk kitlesel ve yaygın direnişlerini gerçekleştirmiştir. Bu dönemde, kamu işyerlerindeki toplu sözleşme görüşmelerinde talepleri kabul edilmeyen işçilerin yürüttükleri mücadele “hak verilmez alınır” fikrinin işçi, emekçi yığınlar arasında yaygınlaşmasını sağlamıştır. Baskı ve tehditlere rağmen gösteriler gerçekleştirerek taleplerini sokaklarda haykıran işçiler, birçok ilde, birçok iş kolunda gerçekleştirdikleri direniş ve eylemlerle toplumsal muhalefetin önünü açmış diğer emekçi kesimlerin hak alma ve örgütlenme mücadelesine esin kaynağı olmuştur.
Bir yandan haksızlıklara karşı mücadele etme bilincinin ilerlemesini ve işçi-emekçi tabanına yayılmasını sağlarken, bir yandan da yeni bir ileri işçi kuşağının ve mücadeleci sendikacılık anlayışının boy verip büyümesine dayanak olmuştur.
1990-’91 ve ’92 yılları ise işçi-emekçi hareketinin, ’89 Bahar Eylemleri ile girilen süreci birçok açıdan daha da ilerleterek geliştiği yıllardır. Zonguldak’ta ’90’da başlayıp ’91 yılına kadar devam eden “Büyük Madenci Direnişi”, aynı yıllarda birçok işyerinde yaşanan ve on binlerce işçinin, emekçinin katılımıyla sokaklara taşan 1 Mayıs eylemleri, yine 1991 yılının ortalarında başlayan toplu sözleşme görüşmeleri sürecinde yaşanan eylemler, uzun yıllar sonra 1992 yılında yasal mitinglerle kutlanan 1 Mayıs ve aynı yıllar içerisinde yaşanan daha birçok irili ufaklı sendikal hak ve ekonomik talepli direnişler bu dönemde işçi-emekçi hareketinin mücadele birikimini artıran eylemlerdir.
Bütün bu direniş ve eylemlerin merkezinde ağırlıklı olarak TİS uyuşmazlıklarının protestosu, ücretlerin iyileştirilmesi ve işten atmaların durdurulması gibi ekonomik talepler vardır. Ancak eylemlerin yaygınlığı ve kitleselliği, ’89 Bahar Eylemleri ile temeli atılan mücadeleci sendikacılık anlayışının gelişip yaygınlaşması, yerel işçi platformlarının harcının atılması ve İstanbul İşçi Sendikaları Şubeler Platformu’nun oluşturulması, eylemlerin, direnişlerin sendikal bürokrasinin bütün oyalama ve engelleme tutumuna rağmen gerçekleşmesi gibi belli başlı hususlar, bu dönemde sınıf hareketinin mücadele ve örgüt birikimini devrimci temelde ilerletmiştir.
Bu yıllar aynı zamanda kamu emekçilerinin sendikal örgütlenme için seferber olduğu ve grevli-toplu sözleşmeli sendika hakkı başta olmak üzere çeşitli hak talepleri etrafında birleşerek mücadeleye atıldığı yıllar oldu. Kamu emekçilerinin bu mücadelesinin işçi sınıfının mücadelesiyle birleşmesine yönelik ilk adımların atılması ve ortak eylemlerin yapılması da bu yıllara rastlar.
Bütün bu ilerletici, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadele ve örgüt birikimini artırıcı gelişmeler hareketin birleşme ve siyasallaşma ihtiyacını da belirginleştirmiş, ancak bu noktadaki eksiklik ve zayıflıklar varlığını sürdürmüştür. İşçi-emekçi hareketi hükümeti protesto etmenin ötesinde bir siyasal çıkış ortaya koyamamıştır. Proleter sosyalist hareketin gücü ve olanakları doğrultusunda harekete müdahalesinin düzeyine göre zaman zaman işçi ve emekçiler arasında siyasal içerikte talepler ve sloganlar öne çıkmış; ancak istikrar, süreklilik sorunu devam etmiş ve hareketin ana karakteri değişmemiştir.

ÖZELLEŞTİRMEYE KARŞI MÜCADELE
İşçi emekçi hareketinin son on yıllık sürecini dönemlere ayıracak olursak, ’90’lı yılların ortalarına kadar yaşanan ve yukarıda ana hatlarıyla değindiğimiz süreci birinci dönem olarak ele alabiliriz. ’90’lı yılların ortalarından itibaren başlayan süreci ise ikinci dönemin başlangıcı olarak kabul edebiliriz.
Her iki yılda bir kamu işyerlerinde gündeme gelen ve zaman zaman özel sektörle de çakışan TİS süreçlerindeki eylem ve direnişler, taşeronlaştırmaya, işten atmalara ve sendikasızlaştırmaya karşı mücadele, bu dönemde özelleştirmeye karşı mücadeleyle yeni bir sürece de girmiştir.
1970’li yıllardan itibaren kapitalist dünyaya hâkim olan neoliberal politikaların ülkemizdeki hâkimiyetinin başlangıcını, 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle birlikte gündeme getirilen ve cuntadan alınan güçle uygulamaya konan 24 Ocak Kararları oluşturur. “Yeni Dünya Düzeni”ne uyum, buna uygun bir yeniden yapılandırmanın temelini oluşturan özelleştirmeler, 24 Ocak Kararları’nın da ruhunu oluşturmaktadır. Ancak ’89 yılına kadar özelleştirmeler daha çok planlar kapsamında gündemdedir ve ’90’lı yılların ilk yarısında tek tük işyerlerinde gündeme gelmiştir. Ancak 1994-95’li yıllardan itibaren özelleştirme, uluslararası tekeller ve işbirlikçilerinin işçi, emekçi yığınlara yönelik temel saldırısı olarak hız kazanmıştır.
Özelleştirme saldırısı başlangıçta ağırlıklı olarak taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma ve işten atılmaların hız kazanması olarak işçi-emekçilere yansımış ve karşı koyusun ana talepleri de bu temelde gündeme gelmiştir. Ancak giderek ülkenin bütün yeraltı ve yerüstü kaynaklarının yağması, kamusal alanın ve ulusal birikimin tasfiyesi, dışa bağımlılığın artması ve ülkenin dikensiz bir sömürge alanı haline getirilmesi yönü öne çıktıkça, işçi ve emekçilerin özelleştirmeye karşı direnişinin talepleri de nitelik olarak daha ileri bir noktaya çıkmıştır.
Özelleştirme saldırısının anlamına ilişkin, proleter sosyalist hareketin daha başından beri işçi ve emekçi yığınları aydınlatmaya yönelik yürüttüğü çalışmalar bu dönemde sonuçlarını pratik olarak göstermeye başlamış, işçi ve emekçilerin özelleştirme saldırısını kavrayış ve karşı koyuş düzeyi de buna paralel olarak ileri bir mevziiye yükselmiştir.
’90’lı yılların ortalarından günümüze kadar gelen ve bugün de devam eden özelleştirme saldırısının hedefine, madenler, enerji santralleri, SEKA gibi stratejik sektörler konulduğunda, özelleştirme saldırısına karşı bütün diğer taleplerin yanı sıra bağımsızlık talebiyle anti-emperyalist bir mücadeleye yönelişin pratik örnekleri de görülmeye başlanmıştır. Yatağan’daki enerji santrallerinin ve SEKA’nın özelleştirilmesine karşı, bütün yöre halkıyla birleşik mücadele veren işçiler, emekçi yurtseverliğinin ve bağımsızlığın bayrağını yükseltmişlerdir.
Bu dönemde kamu emekçilerinin mücadelesi, başlangıçtaki taleplerini de koruyarak, demokratik hak ve özgürlüklere ilişkin talepleri daha çok içermeye başlamış, işçi sınıfı ve kamu emekçilerinin birleşik mücadele zemini olgunlaşmış, ortak eylemler, iş bırakma eylemleri, işçi sınıfı ile birlikte karşılıklı birbirini güçlendirmiştir.
Burada üretici ve yoksul köylülüğün 1990’lı yılların sonlarından günümüze gelen süreçte, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesinden doğrudan etkilenerek, kendi talepleri etrafında mücadeleye ve örgütlenmeye yönelmesinin, emek cephesinin içinde yer alan güçlere bu kesimlerin de dâhil olması gerçeğinin altını çizmek gerekir.
Yukarıda işçi sınıfı ve emekçilerin ağırlıklı olarak özelleştirmeye karşı taleplerle mücadeleye yönelmesini uluslararası sermayeye ve işbirlikçilerine karşı yürütülen mücadelede ikinci bir dönem olarak ele alabileceğimizi söylemiştik. İşte bu dönemin karakterini de; yerel işçi-emekçi platformlarının daha da yaygınlaştığı, özelleştirmeye karşı işyeri komitelerinin, TİS komiteleri deneyiminin üzerine eklendiği, sendikal bürokrasiye rağmen mücadelenin inisiyatifinin tabana doğru yayıldığı, dahası, işçi-emekçi yığınların mücadele sloganları ve talepleri içerisinde siyasal nitelikteki slogan ve taleplerin ağırlığını hissettirdiği eylemler ve direnişler oluşturmuştur.
Bu dönemin başında proleter sosyalist hareket, işçi sınıfı ve emekçiler arasındaki gücü ve birikimi üzerinden ve yukarıda özetlediğimiz tablonun ortaya koyduğu olanaklarla da birleşerek, işçi sınıfının kitlesel politik örgütünün kuruluşunun ilk adımlarını da atmıştır. Emek Partisi (EP) girişiminin ilanı, EP’in kurulması ve günümüze gelen süreçte, işçi-emekçi hareketinin birleşme ve siyasallaşma ihtiyacı, her zamankinden daha fazla pratik bir ihtiyaç haline gelirken, emek hareketinin ileri kuşaklarının proleter sosyalist hareketin birikimiyle de birleşerek işçi sınıfının, emekçilerin kitlesel politik örgütünü inşa etmeleri, emek hareketinde ilerletici, hayati bir rol oynamıştır demek elbette ki abartı olmayacaktır. Bugün de Emeğin Partisi, emek hareketinin içerisinde bu rolünü sürdürmeye devam etmektedir.
Artık işçi sınıfı ve emekçiler, dünya ve ülkede yaşanan gelişmelere karşı daha duyarlı, sermayenin saldırılarına karşı daha etkili eylemlere yönelmiş ve bir anlamda emek ile sermaye arasındaki saflaşma daha da belirginleşmeye başlamıştır. İşçi sınıfı ve emekçilerin sermayeye karşı mücadelesinin, birleşik, istikrarlı ve siyasallaşmış bir hareket düzeyine yükselmesi ihtiyacı bu dönemde kendini daha fazla hissettirirken, bu ihtiyacın giderilememesinden kaynaklı eksiklik ve zayıflıkların aşılmasında yeni bir dönemin -üçüncü dönemin- başlangıcı da ’90’lı yılların sonlarında Emek Platformu’nun kurulması olmuştur.

EMEK PLATFORMU’NUN KURULUŞU
IMF ve Dünya Bankası, başta ABD tekelleri olmak üzere, uluslararası tekellerin çıkarları doğrultusunda, merkezinde neoliberal politikaların olduğu saldırılarla, bütün dünyayı sömürgecilerin dikensiz gül bahçesi haline getirmeye yönelik girişimlerini sürdürürken, ülkemizdeki işbirlikçileri de, “küreselleşme” adına emekçilerin bu saldırılara boyun eğmesi ve emekçi direnişinin kırılmasını merkezine alan girişimlerini artırmıştır.
Emekçi düşmanı politikaların daha rahat uygulanabilmesi için, sendikal bürokrasi aracılığıyla işçi-emekçi hareketinin denetim altına alınması doğrultusunda yeni adımlar atan işbirlikçi burjuvazi, ’90’lı yılların sonlarına doğru Ekonomik Sosyal Konsey (bu oluşumun yasal statüye kavuşturulması için geçtiğimiz günlerde somut adımlar da atıldı) ve “5’li Sivil inisiyatifin kurulmasını sağlamıştır. Ağırlıklı olarak hükümet temsilcileri ve patron örgütlerinin emek örgütlerini, sendikaları kuşattığı bu oluşumlarla yoluna devam edip, işçi sınıfı ve emekçilerin öfkesini bu oluşumlar aracılığıyla bertaraf etmeyi düşünen egemen sınıflar, bu süreç içerisinde hiç istemedikleri bir karşı oluşumla yüz yüze gelmek zorunda kalmıştır.
Bu dönemde işçi hareketi ve sendikal hareket, tarihinin en kitlesel eylemlerini, tahkim, “mezarda emeklilik” ve sosyal güvenliğin tasfiyesi girişimlerine karşı yaşadı. Yüz binlerce işçi, “sağcı işçi-solcu işçi” türünden yapay ayırımları bir tarafa koyarak somut talepler üzerinde birleşti. Siyasi partilere protesto mahiyetinde bırakılan çelenkleri, bizzat o partiye seçimlerde oy veren işçiler taşıdılar. Bu durum, işçilerin düzen partileriyle olan “bağ”ını zayıflatırken, işçilerin kendilerini bir sınıf olarak algılama süreçlerini de olumlu yönde etkiledi. Tabanda gelişen bu birlik, “yukarıları” da etkiledi.
18 Nisan 1999 seçimleri öncesinde büyük oranda sermaye cephesi tarafından yedeklenen emek örgütleri, ESK ve “5’li inisiyatif” içerisinde yer alırken, “mezarda emeklilik” ve sosyal güvenliğin tasfiyesine karşı mücadele sürecinde, emek hareketi açısından bir ilki gerçekleştirmek durumunda kaldılar. Türkiye’de emek ve demokrasi güçlerinin mücadele tarihinde ilk kez, içinde bütün işçi ve kamu emekçileri sendikaları konfederasyonları ile çeşitli meslek örgütlerinin yer aldığı 15 kurum bir araya gelerek Emek Platformu’nu (EP) oluşturdular.
İşçi sınıfı ve emekçilerin sermayenin emekçilere yönelik saldırıları karşısında büyüyen öfkesi ve saldırıların birleşik mücadele ile püskürtülebileceğine ilişkin bilincindeki ilerleme, sendikal bürokrasiyi de önüne katarak “Emek Platformu”nun oluşmasını sağlamıştır. Sosyal güvenliğin tasfiyesi, “mezarda emekliliğin” yasalaşması, “uluslararası tekellerin orman kanunu” olan Tahkim Yasası’nın Mecliste kabul edilmesi ve Anayasa değişikliği yapılması sürecinde kurulan Emek Platformu; ülkemiz işçi, emekçi hareketinin birleşik mücadele ihtiyacının bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
Ne egemen sınıfların ne de onların işçi sınıfı içerisindeki “dalgakıranları” rolünü üstlenen sendika bürokratlarının, bir gece rüyalarında birbirlerini görüp, “hadi böyle bir şey yapalım, memleket ve emekçiler açısından iyi olur” deyip, sabah kalktıklarında kurma kararı verdikleri bir oluşum değildir Emek Platformu. (Bunu özellikle vurgulama ihtiyacı duyuyoruz. Çünkü bazı çevreler, EP’e ilişkin değerlendirmelerini, emekçilerin mücadelesinin, emek-sermaye arasındaki çatışmanın geçmişi ve bugünü arasındaki bağın ne olduğunu anlamadan olur olmaz sonuçlar üzerinden yapabilmektedirler. Bu konuya daha sonra da değineceğiz.)
Aksine EP’in kuruluşundan bu yana geçen süre içerisinde yaşanan pratik, bir zamanlar İngiliz lortlarının Osmanlı’nın işbirlikçi yöneticilerine öfkeli bir ruh haliyle söylediği, “Siz içerden biz dışardan yıllardır uğraşıyoruz, ancak bir türlü yıkamadık bu devleti” sözlerinde olduğu gibi, “Sendika bürokratları ve onların değirmenine su taşıyanlar içerden, işbirlikçi burjuvazi ve onun hükümetleri dışardan uğraşıp duruyorlar. Ancak bir türlü yıkamadılar EP’i” benzetmesini hak edecek bir pratik süreç olmuştur.
Dolayısıyla, kurulmasından bugüne kadar gelen süreç içerisinde EP’in, işçilerin, emekçilerin ve ülkenin bugünkü ve gelecekteki çıkarlarına ilişkin olumlu bir rol oynamasında belirleyici olan, onu kurduran itici güç; işçi, emekçi sınıfların ve mücadeleci sendikacıların tutumu olmuştur. Bundan sonra da EP’in sermaye cephesine karşı, emek cephesinin mücadelesinde oynayacağı rolde, dolayısıyla sendikal bürokrasinin uğursuz, sınıf düşmanı manevralarının egemenliğinden kurtulup kurtulmamasında belirleyici olacak etken, onu kurduran gücün tutumu olacaktır.

EMEK PROGRAMININ İLANI
Emek ve sermaye arasındaki saflaşmada, işçi ve emekçi sınıfların mücadele ve örgüt düzeyi açısından yeni bir dönüm noktası ise, EP’in bir grup akademisyen-bilim insanı ile birlikte IMF ve Dünya Bankası’nın programlarına karşı alternatif olarak hazırlayıp ilan ettiği Emek Programı ile girilen ve üzerinden yaklaşık bir ay geçen süreçtir. Emek Programı’nın ilanı, emek ile sermaye arasındaki çelişki ve çatışmalar temelinde süren, tekeller ve işbirlikçi burjuvazi ile işçi sınıfı ve emekçiler arasındaki mücadelede dördüncü dönem olarak nitelendirebileceğimiz; içinde bulunduğumuz dönemdir.
2000 yılının başında IMF, hükümet ve işbirlikçi büyük patronlar işçi ve emekçilerin karşısına yeni bir saldırı programı ile çıktılar. Geçmiş örneklerinde olduğu gibi bu program da, “enflasyonu düşürecek, adil ve hakça bir döneme geçişi sağlayacak, ülkeyi düzlüğe çıkaracak bir program” olarak allanıp pullanıp propaganda edildi. Bir süredir başta özelleştirmeler olmak üzere, banka, faiz, kredi, borsa ve döviz vurgunculuğu üzerinden sürdürülen rant yağmasının, hortumculuğun ulaştığı boyutu sergileyen yolsuzluk skandalları birbiri ardına patlıyordu ve 19. IMF Programı da bu koşullarda gündeme getirilmişti.
Ancak “yalancının mumu yatsıya kadar yanar” sözünde olduğu gibi, daha bir yılını doldurmadan, IMF, hükümet ve işbirlikçi büyük patronların programı Kasım Krizi ile iflas etti. Şubat ayı içerisinde ise, bu kez daha güçlü bir sarsıntıyla program ülke ekonomisinin üzerine çöktü. Faiz ve döviz kurları serbest bırakıldı ve yıllardır ülkeyi bir sülük gibi emen yabancı sermaye ve işbirlikçi burjuva rantiye takımı yeni vurgunlarla kasalarını doldururken, yaşanan devalüasyonla ülke bir gecede % 40, bir ayda % 100 yoksullaştı.
IMF, hükümet ve işbirlikçi büyük patronların programı ilan etmesinin ardından Emeğin Partisi (EMEP), işçi-emekçi yığınların bu “yeni sömürü ve yağma programı”na karşı mücadele içerisine girmesi amacıyla bir kampanya başlattı. Başta TELEKOM ve TEKEL’in özelleştirilmesi olmak üzere, ülkenin bütün yeraltı ve yerüstü zenginliklerini yağmalamayı dizginsizce sürdürmek için adımlar atan emperyalistler ve işbirlikçilerine karşı mücadelenin yükseltilmesi şiarıyla başlayan çalışmalar, IMF, hükümet ve işbirlikçi büyük patronların programının iflasıyla çakışarak ülkenin gündemine oturdu.
Uzun yıllardır burjuva düzen partileri, kendi programlarındaki çeşitli nüansları bir yana bırakarak, yabancı sermaye ve işbirlikçilerinin çıkarları doğrultusunda IMF programları etrafında toplanarak hükümete gelip bu programları uyguluyorlardı. Çeşitli isimler altında kurulan düzen partileri vardı ancak programları tekti. EMEP, bu gerçeğe de dikkat çekerek, işçilerin, kamu emekçilerinin, köylülerin, işsizlerin ve gençlerin uzun yıllardır sermayenin saldırılarına karşı mücadele içerisinde öne çıkan taleplerinden oluşan bir mücadele programı hazırlayarak, emek ve demokrasiden yana olan veya olduğunu söyleyen herkese, ayrılıkları bir yana bırakıp bu program etrafında birleşme ve IMF, hükümet ve işbirlikçi büyük patronların saldırılarına karşı mücadele etme çağrısı yaptı. Sınıf bilinçli, mücadeleci, partili-partisiz işçiler ve sendikacılar da bu çağrı doğrultusunda bir araya gelerek, EP’in harekete geçmesi ve IMF, hükümet ve işbirlikçi büyük patronların saldırılarına karşı mücadele kararları alması için tabandan bir tepkinin-baskının örgütlenmesine yöneldi.
Bu koşullarda toplanan EP, EP içerisinde yer alan mücadeleci kesimlerin de çabalarıyla bir dizi eylem kararları alarak kamuoyuna ilan etti. Bir yandan eylemler başlarken, diğer yandan krizin yarattığı yıkıma karşı başta işçi sınıfı ve emekçiler olmak üzere, toplumun bütün ezilen kesimlerinde biriken öfkenin sokağa taştığı günler yaşanıyordu. Yıllardır sermaye iktidarlarının kendilerine dayanak yaptığı esnaf ve küçük işletme sahipleri de, mülksüzleşmenin ve yoksullaşmanın yarattığı tepkiyle sokaklarda kendiliğinden gösteriler yapmaya başladı. Aynı günlerde, Ankara’da bir grup iktisatçı-akademisyenden oluşan bilim insanları yayınladıkları bildirgeyle neoliberal politikaları eleştirdiler ve bu politikaların alternatifsiz olmadığını ortaya koydular. Artık IMF, DB, hükümet ve işbirlikçi büyük patronların neoliberal politikalar doğrultusunda sürdürdüğü emek ve ülke düşmanı uygulamaların alternatifsiz olmadığı tartışılıyor ve EMEP’in de girişimleriyle EP ve bildirgenin sahibi bilim insanları ortak bir sempozyum düzenleme kararı alıyordu.
Mart ayının sonunda toplanan sempozyumda, Nisan ayının ilk günlerinde kamuoyuna ilan edilen Emek Programı’nın çerçevesi çizildi ve içeriği belirlendi. Emek Programı’nın ilanı; emek ve sermayenin çıkarları arasındaki çelişki ve çatışmaların yön verdiği emek cephesi ve sermaye cephesi arasındaki mücadelenin, “iki cephe, iki program” düzeyinde ifade edilmesinin de ilanı anlamına geliyordu.

EMEK PROGRAMI’NIN NİTELİĞİ
Olağan koşullarda belki de daha uzun bir süreci alacak olan olaylar ve olgular bu süreçte kısa aralıklarla ve hızlı bir tempoyla yaşandı. Yazımızın başından beri işçi, emekçi hareketinin yakın tarihiyle birlikte ele aldığımız emek mücadelesinde belli başlı dönemlerin dördüncüsüne de Emek Programı’nın ilanı ile bir anlamda start verilmiş oldu.
Emek Programı, işçi, emekçi hareketinin yukarıda ele aldığımız yakın tarihi içerisinde birleşik, istikrarlı ve siyasal nitelikte bir hareket olmaya doğru attığı en önemli adımdır. (Bu adımın yeni adımlarla birleşmesi ve bu temelde hareketin istikrarlı ilerlemesinin sigortasının sınıfın partisi olduğuna ilerleyen bölümlerde değineceğiz.) işçi, emekçi hareketinin, ekonomik taleplerle sınırlı, zaman zaman politik talep ve sloganların öne çıkmasının ötesine geçilemeyen, belirli aralıklarla alçalıp yükselen ve dalgalı bir ilerleme seyri gösteren, genel karakterini lokalliğin ve siyasallaşamamanın belirlediği dönemlerin ardından, böyle bir programla IMF, hükümet ve işbirlikçi büyük patronların karşısına çıkması; birleşik, istikrarlı ve siyasal bir hareket olarak sürekli kendisini yeniden, daha ileri noktalarda üretmeye doğru ilk ciddi pratik hamlenin yapılması anlamına gelmektedir.
İşçi-emekçi hareketi, EP gibi bir oluşumun ardından Emek Programı gibi tarihi öneme sahip bir mücadele programına sahip olarak; bugüne kadar dönem dönem aciliyeti artan belli başlı taleplerini, güncel taleplerle de birleştirerek, dahası, işçi sınıfının taleplerini merkezine alan ve kamu emekçileri, köylüler, işsizler ve hatta esnafları da bu program etrafında birleştirmeye yönelerek sermaye cephesine karşı geçmişteki mevzisinden daha ileri bir mevzi tutmuştur. Bu anlamda da Emek Programı, emek ile sermaye arasındaki çıkar çelişkilerinin yön verdiği sermaye cephesi ile emek cephesi arasındaki mücadelenin bugünkü çatışma düzeyini ortaya koymaktadır. Bu Program, işçi sınıfı ve emekçilerin sermaye cephesine karşı yürüttükleri mücadelede mevcut koşullardaki bilinç ve örgütlenme düzeyinin güncel ifadesidir. IMF, DB, hükümet ve işbirlikçi büyük patronların emek düşmanı saldırılarına karşı yürütülecek mücadelenin taktik platformunu temel talepler etrafında formüle etmiş bir programdır Emek Programı.
Hem genel olarak, hem de tek tek maddeleriyle ele alındığında görülmektedir ki, program; uluslararası tekellerin ve işbirlikçilerinin çıkarları doğrultusunda uygulanan dizginsiz sömürücü ve sömürgeci neoliberal politikaların önüne set çekilmesi, buna karşı emekçilerin ve ülkenin çıkarlarını merkezine alan bir dizi alternatif politikanın uygulanmasını istemektedir.
Program, emekçilerin yaşamlarının iyileştirilmesi, ülke zenginliklerinin yabancı sermaye ve işbirlikçileri tarafından yağmalanmasının engellenmesi, ulusal gelirin bölüşümünde adaletin ve refahın adil paylaşımının sağlanması, sermayeye karşı emeğin çıkarlarının korunması ve demokratik, sendikal örgütlenmenin ilerlemesini sağlayacak düzenlemelerin yapılması gibi, emek ve sermaye arasındaki mücadelede küçümsenemeyecek önemde talepleri içermektedir. Dolayısıyla programa niteliğini veren talep ve öneriler, uluslararası sermayenin ve işbirlikçilerinin bugünkü çıkarları ve uygulamalarıyla çelişmekte ve hatta birçoğu kabul edilemez bir nitelik taşımaktadır.

EMEP, EMEK PROGRAMINI NEDEN SAHİPLENMEKTEDİR?
Emek Programı yukarıda ortaya konan özellikleriyle öne çıkmakta ve işçi sınıfının bağımsız politik örgütü olan EMEP tarafından da sahiplenilmektedir. EMEP’in işçi sınıfının bağımsız politik partisi olarak Emek Programı’nın çok daha ilerisinde bir programa (asgari program ve azami program) sahip olduğu bilinen bir gerçektir. Elbette ki Emek Programı, EMEP’in bu programının yerine geçirilemez.
Bu gerçekten hareketle EMEP, işçi sınıfının bağımsız politik örgütü olarak, emekçilerin sermayeye karşı kurtuluş mücadelesinin, sınıftan öğrenme ve sınıfa öğretmenin sürekli ve ileriye doğru gelişen diyalektik bir özelliğe sahip olduğunun da bilincindedir. Dolayısıyla Emek Programı’nın, işçi sınıfı ve emekçileri sermaye düzeninden kurtuluşa götürecek parti programının stratejik ve taktik hedefleriyle çelişmediğini düşünmektedir. Emek Programı’nın, emek hareketini, istikrarlı ve birleşik, bağımsız bir politik hareket düzeyine yükseltmede önemli ve devrimci bir işleve sahip olduğu gerçeğinden hareket ederek, işçi sınıfı ve emekçilerin Emek Programı’nın uygulanması için mücadeleyi yükseltmesi perspektifiyle çalışma yürütmektedir.
“Taktik, stratejinin direktifleri ve devrimci hareketin hem kendi ülkesindeki hem de komşu ülkelerdeki deneyleri tarafından yönlendirilir; hem proletaryanın ve müttefiklerinin güçlerinin durumunu (yüksek ya da düşük kültür düzeyi, yüksek ya da düşük bilinç derecesi, çeşitli geleneklerin varlığı, hareketin, örgütlenmenin çeşitli biçimlerinin varlığı, temel ve yardımcı biçimler) hem de düşman kampındaki güçler durumunu her an göz önünde bulundurur ve düşman kampındaki her uyumsuzluktan ve her karışıklıktan yararlanır. Taktik, (stratejik planda ortaya konan güçlerin mevzilenmesini gerçekleştirmek amacıyla) geniş kitleleri devrimci proletaryanın safına kazanmak ve onları toplumsal cephede mücadele mevzilerine çekmek için stratejinin başarılarını en güvenli bir biçimde hazırlamada izlenmesi gereken somut yolları gösterir. Buna uygun olarak partinin sloganları ve direktifleri bunlar tarafından belirlenir ya da değiştirilir.”
(…)
“Taktiğin görevi, kitleyi mücadeleye sokmak, sloganları ortaya atmak, kitleleri yeni durumlara hazırlamaktır. Ancak bunlar öylesine yapılmalıdır ki, mücadelenin tümünün toplamı ile savaş kazanılabilsin, yani stratejik bir başarı elde edilebilsin.” (Stalin)
EMEP’in gerek üzerinde yükseldiği geçmiş mücadele ve örgüt birikimi, gerekse bugünkü mücadele taktikleri ele alındığında, yukarıdaki alıntıda ortaya konan perspektifin zengin pratik örnekleri de görülüp kavranacaktır. EMEP’in kurulduğu süreçten bu yana EP’in ve ilan edildiğinden bu yana geçen bir aylık süreç içerisinde de Emek Programı’nın ele alınıp sahiplenilmesi, bu zenginliğin sadece güncel son iki örneğidir.
Çünkü Emek Programı, olmuş bitmiş süreçlerin, tamamlanmış ve nihayete erdirilmiş bir mücadelenin noktası konulmuş bir yazılı metni değildir. Emek hareketinin dünü üzerinden böyle bir değerlendirme yapılabilir, ancak geleceği açısından o, ancak bir ilk adımdır. Dahası, mücadele içerisinde ileri düzeylerde yeniden ve yeniden üretilip niteliğini yükselterek zenginleşmeye açık bir metin olduğu da, ilan edilişinin ardından geçen kısa süre içerisinde gerçekleşen işçi, emekçi eylemleri ile görülmüştür. Emekçiler, Emek Programı’nın ilan edilmesinin hemen ardından gerçekleştirdikleri eylemlerde, taleplerini ve sloganlarını programın dile getirdiğinden daha ileri düzeyde ifade etmiş ve alanlarda haykırmıştır. Bu yeni başlayan süreç devam etmektedir.

EMEK PROGRAMI’NA KARŞI TUTUMLAR VE BELLİ BAŞLI SAPTAMALAR
Emek Programı’nın ilan edilmesinin ardından, programın günlük mücadele içerisinde politik ve örgütsel açıdan ele alınışında, kavranışında çeşitli eksiklikler ve zayıflıklar da gündeme gelmiştir. Günlük işçi basınında çıkan makalelerde bu eksikliklere yeni gelişmeler ışığında değinilmiştir. Elbette ki mücadelenin canlı gelişimi içerisinde de değinilmeye devam edecektir.
EMEP’in Emek Programı’nı ele alışına ilişkin yukarıda özetlenen yaklaşımı, program karşısındaki kaba, reçeteci, donuk, sınırlayıcı değerlendirmelerin yerine konulması gereken anlayışı da ortaya koymaktadır. Sınıf partisi saflarında bu konuda yaşanan eksiklikler, yukarıda ortaya konan perspektifle ve günlük işçi basınında çıkan değerlendirmeler ışığında, günlük örgüt çalışması kapsamında gerçekleştirilen örgüt içi organ toplantılarında ve partili, partisiz işçi ve emekçilerin katıldığı kitlesel toplantılarda tartışılarak, birer eğitim konusu yapılarak aşılmaktadır.
Emek Programı’na karşı çoğunlukla utangaçça, zaman zaman açıktan gündeme getirilen ve sınıflar mücadelesinin bu günkü durumunu kavramayan sınıf dışı, “solcu”, küçük burjuva tutumlarla ise cepheden mücadele edilmesi bir zorunluluk durumundadır. Özellikle ÖDP ve HADEP çevreleri ve kendisine ilerici, devrimci, “solcu” diyen diğer çevreler tarafından, başta sendikal alanda olmak üzere sürdürülen, sözüm ona programın eksikliklerini tartışan, gerçekte ise, programın reddedilmesi ve işçilerin, emekçilerin program etrafında birleşerek mücadele etmesini zayıflatıcı sonuçlar doğuran, hatta olanaksızlaştırmaya yönelik tutumlar, bu türden tutumlar olarak ortaya çıkmaktadır.
Bu partilerin ve çevrelerin, çeşitli işkollarına bağlı işyeri ve fabrikalarda örgütlü olan sendikalar içerisinde, çeşitli düzeylerde görev yapan temsilcileri, üyeleri ya da taraftarları; Emek Programı’nın işçi-emekçi yığınlar arasında tartışılıp bilince çıkarılması, hem emekçi yığınların aydınlatılması, hem de programın daha ileri ve güçlü bir düzeyde yenilenmesini sağlayacak pratik adımların atılması konusunda üzerilerine düşeni yapmaktan kaçmakta, yapmaya çalışanların da ayaklarına dolanmaktadırlar. Buna gerekçe olarak, kâh programın eksiklikleri, kâh sendika bürokrasisinin bu programın arkasında durmayacağı gibi nedenleri sıralamaktadırlar. İşçi-emekçilerin mücadele ve örgütlenmesinin ülkemizdeki yakın tarihi ve bugünkü durumu açısından “Allah Allah, gerçekten mi! Nereden bildiniz!” dedirtecek bu tür gerekçelerin, samimi, mücadeleyi ilerletici olmaktan çok, baltalayıcı ve zayıflatıcı olduğu açıktır.
Programın eksiklikleri karşısında olumlu ve olumsuzu temsil eden şu iki örnek sorunun daha iyi görülmesi açısından çarpıcı olacaktır.
Birincisi ve ilerletici, olumlu olanı şudur: Program ilan edildikten sonra, Kürt illerinde programın yığınlara ulaşması ve Kürt işçi emekçiler arasında programın sahiplenilmesi için belirli somut adımlar atan mücadeleci sendikacılar, Emek Platformu’nun merkez yönetimine, programa ilişkin düşüncelerini içeren bir açıklama yaparak çağrıda bulundular. Dediler ki; “Bugün liberalinden muhafazakârına kadar birçok kesimin, Avrupa Birliği’nin ve ABD’nin, gericiliğin çeşitli görüşleri vardır ve bunlar kamuoyunda tartışılmaktadır. Emekçilerin de Kürt sorunu konusunda neden bir tutumu olmasın.”
İkincisi ve olumsuz olanı ise, Diyarbakır Demokrasi Platformu’nun (DDP) sözcüsü Ali Öncü’nün açıklamasıdır. Ali Öncü DDP adına yaptığı açıklamada, Emek Platformu ile aynı şeyleri savunmak zorunda olmadıklarını vurgulayarak, “DDP’nin kendi bakış açısı var. Kürt sorunu görmezden gelinerek sorunlar çözülemez. Sosyal barış olmadan ekonomi düzelmez. Bizim hazırladığımız program diğer kesimlerin taleplerini de kapsıyor.” … “Taleplerimiz kiminle çakışıyorsa onunla yan yana yürürüz. TÜSİAD’ın ortaya attığı taleplerle bazı taleplerimiz çakışıyor. Tabii bazı bölümleri. Bu açıdan onlarla birlikte yürüyebiliriz.” Sayın Öncü, Emek Programı’nda, Türk ve Kürt emekçilerinin ortak mücadele edebileceği talepler bulamıyor ancak, TÜSİAD’ın programında asgari müşterekler bulup ortak yürüyüş kararı verebiliyor!
İşte Emek Programı karşısında, birisi Türk-Kürt bütün işçi ve emekçilerin, yoksulların Emek Programı etrafında birleşerek ileriye, kurtuluşa doğru ortak mücadele etmesini isteyen, diğeri ise, nasıl istiyorsanız öyle sıfatlandırabileceğiniz iki tutum!
Programın eksiklikleri ve sendikal bürokrasinin programın arkasında durmayacağı şeklindeki yaklaşımlara gelince, yukarıda ortaya konmuş bazı gerçekleri belirli yönleriyle bir kez daha maddeler halinde hatırlatmakta fayda var.
1- Emekçilerin yaşamlarının iyileştirilmesini ve daha mutlu ve refah içerisinde yaşamak istemeleri ve buna karşı olan ekonomik-sosyal politikalara öfke duymaları; eğer bu yoksa bir anlamda hayat yok, durmuş demektir.
2- İrili ufaklı her tür değişim ve nihai olarak büyük sosyal değişim, emekçilerin bu istek ve öfkelerinin büyümesi, yaygınlaşması ve bağımsız, politik sınıf tutumu olarak ilerleyip, örgütlenmesi ile mümkündür.
3- Emek Programı, işçi sınıfı ve emekçilerin bu istek ve öfkesinin yarattığı baskılanmanın bir ürünüdür, işçi, emekçi yığınların mücadelesi geliştiği ölçüde bu program kapitalist sömürüden, emperyalist sömürgecilikten kurtuluş programıyla birleşecektir.
4- Sendikal bürokrasinin bilinen rolünü oynamasında şaşılacak bir durum yoktur. Asıl şaşırılması gereken, ilerici, solcu, sosyalist, devrimci iddiasında olup da, çeşitli düzeylerde sendikal kademelerde görev, sorumluluk almış kişilerin üzerine düşeni yapmamalarına gerekçe olarak sendikal bürokrasinin oynayacağı/oynadığı işçi, emekçi karşıtı rolü göstermeleridir.
5- Mesele, işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluşunun gerçekleşmesi için Emek Programı’nın yeterli olup olmadığını sosyalistlerin, sınıf bilinçli işçilerin ve kendisini şu veya bu olarak nitelendirenlerin bilmesi ve tartışması değildir. Mesele, işçi ve emekçi yığınların bu gerçeği mücadele içerisinde yaşarak görmeleri, bilinç ve örgütlülüklerini daha da ileri düzeye çıkarmaya yönelmeleridir. Bu da Emek Programı üzerine yerli-yersiz, geleneksel bir program tartışması yapmakla değil, mücadelenin güncel görev ve sorumluluklarını yerine getirmek için işe dört elle sarılmak ve mücadeleye boylu boyunca dalmakla olur.
6- Emek Programı etrafında birleşerek, mücadele etmeyen bir sınıfın, daha ileri talepler ve programlar etrafında birleşip mücadele etmesini beklemek, işçi-emekçi hareketi içerisinde beklenticiliği, belirsizliği yaymaya çalışanların “ekmeğine yağ sürmek”ten başka bir işe yaramaz. Böyle bir beklenti eğer bilgisizlikten ve öğrenme isteğinden kaynaklanmıyorsa, sınıfa yabancılık, sınıf dışılık demektir. Bırakalım işçi sınıfının iki asıra yaklaşan mücadele ve örgütlenme tarihinden öğrenmeyi, ülkemiz emek hareketinin son on yıllık yakın tarihinden bile öğrenmemek ve anlamamakta ayak diremek anlamına gelir.
7- İşçilerin-emekçilerin mücadele içerisinde öğreneceğine, öğrendikçe daha ileri şeyler isteyip onlar uğruna mücadele edip, ülkeyi ve dünyayı değiştirebileceğine inanmayanlar açısından zorlu ve sıkıntılı bir sürece giriyoruz. İşçi ve emekçilere inananların zorlukları ve sıkıntıları ise değişimin, ilerlemenin zorlukları ve sıkıntılarıdır. Birinciler eskiyeni, ikinciler ise yeniyi temsil etmektedir.

İŞYERİ ÖRGÜTLENMELERİ VE SINIF PARTİSİNİN ROLÜ
İşçi sınıfı ve emekçilerin Emek Programı’nın uygulanması için mücadeleye daha yaygın ve kitlesel olarak atılmaları, bilinç ve örgütlülük düzeylerini ilerletmeleri, bu doğrultuda başarılı olunması; işyeri ve fabrika örgütlenmelerinin yaygınlığı ve güçlülüğüne bağlıdır. Bu gerçek hem emperyalistler ve işbirlikçilerinin saldırılarını, sömürücü ve sömürgeci programlarını püskürtmek açısından hem de sendikal bürokrasinin alt edilmesi, manevralarının boşa çıkarılması açısından hayati önemdedir.
Emek Platformu işyeri komiteleri, mücadele komiteleri vb. örgütlenmeler, inisiyatifi mücadeleci işçilerin ele alması, karar ve eylem gücünün, sendikal bürokrasinin ve onun değirmenine su taşıyanların zayıflatıcı etkisinden kurtulup, bu kesimlerin işçi ve emekçilerin geniş kitlesi içerisinde teşhir olması, işçi ve emekçilerin mücadelesinin birleşik, istikrarlı ve siyasal bir mücadeleye doğru ilerlemesi açısından bu örgütlenmeler önemli işlevlere sahiptir. Bu konuya parti basınımızda da çeşitli vesilelerle değinilmiştir.
Ancak asıl unutulmaması gereken ve bağımsız, birleşik, istikrarlı, politik bir işçi, emekçi hareketinin sigortası olan örgütlenme, sınıfın politik partisinin işyeri ve fabrikalardaki birim örgütlenmesidir.
Yazının buraya kadarki bölümlerinde üzerinde durulan işçi-emekçi hareketi içerisinde ortaya çıkan yeni olanakların değerlendirilmesi, Emek Programı’nın ilan edilmesiyle birlikte hareketin yöneldiği siyasallaşma ihtiyacının giderilmesi, mücadele ve örgütlenmenin önündeki engellerin aşılıp, emekçiler içerisinde ülkenin kaderine el koyma bilincinin gelişmesi, kısacası, uluslararası sermaye ve işbirlikçilerine karşı emek cephesinin mücadelesinin kaderi, sınıf partisinin, fabrika ve işyerindeki örgütlenme düzeyine doğrudan bağlıdır. Bugün emek hareketinin sınıf partisini dışta tutarak ilerleme, siyasallaşma sorununu giderme olanağı yoktur.
Birçok işyeri temsilcisi, doğal işçi önderi ve hatta parti üye ve taraftarlarımızın önemli bir kesimi, hâlâ mücadelenin öznesinin kendisi olduğu gerçeğini bilerek hareket etmekten uzaktır. Oysa kendi dışındaki gelişmelerden daha çok, kendi tutumlarının belirleyici olacağı bir dönemden geçtiğimizi gösteren örneklere pratik çalışma içerisinde her geçen gün daha fazla tanık oluyoruz.
EP’in kararlarını işyerlerine, fabrikalara ve bütün diğer çalışma alanlarına taşımak, her emekçinin Emek Programı etrafında örgütlenip mücadeleye atılmasının zorunluluğunu bıkmadan usanmadan anlatmak, bulunduğu alanda “Emek Platformu benim platformum” anlayışıyla hareket ederek, bu anlayışı bütün ileri işçilere, emekçilere doğal halk önderlerine hâkim kılmak için çaba sarf etmek ve mücadelenin geleceğini bütün bu çabaların toplamının belirleyeceğini unutmamak gerekir.
Bu açıdan, sınıf partisinin bütün örgütlerinin işyeri ve fabrika örgütlenmelerini güçlendirmesi, hareketin öne çıkardığı doğal işçi önderlerini hızla ve açık çağrılarla partiye kazanması, bu konuda yaşanan olumsuzluklardan yılmayarak, çalışmasını sürekli yenileyerek sürdürmesi, titizliği ve dikkati elden bırakmaması ve rutine kapılıp gitmeye izin vermemesi ve örgütlülüğünü kurumsallaştırması bir zorunluluktur.
Elbette bugün işyeri ve fabrika örgütlenmelerinin eksiklikleri ve zorluklan söz konusudur. Ancak bu eksiklikleri ve zorlukları aşmanın yolu, ısrarcı, inatçı, kararlı ve militan bir partili tutumunu bütün partiye hâkim kılmaktan geçmektedir.
Koşulların bizlere dünden daha fazla olanak sunduğu, parti örgütlerimiz bu olanakları doğru değerlendirdikçe işçi, emekçi hareketinin yönünü tayin etmede daha etkin bir konuma geleceğimiz; bunun iç içe geçmiş bir süreç olduğu, bunun içinde her türden kendiliğindene yaklaşıma karşı eğitici, öğretici bir mücadele vermek gerektiği açıktır.
Parti örgütlerimiz, önlerine çıkan-çıkarılan her tür engelin üzerine cesaretle ve sınıfa, kendine güvenle gitmeyi; emekçilerin ve sendikaların içerisine yerleşmiş ve hareketin gelişmesini engelleyen bürokrasinin temsilcisi olan kesimleri işçilerin gözünde açıktan teşhir etmeyi çalışmasının küçümsenmeyecek yönlerinden biri olarak ele almalı ve gereğini yapmalıdır.

Mayıs 2001

Yerel parti çalışması ve bazı sorunları

Yerel parti örgütlenmesi ve yerel parti çalışması, devrimci sınıf partisinin çalışma ve örgütlenmesinin omurgasını oluşturur. Kapitalist emperyalizme ve burjuva diktatörlüğüne karşı mücadelede başarılı olabilmek; işçi sınıfı ve emekçilerin bilinç, eylem ve örgütlülüğünü her geçen gün daha ileri mevzilere taşımak, işçi sınıfının politik partisinin güçlü yerel örgütlere sahip olmasıyla mümkündür.
Devrimci işçi partisi olarak Emeğin Partisi’nin (EMEP) işçi, emekçi yığınlar içerisinde politik ve örgütsel etkisini artırması, sermaye cephesinin saldırılarının emekçi yığınlar tarafından püskürtülebilmesi, işçi sınıfı ve emekçilerin daha zor ve güç mücadele koşullarına hazırlanması vb. birçok devrimci görev ve sorumluluğun yerine getirilebilmesinde yerel örgütlerin (il ve ilçe örgütleri) çalışmaları belirleyicidir.
Sınıf partisinin hedeflerine ulaşmasında, politikalarının/taktiklerinin doğruluğu ve geçerliği tayin edicidir. Ancak bilinen ve sıkça tekrarlanan bir gerçek daha vardır; politikaların, taktiklerin doğru olması yetmez. Çünkü onları günlük hayat içerisinde ete kemiğe büründürecek, maddi bir güce dönüştürecek olan örgüt ve kadrolardır. Dolayısıyla en az, doğru politikalar/taktikler kadar, örgüt ve kadroların, amaca uygun, verimli, doğru mevzilendirilmesi de tayin edici bir öneme sahiptir. Yeni güçler kazanmak, yeni örgüt ve kadrolarla büyüyüp güçlenmek, ancak böyle bir örgütsel mevzileniş ve çalışmayla mümkün olur.
Parti örgütlerimiz, gerek kendi pratik deneyimleri ve gerekse proleter sosyalist hareketin örgütsel birikimiyle, yerel parti faaliyetini sürekli gözden geçirmek, örgütlülüğümüzü ilerletmek, güçlendirmek ve kurumsallaştırmak zorundadır. Bu aynı zamanda parti örgütlenmesinde canlılık, süreklilik ve yenilenmenin de bir gereğidir. Ancak, bütün bu genel doğruların -hatta daha fazlasının- biliniyor olması, yerel parti faaliyetlerimizde bir dizi eksiklik ve sorunun yaşandığı gerçeğini ortadan kaldırmıyor.

YEREL ÖRGÜT ÇALIŞMASINDA ÖNCELİKLER BELİRLEYİCİDİR
Elbette her devrimci işçi partisi, sistem ile çıkarları çatışan bütün toplumsal kesimler içerisinde faaliyet yürütür, yürütmelidir. Bütün bu alanlarda örgütlenmek ve bu kesimlerin hareketinin ortak, birleşik bir mücadele olarak sermaye cephesine yönelmesini sağlamak, devrimci sınıf partisinin sorumluluğudur.
Çünkü işçi sınıfının; diğer ezilen ve sömürülen kesimlerin, gençliğin desteğini almadan, bu kesimlerin mücadelesini kendi mücadelesi ekseninde birleştirmeden, emperyalist kapitalizmden kurtulması mümkün değildir. Ancak bu gerçek, sınıf partisinin çalışma ve örgütlenmesinin temel alanının fabrika ve işyerleri olduğu gerçeğini değiştirmez.
Partimiz gerek 1. ve 2. Kongresi’nde, gerekse temel parti belgelerinde çalışma ve örgütlenmesinde fabrikalar ve işyerlerini merkez aldığını ortaya koymuştur. Ancak bunu dile getirmiş olmamız yetmiyor. Bu temel belirlemenin gereği olarak yerel parti örgütlerimizin, ileri kadroların, öncelikli olarak temel fabrika ve işyerlerine göre mevzilendirilmesi gerekiyor.
Bugün yerel parti örgütlerimizin, bu gerçeğin sık sık dile getirilmesine ve gelinen süreçte belirli somut adımların atılmış olmasına rağmen, iş bölümü ve görevlendirmede öncelikleri unutabildiğini görüyoruz. Her şeye yetişmek, geneli kucaklamak, diğer alanları ihmal etmemek, parti faaliyetini bütün alanlara yaymak vb. gibi genel doğrulardan hareketle ortaya çıkan bu durum, dikkat, enerji ve zaman dağılımında önceliklerin göz ardı edilmesine neden olabiliyor. Dahası, parti üye ve yöneticilerimizin büyük çoğunluğu bir yandan, yerel parti faaliyetimizin temel fabrika ve işyerlerine göre şekillenmesi gerektiğini söylerken, diğer yandan, parti çalışmasına günlük-pratik katılımlarının değerlendirilmesini, “ne kadar buna uygun davrandıkları” üzerinden yapmayabiliyorlar.
Örneğin, yerel parti faaliyetlerimizin can damarı olan İstanbul gibi büyük bir ilde, ileri parti kadrolarının görev paylaşımı, iş bölümü söz konusu olduğunda, temel işyeri ve fabrikalar tespit edilmiş olmasına rağmen, idari sınırlara göre bir yapılanma, şu veya bu nedenle öne çıkıp, belirleyici olabiliyor. Bu da her ilçeye, alana eşit düzeyde bir enerji, kadro ve zaman ayırma gibi “masum bir gerekçeyle” gündeme geliyor. Hal böyle olunca, günlük örgüt çalışmasının takibi, denetimi, sözlü ya da yazılı rapor edilmesi, yerel parti faaliyetinin temelini oluşturan fabrika ve işyerlerine göre değil de, genel bir ilçe faaliyeti üzerinden gerçekleşiyor.
Öncelikleri belirlenmiş, kadro dağılımı ve iş bölümü buna göre yapılmış bir yerel örgüt çalışmasında gerekli ısrar ve inatçılığın gösterilememesinden kaynaklı olarak, parti üye ve yöneticilerimiz arasında farklı tarzların şekillenmiş olduğu gerçeği de göz önüne alınarak, parti yerel örgütlerimizi önceliklerden uzaklaştırıcı baskılanmalar karşısında her zamankinden daha fazla bir titizliğe ihtiyaç duyduğumuz açıktır.
Burada önemli bir konuya dikkat çekmek anlamlı olacaktır. 24 Ocak kararları doğrultusunda, “dışa bağımlı, borçlanarak kalkınma modeli” saçmalığına bağlı olarak, ülkemizde kapitalizmin gelişim seyri, temel sanayi yatırımlarına değil, temel tüketim maddeleri ve ara mal üretimine ağırlık verme doğrultusundadır. Bu sektörlerde ciddi bir işçi yoğunluğu söz konusudur. Bu durum, küçük ve orta ölçekli işletmelerden oluşan organize sanayi bölgelerinin hızla yaygınlaşmasına neden olmuştur. Yerel parti örgütlerimiz, bu alanlardaki birçok küçük ve orta ölçekli işletmede dağınık üye ve işçi ilişkilerine sahiptir. Özellikle de tekstil sektöründe durum böyledir.
Bu durum, parti yönetici ve üyelerimizin önemli bir enerjisinin bahsedilen alanlara kaymasını teşvik etmektedir. Oysa bütün bu alanlara yetişecek kadro gücümüzün henüz olmadığı bilinmektedir. Buna rağmen ileri parti kadrolarımızın bu alanlardaki dağınık işçi ilişkileri peşinde sürüklenmesi söz konusu olabilmektedir. Eğer yerel örgütlerimizin bulunduğu alanlardaki işçi yoğunlaşması buralardaysa, elbette ki örgüt pratiğimiz de buna uygun olacaktır. Ancak İstanbul başta olmak üzere büyük kentlerde bu durum, çalışmamızın önceliğini büyük, temel fabrika ve işletmelerin oluşturması gerçeğini değiştirmemelidir. Bu tip alanlarda da stratejik sektörlerde üretim yapan en büyük fabrika ve işyerleri temel alınarak çalışma yürütülmelidir. Yine bu sektörlerde, sendikalaşma faaliyetinin işçiler arasında çabuk taraftar bulmasından kalkarak, asıl önceliğin doğal önder konumundaki ileri işçilerin partiye kazanılması, işyeri parti örgütünün kurulması olduğu fikrinin zayıflamasına izin verilmemelidir.
Her tür yerel parti çalışmasında öncelik ve temel hedef, temel fabrika ve işyerlerinde parti örgütünün kurulmasıdır. Fabrika örgütleri toplamı olan bir parti olmanın mantıksal sonucu; yerel parti faaliyetimizde önceliklerin bu hedefe uygun olarak belirlenmesi ve günlük örgüt çalışmasının bu temelde sürdürülmesidir.
Elbette ki günlük çalışmada zaman zaman çeşitli ihtiyaçlardan kaynaklı önceliklerin gündeme gelmesi, farklı kesimlerin hareketinin, kendiliğinden hareketin dalgalanmalarına göre öne çıkması söz konusu olmaktadır. Ancak bu tür durumlarda bile, temel önceliklerin yer değiştirmesi gibi tehlikeler karşısında titiz, dikkatli olunması ve uyanıklığın elden bırakılmaması gerektiği; parti faaliyetimizin bugüne kadarki pratik birikimiyle sabittir. Dolayısıyla, aidat ilişkisinden propaganda ajitasyon faaliyetine, günlük gazete dahil parti basınının takibinden organ hayatına, bilgi almadan bilgi vermeye ve parti üyelerinin eğitimine kadar, yerel parti çalışmamızın bütünü bu önceliklere göre şekillenmek ve sürdürülmek zorundadır.

FABRİKA VE MAHALLE/SEMT ÇALIŞMASININ ELE ALINIŞI
Yerel parti çalışmalarımızda çeşitli eksiklik ve zayıflıkların ortaya çıktığı bir diğer önemli husus fabrika/işyeri çalışması ile mahalle/semt çalışması arasındaki ilişkidir.
Yukarıda ortaya konan temelde öncelikleri belirlenmiş bir yerel parti faaliyetinde, mahalle/semt örgütlerinin, partinin fabrika/işyeri örgütlenmesini besleyen, güçlendiren, yaygınlaştıran temelde ele alınması gerektiği, çeşitli vesilelerle parti materyallerimizde dile getirilen bir diğer genel doğrudur. Ancak, -sorun olmaya devam eden çalışmaların verimlilik ve sonuç alıcı niteliğe sahip olma düzeyi bir yana- hâlâ üye ve yerel yöneticilerimiz mahalle/semt çalışmalarındaki yoğunluğu dikkat çekicidir. Elbette ki, doğru değerlendirildiğinde bu yoğunluk yerel örgütlerimizin fabrika ve işyeri örgütlenmesini güçlendirici bir rol oynayacaktır/oynamaktadır. Durumun böyle olması, yerel örgüt çalışmamızda ağırlığın fabrika ve işyerlerine doğru değişmesinin gerekliliğini ortadan kaldırmamaktadır.
Örgüt ve kadrolarımızın dikkat ve enerjisinin temel fabrika ve işyerlerine yoğunlaştığı koşullarda zaman zaman “mahalle/semt çalışmasının ihmal edildiği” gibi değerlendirmeler gündeme gelmektedir. Oysa ihmal edilmeyen, gerekli titizlik ve önemin verildiği, kalıcı bir mahalle/semt çalışması/örgütlenmesi, fabrika ve işyerlerine yoğunlaşan bir parti çalışması ekseninde ele alındığında bir kazanım ve kalıcılığı olan bir çalışma olacaktır. Fabrika ve işyeri örgütlenmesini güçlendirmeyi hedefleyen bir yerel parti çalışması, güçlü ve kalıcı mahalle/semt örgütlenmeleri yaratabilir. Çünkü fabrika/işyeri çalışması sadece fabrikada geçen üretim zamanı süresince yürütülen bir çalışma değildir. Yeni işçi ilişkilerinin kurulması, var olan işçi ilişkilerinin geliştirilmesi, işçilerin eğitimi ve parti çalışmasına ileri düzeyde kazanılması, çalışmanın mahalle/semtlerde de, aynı öncelik anlayışıyla sürdürülmesiyle perçinlenir.
Parti yönetici ve üyelerimizin, fabrika-işyeri çalışmasını, fabrikada bulunulan üretim zamanıyla sınırlayıp, “mahalle/semt çalışmasına yardımcı olma” gibi görünürde haklı/mantıklı olan bir gerekçeyle, dikkatini, enerjisini ve zamanını bu alanlara yoğunlaştırması söz konusu olabilmektedir. Oysa yapılması gereken, fabrika/işyerinde geçen üretim zamanının dışındaki diğer zamanın da, yeni işçiler tanıma, var olan işçi ilişkilerini güçlendirme vb. amaçlarla bu alandaki parti örgütlenmesinin güçlenmesi doğrultusunda değerlendirilmesidir ve ilerletici olan da bu olacaktır. “Hiçbir şey olmuyor bu olsun bari” gibi durumlar hariç hiçbir şey, bunun dışında yaklaşımla görevlendirme yapılmasına neden olmamalıdır.
Bu hususlardaki yanlış, eksik kavrayışa bağlı olarak yaşanan bir diğer sorun ise; mahalle/semt çalışmalarında kurulan veya var olan üye ve çevreler arasında, önemli fabrika ve işyerlerinde çalışan kişilerin bilgisinin ilgili organlara ya da yerel yönetici organlara bildirilmemesidir. Bu durum; kimi zaman, ilçe çalışmasının zayıflaması, kimi zaman gerekli dikkat ve titizliğin gösterilmemesi kimi zaman ise partimizin temel örgüt anlayışına ve önceliklerine ilişkin kavrayış zayıflıklarının ağır basması gerekçesi ile ortaya çıkmaktadır. Oysa adı üstünde, bunlar sadece bir gerekçedir ve yerel yönetici organların bilgisi dâhilinde ortaya çıkacak istisnai durumlar hariç, partimizin mücadele ve örgüt anlayışıyla bağdaşmaz.
Önümüzdeki dönemde yerel parti çalışmamızda bütün sorumlu parti yöneticilerinin, görevlilerinin, ileri parti militanlarının ve üyelerinin bu tip yanlış eğilimlerden kurtulması, istenmeden ortaya çıkacak zayıflık ve eksikliklerin nedeni olmamak açısından belirleyicidir.

İŞLEYEN YÖNETİCİ ORGANLAR, ÇALIŞAN PARTİ GRUPLARİ
Yerel parti çalışmamızda, yerel yönetici organların (il, ilçe yönetimlerinin) olabildiğince hareketli, partinin politik ve örgütsel platformunu en ileri düzeyde kavrayan ve bu doğrultuda istikrarlı bir yönetici organ çalışması sürdüren konumda olması, parti çalışmamızın güçlenip kurumsallaşması açısından hayati öneme sahiptir. Dolayısıyla bu organlarda yer alacak parti üyelerimiz görev alırken veya görevlendirilirken buna uygun kadrolardan seçilmelidir.
Bu gerçeğin unutulduğu, yönetici organın sadece veya büyük oranda şeklen var olduğu bir durum kabul edilmemelidir. Bu durumdaki yerel yönetici organların, belirli bir dönem işlevsiz, “adı var kendi yok” bir konumda varlığını sürdürmesinin, yerel parti çalışmamızı zayıflatan, şekilsizleştiren ve birçok değerin aşınmasına neden olan sonuçlar doğurduğu görülmüştür. Bir üst düzeydeki sorumlu parti yöneticilerinin ve yönetici organların bu duruma müdahale etmede gecikmesi, eğer işlevli, asgari oranda çalışan, gelişmeye açık yönetici komiteler kurma olanakları yoksa önceliklere uygun olarak yeni düzenlemelerin yapılmasında gerekli ataklığı gösterememesi, yerel parti faaliyetimizin bir cümle önce ortaya konan sonuçlarla malul hale gelmesine göz yumulması anlamı taşıyacaktır.
Seçim dönemleri veya daha farklı istisnai durumlar elbette ki söz konusudur. Ancak çeşitli zorunluluklar sonucu da olsa oluşturulmuş işlevsel olmayan yerel yönetici organların mevcut durumuyla varlığını sürdürmesine müsaade edilemez. Hele hele, yerel parti örgütlerimiz, özellikle İstanbul gibi büyük kentlerde idari, resmi ihtiyaçlarla sınırlanmış, koşullanmış bir yönetici organ varlığına tahammül etmemeli, eğitici, değiştirici olma ve gerektiğinde yeniden oluşturma yolunu seçerek kurumsallaşma, ayakları yere basan bir çalışma yürütme konusunda samut ve hızlı adımlar atmalıdır. Örneğin özellikle büyük illerdeki çeşitli ilçe yönetimlerimizin, temel parti grupları oluşturmaktan bile uzak, asgari oranda parti görevlerini yerine getiremeyen, mevcut koşullarda çok sayıda yöneticiden oluşan ancak, yerel parti çalışmasının önceliklerine uygun, somut bir görevlendirmeden yoksun halde varlığını sürdürdüğünü görmek mümkündü. Dahası, kendi yönetici organ toplantılarını bile yapmaktan uzak, aylarca toplantılara gelmemiş, gelmişse de şu veya bu nedenle üzerine düşeni yapmayan/yapamayan yöneticileriyle yönetici organlardan söz etmek mümkün olabilmektedir.
Oysa zorluklarına rağmen, bilinen belli başlı illerdeki yerel parti örgütlerimizin yönetici organlarını ihtiyaçlara uygun olarak yapılandırma olanağı vardır. Sorun, statükoya teslim olmama, yönetici organlarımızı ilerletici adımlar atmada, yeni görevlendirmelerle güçlendirmede cesur olabilmektir. Yine burada önemli olan bir diğer konu da, yazımızın başında ele aldığımız öncelikler sorununa bağlı olarak, yönetici parti komitelerinin, temel faaliyet alanlarını merkezine alan bir işlerlikle kurulmasıdır. Örgüt mekanizmasını idari sınırlara göre değil, ihtiyaçlara, fabrikalara, işyerlerine göre kurmaktır.
“Bugün kendisine ister emekçi partisi desin, ister başka türden bir niteleme yapsın bütün partiler, iller ve ilçeler, dolayısıyla da bölge esasına göre örgütlenmişlerdir, insanlar hangi ilçe ya da semtte oturuyorlarsa o ilçe örgütünün üyesidirler. Bu örgütlenmenin mantığında, partili olmanın ve parti çalışmasının esası partiye üye kazanmak ve seçimden seçime oy vermek vardır. Başka bir söyleyişle bu tarz örgütlenmede, özel olarak seçilmiş üst düzey yöneticiler politika yapacaklar; bunlar dışındaki parti üyelerinin politikaya tek katılış biçimi oy vermekten ibarettir.
Bunun anlamı ise, düzenin kendilerine biçtiği rolle sınırlı bir politika ve kitle ilişkisiyle yetinmektir. (…) Bu tarz bölgesel esasa göre örgütlenen, kendisine sosyalist ya da benzer adlar takan partiler içinde sonuç değişmez. Bunlar; ne kadar çok emekten, emekçiden, işçiden, yığınların politikaya çekilmesinden, sokak ve emekçi inisiyatifinden vb. söz ederse etsin, emekçi yığınlar adına politika yaptığını iddia eden azınlık seçkinlerin partisi olmaktan kurtulamazlar. (…) Birim çalışmasının mantığı ise; tam tersine, politikayı doğrudan emekçilerin yaptığı, her partilinin gündelik olarak politikaya bütün boyutlarıyla katıldığı, dahası emekçi tarzı bir politikanın ancak yığınların gücünü sahneye çekerek yapılabileceğini esas alan bir çalışma tarzını zorunlu kılar. Çünkü birim örgütü, yığınların gündelik mücadeleyi sürdürdükleri üretim ve hizmet birimleri içinde kurulur ve ister istemez yığınlarla günün her saati iç içe ve yüz yüzedir.” (Birim Örgütlenmesi Nedir? Emek Eğitim Dizisi: 1)
Bu alıntı, sadece birim örgütlenmesinin değil, aynı zamanda parti yönetici organlarının neye göre şekilleneceğinin de göstergesi, izahıdır. Ancak böyle kavrandığı ve bu kavrayış egemenliğini sürdürdüğü sürece işleyen, ilerleyen, verimli ve güçlenen bir yerel yönetici organ kurumlaşması gerçekleşebilir. Şüphesiz burada mükemmeliyetçi, idealist ve bu kez de durumu tersten abartan kavrayışlara düşmemek gerekir. Yaşanan olumsuz pratik deneylerden kalkarak, genel doğrular üzerinden kestirme sonuçlar çıkarmamak, partinin canlı bir organizma olduğunu unutan aydınca yaklaşımlara karşı da eğitici bir mücadele vermek gerekir.
Bilindiği gibi bundan yaklaşık 8 ay önce parti GYK’mız, 2. Kongre kararlarının gereği ve parti tüzüğünün değiştirilen üyelikle ilgili maddesine uygun olarak, parti üyelerimizin, parti birimleri, mahalle grupları temelinde örgütlü hale getirilmesi, her üyenin somut bir parti görevi alması için, bütün üyelerimizi bu anlayışa kazanma amacıyla bir çalışma başlatmıştı. Gelinen noktada birçok yerel parti örgütümüzün bu doğrultuda yaptığı düzenlemelerin sonuçlarının çeşitli düzeylerde ortaya çıktığı görülmektedir.
Elbette partimiz, örgüt çalışmasının vazgeçilmez bir parçası olarak, üyelerinin parti çalışmasına katılımının düzeyini yeniden ve yeniden gözden geçirmek, üyelerin çalışmaya katılımını daha verimli hale getirmek için ihtiyaçlara göre yeni düzenlemeler yapmak durumundadır.
GYK kararlarımız doğrultusunda atılan adımlar ve özellikle mahalle/semtlerde parti gruplarının oluşturulması için harcanan çaba sonucu, üyelerimizin parti çalışmasına katılım düzeyi o dönemden bu yana belirli bir ilerlemeyi de beraberinde getirmiştir. Ancak bu süreçte, mahalle/semtlerde oluşturulan parti gruplarımızın önemli bir çoğunluğu kâğıt üzerinde kalmıştır. Bu gruplar, üyelerimizin büyük çoğunluğuyla görüşülüp oluşturulmasına karşın istenilen katılım ve verim sağlanamamıştır. Ancak bu, yeni girişimlerin, bu konudaki ısrarların önünü kesmemelidir. Üyelerimizin bu süreçteki çalışmalara katılımı, partimizin çağrılarına yanıt verme düzeyi dikkate alınarak, bu grupların, çalışan parti grupları olarak yeniden şekillendirilmesi ihmal edilmemelidir. Aksine, daha önce oluşturulmuş plana uygun çalışmayan grupların, parti çalışmasına katılımda üzerine düşeni yapmaya çalışan üyelerimiz üzerinden yenilenmesi ve yeni üyelerin kazanılması hedefiyle çalışma yürütmeleri için gerekli düzenlemelerin yapılmasının, yerel parti çalışmamızı ilerletici bir rol oynayacağı açıktır.
Böyle bir yaklaşımla yapılacak düzenlemeler, parti kadrolarımızın ve üyelerimizin enerjilerinin daha verimli değerlendirilmesini sağlarken, yeni katılımları da teşvik edici olacaktır.
Bu yönde atılan adımlar, üyelerimizin tüzük gereği temel görevlerinden biri olan aidatların düzenli ödenmesi konusunda da etkili olacaktır. Özellikle, aidat vermenin üyeliğin temel bir kıstası olduğu, belirlenen miktardaki aidatların aksatılmadan ödenmesinin, yerel örgüt çalışmamızı güçlendireceği, bilinen, ancak yerine getirilmesinde hâlâ önemli eksiklikler olan bir husustur. Yerel parti öğütlerimizde aidatların, ilçelerin ihtiyaçlarının karşılanmasıyla sınırlı bir yaklaşımla toplandığını görmekteyiz. Hatta bazı parti üyelerimizde, ilçe, il binası varsa aidat veren, yoksa bu sorumluluğunu yerine getirmekten imtina eden, devrimci bir sınıf partisi üyesi olmakla bağdaşmaz tutumlarla karşılaşılabilmektedir. Oysa birçok kez dile getirildiği gibi aidat ödeme konusu, sadece partinin mali olarak desteklenmesi sorunu değildir. Partiyle olan gönül bağını örgütlü bir bağa dönüştürme ve yerel parti çalışmasının güçlendirilmesine katkı sunmanın vazgeçilmez araçlarından birisidir bu. Bunu göz ardı eden her hangi bir parti üyesinin konumu tabiri caizse “yarım partililik” konumu olacaktır, bu ise, her üyemiz açısından kabul edilemez olmalıdır.

ORGAN HAYATI, GÜNLÜK TAKİP VE SÜREKLİLİĞİN ÖNEMİ
İsterse en yetenekli kadrolardan oluşuyor olsun, devrimci bir sınıf partisinin üye ve yöneticileri kolektif, sorunların üstesinden birlikte gelinen, sorumlulukların paylaşıldığı bir organ hayatı içerisinde yer almıyorsa, çalışmanın verimliliği istenilen düzeyde olamaz. Yine, en doğru görevlendirmeler yapılsa ve en iyi planlar çıkarılsa da, eğer yerel örgüt çalışmasında günlük bir takip, ısrar ve süreklilik yoksa çalışmanın sonuç alıcı ve başarılı olması da mümkün değildir. Bu çerçevede;
1. Bugün parti üye ve kadrolarımız, kolayıyla zoruyla önemli görev ve sorumluluklar taşımaktadır. Bu görev ve sorumlulukları yerine getirebilmeleri, herhangi bir parti organında yer alarak, örgütlü bir çalışmanın parçası olmaları ile mümkündür. Düzenli toplantılar yapmayan, yaşanan sorunları, atılması gereken adımları bu toplantılarda organ kararları haline getirip, sonuca bağlayıp uygulama yönünde gerekli devrimci çabayı sarf etmeyen bir parti organı, işlevini yerine getiremez. Yine böyle bir örgütsel işleyişin parçası olmayan bir parti üyesi kendisini geliştiremez, verimli, üretken bir çalışma yürütemez.
2. Elbette bu, gerekli gereksiz, sürekli “toplantı yapma” gibi bir tutumu haklı çıkarmaz. Ama aynı zamanda, bilmenin yapmak için yeterli olmadığı, ancak örgütlü bir parti organ hayatının bilinenlerin yapılmasını, yaşama uygulanmasını, sürekli bir öğrenme ve öğretme içerisinde olunmasını, moral değerlerin diri tutulmasını sağlayacağı gerçeği de inkâr edilemez. Çünkü devrimci sınıf partisinin işleyiş mekanizması içerisinde ilerletici ve eğitici en uygun kurum veya platform organlardır.
3. Bugün parti organlarımızın zaman zaman ayrıntılardan kaçan, zaman zaman da ayrıntılarda boğulan durumlarla karşı karşıya geldiğini biliyoruz. Elbette burada parti üye ve yöneticilerimize yol gösterecek temel anlayış, politika ve işi merkezine alan organ toplantıları yapmaktır. Dahası dönem dönem organın kendi faaliyetlerini açıklıkla değerlendirmesi, bu değerlendirmelere eleştirel bir anlayışın hâkim olması, organ yaşamının birleştirici ve zenginleştirici olmasında büyük öneme sahiptir. Eğer, organ toplantılarında ayrıntıların tartışılması konusunda olumlu ya da olumsuz diye bir sınıflandırma, derecelendirme yapılacaksa; ayrıntılara inmeyen, meseleleri ayrıntılarıyla ele alıp tartışmayan bir tarzdan ise, -kuşkusuz ayrıntıda boğulmamalıyız ama- ayrıntılara boğulmayı göze almak zorundayız demek, yerel parti çalışmalarımızın bu günkü düzeyi açısından tercih edilir bir durumdur.
4. Organ hayatının doğrudan ilişkili olduğu ve yerel parti örgütlerimizin çalışmaları açısından belirleyici olan önemli bir husus da, günlük çalışmanın takibi ve sürekliliğidir. Diyebiliriz ki en iyi, mükemmel planlar bile, devrimci bir parti organ hayatı, düzenli bir örgütsel takip ve çalışmada süreklilik olmadığı sürece, örgüt çalışmasında olması gereken rolü oynayamaz. Örneğin düzenli toplanmayan, aldığı kararlar doğrultusunda yaptıklarını ve yapamadıklarını değerlendirip, sonuçlar çıkarıp önüne yeni görevler koymayan, iki toplantısı arasında, alınan kararların yaşama geçirilmesini takip etmeyen ve bunu sürekliliği olan bir çalışma tarzı haline getirmeyen bir parti çalışması, devrimci özelliklerini giderek kaybedecek ve enerjinin boşa harcanmasına neden olacaktır.
5. Bugün yerel parti çalışmamızda, özellikle fabrika ve işyeri örgütlenmesinde, parti üye ve organlarımızın düzenli toplantılar yapması, partisiz işçi çevreleriyle ilişkilerin düzenli sürdürülmesi ve işyerlerinde işçi toplantılarının olabildiğince sık ve düzenli yapılması, özellikle işyeri temsilcileri ve doğal işçi önderleriyle ilişkilerin sürekliliği tayin edicidir. Oysa zaman zaman çalışmanın bu yönlerinin rutin tekrar olarak algılanıp, “yapıyoruz yapıyoruz bir şey olmuyor” gerekçesiyle ipin ucunun bırakılmasına tanık olabiliyoruz. Oysa bu, partimizin çalışma tarzının önemli bir unsurudur ve ister sendikal alanda olsun isterse doğrudan parti örgütlenmesinde olsun bu tarzdan vazgeçilemez.
6. Fabrika ve işyeri çalışmalarından sorumlu parti kadrolarımızın ve yerel yönetici organlarımızın üyelerinin günlük parti çalışmasına katılımında yaşadığımız önemli bir sıkıntı da; aktarıma, dışarıdan, sadece parti üye ve çevresini yönetmekle sınırlı bir katılımın hâlâ egemen olması sorunudur. Bu durum en başta fabrika ve işyerlerine yönelik planlarımızın uygulanmasında zayıflıklar yaratırken; yeni işçi önderleriyle tanışma, onları eğitme ve partiye kazanma, uzun yıllardır var olan ve ne uzayıp ne de kısalan ilişkilerden kurtulup fabrika/işyeri örgüt temelimizi yenileme hususlarında da ilerlememizi engellemektedir. Bunun için, temel fabrika ve işyeri örgütlenmelerinden sorumlu parti kadrolarımız ve yöneticilerimiz, dışardan bir katılımcı değil, doğrudan çalışmanın sorumlusu; varsa oradaki parti örgütünün bir üyesi, yoksa var olan işçi ilişkilerinin geliştirilip parti örgütüne dönüştürülmesinin ilk elden yürütücüsü olmalıdır. Temel fabrika, işyeri çalışmalarının bütün yönleriyle planlanıp yürütülmesi sorumluluğunun, bu alandan görevli en ileri düzeydeki yönetici parti kadrosuna ait olduğu unutulmamalıdır. Bu, güçlü fabrika ve işyeri örgütlerinin kurulabilmesinin, tıkanıklıkların önünün açılmasının, başarılı çalışmanın ilk koşuludur.
7. Yerel parti örgütlerimizin fabrika ve işyeri çalışmasında, organ hayatında değişken olan yön; çalışma tarzımız değil, dünya ve ülke gündemindeki siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel meselelerdir. Zenginlik, üretkenlik, öğreticilik açısından bu konuların hiçbiri donuk, durağan ve kendini tekrar eden rutinlikte ele alınamaz. Ancak söz konusu olan az önce vurguladığımız çalışma tarzı ise; bu tarzın bütün örgüt çalışmamıza egemen olması ve kavramı olumlu anlamda kullanacak olursak; asıl rutin olması gereken şeydir.

PARTİ KADROLARININ YETİŞTİRİLMESİ VE EĞİTİMİ
Yerel parti örgütlerimizin sık sık dile getirdiği, zaman zaman da çalışmanın zayıflıklarının nedeni olarak görülen önemli bir husus da, parti kadrolarımızın eğitimi ve yeni parti kadrolarının yetiştirilmesi konusudur.
Elbette ki yaratıcı ve canlı bir parti yaşantısının vazgeçilmez unsurlarından birisi, parti kadrolarının eğitimi ve yeni parti kadrolarının yetiştirilmesidir. Kapitalist sömürü düzeni ve burjuva ilişkilerin kuşatmasına karşı, devrimci bir işçi kitle partisinin yaşamın bütün alanlarında yürüttüğü mücadelede başarılı olabilmesi, görev ve sorumluluklarını yerine getirebilmesi için kadrolarının, bilimsel sosyalizmin teori ve pratik birikimiyle donanması/donatılması büyük öneme sahiptir. Dahası işçi, emekçi yığınların aydınlatılması ve örgütlenmesi faaliyeti, parti kadrolarının politik/ideolojik bilinçlerini ilerletme ve kendilerini eğitme faaliyetiyle iç içe geçmiş, birbirini doğrudan etkileyen bir süreçtir aynı zamanda.
Ancak meselenin ele alınışında, bugüne kadar yerel parti çalışmamız içerisinde hayatla bağdaşmadığı defalarca ve defalarca görülmüş olan formülcü, okulcu, ucu “birileri gelsin eğitsin” anlayışına varan, beklentici bir yaklaşımın yeniden, yeniden uç verdiğini görmekteyiz. Oysa kadroların politik/ideolojik eğitimi temel olarak, partinin her düzeydeki yönetici organlarının, birbirleriyle, birim örgütleriyle, parti ve gençlik örgütünün üyeleriyle, örgüt çalışmasının planlanması ve yürütülmesi üzerinden kurdukları ilişki içerisinde gerçekleşir. Özel olarak düzenlenen her türlü eğitim amaçlı etkinlik ise, bunu güçlendiren, besleyen ve zenginleştiren adımlar olarak bir anlam ifade eder.
Parti yöneticileri ve parti kadroları, başta büyük işletme ve fabrikalar olmak üzere bütün mücadele ve örgütlenme alanlarındaki faaliyetlerini planlayıp yürütürken, ilişkilerini öğrenici ve öğretici bir temelde, bilgi ve tecrübelerini birbirleriyle paylaşan bir zeminde sürdürürler, sürdürmelidirler.
Günlük çalışma içerisinde, parti üyeleri arasındaki bu ilişkinin canlılığı ve niteliği, öğrenme ve öğretme düzeyi, eğitim açısından büyük öneme sahiptir. Eğitimin bu pratik şekillenişi içerisinde şüphesiz ki en önemli görev ve sorumluluk parti yöneticilerinin omuzlarındadır. Marksizm’in toplam hazinesi ışığında, partinin politik-taktik yönelimlerinin parti üyelerine kavratılması ve parti birimlerinin çalışmaları içerisinde karşılaştıkları zorluklar, olumlu ya da olumsuz deneyimler üzerinden yeniden ve yeniden kavratılması, parti yayınları ve basınının, işçi hareketinin tarihsel birikimini özetleyen teorik yazımın bu çerçevede ve hareketin ihtiyaçları üzerinden inceleme ve tartışma konusu edinilmesi, belki de en az dikkati çeken, ancak parti kadrolarının eğitimi açısından en etkili olan yöntemdir.
Öğrenmenin ve öğretmenin, günlük çalışma içerisinde en canlı ve kalıcı etkisinin, çalışmanın planlanması ve yürütülmesi üzerinde şekilleneceğini bilmek, parti yöneticilerimizin ve kadrolarımızın asla unutmaması gereken bir husustur.
Dolayısıyla, bilimsel sosyalizmin, bilimin bütün alanlarındaki birikimini edinmek için usanmaz bir çaba içerisinde olmak, hiçbir gerekçenin bu birikimi edinmenin önüne geçmesine izin vermemek, parti yöneticilerimizin ve kadrolarımızın temel sorumlulukları arasındadır.
Yine bu temelde, partinin program ve tüzüğünü özümsemek, partinin günlük ve diğer periyotlarla çıkan yayınlarını yakından takip etmek, bu yayınları okumak ve okutmak için sürekli bir çaba içerisinde olmak, parti içi eğitimin olmazsa olmaz koşuludur. Bildikleriyle yetinmek, Marksizm’in kütüphanesindeki ve parti basınındaki teorik ve politik birikimi bilerek veya bilmeyerek de olsa önemsemeyen bir tutum ve davranış içerisine girmek, parti içi yaşamı üretken kılan en önemli araçları dinamitlemek demektir. Her parti yöneticisi ve her parti üyesinin, böylesi bir durumda, eğitim konusunda örgütü bir adım dahi ileri götürmenin mümkün olmayacağını kavraması gerekir.
Yerel parti örgütlerinin organize edeceği özel eğitim faaliyetleri de mutlaka organlar, birimler temelinde gerçekleştirilmelidir. Bu, eğitim faaliyetinin, pratik parti faaliyetinin zorluklarını aşmakta ve sorunlarını çözmekte doğrudan rol oynaması açısından önemli olduğu gibi, istikrarlı bir organ ve örgüt hayatı açısından da önemlidir. Eğer parti içi eğitim çalışmaları birimler temelinde örgütlenmez, il ve ilçe örgütlerinin genel üye katılımıyla yapılırsa, eğitim çalışmaları verimsizleşmekte ve hatta parti içi yaşamı olumsuz etkileyebilmektedir. Zaman ve katılım açısından ortaya çıkacak sorunların yanı sıra, parti faaliyetinin genelleşmesine de neden olmaktadır.
Eğitim faaliyeti bu temelde ele alınıp gerçekleştirildiğinde, aynı zamanda yeni parti kadrolarının eğitilip, geliştirilmesinin de önü açılacaktır. Burada bir noktaya daha vurgu yapmakta fayda var: Özellikle parti yöneticilerimizin, görev alanlarında, gençlik örgütümüzün ileri çıkan üyelerinden belirlenmiş kişilerle özel olarak ilgilenmesi; onlarla düzenli olarak bir araya gelip partimizin politik/örgütsel birikimi doğrultusunda her tür sorunu açıklıkla ve öğretici bir temelde tartışması, paylaşması, yeni parti kadrolarının pratik çalışma içerisinde hızla yetişmesi açısından etkili olacaktır. Yeni kadroların yetiştirilmesinde bugün için atılacak en somut, pratik ve sonuç alıcı adımların başında da bu gelmektedir.

GÜNLÜK İŞÇİ BASINININ KULANILMASINDAKİ ZAYIFLIKLAR
Yerel parti örgütlerimizin çalışmalarının merkezinde yer alan temel propaganda ve ajitasyon aracı günlük gazetedir. Son dönemlerde günlük gazetenin satışı ve kitle bağlarını geliştirme, yeni ilişkiler kurma ve örgütlenme aracı olarak kullanılmasında somut adımların atıldığı biliniyor. Bu adımlar, örgütlerimizin gücü göz önüne alındığında henüz yapılabilecek olanın gerisindedir.
Gerek 14 Nisan eylemleri, gerekse 1 Mayıs gösterileri, gazete satışlarımızın düzenli yapıldığı, kitle çalışmasında istikrarlı bir biçimde kullanıldığında, nasıl olumlu sonuçlar elde edileceğini gözler önüne sermiştir. Birçok yerel parti örgütümüzün bu eylemlere taşıdığı kesimler, günlük gazete satışları ile kurulan kitle bağları üzerinden bu eylemlere gelerek partimizin saflarında yer almışlardır. Dahası, henüz az sayıdaki fabrika ve işyerlerine dönük olarak yapılıyor olsa da, gazete satışları ile kurulan işçi ilişkileri artmaktadır. Bu olgu; yerel parti çalışmamızın temelini oluşturan öncelikli alanlarda, yeni işçi gruplarıyla tanışmanın ve örgüt kurmanın yolunun günlük gazeteyi daha istikrarlı ve yaygın olarak kullanmaktan geçtiğini göstermesi açısından öğreticidir.
Günlük işçi basınının parti çalışmamızdaki, işçi, emekçi hareketindeki rolü üzerinde çeşitli vesilelerle durulmuştur. Şüphesiz yeri geldikçe yine durulacaktır. Ancak yazımızın bu bölümünde, genel olarak günlük işçi basınının nasıl ele alınması gerektiğine değil, yerel parti faaliyetlerimizin güçlendirilmesi açısından önemli olan bir noktaya daha değinmekle yetineceğiz. Bugün günlük olarak gelişmeleri takip ettiğimiz belli başlı fabrika ve işyerlerinde yaşananların günlük işçi basınına düzenli olarak aktarılması, yerel parti faaliyetimizin bu alandaki önemli bir eksikliğidir. Emek ile sermaye arasındaki çatışmanın, dünya ve ülke gündemine ilişkin olay ve olguların fabrika ve işyerlerindeki yansımaları, işçilerin bu konulardaki düşüncelerinin düzenli olarak gazeteye yansıtılmasındaki zayıflık da buna eklenmelidir. 14 Nisan ve 1 Mayıs çalışmaları sürecini hatırlayacak olursak; bu dönemde yerel parti örgütlerimiz ve sorumlu parti yöneticilerimiz, belli başlı işyerlerine yönelik faaliyet sürdürürken; işçilerin, doğal işçi önderlerinin, işyeri temsilcilerinin, eylemlere nasıl hazırlandıkları, temel sorunlarına ve çözüm yollarına ilişkin değerlendirmelerinin ne olduğu vb. çerçevedeki soruların yanıtı olabilecek haber ve röportajların günlük işçi basınına ulaştırılmasında eksik kalmışlardır. Oysa bu yönde atılacak somut adımlar, sınıfın aydınlatılması ve eğitiminde, bağlayıcı kararların alınmasında etkili olmaktadır. Ve üstelik çeşitli işyeri, sektör ve illerdeki işçilerin, özellikle ileri kesimlerinin birbirlerinin durumundan haberdar olması, olumlu ve olumsuz deneylerinden yararlanması, olumlu örnekler üzerinden çalışmaların geliştirilmesi, örgütlü işçilerin politik çalışmalarını merkezileştirmesi ve politik birliklerini sağlamlaştırması ve giderek daha geniş işçi kitlelerinin politik olarak birleşmesi ve mücadelelerinin gelişmesi, bu olmadan ciddi biçimde başarılamaz.
Günlük işçi basınının sendikal hareket ve emek hareketi içerisinde önemli bir yer tuttuğu, partimizin dışındaki kesimlerin de dile getirdiği bir olgudur. Ancak, işçilerin, emekçilerin mücadelesini zayıflatan tutumlara karşı baskı oluşturmak ve onları geniş işçi yığınlarının gözünde teşhir etmek konusunda, yerel parti örgütlerimizin günlük işçi basınının bu otoritesi ve gücünden olması gereken düzeyde yararlandığını söyleyemeyiz.
Önümüzdeki süreçte, günlük işçi basınını, yerel parti faaliyetimizde bu açıdan etkin bir şekilde değerlendirmeliyiz. Bu, birçok engeli aşmada yerel parti örgütlerimize önemli olanaklar sunacaktır. Partimizin bugüne kadarki aydınlatma ve örgütlenme çalışmasında; bu hususta gerekli titizliği ve çabayı gösteren yerel örgütlerimiz sınıf içerisindeki gücünü artırırken, bunu yapmayan örgütlerimizin gelişemediğini pratik olarak görmekteyiz.

Sonuç olarak; elbette, yerel örgüt çalışmamızın yazı boyunca değerlendirilen eksikliklerini aşmak, güçlü ve yaygın örgütler oluşturmak, parti çalışmamızın daha profesyonel bir düzeye çıkarılmasıyla mümkündür. Ancak o zaman yerel parti çalışmamızın yazı boyunca ortaya konan zayıflıklardan kurtarılması mümkün olacaktır.
Bunun için ise, başta her düzeydeki sorumlu parti yöneticileri olmak üzere, parti ve gençlik örgütlerimizin bütün üyelerinin yeni bir kararlılıkla, çalışmaya katılımlarını dünkünden daha ileri bir düzeye çıkarmasına ihtiyacımız var. Başarmak için gerekli araç ve olanaklara sahibiz.

Haziran 2001

NATO zirvesi, bop ve anti emperyalist mücadele

ABD ve İngiltere’nin başını çektiği emperyalist güçlerin, merkezinde Ortadoğu’nun yer aldığı yeniden yapılandırma operasyonu, özünde, silah, petrol ve enerji tekellerinin bölge ve dünya halklarına karşı sömürücü ve sömürgeci savaşıdır. Henüz bir çok açıdan işin başında olunması; ABD Başkanı Bush’un deyimiyle, onlarca yıl sürebilecek bir emperyalist savaş-terör politikasının ilk adımlarının atılıyor olması ve sonuçlarının şimdilik Ortadoğu ülkeleriyle (onlarında bir kaçıyla) sınırlı olarak ortaya çıkması, bu gerçeği değiştirmiyor.
Emperyalist yeniden yapılandırma operasyonunun bir tarafında uluslararası tekelci sermaye ve işbirlikçileri ve onların çıkarları vardır. Diğer tarafında ise, işçi sınıfı ve ezilen halklar ve onların çıkarları vardır. Mücadele bu taraflar arasında bir mücadele olarak keskinleşmekte, saflar belirginleşmekte ve geleceği bu taraflar arasındaki kapışmanın tayin edeceği görünmektedir.
Şüphesiz bu mücadele yeni ortaya çıkan bir mücadele değildir. Geride bıraktığımız yüzyılın mücadelesidir. Ancak yakın geçmiş ve günümüzde yaşanan gelişmeler, mücadelede yeni bir döneme girildiğine işaret etmektedir.
28-29 Haziran’da İstanbul’da toplanan NATO Zirvesi ve ABD’nin çerçevesini çizdiği, son dönemlerin temel tartışma konularından olan Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), bu saflaşma ve çatışmanın, özünde, sermaye güçleri ile işçi sınıfı ve halk güçleri arasında bir saflaşma ve çatışma olduğunu gösteren güncel, çarpıcı olay ve olgulara sahne olmuştur, olmaktadır.
NATO Zirvesi’nin Türkiye’de toplanacağı ve Türkiye’nin BOP’un “merkez gücü, eksen ülkesi” olarak bu emperyalist operasyonun ön cephesine sürüleceğinin ilan edilmesinin ardından, bu işi isteyenlerin, bundan çıkarı olanların kimler olduğu, Türkiye, bölge ve dünya halklarının gözünde daha bir netlik kazanmaya başlamıştır.

NATO ZİRVESİ’NİN VE BOP’UN ARKASINDAKİ GÜÇLER, SERMAYE GÜÇLERİDİR
ABD’nin emperyalist terör ve savaş politikalarının amacı, Ortadoğu, Ortaasya ve Kafkaslar bölgesindeki petrol ve enerji birikimini ve geçiş yollarını mutlak denetime almaktır. ABD emperyalizminin, varlığını sürdürebilmek ve tekelci kapitalizmin yeni ihtiyaçlarını karşılayabilmek için buna ihtiyacı olduğu her fırsatta ortaya çıkmaktadır.
Bunun için, bir dönemin bu bölgelerdeki hegemonya ilişkileri, dengeleri, mevzilenmeleri ve buna bağlı olarak şekillenen ekonomik, sosyal, idari ve askeri rejimleri ABD tarafından yeniden biçimlendirilmektedir.
Bu emperyalist saldırganlık, ABD ve ona bağlı propaganda merkezleri tarafından “bölgede demokrasi, insan hakları ve evrensel hukuku egemen kılma”, “güvenlik ve teröre karşı mücadele”, “üstün-modern batı medeniyetini tehditlerden koruma” adı altında ne kadar haklı gösterilmeye çalışılırsa çalışılsın, gerçekler balçıkla sıvanamamakta, üstü örtülememektedir.
ABD’nin California eyaletindeki La Verne Üniversitesi profesörlerinden William Cook, Evrensel Gazetesinde yayımlanan röportajında bu durumu şu cümlelerle özetliyor: “Bush… Amerika’nın dünyaya demokrasi ve özgürlük getirmek ile görevlendirildiğini söyleyerek. enerji çıkarlarını maskelemek zorunda.” (…) “Cheney’nin demokrasiden kastettiği şey pazarların yabancı şirketlere açılması, yabancı yatırımların önündeki engellerin, ekonomik engellerin kalkması, kamu kaynaklarının özelleştirilerek uluslararası şirketlere sunulması ve dünya çapında ABD hegemonyasıdır. “
Bunun bir parçası olarak, Irak işgal edilmiş, işgal çemberinin genişleyeceği her fırsatta dile getirilmiş, emperyalistler ve işbirlikçileri arasında çelişki ve saflaşmalar belirginleşmiş, NATO Zirvesi ve BOP aracılığıyla, ABD, hedeflerini ve konumunu tahkim etmeye yönelmiştir.
ABD’nin BOP kapsamında, NATO aracılığıyla sürdürmek istediği emperyalist terör ve işgal siyasetinin, ABD’nin tekelci kapitalizminin ihtiyaçlarını karşılamaya dönük olduğu ve emperyalist ABD burjuvazisinin çıkarları doğrultusunda gündeme getirildiğinin resmi belgesi, ABD Senatosu’na sunulan “Büyük Ortadoğu ve Ortaasya Kalkınma Yasası-2004” adı altında sunulan yasa tasarısıdır. 8 Nisan tarihinde ABD Senatosu’na sunulan 2305 sayılı tasarının 2. bölümünde özetli şu saptamalar yapılıyor:
● Terörizme karşı savaş; ABD’nin Büyük Ortadoğu ve Orta Asya’yı kendi siyasi, ekonomik ve güvenlik dinamiklerine sahip stratejik bir bölge olarak değerlendirmesini gerektirir.
● Büyük Ortadoğu ve Ortaasya; ekonomik kalkınma ve siyasi hürriyet konularında ortak engellerle karşı karşıyadır.
● Ekonomik kalkınma, serbest ticaret ve özel sektörün geliştirilmesi yoluyla, terörizme zemin hazırlayan radikal siyasi eğilimlerin önü kesilebilir.
● ABD’nin Büyük Ortadoğu ve Ortaasya’da hürriyete verdiği destek; bölge hükümetleri ve halklarıyla yeni, kapsamlı ortaklık programlarını içermelidir. Bu programlar ile dürüst yönetim, siyasi hürriyet, özel sektörün geliştirilmesi ve açık ekonomiler teşvik edilmelidir. 
● AB üyeliği isteği desteklenmesi gereken Türkiye, Büyük Ortadoğu ve Ortaasya’ya ekonomik kalkınma ve istikrar getirme çabasında eksendir ve temel bir rol oynamaktadır.
Bu özet saptamalar, ABD’nin nasıl bir emperyalist sermaye saldırganlığı içinde olduğunu çarpıcı şekilde gözler önüne seriyor.
Yine, son birkaç aydır Türkiye gündemine oturan NATO Zirvesi ve BOP’un Türkiye’deki işbirlikçileri ve savunucularının tablosu da bu açıdan çarpıcıdır.
Türkiye’de her renkten sermaye örgütünün (TÜSİAD, MÜSİAD, TOBB vb.) arkasında birleştiği AKP hükümeti başta olmak üzere, işbirlikçi tekelci sermaye çevreleri ve sermaye basını adeta tek ses olmuş durumda. Bu işbirlikçi sermaye takımı, ABD tarafından Türkiye’ye biçilen rolün ne kadar iyi ve gelecekte Türkiye’nin bölgedeki konumunun güçlenmesi açısından ne kadar gerekli olduğunu anlatmak ve kamuoyunu ikna etmek için, her gün, her saat kırk takla atıyor.
NATO Zirvesi’nin sponsorluğunu yapan holding ve şirketler bile, başlı başına, Türkiye, bölge ve dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarının uluslararası tekelci sermaye ve işbirlikçilerinin yeni bir saldırganlığıyla karşı karşıya olduklarını gösteriyor. NATO Zirvesi’nin sponsorluğunu yapan Doğan Yayın Holding, Coca Cola, Aksa, Çalık Holding, Doğuş Otomotiv, Efes Pilsen, FNS/UDLP/NUROL (silah tekelleri), Enterkon, MNG Bank, Nurus, Petrol Ofisi, Sanko, Türkcell, Setkom, İş Bankası, Türkiye Müteahhitler Birliği, TOBB, Ülker, Ulusoy, Vestel (Zorlu Grubu); halka karşı oluşturulan Amerikancı saldırı cephesinin işbirlikçi sermaye kolunun öncü kuruluşları durumdalar.

TEMEL GÜÇLER, İŞÇİ VE EMEKÇİ HALKTIR
Açıktır ki, bu sermaye cephesini oluşturan ABD emperyalizmi ve işbirlikçilerine karşı yürütülen mücadelenin temel güçleri; çıkarları onlarla çatışan, taban tabana zıt olan işçi, emekçi, halk güçleridir. Emperyalist yeniden yapılandırma operasyonu kapsamında çözülen ve yeniden şekillendirilen sisteme karşı, bugüne kadar hangi renkten burjuva politik akımın ve propagandalarının etkisinde kalmış olursa olsun, anti-emperyalist mücadele saflarında birleştirilebilecek kesimleri, işçi, emekçi halk kesimleri oluşturmaktadır.
Başını ABD emperyalizminin çektiği sermaye cephesi ve işbirlikçilerinin yeniden yapılandırma operasyonunun güncel saldırı politikalarının içeriği de açıkça gösteriyor ki, işçi sınıfı ve ezilen halklar, bütün dünyayı sarabilecek bir hegemonya savaşının tehdidi altındadır. Bu emperyalist saldırı politikaları, en başta da işçi,emekçi sınıfları ve ezilen halkları vurmaktadır. Afganistan, Filistin ve Irak’ta yaşanan işgal, işkence ve katliamlar, bir yandan insanlığın biriktirdiği bütün ilerici değerleri yok ederken, acı faturayı ise, işçi sınıfı ve ezilen halklar ödemektedir.
Gerek dünya ölçeğinde, gerekse bölge ve Türkiye açısından yaşanan olay ve olguların örgüsünün bütün karmaşık görünümüne rağmen, gelişmeler yakından incelendiğinde, bu gerçek açıkça görülecektir. Bu gerçek, aynı zamanda, emperyalistler ve işbirlikçilerine karşı, işçi sınıfı ve ezilen halkların anti-emperyalist talepler etrafında mücadeleye seferber olmalarının koşullarının her geçen gün daha fazla olgunlaşmasını da içeriyor.
Türkiye’de de koşullar doğru değerlendirilerek doğru eylem ve mücadele yöntemleriyle hareket edildiğinde, güçlü bir anti-emperyalist mücadele dalgasının yaratılması mümkündür. İşçi, emekçi halk kesimlerinin, çeşitli burjuva politik akımlardan etkilenme ve saflaşma konumlarının güncel görünümü ne olursa olsun, halk güçlerinin anti-emperyalist bir mücadele cephesinde birleştirilmesi için mevcut koşullar iyi değerlendirilmek durumundadır.*
Birkaç aydır Türkiye’nin gündemini oluşturan NATO Zirvesi’ne karşı sürdürülen mücadele, bu açıdan, kısa süre içerisinde önemli bir birikim yaratmıştır. Irak’ta yaşanan işgalin gerçek yüzünü ortaya koyan işkence fotoğraflarının kamuoyuna yansıması, halk yığınlarının öfke ve tepkisinin artmasına neden olmuş ve bu tepki, çeşitli eylemlerle sokaklar ve meydanlara yansımıştır.
Fabrikalarda, işyerlerinde, okullarda, kahvelerde, günlük hayatın her alanında halkın ABD’ye karşı öfke ve tepkisi NATO Zirvesi yaklaştıkça daha da belirginleşmiştir. Alevi, Sünni, İslamcı, Kemalist, ilerici, sosyalist, her tür politik etkilenme ve gruplaşma içerisindeki çevreler ve çeşitli inanç ve politik akımların etkisindeki işçi, emekçi halk kesimlerinde ABD’nin bölgedeki politikalarını sorgulayan tutumlar öne çıkmıştır.
NATO Zirvesi için Türkiye’ye gelen devlet adamlarına gösteri yapmak üzere Çırağan Sarayı’na davet edilen Alevi Semah grupları bu davetleri reddederken, camilerden protesto sesleri yükselmiştir. Semt pazarlarında, mahallelerde, işyerlerinde ABD ve işgale karşı yapılan eylem ve etkinlikler, halk yığınları tarafından destek ve takdirle karşılanmıştır.
Bir yandan bunlar yaşanırken, bir yandan da işçi, emekçi halk kesimlerinin tepkisinin daha yaygın ve kitlesel olarak sokağa yansımasını engelleyen, halkın anti-emperyalist mücadeleye katılımını zayıflatan bir dizi tutum, anlayış ve eylemler de gündeme gelmiş, adeta sermayenin halk düşmanı, iki yüzlü propagandalarına çanak tutmuştur.

BİREYSEL TERÖR EYLEMLERİ SERMAYE VE GERİCİLİĞE HİZMET ETMİŞTİR
NATO Zirvesi yaklaştıkça sıkışan sermaye ve hükümet, halkı ikna etmeye yönelik propagandalarına hız vermiş, AKP hükümetinin sözcüleri ve Başbakan Erdoğan, İsrail’in Filistin’de sürdürdüğü işgal ve soykırım karşısında “yalancı pehlivan” çıkışları yaparak, halkın ABD ve işbirlikçilerine yönelen öfkesini dindirmeyi amaçlayan demeçler vermiştir.
İşgal, işkence, NATO ve BOP konusunda sermaye ve halk güçleri arasında yaşanan saflaşmayı, sermaye cephesi lehine dağıtıp zayıflatan terör eylemleri, Amerikancıların, NATO’cuların imdadına yetişircesine son birkaç hafta içerisinde gündeme gelmiş, halk düşmanlığının malzemesi yapılmıştır. İşçi, emekçi halk kesimlerinin tepkisinin yönünü saptırmaktan, devletin İstanbul ve Ankara başta olmak üzere halkı terörize etmeye yönelik adımları meşrulaştırmaktan başka hiçbir işe yaramayan bu tür eylemlerin, işgalcileri, işkencecileri ve işbirlikçilerini değil halkı vurduğu gerçeği, aklı başında bütün herkes tarafından kabul edilir, kavranır ve tepkiyle karşılanır durumdadır.
“NATO’yu Türkiye’den terörle mi kovacaksınız?”, “NATO’ya, işgale ve işkenceye karşı terörle mi yanıt vereceksiniz?” diyerek, eylemlere, mitinglere çağrı yapanlara halkın tepki göstermesine neden olanların aymazlığının halkı ve mücadelesini vurarak zayıflattığı ve güçlerini etkisizleştirdiği ortadadır. İşçi, emekçi halk kitlelerinin duygularını, tepkilerini, öfkesini dikkate almayan, fırsatçılık, reklamcılık, adını duyurma, “militanlık” vb. ne adına olursa olsun, bireysel terör eylemleri sermaye cephesinin değirmenine su taşımaktadır.
Bu terör eylemleri bir kez daha göstermiştir ki, anti-emperyalist bir mücadele cephesinin, halk güçlerinin sermaye cephesine karşı birleştirilmesi çabalarının dışardan olduğu kadar içerden görünen baltalayıcıları da vardır. Şüphesiz sadece bugün açısından değil, dün ve yarın açısından da, bu anlayışların, işçi sınıfının, halkın mücadelesine katacak bir şeyleri yoktur, ama zararları da çoktur. Mücadelenin ilerlemesi ve başarısı için, bu tutum ve anlayışlardan arınarak, ayrışarak ilerlemek bir zorunluluktur.

MERKEZİ EYLEM VE PROTESTOCULUK DEĞİL, KİTLESEL VE YAYGIN GÖSTERİLER
İşçi sınıfı ve emekçilerin sermaye sınıfının saldırılarına karşı mücadele birikiminin gösterdiği önemli bir olgu da; fabrika ve işyerleri, sanayi havzaları, mahalleler, bölgeler ve illerdeki çalışma ve mücadelenin alternatif kılınan terk merkezci, protestocu eylem ve anlayışın, halk kitlelerinin mücadelesini ilerletici, genelleştirici ve yaygınlaştırıcı değil, daraltıcı, en ileri kitlesinin katılımıyla sınırlayıcı ve zayıflatıcı olduğu gerçeğidir. 27 Haziran merkezi İstanbul eylemi, bu gerçeği bir kez daha doğrulamıştır.
Kitle eylemlerinin kalkış noktası; işçi sınıfının, emekçilerin, halkın öfke ve tepkisini olabilecek en yaygın; fabrikası ve işyerinde çalışan, semtinde, mahallesinde yaşayan halkın birleştirilmesi ve en ileri noktadan katılımını mümkün kılacak şekilde dile getirmesini sağlamak olmalıdır. Bunu zorlaştıran, tek ve güçlü bir protesto eylemiyle sonuç alınabileceğini düşünen ya da bunun halk kitlelerinin mücadele ve örgütlenmesini ilerleteceğini sanan yaklaşımın yanlışlığı, yüz binlerce işçi ve emekçinin katıldığı merkezi Ankara eylemleriyle bir çok kez görülmüştür.
Milyonlarca emekçinin yaşadığı kentlerde, mücadele ve eylemlerin, halkın tepkisini yüz binlerle dile getirmesinin araç ve olanaklarını iyi değerlendiren, kitlelerin eyleme katılımını zorlaştıran değil kolaylaştıran biçimlerini tercih etmek yerine, gösterişçilik ve eylemi amaç haline getiren anlayışların mücadeleye katkı sunmadığı açıktır.
27 Haziran’da “İşgale, Bush’a ve NATO’ya Karşı Büyük Buluşma” eyleminin, birçok ilde, işyerlerinde ve mahallelerde halkın daha kitlesel katımıyla ve daha yaygın olarak gerçekleştirilebileceği gerçeği, geriye dönüp bakıldığında, halkın öfke ve tepkisinin örgütlenmesi anlayışıyla hareket eden herkes tarafından teslim edilecektir. Sınıfın devrimci partisi, birçok vesileyle ve birçok kez bu gerçeklerin üzerinde durmasına rağmen, “bölücü olmama, birleştirici olma” adına İstanbul’da tek bir merkezi eylem kararına itiraz etmeyerek bir yanlışa ortak olmuştur. Birçok ilde 27, 28 ve 29 Haziran’da kitlesel miting ve gösteriler düzenleme olanağının kullanılmamış olması, gerek genel ve gerekse özel olarak sınıf partisi açısından kabul edilemez bir olgudur.**
Kuşkusuz, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı mücadele, NATO Zirvesi’yle sona ermiş ya da erecek değildir. NATO Zirvesi’yle Türkiye’nin BOP’un eksen ülkesi haline getirilmesine ve emperyalizm ve işbirlikçilerine karşı mücadele, kuşkusuz önümüzdeki dönem de devam edecektir. Sendikaların, emek örgütlerinin ön cephesini tutan güçler ve sınıf partisi, önümüzdeki süreçte, yaşananlardan doğru sonuçlar çıkarmış bir tutumla hareket etmek durumundadır.

İşgal-NATO karşıtı mücadele ve sınıf içindeki çalışma

ABD’nin başını çektiği emperyalist saldırganlık, işgal ve savaş politikalarına karşı işçi, emekçi halk güçlerinin birleştirilmesi, mücadeleye seferber olması ve anti-emperyalist bir mücadele cephesinin inşa edilmesinin ekonomik-sosyal temellerine dair çeşitli değerlendirmeler, birçok farklı politik grup ve akımların yayın organlarında ve Özgürlük Dünyası’nın sayfalarında yer almaya devam ediyor. Bu kapsamda, Bush’un Türkiye’ye gelişi, NATO Zirvesi ve Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)’ne karşı anti-emperyalist taleplerle sürdürülen mücadele de çeşitli yönleriyle tartışılıyor.
Biz de bu yazımızda, ABD ve işbirlikçilerinin işgal ve BOP kapsamındaki politikalarına karşı sınıf partisinin kitleler içerisinde sürdürdüğü çalışmayı ve sendikaların bu mücadele içerisindeki durumunu değerlendireceğiz.

YAŞANANLARA DAİR KISA BİR HATIRLATMA
Irak’ta yaşanan işgalin yarattığı yıkımın bir kez de işkence fotoğraflarıyla kamu oyunun gündemine gelmesi, Bush’un Türkiye’ye gelişinin kesinleşmesi ve NATO Zirvesi’nin 28-29 Haziran’da Türkiye’de toplanmasının kararlaştırılması ile birlikte, ABD ve işbirlikçilerinin yaptıkları ve yapmak istedikleri, bir kez daha Türkiye’nin temel gündemi olmuştu. Bir yandan sermaye cephesi, hükümet yetkilileri, her renkten holding basını, Türkiye’nin stratejik önemine ve ABD’nin ve işgal güçlerinin bölgeyi yeniden yapılandırma politikalarının Türkiye’ye sunduğu olanakların ne kadar büyük bir tarihi fırsatı ayaklarımıza getirdiği üzerine açıklamalar yapıp, yazıp çiziyor, halkı aldatmak için yoğun bir propaganda sürdürüyordu. O kadar ki, son dönemlerde çeşitli uluslararası organizasyonların Türkiye’de yapılmasının, tanıtım-reklam açısından önemine, milyarlarca dolar harcansa Türkiye’nin tanıtımının bu kadar iyi yapılamayacağına ilişkin manşetler ve özel televizyon programlarıyla, gerçekler unutturulup, hayaller kışkırtılarak, halkı aldatmaya yönelik bin bir türlü alavere-dalavere yapıldı, kırk takla atıldı.
Türkiye’nin prestijini yükseltmek, piyasadaki değerini artırmak, ve bunun için, başta baş terörist Bush olmak üzere, NATO Zirvesi’ne katılacak devlet adamlarının güvenliğini eksiksiz sağlamak adına, İstanbul’da adeta bir sıkıyönetim ilan edildi. Üniversitelerde eğitim-öğretim yılının sona ermesi tarihi öne alınırken, sınavların NATO Zirvesi öncesine ya da sonrasına alınarak, üniversite gençliğinin tepkisinin önü kesilmek istendi. Dahası, 20 Haziran’dan itibaren üniversitelerde NATO konulu etkinliklerin yasaklandığına dair genelge yayınlandı.
Estirilen bu “güvenlik terörü”ne olmadık güzellemeler yapılarak, bu konularda, ABD kadar olmasa da, ne kadar ustalaşıldığı büyük efendilere gösterilmeye çalışıldı.
Ancak bütün bunlara rağmen, halkın ABD’ye olan tepkisi ve yaptıklarına karşı tarihten gelen güvensizlik ve öfkesinin tersine çevrilip, sempatiye dönüştürülmesi başarılamadı. İşkence fotoğraflarının kamuoyuna yansıdığı günlerden başlayarak, halkın tepkisinin ve öfkesinin göstergesi olan gösteri, eylem ve etkinliklerin önüne geçilemedi. Yapılan gösteri vb. etkinliklere katılım, istenilen yaygınlık ve kitlesellikte değildi. Ama, işçi, emekçi halk yığınlarının, estirilen bütün yalan rüzgarlarına rağmen, ABD ve işgal güçlerinin iyi şeyler yaptığına ikna edilemediği gerçeği, sermaye güçleri tarafından bile kabul edilecek kadar hissedilir, görülür boyutlardaydı. Fabrikalarda, işyerlerinde, sokaklarda, kahvelerde, otobüslerde, az çok halkın duygularına kulak veren herkes, halkın büyük çoğunluğunun hoşnutsuzluğunu, ABD ve işbirlikçilerinin yaptıkları konusundaki rahatsızlıklarını fark ediyordu.

SINIF PARTİSİNİN ÇALIŞMALARI ÜZERİNE
ABD’nin başını çektiği emperyalist işgal ve saldırganlığa karşı işçi, emekçi halk kesimlerinin tepkisi ve öfkesini yaygın ve kitlesel eylemlerle göstermesini sağlamak, hangi burjuva politik akımdan etkilenmiş olursa olsun, halk güçlerinin ortak, birleşik mücadelesini örgütlemek için çaba sarf eden sınıf partisi, güçlerini seferber ederek, yoğun bir çalışma sürdürdü. Özellikle NATO Zirvesi öncesi son 20 gün boyunca, seçim dönemlerindeki kadar yaygın bir aydınlatma faaliyeti yürütüldüğünü söylemek bir abartı olmayacaktır.
Irak’ta yaşanan işgal ve işkencenin mimarlarının Türkiye’ye gelişinin nedenlerini ve niçinlerini halka anlatmak, NATO Zirvesi ve Büyük Ortadoğu Projesi’nin içeriği ve amaçları konusunda halkı bilgilendirmek ve ABD emperyalizmi ile işbirlikçilerinin Türkiye, Ortadoğu ve dünya halklarının bugünü ve geleceğine ilişkin savaş ve yıkım planlarını teşhir etmek, sürdürülen aydınlatma çalışmalarının içeriğini oluşturuyordu. Bu çalışmalarda yüz yüze gelinen kadın erkek, genç yaşlı binlerce, on binlerce işçi ve emekçinin, yaşananlara karşı tepki gösterirken, henüz kendi günlük yaşamı ve geleceği açısından nasıl bir tehditle karşı karşıya olduğunu anlaması, kavraması konusundaki eksiklikleri gidererek, mücadele ve örgütlenmesini bir adım daha ileriye taşımak, sınıf partisinin yakın hedefleri arasındaydı.
Bu yakın hedefe bağlı olarak, fabrika ve işyerlerinde toplantılar, yine bu alanlara yönelik genel ve özel bildiriler, mahallelerde, cami önlerinde, semt pazarlarında ajitasyon gösterileri, kahve ve ev toplantıları, işçi, emekçi halk yığınlarının tepkisi ve öfkesinin örgütlenmesi için sürdürülen çalışmanın belli başlı araçları oldu.
Sınıf partisi, bir taraftan kendi bağımsız çalışmasını sürdürürken, bir taraftan da, çeşitli politik grup ve çevrelerin ortak bir platform etrafında birleşip, işgalcilere ve Türkiye’yi işgale ortak etmek isteyenlere karşı güçlü bir tepki örgütlenmesinde ortak hareket etmesini sağlamak için çaba sarf etti. İslamcı, Kemalist, sosyal demokrat, küçük burjuva sol çevreler de dahil, ABD’nin ve işbirlikçilerinin politikalarından rahatsız olan, şu veya bu yönüyle tepki gösteren çevrelerin bir araya getirilmesi, halkın tepki ve öfkesinin örgütlenmesini zayıflatacak tutum ve anlayışların bertaraf edilmesi, bunun öneminin her platformda sürekli vurgulanması, sınıf partisinin dikkat gösterdiği temel hususlar arasındaydı.
Bu açıdan da ileriye dönük somut adımlar atılırken, bu birleşik mücadele tutumunun ön cephesini sendika ve kitle örgütlerinin tutması için ısrarlı bir tutum sergilendi. Ancak, zirvenin son günlerine doğru bütün çabalara rağmen, ortaya çıkan grupçu, reklamcı, rekabetçi ve bozguncu bir dizi tutum ve anlayışın işgal ve NATO karşıtı cepheyi zayıflatan çıkışlarına engel olunamadı. (*)
Sınıf partisinin özellikle fabrika ve işyerlerindeki çalışmaları, işgal ve NATO’ya karşı mücadelenin ana gövdesini işçi sınıfı ve emekçilerin oluşturması için büyük öneme sahipti. Bu gerçekten hareketle yapılan fabrika, işyeri toplantıları ve aydınlatma çalışmalarında, işgalin, NATO Zirvesi’nin ve BOP’un işçi ve emekçilere kestiği ve keseceği faturanın, bölge ve Türkiye halklarının bugünü ve geleceği açısından sonuçlarının üzerinde duruldu. Bu çalışmalar, belli oranlarda, özellikle İstanbul’da çeşitli işkollarından işçi ve emekçilerin harekete geçmesini sağladı. 27, 28, 29 Haziran eylemlerine kadar Telekom işçilerinin, Tuzla Tersane işçilerinin, Gezer Terlik Fabrikası işçilerinin, sağlık ve eğitim emekçilerinin, Sümerbank, Karayolları ve Belediye işçilerinin ve belli başlı illerde çeşitli işkollarından işçi ve emekçilerin, toplam etkisi sınırlı olan, ama koşullar düşünüldüğünde küçümsenmemesi gereken eylemleri, bu çalışma ve çabaların bir sonucu olarak gerçekleşti.
Örgütsüz işyerlerinin ve genç işçi kuşaklarının yoğunlukta olduğu Organize Sanayi Bölgeleri’nde ve sanayi sitelerinde ise, yürütülen çalışmalar, genç işçi kuşaklarının kitlesel tepkisinin örgütlenip açığa çıkarılmasını, bunun, eylemlerle sokağa yansımasını sağlamaya yetmedi.
Şüphesiz bu ve diğer alanlardaki çalışmanın dünden bugüne getirdiği birikimin, olanakların henüz istenilen düzeyde olmamasının, işçi ve emekçilerinin tepkisinin istenilen düzeyde eyleme yansımamasında önemli bir rolü var. Ancak hem bu durumun, hem de işgal ve NATO karşıtı mücadelede ortaya çıkan tablonun gösterdiği temel birkaç hususun altını çizmekte de fayda var.

1-) Yoğun bir teşhir-ajitasyon ve aydınlatma çalışması sürdürülen bu alanlarda, genç işçi kuşaklarının tepkisinin eyleme dönüşmesindeki zayıflıklar, zorluklar, işgal ve işkenceye karşı genç işçi yığınlarının tepki duymadığı anlamına gelmez. Aksine yapılan birçok etkinlikte, işçi-işsiz onlarca, yüzlerce yeni gençlik grupları, mahalle veya merkezi düzeydeki eylemlere katılmıştır. Bundan sonra yapılacak iş, bu öne atılan gençlik gruplarının eğitimi ve örgütlü gruplar halinde mücadeleye katılmasının sağlanması için çalışmaktır. İşçi sınıfı ve emekçilerin mücadele ve örgütlenmesini güçlendirecek, mücadele bayrağını devralacak ileri, sınıf bilinçli bir genç işçi kuşağının yetiştirilmesinde ısrarlı, kararlı ve sebatkar olmaktır.

2-) Fabrika ve işyerlerinde, genç işçi, emekçi kuşaklarının mücadeleye atılan kesimlerinin karşına çıkan ve “Biz bunları çok yaptık, ama bir şey olmadı” diyerek, onların önünü kesen “eski kuşakların” tutumları karşısında teslim olmamak gerekir. Bu yorgun ve gerçeği yansıtmaktan uzak, birçoğu sınıfın birikimini ve değerlerini yansıtmayan yaklaşımların, eğitici ve öğretici değil, sınıf hareketinin birikiminin genç işçi, emekçi kuşaklar tarafından ileri düzeyde edinilmesiyle ters-yüz edilecek, aşılacak yaklaşımlar olduğu açıktır. Bunun için de, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesi içerisinde yaşanan bu türden tartışmalarda, yapıcı, kazanıcı olmak, ve bu tartışmaları, daha ileri düzeyden tartışmaların vesilesi yapmak, fabrika ve işyerlerinde mücadele ve örgütlenmenin önünü açacaktır.

3-) İşçi ve emekçi kitleler içerisinde sürdürülen yazılı ve sözlü aydınlatma çalışmaları, ajitasyon ve çağrılarda, kitlelere güvenle seslenen, etkili ve kararlı bir tutumla, cesaretle öne atılan bir tutum takınmada zayıflıklar mevcuttur. Hatta bu bazen, “Nasıl olsa eyleme, mitinge gelmeyecekler. Biz uğraşıyoruz, ediyoruz, ama çok da bir şey olmayacak” deyip, sonra da, işçi ve emekçi kitleleri, taleplerine sahip çıkma ve mücadeleye çağırmama gibi, gerçekçi olma adına özgüvenden ve kitlelere güvenden uzak yaklaşımlara bile varabilmektedir. Bütün bunlar, işçi, emekçi kitlelerin “NATO’dan bana ne, NATO gelse de benim hayatım değişmeyecek, gelmese de” türünden kendiliğinden tepkileri ve itirazları karşısında, ikna edici, aydınlatıcı ve etkileyici bir tutum ve çaba içerisinde olmanın uzağına düşmeye neden olmaktadır. Dahası, kitleler içerisindeki çalışmanın, emek, sabır, kararlılık, canlılık, bilgi ve süreklilik istediği gerçeği gözardı edilmektedir.

4-) Sınıf partisinin güçleri ve ileri, sınıf bilinçli işçiler, işçi, emekçilerle günlük ilişkilerinde, sağ-sol, ilerici-gerici saflaşmalarına sıkışıp kalamazlar, kalmamalıdırlar.
Örneğin bir işyerinde, Irak’ta yaşanan işkencenin fotoğraflarının basına yansımasının ardından şöyle bir tartışma yaşanıyor: İşyerinde, “İslamcıların önde geleni” diye bilinen bir işçi, sosyal demokrat bir işyeri temsilcisine ve sınıf partisinin üyesi bir işçiye gelip, “bu konuda işyerinde bir şeyler yapalım” diyor. İşyeri temsilcisinin tepkisi, “Ne yapacağız? Gidip AKP’ye oy veriyorsunuz, sonra da bir şey yapalım diyorsunuz” şeklinde oluyor. Sınıf partisinin üyesi olan işçi ise, işyeri temsilcisinden yana bir tutumla tartışmaya katılıyor ve daha tartışma başlamadan bitiyor. İslamcı işçilerin önde geleni olarak bilinen işçi, “AKP bir şey yapmıyor da, solcular iktidara gelince ne yaptı” diyerek masayı terk ediyor.
Bu ve buna benzer tartışmalar, geride bıraktığımız süreçte, şüphesiz bu işyeriyle sınırlı değildi. Bu tartışmaların yaşandığı işyerlerinde, açık ki, belki de, o güne kadar işçiler arasındaki yanlış politik saflaşmaların dağılıp, yerine, sınıf kardeşliği, sınıf çıkarı temelinde yeni bir yakınlaşma ve birleşmenin geçmesinin önemli bir fırsatı, olanağı olacak ciddi bir adım atılamamış, işçilerin birleşik, ortak eyleminin olanakları heder edilmiştir.
Sınıf partisinin güçleri ve işçi önderleri, işçi, emekçi sınıfların şu veya bu düzen partisinin ya da burjuva politik akımın etkisinde kalmış işçi, emekçilere karşı, politik önyargılar, araya mesafe koyan tutum ve sığ yaklaşımlar sergilememelidir. Ortaya çıkan her yeni durumda, işçilerin birliğini sağlamak ve ileri bir noktadan duruma müdahale ederek, işçilerin kendi çıkarlarının ve geleceklerinin nerede olduğunun bilinç ve ayırdına varmalarına yardımcı olmak, fabrika ve işyerlerindeki örgütlenme çalışmalarında temel yaklaşım olmalıdır.

*
İşgal, NATO ve Bush karşıtı eylemlere halkın katılımının istenilen, beklenilen düzeyde olmamasının nedenlerini, kitleler içerisinde sürdürülen çalışmadan bağımsız, kitle çalışmasını olumlu ya da olumsuz etkileyen gelişmelerden, olay ve olgulardan soyutlayarak ele almak doğru değildir. Ancak, yukarıda belirli yönleriyle vurgulanan hususlara dair, işçi sınıfı ve emekçiler içerisinde sürdürülen çalışmalardan öğrenip, sınıf partisinin güçlerinin, meselelere dair kendi cephesinden sonuçlar çıkarması da ihmal edilmemelidir. Sadece koşullara veya sınıf dışı kesimlerin mücadeleyi zayıflatıcı tutum ve eylemlerine bakarak, öğrenmek, ilerlemek ve güçlenmek mümkün değildir.

EMEK ÖRGÜTLERİNİN SORUMLULUĞU SADECE KARAR ALMAK DEĞİLDİR
İşgal ve NATO karşıtı mücadelenin ön cephesini sendikaların tutması için sınıf partisinin özel bir dikkat gösterdiğine yukarıda değinmiştik. Elbette ki bu dikkat, yersiz ve sebepsiz değildir.
İşgale, NATO’ya ve Bush’un Türkiye’ye gelişine karşı, anti-emperyalist talepler etrafında işçi sınıfı ve emekçilerin ana gövdesini harekete geçirmek için yürütülen çalışmalar, 1 Mayıs çalışmalarının da temel gündemlerinden birini oluşturuyordu. Bilindiği gibi, 2004 1 Mayısı iki ayrı gösteriyle kutlanmış, ve bu, sendikal hareket içerisinde önemli tartışmalara neden olmuştu. 1 Mayıs’ın hemen arkasından gelen işgal, NATO ve Bush karşıtı eylemlerin yeni bölünmelere ve sendikal hareket açısından daha geri ve zayıflatıcı sonuçlara neden olmaması için, sınıfın partisi, başından beri, kurulan ortak platformlarda sendikaların, kitle örgütlerinin aktif rol alması için çaba sarfetti.
Ancak sınıf partisinin bütün çabalarına rağmen, mücadelenin ön cephesinin sendikalar ve kitle örgütleri tarafından tutulmasında yaşanan sorun ve zayıflıklar aşılamadı. Bir süredir sendikal hareket içerisinde belirginleşen ve 1 Mayıs’ta belirli yönleriyle kendisini dışa vuran ve işgal, NATO ve Bush karşıtı mücadele içerisinde de varlığını sürdüren bazı eğilimlerin bundaki payı görmezden gelinemez.

1-) Burjuvazi ve sermaye güçlerinin yüzyılın son çeyreğini kapsayan dönem boyunca sürdürdüğü yeniden yapılandırma politikalarının ideolojik, politik, kültürel cepheden hedefe koyduğu kesimlerin başında, işçi sınıfı ve emekçilerle, onların mücadele ve örgüt birikimi, değerleri gelmiştir. Bu saldırının yarattığı en büyük tahribat ise, “işçi sınıfının, emekçilerin özgüveni” ve “birleşik gücüne ve eylemine olan güven” konusunda yaşanmıştır. Bu durumun en çok gözlendiği kesimlerden biri de, sendikal hareketin başında bulunan yönetici kadrolardır. Burjuvazinin ve sermaye güçlerinin saldırılarına karşı, başta genç işçi kuşakları olmak üzere, işçi sınıfı ve emekçilerin aydınlatılması, talepleri için mücadeleye seferber edilmesi ve birleştirilmesi hayati öneme sahipken, sendika ve konfederasyon yönetimleri, bırakın bunu yapmayı, bunu yapmaya çalışanlara yardımcı olmaktan bile uzak durumdadır.
İşçi sınıfı ve emekçilerin birliğe, acil talepleri için ortak mücadeleye en çok ihtiyaç duyduğu bir dönemde, sendikal hareketin üstünde oturanlar, birbirleriyle uğraşmayı, “kim daha fazla sınıftan yana” diye tarih-miras yarıştırmayı ya da “sağ sendikacılık, sol sendikacılık” saflaşması ile kimin haklı kimin haksız olduğu tartışmasını, her fırsatta bir gerekçe bularak körüklemeyi marifet sayabiliyorlar. Öyle ki bu kapışma ve kamplaşmayı gerekçe göstererek, işgal ve NATO karşıtı eylemlerin İstanbul’daki şubeler tarafından örgütlenmesini engelleyip, devre dışında bırakmayı sendikal demokrasi adına savunabilecek kadar ileri gittiler. (**)

2-) Bu anlayışın bir devamı olarak, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadeleye seferber edilmesi için bütün olanaklarını harekete geçirmek, dikkat noktasını, fabrika ve işyerlerinde işçi ve emekçilerin mücadeleye katılımının örgütlenmesini sağlamak yerine, işyeri temsilcilerine “biz kararları aldık, işçileri mitinge, eylem alanına getirmek işi sizin sorumluluğunuzdur ve sıra sizde” demeyi, “gerçekçilik”, “mücadelecilik”, “sınıf ve kitle sendikacılığı” anlayışının gereği olarak savundular.
On binlerce, yüz binlerce üyesi olan koca koca konfederasyon ve sendika genel merkezleri, miting ve eylem alanlarında birkaç bin kişi ile pankart açmayı “ne yapalım, biz çağrı yaptık, ama bu kadar kişi geldi” diyerek izah edip, işin içinden çıkıverdiler! Ama sendikal çizgi tartışmasında, “radikal-sol” sendikacılık ya da “dönemin gereği olan” sendikacılık adına bölünmeyi ve ötekini suçlamayı, yüksek politika olarak saatlerce, günlerce icra ettiler.
Nedense hiç birisinin aklına, bu kadar enerji ve çabayı, fabrika ve işyerlerini gezip, işçi ve emekçilerin duygularını, fikirlerini, eğilimlerini, kaygılarını dinlemek, tartışmak ve ileri bir tutuma kazanmak için harcamak gelmedi. “Elbette ki, bütün işyerlerini biz gezeceksek, daha alt kademelerdeki sendika yöneticileri, temsilcileri ne yapacak?” diye düşünüp sorabilirler. Sendika konfederasyonları yönetimlerinin işi yukarıda birbirleriyle didişip, analiz-sentez yarıştırmak olunca, aşağısı da öyle görünür. Ama en azından eylemin karar ya da yukarıdan emirlerle örgütlen(e)mediği fabrika ve işyerlerinde toplantılar, tartışma ve hazırlıklarla işçi ve emekçilerin alana çekilebileceği, sınıfın, emekçi kitlelerin birleşik gücüne az çok inanan-güvenen herkes tarafından kabul edilecektir.

3-) Sendikal kademelerde, başta sendikalara üye olan işçi ve emekçiler olmak üzere, genel olarak işçi, emekçi halk kitlelerinden yakınmak, şikayette ve serzenişte bulunmak neredeyse alışkanlık haline gelmiş durumdadır. Tabanın geriliğinden, bilinçsizliğinden yakınmak moda olmuş görünüyor. Bir an olsun böyle söyleyenlere hak verelim. Bu durumda bile, sınıf bilincinden yoksun, geri tabanın bu durumu kendi kendine nasıl değişecek? Ya da şöyle soralım; bilinçli, ileri ve aydınlanmış olanın durumu buysa, bilinçsiz ve geri olanın durumunda şaşılacak ne var?
Bugün az çok işçi, emekçi kitleler içerisinde onları kazanıp mücadeleye katmak için uğraşan herkes bilir ki, işçi sınıfı ve emekçi yığınların mücadeleye atılmasının önünde, “bilmeyenlerin” değil, “çok bilen ya da bildiğini sananların” yarattığı tartışmalar, sorunlar ve sıkıntılar engel oluşturuyor. Kimse, işçi, emekçi yığınların içinde bulunduğu durumdan, yine onları sorumlu tutarak, işin içinden sıyrılamaz. Onlara önderlik etmek, içinde bulundukları durumu değiştirip, onları eğitip örgütleyerek mücadelenin dinamik gücü haline getirmek için öne çıkıp, aday olup, sendika yönetimlerine gelmek için çırpınanlar ya da “istemem yan cebime koy” diyerek sendika yönetimlerine gelenler, kuşkusuz sorumluluk ve vebal altındadırlar.

Seçkincilik ve kolaycılığı terk edilmelidir
İşçi, emekçi yığınların içinde bulunduğu durumu tersine çevirmeye aday olanlar (buna sınıf partisinin güçleri de dahildir), seçkinci ve kolaycı tutum ve anlayışları terk etmeden, iddialarında ve söylediklerinde inandırıcı olamazlar.
Bugün sermayenin çok yönlü saldırıları karşısında, sınıf bilincinden, sendikal örgütlülükten yoksun ya da sendikalı olsa bile, ne yapması gerektiğinden habersiz on binler, yüz binler, milyonları kazanmanın, taleplerine sahip çıkıp, mücadeleye seferber etmenin zorluklarını herkes biliyor. Ancak bu zorluklar karşısında, işçi sınıfı ve emekçileri suçlamak gibi kolaycı ve üst tabaka devrimciliği, solculuğu tarafından beslenen seçkinci, kendi üzerine düşeni yapmadan yanındakini veya uzağındakini suçlayarak eleştirmeyi terk etmeden, sınıf hareketinin ve sendikal hareketin ileriye doğru bir hamle yapması mümkün değildir.
Mücadeleye atılan, kendi çıkarları için harekete geçen ve örgütlenip miting ve eylem alanlarına gelen işçi ve emekçiler, kendilerine güven veren işçi ve sendika önderlerinin, ileri, sınıf bilinçli işçilerin etrafında birleşerek, kenetlenerek mücadeleye katılıyorlar. Yani bilenlerin ya da bildiğini söyleyenlerin, üzerlerine düşenleri yaptıkları koşullarda, işçi ve emekçi yığınların eylemi ve örgütlenmesinde bir canlılık ve ileri sıçrama söz konusu oluyor. Bugün bunun gereğini yapmadan, tarihle veya geçmişle övünmek, sınıf hareketinin tarihinden, geçmişinden hiçbir şey öğrenmemek, dahası işçi sınıfı ve emekçilerin tarihteki mücadele deneyimi ve birikimini bile kendi konumunu izah etmenin malzemesi yapmak anlamına gelir.
İşgal, NATO ve Bush karşıtı mücadele bir kez daha göstermiştir ki, önümüzdeki dönem, işçi, emekçi ve sendikal hareketin, bulunduğu mevziden bir adım ileriye çıkabilmesi için, onun ön cephesini tutanların seçkincilik ve kolaycılıktan kurtulup, sorumluluklarının gereğini yapması şarttır. Bu, aynı zamanda, bunu yapmayanlardan kurtulmayı ve yenilenmeyi de kapsar.
Bunun için, bir kez daha ihmal edilemez bir gerçeğin altını kalın çizgilerle çizmek gerekir: Böyle bir yenilenmenin temel dayanağını oluşturacak olan güç, sermayenin saldırıları sonucu, çalışma ve yaşam koşulları katlanılmaz hale gelen işçi ve emekçi yığınların fabrika ve işyerlerinden yükselecek mücadelesidir. Sınıf partisinin güçleri, bir taraftan işçi, emekçi ve sendikal hareketin, sendika bürokrasisi tarafından tahrip edilip, sınıf dışı eğilimlerle yıpratılıp, zayıf düşürülmesine karşı ideolojik, politik bir mücadele sürdürecektir. Ancak açıktır ki, bu mücadeleyi de içermek üzere, yenilenmenin asıl dayanağı olan fabrika ve işyerlerinden yükselen bir mücadelenin örgütlenmesi, sınıf partisinin temel sorumluluğudur. Çalışmalarına ve eylemine de bu tutum ve anlayış yol göstermektedir.

————————————-

(*) Bu konuda Özgürlük Dünyası’nın geçen sayısında değerlendirmeler yapıldığı için, sadece değinmekle yetindik.

(**) Burada üzerinde durulan, DİSK ve KESK’teki egemen anlayıştır. Türk-İş ve bağlı sendikaların birçoğunun üst yönetimleri ve şubeleri ise, bütünüyle sürecin dışında kalmıştır. İşgal, NATO Zirvesi ve Bush’un Türkiye’ye gelişine karşı yazılı bir açıklama dahi yapamayacak kadar bataklığa batmıştır. Hak-İş ise, hükümetin kendisine yakın olduğu hesapları üzerinden, “en büyük konfederasyon olma” hayalleri peşinde koşmaktadır. Dolayısıyla, biri ötekinden farklı bir rol oynuyormuş gibi değerlendirmeler ya da derecelendirmeler, yaşanan gerçeklerden uzak sonuçlara varmaya neden olmaktadır.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑