Emek Platformu’nun, bir grup akademisyen-bilim insanı ile birlikte Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası’nın (DB) sömürgeci programlarına karşı emeğin ve ülkenin çıkarlarını merkezine alan Emek Programı’nı ilan etmesi, emek hareketinin güncel konumu ve geleceği açısından önemli bir dönemecin de başlangıcı olmuştur.
Emek Programı’nın ele alınışı ve emek hareketinin ilerlemesindeki rolü ve bu çerçevede yaşanan güncel sorunlara geçmeden önce ülkemiz işçi-emekçi hareketinin yakın tarihini kısaca hatırlamak ve konuyu geçmişle olan bağlantısı içerisinde ele almak anlamlı olacaktır.
Bilindiği üzere 1989 Bahar Eylemleri’yle, 12 Eylül sonrası işçi-emekçi hareketi ilk kitlesel ve yaygın direnişlerini gerçekleştirmiştir. Bu dönemde, kamu işyerlerindeki toplu sözleşme görüşmelerinde talepleri kabul edilmeyen işçilerin yürüttükleri mücadele “hak verilmez alınır” fikrinin işçi, emekçi yığınlar arasında yaygınlaşmasını sağlamıştır. Baskı ve tehditlere rağmen gösteriler gerçekleştirerek taleplerini sokaklarda haykıran işçiler, birçok ilde, birçok iş kolunda gerçekleştirdikleri direniş ve eylemlerle toplumsal muhalefetin önünü açmış diğer emekçi kesimlerin hak alma ve örgütlenme mücadelesine esin kaynağı olmuştur.
Bir yandan haksızlıklara karşı mücadele etme bilincinin ilerlemesini ve işçi-emekçi tabanına yayılmasını sağlarken, bir yandan da yeni bir ileri işçi kuşağının ve mücadeleci sendikacılık anlayışının boy verip büyümesine dayanak olmuştur.
1990-’91 ve ’92 yılları ise işçi-emekçi hareketinin, ’89 Bahar Eylemleri ile girilen süreci birçok açıdan daha da ilerleterek geliştiği yıllardır. Zonguldak’ta ’90’da başlayıp ’91 yılına kadar devam eden “Büyük Madenci Direnişi”, aynı yıllarda birçok işyerinde yaşanan ve on binlerce işçinin, emekçinin katılımıyla sokaklara taşan 1 Mayıs eylemleri, yine 1991 yılının ortalarında başlayan toplu sözleşme görüşmeleri sürecinde yaşanan eylemler, uzun yıllar sonra 1992 yılında yasal mitinglerle kutlanan 1 Mayıs ve aynı yıllar içerisinde yaşanan daha birçok irili ufaklı sendikal hak ve ekonomik talepli direnişler bu dönemde işçi-emekçi hareketinin mücadele birikimini artıran eylemlerdir.
Bütün bu direniş ve eylemlerin merkezinde ağırlıklı olarak TİS uyuşmazlıklarının protestosu, ücretlerin iyileştirilmesi ve işten atmaların durdurulması gibi ekonomik talepler vardır. Ancak eylemlerin yaygınlığı ve kitleselliği, ’89 Bahar Eylemleri ile temeli atılan mücadeleci sendikacılık anlayışının gelişip yaygınlaşması, yerel işçi platformlarının harcının atılması ve İstanbul İşçi Sendikaları Şubeler Platformu’nun oluşturulması, eylemlerin, direnişlerin sendikal bürokrasinin bütün oyalama ve engelleme tutumuna rağmen gerçekleşmesi gibi belli başlı hususlar, bu dönemde sınıf hareketinin mücadele ve örgüt birikimini devrimci temelde ilerletmiştir.
Bu yıllar aynı zamanda kamu emekçilerinin sendikal örgütlenme için seferber olduğu ve grevli-toplu sözleşmeli sendika hakkı başta olmak üzere çeşitli hak talepleri etrafında birleşerek mücadeleye atıldığı yıllar oldu. Kamu emekçilerinin bu mücadelesinin işçi sınıfının mücadelesiyle birleşmesine yönelik ilk adımların atılması ve ortak eylemlerin yapılması da bu yıllara rastlar.
Bütün bu ilerletici, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadele ve örgüt birikimini artırıcı gelişmeler hareketin birleşme ve siyasallaşma ihtiyacını da belirginleştirmiş, ancak bu noktadaki eksiklik ve zayıflıklar varlığını sürdürmüştür. İşçi-emekçi hareketi hükümeti protesto etmenin ötesinde bir siyasal çıkış ortaya koyamamıştır. Proleter sosyalist hareketin gücü ve olanakları doğrultusunda harekete müdahalesinin düzeyine göre zaman zaman işçi ve emekçiler arasında siyasal içerikte talepler ve sloganlar öne çıkmış; ancak istikrar, süreklilik sorunu devam etmiş ve hareketin ana karakteri değişmemiştir.
ÖZELLEŞTİRMEYE KARŞI MÜCADELE
İşçi emekçi hareketinin son on yıllık sürecini dönemlere ayıracak olursak, ’90’lı yılların ortalarına kadar yaşanan ve yukarıda ana hatlarıyla değindiğimiz süreci birinci dönem olarak ele alabiliriz. ’90’lı yılların ortalarından itibaren başlayan süreci ise ikinci dönemin başlangıcı olarak kabul edebiliriz.
Her iki yılda bir kamu işyerlerinde gündeme gelen ve zaman zaman özel sektörle de çakışan TİS süreçlerindeki eylem ve direnişler, taşeronlaştırmaya, işten atmalara ve sendikasızlaştırmaya karşı mücadele, bu dönemde özelleştirmeye karşı mücadeleyle yeni bir sürece de girmiştir.
1970’li yıllardan itibaren kapitalist dünyaya hâkim olan neoliberal politikaların ülkemizdeki hâkimiyetinin başlangıcını, 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle birlikte gündeme getirilen ve cuntadan alınan güçle uygulamaya konan 24 Ocak Kararları oluşturur. “Yeni Dünya Düzeni”ne uyum, buna uygun bir yeniden yapılandırmanın temelini oluşturan özelleştirmeler, 24 Ocak Kararları’nın da ruhunu oluşturmaktadır. Ancak ’89 yılına kadar özelleştirmeler daha çok planlar kapsamında gündemdedir ve ’90’lı yılların ilk yarısında tek tük işyerlerinde gündeme gelmiştir. Ancak 1994-95’li yıllardan itibaren özelleştirme, uluslararası tekeller ve işbirlikçilerinin işçi, emekçi yığınlara yönelik temel saldırısı olarak hız kazanmıştır.
Özelleştirme saldırısı başlangıçta ağırlıklı olarak taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma ve işten atılmaların hız kazanması olarak işçi-emekçilere yansımış ve karşı koyusun ana talepleri de bu temelde gündeme gelmiştir. Ancak giderek ülkenin bütün yeraltı ve yerüstü kaynaklarının yağması, kamusal alanın ve ulusal birikimin tasfiyesi, dışa bağımlılığın artması ve ülkenin dikensiz bir sömürge alanı haline getirilmesi yönü öne çıktıkça, işçi ve emekçilerin özelleştirmeye karşı direnişinin talepleri de nitelik olarak daha ileri bir noktaya çıkmıştır.
Özelleştirme saldırısının anlamına ilişkin, proleter sosyalist hareketin daha başından beri işçi ve emekçi yığınları aydınlatmaya yönelik yürüttüğü çalışmalar bu dönemde sonuçlarını pratik olarak göstermeye başlamış, işçi ve emekçilerin özelleştirme saldırısını kavrayış ve karşı koyuş düzeyi de buna paralel olarak ileri bir mevziiye yükselmiştir.
’90’lı yılların ortalarından günümüze kadar gelen ve bugün de devam eden özelleştirme saldırısının hedefine, madenler, enerji santralleri, SEKA gibi stratejik sektörler konulduğunda, özelleştirme saldırısına karşı bütün diğer taleplerin yanı sıra bağımsızlık talebiyle anti-emperyalist bir mücadeleye yönelişin pratik örnekleri de görülmeye başlanmıştır. Yatağan’daki enerji santrallerinin ve SEKA’nın özelleştirilmesine karşı, bütün yöre halkıyla birleşik mücadele veren işçiler, emekçi yurtseverliğinin ve bağımsızlığın bayrağını yükseltmişlerdir.
Bu dönemde kamu emekçilerinin mücadelesi, başlangıçtaki taleplerini de koruyarak, demokratik hak ve özgürlüklere ilişkin talepleri daha çok içermeye başlamış, işçi sınıfı ve kamu emekçilerinin birleşik mücadele zemini olgunlaşmış, ortak eylemler, iş bırakma eylemleri, işçi sınıfı ile birlikte karşılıklı birbirini güçlendirmiştir.
Burada üretici ve yoksul köylülüğün 1990’lı yılların sonlarından günümüze gelen süreçte, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesinden doğrudan etkilenerek, kendi talepleri etrafında mücadeleye ve örgütlenmeye yönelmesinin, emek cephesinin içinde yer alan güçlere bu kesimlerin de dâhil olması gerçeğinin altını çizmek gerekir.
Yukarıda işçi sınıfı ve emekçilerin ağırlıklı olarak özelleştirmeye karşı taleplerle mücadeleye yönelmesini uluslararası sermayeye ve işbirlikçilerine karşı yürütülen mücadelede ikinci bir dönem olarak ele alabileceğimizi söylemiştik. İşte bu dönemin karakterini de; yerel işçi-emekçi platformlarının daha da yaygınlaştığı, özelleştirmeye karşı işyeri komitelerinin, TİS komiteleri deneyiminin üzerine eklendiği, sendikal bürokrasiye rağmen mücadelenin inisiyatifinin tabana doğru yayıldığı, dahası, işçi-emekçi yığınların mücadele sloganları ve talepleri içerisinde siyasal nitelikteki slogan ve taleplerin ağırlığını hissettirdiği eylemler ve direnişler oluşturmuştur.
Bu dönemin başında proleter sosyalist hareket, işçi sınıfı ve emekçiler arasındaki gücü ve birikimi üzerinden ve yukarıda özetlediğimiz tablonun ortaya koyduğu olanaklarla da birleşerek, işçi sınıfının kitlesel politik örgütünün kuruluşunun ilk adımlarını da atmıştır. Emek Partisi (EP) girişiminin ilanı, EP’in kurulması ve günümüze gelen süreçte, işçi-emekçi hareketinin birleşme ve siyasallaşma ihtiyacı, her zamankinden daha fazla pratik bir ihtiyaç haline gelirken, emek hareketinin ileri kuşaklarının proleter sosyalist hareketin birikimiyle de birleşerek işçi sınıfının, emekçilerin kitlesel politik örgütünü inşa etmeleri, emek hareketinde ilerletici, hayati bir rol oynamıştır demek elbette ki abartı olmayacaktır. Bugün de Emeğin Partisi, emek hareketinin içerisinde bu rolünü sürdürmeye devam etmektedir.
Artık işçi sınıfı ve emekçiler, dünya ve ülkede yaşanan gelişmelere karşı daha duyarlı, sermayenin saldırılarına karşı daha etkili eylemlere yönelmiş ve bir anlamda emek ile sermaye arasındaki saflaşma daha da belirginleşmeye başlamıştır. İşçi sınıfı ve emekçilerin sermayeye karşı mücadelesinin, birleşik, istikrarlı ve siyasallaşmış bir hareket düzeyine yükselmesi ihtiyacı bu dönemde kendini daha fazla hissettirirken, bu ihtiyacın giderilememesinden kaynaklı eksiklik ve zayıflıkların aşılmasında yeni bir dönemin -üçüncü dönemin- başlangıcı da ’90’lı yılların sonlarında Emek Platformu’nun kurulması olmuştur.
EMEK PLATFORMU’NUN KURULUŞU
IMF ve Dünya Bankası, başta ABD tekelleri olmak üzere, uluslararası tekellerin çıkarları doğrultusunda, merkezinde neoliberal politikaların olduğu saldırılarla, bütün dünyayı sömürgecilerin dikensiz gül bahçesi haline getirmeye yönelik girişimlerini sürdürürken, ülkemizdeki işbirlikçileri de, “küreselleşme” adına emekçilerin bu saldırılara boyun eğmesi ve emekçi direnişinin kırılmasını merkezine alan girişimlerini artırmıştır.
Emekçi düşmanı politikaların daha rahat uygulanabilmesi için, sendikal bürokrasi aracılığıyla işçi-emekçi hareketinin denetim altına alınması doğrultusunda yeni adımlar atan işbirlikçi burjuvazi, ’90’lı yılların sonlarına doğru Ekonomik Sosyal Konsey (bu oluşumun yasal statüye kavuşturulması için geçtiğimiz günlerde somut adımlar da atıldı) ve “5’li Sivil inisiyatifin kurulmasını sağlamıştır. Ağırlıklı olarak hükümet temsilcileri ve patron örgütlerinin emek örgütlerini, sendikaları kuşattığı bu oluşumlarla yoluna devam edip, işçi sınıfı ve emekçilerin öfkesini bu oluşumlar aracılığıyla bertaraf etmeyi düşünen egemen sınıflar, bu süreç içerisinde hiç istemedikleri bir karşı oluşumla yüz yüze gelmek zorunda kalmıştır.
Bu dönemde işçi hareketi ve sendikal hareket, tarihinin en kitlesel eylemlerini, tahkim, “mezarda emeklilik” ve sosyal güvenliğin tasfiyesi girişimlerine karşı yaşadı. Yüz binlerce işçi, “sağcı işçi-solcu işçi” türünden yapay ayırımları bir tarafa koyarak somut talepler üzerinde birleşti. Siyasi partilere protesto mahiyetinde bırakılan çelenkleri, bizzat o partiye seçimlerde oy veren işçiler taşıdılar. Bu durum, işçilerin düzen partileriyle olan “bağ”ını zayıflatırken, işçilerin kendilerini bir sınıf olarak algılama süreçlerini de olumlu yönde etkiledi. Tabanda gelişen bu birlik, “yukarıları” da etkiledi.
18 Nisan 1999 seçimleri öncesinde büyük oranda sermaye cephesi tarafından yedeklenen emek örgütleri, ESK ve “5’li inisiyatif” içerisinde yer alırken, “mezarda emeklilik” ve sosyal güvenliğin tasfiyesine karşı mücadele sürecinde, emek hareketi açısından bir ilki gerçekleştirmek durumunda kaldılar. Türkiye’de emek ve demokrasi güçlerinin mücadele tarihinde ilk kez, içinde bütün işçi ve kamu emekçileri sendikaları konfederasyonları ile çeşitli meslek örgütlerinin yer aldığı 15 kurum bir araya gelerek Emek Platformu’nu (EP) oluşturdular.
İşçi sınıfı ve emekçilerin sermayenin emekçilere yönelik saldırıları karşısında büyüyen öfkesi ve saldırıların birleşik mücadele ile püskürtülebileceğine ilişkin bilincindeki ilerleme, sendikal bürokrasiyi de önüne katarak “Emek Platformu”nun oluşmasını sağlamıştır. Sosyal güvenliğin tasfiyesi, “mezarda emekliliğin” yasalaşması, “uluslararası tekellerin orman kanunu” olan Tahkim Yasası’nın Mecliste kabul edilmesi ve Anayasa değişikliği yapılması sürecinde kurulan Emek Platformu; ülkemiz işçi, emekçi hareketinin birleşik mücadele ihtiyacının bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
Ne egemen sınıfların ne de onların işçi sınıfı içerisindeki “dalgakıranları” rolünü üstlenen sendika bürokratlarının, bir gece rüyalarında birbirlerini görüp, “hadi böyle bir şey yapalım, memleket ve emekçiler açısından iyi olur” deyip, sabah kalktıklarında kurma kararı verdikleri bir oluşum değildir Emek Platformu. (Bunu özellikle vurgulama ihtiyacı duyuyoruz. Çünkü bazı çevreler, EP’e ilişkin değerlendirmelerini, emekçilerin mücadelesinin, emek-sermaye arasındaki çatışmanın geçmişi ve bugünü arasındaki bağın ne olduğunu anlamadan olur olmaz sonuçlar üzerinden yapabilmektedirler. Bu konuya daha sonra da değineceğiz.)
Aksine EP’in kuruluşundan bu yana geçen süre içerisinde yaşanan pratik, bir zamanlar İngiliz lortlarının Osmanlı’nın işbirlikçi yöneticilerine öfkeli bir ruh haliyle söylediği, “Siz içerden biz dışardan yıllardır uğraşıyoruz, ancak bir türlü yıkamadık bu devleti” sözlerinde olduğu gibi, “Sendika bürokratları ve onların değirmenine su taşıyanlar içerden, işbirlikçi burjuvazi ve onun hükümetleri dışardan uğraşıp duruyorlar. Ancak bir türlü yıkamadılar EP’i” benzetmesini hak edecek bir pratik süreç olmuştur.
Dolayısıyla, kurulmasından bugüne kadar gelen süreç içerisinde EP’in, işçilerin, emekçilerin ve ülkenin bugünkü ve gelecekteki çıkarlarına ilişkin olumlu bir rol oynamasında belirleyici olan, onu kurduran itici güç; işçi, emekçi sınıfların ve mücadeleci sendikacıların tutumu olmuştur. Bundan sonra da EP’in sermaye cephesine karşı, emek cephesinin mücadelesinde oynayacağı rolde, dolayısıyla sendikal bürokrasinin uğursuz, sınıf düşmanı manevralarının egemenliğinden kurtulup kurtulmamasında belirleyici olacak etken, onu kurduran gücün tutumu olacaktır.
EMEK PROGRAMININ İLANI
Emek ve sermaye arasındaki saflaşmada, işçi ve emekçi sınıfların mücadele ve örgüt düzeyi açısından yeni bir dönüm noktası ise, EP’in bir grup akademisyen-bilim insanı ile birlikte IMF ve Dünya Bankası’nın programlarına karşı alternatif olarak hazırlayıp ilan ettiği Emek Programı ile girilen ve üzerinden yaklaşık bir ay geçen süreçtir. Emek Programı’nın ilanı, emek ile sermaye arasındaki çelişki ve çatışmalar temelinde süren, tekeller ve işbirlikçi burjuvazi ile işçi sınıfı ve emekçiler arasındaki mücadelede dördüncü dönem olarak nitelendirebileceğimiz; içinde bulunduğumuz dönemdir.
2000 yılının başında IMF, hükümet ve işbirlikçi büyük patronlar işçi ve emekçilerin karşısına yeni bir saldırı programı ile çıktılar. Geçmiş örneklerinde olduğu gibi bu program da, “enflasyonu düşürecek, adil ve hakça bir döneme geçişi sağlayacak, ülkeyi düzlüğe çıkaracak bir program” olarak allanıp pullanıp propaganda edildi. Bir süredir başta özelleştirmeler olmak üzere, banka, faiz, kredi, borsa ve döviz vurgunculuğu üzerinden sürdürülen rant yağmasının, hortumculuğun ulaştığı boyutu sergileyen yolsuzluk skandalları birbiri ardına patlıyordu ve 19. IMF Programı da bu koşullarda gündeme getirilmişti.
Ancak “yalancının mumu yatsıya kadar yanar” sözünde olduğu gibi, daha bir yılını doldurmadan, IMF, hükümet ve işbirlikçi büyük patronların programı Kasım Krizi ile iflas etti. Şubat ayı içerisinde ise, bu kez daha güçlü bir sarsıntıyla program ülke ekonomisinin üzerine çöktü. Faiz ve döviz kurları serbest bırakıldı ve yıllardır ülkeyi bir sülük gibi emen yabancı sermaye ve işbirlikçi burjuva rantiye takımı yeni vurgunlarla kasalarını doldururken, yaşanan devalüasyonla ülke bir gecede % 40, bir ayda % 100 yoksullaştı.
IMF, hükümet ve işbirlikçi büyük patronların programı ilan etmesinin ardından Emeğin Partisi (EMEP), işçi-emekçi yığınların bu “yeni sömürü ve yağma programı”na karşı mücadele içerisine girmesi amacıyla bir kampanya başlattı. Başta TELEKOM ve TEKEL’in özelleştirilmesi olmak üzere, ülkenin bütün yeraltı ve yerüstü zenginliklerini yağmalamayı dizginsizce sürdürmek için adımlar atan emperyalistler ve işbirlikçilerine karşı mücadelenin yükseltilmesi şiarıyla başlayan çalışmalar, IMF, hükümet ve işbirlikçi büyük patronların programının iflasıyla çakışarak ülkenin gündemine oturdu.
Uzun yıllardır burjuva düzen partileri, kendi programlarındaki çeşitli nüansları bir yana bırakarak, yabancı sermaye ve işbirlikçilerinin çıkarları doğrultusunda IMF programları etrafında toplanarak hükümete gelip bu programları uyguluyorlardı. Çeşitli isimler altında kurulan düzen partileri vardı ancak programları tekti. EMEP, bu gerçeğe de dikkat çekerek, işçilerin, kamu emekçilerinin, köylülerin, işsizlerin ve gençlerin uzun yıllardır sermayenin saldırılarına karşı mücadele içerisinde öne çıkan taleplerinden oluşan bir mücadele programı hazırlayarak, emek ve demokrasiden yana olan veya olduğunu söyleyen herkese, ayrılıkları bir yana bırakıp bu program etrafında birleşme ve IMF, hükümet ve işbirlikçi büyük patronların saldırılarına karşı mücadele etme çağrısı yaptı. Sınıf bilinçli, mücadeleci, partili-partisiz işçiler ve sendikacılar da bu çağrı doğrultusunda bir araya gelerek, EP’in harekete geçmesi ve IMF, hükümet ve işbirlikçi büyük patronların saldırılarına karşı mücadele kararları alması için tabandan bir tepkinin-baskının örgütlenmesine yöneldi.
Bu koşullarda toplanan EP, EP içerisinde yer alan mücadeleci kesimlerin de çabalarıyla bir dizi eylem kararları alarak kamuoyuna ilan etti. Bir yandan eylemler başlarken, diğer yandan krizin yarattığı yıkıma karşı başta işçi sınıfı ve emekçiler olmak üzere, toplumun bütün ezilen kesimlerinde biriken öfkenin sokağa taştığı günler yaşanıyordu. Yıllardır sermaye iktidarlarının kendilerine dayanak yaptığı esnaf ve küçük işletme sahipleri de, mülksüzleşmenin ve yoksullaşmanın yarattığı tepkiyle sokaklarda kendiliğinden gösteriler yapmaya başladı. Aynı günlerde, Ankara’da bir grup iktisatçı-akademisyenden oluşan bilim insanları yayınladıkları bildirgeyle neoliberal politikaları eleştirdiler ve bu politikaların alternatifsiz olmadığını ortaya koydular. Artık IMF, DB, hükümet ve işbirlikçi büyük patronların neoliberal politikalar doğrultusunda sürdürdüğü emek ve ülke düşmanı uygulamaların alternatifsiz olmadığı tartışılıyor ve EMEP’in de girişimleriyle EP ve bildirgenin sahibi bilim insanları ortak bir sempozyum düzenleme kararı alıyordu.
Mart ayının sonunda toplanan sempozyumda, Nisan ayının ilk günlerinde kamuoyuna ilan edilen Emek Programı’nın çerçevesi çizildi ve içeriği belirlendi. Emek Programı’nın ilanı; emek ve sermayenin çıkarları arasındaki çelişki ve çatışmaların yön verdiği emek cephesi ve sermaye cephesi arasındaki mücadelenin, “iki cephe, iki program” düzeyinde ifade edilmesinin de ilanı anlamına geliyordu.
EMEK PROGRAMI’NIN NİTELİĞİ
Olağan koşullarda belki de daha uzun bir süreci alacak olan olaylar ve olgular bu süreçte kısa aralıklarla ve hızlı bir tempoyla yaşandı. Yazımızın başından beri işçi, emekçi hareketinin yakın tarihiyle birlikte ele aldığımız emek mücadelesinde belli başlı dönemlerin dördüncüsüne de Emek Programı’nın ilanı ile bir anlamda start verilmiş oldu.
Emek Programı, işçi, emekçi hareketinin yukarıda ele aldığımız yakın tarihi içerisinde birleşik, istikrarlı ve siyasal nitelikte bir hareket olmaya doğru attığı en önemli adımdır. (Bu adımın yeni adımlarla birleşmesi ve bu temelde hareketin istikrarlı ilerlemesinin sigortasının sınıfın partisi olduğuna ilerleyen bölümlerde değineceğiz.) işçi, emekçi hareketinin, ekonomik taleplerle sınırlı, zaman zaman politik talep ve sloganların öne çıkmasının ötesine geçilemeyen, belirli aralıklarla alçalıp yükselen ve dalgalı bir ilerleme seyri gösteren, genel karakterini lokalliğin ve siyasallaşamamanın belirlediği dönemlerin ardından, böyle bir programla IMF, hükümet ve işbirlikçi büyük patronların karşısına çıkması; birleşik, istikrarlı ve siyasal bir hareket olarak sürekli kendisini yeniden, daha ileri noktalarda üretmeye doğru ilk ciddi pratik hamlenin yapılması anlamına gelmektedir.
İşçi-emekçi hareketi, EP gibi bir oluşumun ardından Emek Programı gibi tarihi öneme sahip bir mücadele programına sahip olarak; bugüne kadar dönem dönem aciliyeti artan belli başlı taleplerini, güncel taleplerle de birleştirerek, dahası, işçi sınıfının taleplerini merkezine alan ve kamu emekçileri, köylüler, işsizler ve hatta esnafları da bu program etrafında birleştirmeye yönelerek sermaye cephesine karşı geçmişteki mevzisinden daha ileri bir mevzi tutmuştur. Bu anlamda da Emek Programı, emek ile sermaye arasındaki çıkar çelişkilerinin yön verdiği sermaye cephesi ile emek cephesi arasındaki mücadelenin bugünkü çatışma düzeyini ortaya koymaktadır. Bu Program, işçi sınıfı ve emekçilerin sermaye cephesine karşı yürüttükleri mücadelede mevcut koşullardaki bilinç ve örgütlenme düzeyinin güncel ifadesidir. IMF, DB, hükümet ve işbirlikçi büyük patronların emek düşmanı saldırılarına karşı yürütülecek mücadelenin taktik platformunu temel talepler etrafında formüle etmiş bir programdır Emek Programı.
Hem genel olarak, hem de tek tek maddeleriyle ele alındığında görülmektedir ki, program; uluslararası tekellerin ve işbirlikçilerinin çıkarları doğrultusunda uygulanan dizginsiz sömürücü ve sömürgeci neoliberal politikaların önüne set çekilmesi, buna karşı emekçilerin ve ülkenin çıkarlarını merkezine alan bir dizi alternatif politikanın uygulanmasını istemektedir.
Program, emekçilerin yaşamlarının iyileştirilmesi, ülke zenginliklerinin yabancı sermaye ve işbirlikçileri tarafından yağmalanmasının engellenmesi, ulusal gelirin bölüşümünde adaletin ve refahın adil paylaşımının sağlanması, sermayeye karşı emeğin çıkarlarının korunması ve demokratik, sendikal örgütlenmenin ilerlemesini sağlayacak düzenlemelerin yapılması gibi, emek ve sermaye arasındaki mücadelede küçümsenemeyecek önemde talepleri içermektedir. Dolayısıyla programa niteliğini veren talep ve öneriler, uluslararası sermayenin ve işbirlikçilerinin bugünkü çıkarları ve uygulamalarıyla çelişmekte ve hatta birçoğu kabul edilemez bir nitelik taşımaktadır.
EMEP, EMEK PROGRAMINI NEDEN SAHİPLENMEKTEDİR?
Emek Programı yukarıda ortaya konan özellikleriyle öne çıkmakta ve işçi sınıfının bağımsız politik örgütü olan EMEP tarafından da sahiplenilmektedir. EMEP’in işçi sınıfının bağımsız politik partisi olarak Emek Programı’nın çok daha ilerisinde bir programa (asgari program ve azami program) sahip olduğu bilinen bir gerçektir. Elbette ki Emek Programı, EMEP’in bu programının yerine geçirilemez.
Bu gerçekten hareketle EMEP, işçi sınıfının bağımsız politik örgütü olarak, emekçilerin sermayeye karşı kurtuluş mücadelesinin, sınıftan öğrenme ve sınıfa öğretmenin sürekli ve ileriye doğru gelişen diyalektik bir özelliğe sahip olduğunun da bilincindedir. Dolayısıyla Emek Programı’nın, işçi sınıfı ve emekçileri sermaye düzeninden kurtuluşa götürecek parti programının stratejik ve taktik hedefleriyle çelişmediğini düşünmektedir. Emek Programı’nın, emek hareketini, istikrarlı ve birleşik, bağımsız bir politik hareket düzeyine yükseltmede önemli ve devrimci bir işleve sahip olduğu gerçeğinden hareket ederek, işçi sınıfı ve emekçilerin Emek Programı’nın uygulanması için mücadeleyi yükseltmesi perspektifiyle çalışma yürütmektedir.
“Taktik, stratejinin direktifleri ve devrimci hareketin hem kendi ülkesindeki hem de komşu ülkelerdeki deneyleri tarafından yönlendirilir; hem proletaryanın ve müttefiklerinin güçlerinin durumunu (yüksek ya da düşük kültür düzeyi, yüksek ya da düşük bilinç derecesi, çeşitli geleneklerin varlığı, hareketin, örgütlenmenin çeşitli biçimlerinin varlığı, temel ve yardımcı biçimler) hem de düşman kampındaki güçler durumunu her an göz önünde bulundurur ve düşman kampındaki her uyumsuzluktan ve her karışıklıktan yararlanır. Taktik, (stratejik planda ortaya konan güçlerin mevzilenmesini gerçekleştirmek amacıyla) geniş kitleleri devrimci proletaryanın safına kazanmak ve onları toplumsal cephede mücadele mevzilerine çekmek için stratejinin başarılarını en güvenli bir biçimde hazırlamada izlenmesi gereken somut yolları gösterir. Buna uygun olarak partinin sloganları ve direktifleri bunlar tarafından belirlenir ya da değiştirilir.”
(…)
“Taktiğin görevi, kitleyi mücadeleye sokmak, sloganları ortaya atmak, kitleleri yeni durumlara hazırlamaktır. Ancak bunlar öylesine yapılmalıdır ki, mücadelenin tümünün toplamı ile savaş kazanılabilsin, yani stratejik bir başarı elde edilebilsin.” (Stalin)
EMEP’in gerek üzerinde yükseldiği geçmiş mücadele ve örgüt birikimi, gerekse bugünkü mücadele taktikleri ele alındığında, yukarıdaki alıntıda ortaya konan perspektifin zengin pratik örnekleri de görülüp kavranacaktır. EMEP’in kurulduğu süreçten bu yana EP’in ve ilan edildiğinden bu yana geçen bir aylık süreç içerisinde de Emek Programı’nın ele alınıp sahiplenilmesi, bu zenginliğin sadece güncel son iki örneğidir.
Çünkü Emek Programı, olmuş bitmiş süreçlerin, tamamlanmış ve nihayete erdirilmiş bir mücadelenin noktası konulmuş bir yazılı metni değildir. Emek hareketinin dünü üzerinden böyle bir değerlendirme yapılabilir, ancak geleceği açısından o, ancak bir ilk adımdır. Dahası, mücadele içerisinde ileri düzeylerde yeniden ve yeniden üretilip niteliğini yükselterek zenginleşmeye açık bir metin olduğu da, ilan edilişinin ardından geçen kısa süre içerisinde gerçekleşen işçi, emekçi eylemleri ile görülmüştür. Emekçiler, Emek Programı’nın ilan edilmesinin hemen ardından gerçekleştirdikleri eylemlerde, taleplerini ve sloganlarını programın dile getirdiğinden daha ileri düzeyde ifade etmiş ve alanlarda haykırmıştır. Bu yeni başlayan süreç devam etmektedir.
EMEK PROGRAMI’NA KARŞI TUTUMLAR VE BELLİ BAŞLI SAPTAMALAR
Emek Programı’nın ilan edilmesinin ardından, programın günlük mücadele içerisinde politik ve örgütsel açıdan ele alınışında, kavranışında çeşitli eksiklikler ve zayıflıklar da gündeme gelmiştir. Günlük işçi basınında çıkan makalelerde bu eksikliklere yeni gelişmeler ışığında değinilmiştir. Elbette ki mücadelenin canlı gelişimi içerisinde de değinilmeye devam edecektir.
EMEP’in Emek Programı’nı ele alışına ilişkin yukarıda özetlenen yaklaşımı, program karşısındaki kaba, reçeteci, donuk, sınırlayıcı değerlendirmelerin yerine konulması gereken anlayışı da ortaya koymaktadır. Sınıf partisi saflarında bu konuda yaşanan eksiklikler, yukarıda ortaya konan perspektifle ve günlük işçi basınında çıkan değerlendirmeler ışığında, günlük örgüt çalışması kapsamında gerçekleştirilen örgüt içi organ toplantılarında ve partili, partisiz işçi ve emekçilerin katıldığı kitlesel toplantılarda tartışılarak, birer eğitim konusu yapılarak aşılmaktadır.
Emek Programı’na karşı çoğunlukla utangaçça, zaman zaman açıktan gündeme getirilen ve sınıflar mücadelesinin bu günkü durumunu kavramayan sınıf dışı, “solcu”, küçük burjuva tutumlarla ise cepheden mücadele edilmesi bir zorunluluk durumundadır. Özellikle ÖDP ve HADEP çevreleri ve kendisine ilerici, devrimci, “solcu” diyen diğer çevreler tarafından, başta sendikal alanda olmak üzere sürdürülen, sözüm ona programın eksikliklerini tartışan, gerçekte ise, programın reddedilmesi ve işçilerin, emekçilerin program etrafında birleşerek mücadele etmesini zayıflatıcı sonuçlar doğuran, hatta olanaksızlaştırmaya yönelik tutumlar, bu türden tutumlar olarak ortaya çıkmaktadır.
Bu partilerin ve çevrelerin, çeşitli işkollarına bağlı işyeri ve fabrikalarda örgütlü olan sendikalar içerisinde, çeşitli düzeylerde görev yapan temsilcileri, üyeleri ya da taraftarları; Emek Programı’nın işçi-emekçi yığınlar arasında tartışılıp bilince çıkarılması, hem emekçi yığınların aydınlatılması, hem de programın daha ileri ve güçlü bir düzeyde yenilenmesini sağlayacak pratik adımların atılması konusunda üzerilerine düşeni yapmaktan kaçmakta, yapmaya çalışanların da ayaklarına dolanmaktadırlar. Buna gerekçe olarak, kâh programın eksiklikleri, kâh sendika bürokrasisinin bu programın arkasında durmayacağı gibi nedenleri sıralamaktadırlar. İşçi-emekçilerin mücadele ve örgütlenmesinin ülkemizdeki yakın tarihi ve bugünkü durumu açısından “Allah Allah, gerçekten mi! Nereden bildiniz!” dedirtecek bu tür gerekçelerin, samimi, mücadeleyi ilerletici olmaktan çok, baltalayıcı ve zayıflatıcı olduğu açıktır.
Programın eksiklikleri karşısında olumlu ve olumsuzu temsil eden şu iki örnek sorunun daha iyi görülmesi açısından çarpıcı olacaktır.
Birincisi ve ilerletici, olumlu olanı şudur: Program ilan edildikten sonra, Kürt illerinde programın yığınlara ulaşması ve Kürt işçi emekçiler arasında programın sahiplenilmesi için belirli somut adımlar atan mücadeleci sendikacılar, Emek Platformu’nun merkez yönetimine, programa ilişkin düşüncelerini içeren bir açıklama yaparak çağrıda bulundular. Dediler ki; “Bugün liberalinden muhafazakârına kadar birçok kesimin, Avrupa Birliği’nin ve ABD’nin, gericiliğin çeşitli görüşleri vardır ve bunlar kamuoyunda tartışılmaktadır. Emekçilerin de Kürt sorunu konusunda neden bir tutumu olmasın.”
İkincisi ve olumsuz olanı ise, Diyarbakır Demokrasi Platformu’nun (DDP) sözcüsü Ali Öncü’nün açıklamasıdır. Ali Öncü DDP adına yaptığı açıklamada, Emek Platformu ile aynı şeyleri savunmak zorunda olmadıklarını vurgulayarak, “DDP’nin kendi bakış açısı var. Kürt sorunu görmezden gelinerek sorunlar çözülemez. Sosyal barış olmadan ekonomi düzelmez. Bizim hazırladığımız program diğer kesimlerin taleplerini de kapsıyor.” … “Taleplerimiz kiminle çakışıyorsa onunla yan yana yürürüz. TÜSİAD’ın ortaya attığı taleplerle bazı taleplerimiz çakışıyor. Tabii bazı bölümleri. Bu açıdan onlarla birlikte yürüyebiliriz.” Sayın Öncü, Emek Programı’nda, Türk ve Kürt emekçilerinin ortak mücadele edebileceği talepler bulamıyor ancak, TÜSİAD’ın programında asgari müşterekler bulup ortak yürüyüş kararı verebiliyor!
İşte Emek Programı karşısında, birisi Türk-Kürt bütün işçi ve emekçilerin, yoksulların Emek Programı etrafında birleşerek ileriye, kurtuluşa doğru ortak mücadele etmesini isteyen, diğeri ise, nasıl istiyorsanız öyle sıfatlandırabileceğiniz iki tutum!
Programın eksiklikleri ve sendikal bürokrasinin programın arkasında durmayacağı şeklindeki yaklaşımlara gelince, yukarıda ortaya konmuş bazı gerçekleri belirli yönleriyle bir kez daha maddeler halinde hatırlatmakta fayda var.
1- Emekçilerin yaşamlarının iyileştirilmesini ve daha mutlu ve refah içerisinde yaşamak istemeleri ve buna karşı olan ekonomik-sosyal politikalara öfke duymaları; eğer bu yoksa bir anlamda hayat yok, durmuş demektir.
2- İrili ufaklı her tür değişim ve nihai olarak büyük sosyal değişim, emekçilerin bu istek ve öfkelerinin büyümesi, yaygınlaşması ve bağımsız, politik sınıf tutumu olarak ilerleyip, örgütlenmesi ile mümkündür.
3- Emek Programı, işçi sınıfı ve emekçilerin bu istek ve öfkesinin yarattığı baskılanmanın bir ürünüdür, işçi, emekçi yığınların mücadelesi geliştiği ölçüde bu program kapitalist sömürüden, emperyalist sömürgecilikten kurtuluş programıyla birleşecektir.
4- Sendikal bürokrasinin bilinen rolünü oynamasında şaşılacak bir durum yoktur. Asıl şaşırılması gereken, ilerici, solcu, sosyalist, devrimci iddiasında olup da, çeşitli düzeylerde sendikal kademelerde görev, sorumluluk almış kişilerin üzerine düşeni yapmamalarına gerekçe olarak sendikal bürokrasinin oynayacağı/oynadığı işçi, emekçi karşıtı rolü göstermeleridir.
5- Mesele, işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluşunun gerçekleşmesi için Emek Programı’nın yeterli olup olmadığını sosyalistlerin, sınıf bilinçli işçilerin ve kendisini şu veya bu olarak nitelendirenlerin bilmesi ve tartışması değildir. Mesele, işçi ve emekçi yığınların bu gerçeği mücadele içerisinde yaşarak görmeleri, bilinç ve örgütlülüklerini daha da ileri düzeye çıkarmaya yönelmeleridir. Bu da Emek Programı üzerine yerli-yersiz, geleneksel bir program tartışması yapmakla değil, mücadelenin güncel görev ve sorumluluklarını yerine getirmek için işe dört elle sarılmak ve mücadeleye boylu boyunca dalmakla olur.
6- Emek Programı etrafında birleşerek, mücadele etmeyen bir sınıfın, daha ileri talepler ve programlar etrafında birleşip mücadele etmesini beklemek, işçi-emekçi hareketi içerisinde beklenticiliği, belirsizliği yaymaya çalışanların “ekmeğine yağ sürmek”ten başka bir işe yaramaz. Böyle bir beklenti eğer bilgisizlikten ve öğrenme isteğinden kaynaklanmıyorsa, sınıfa yabancılık, sınıf dışılık demektir. Bırakalım işçi sınıfının iki asıra yaklaşan mücadele ve örgütlenme tarihinden öğrenmeyi, ülkemiz emek hareketinin son on yıllık yakın tarihinden bile öğrenmemek ve anlamamakta ayak diremek anlamına gelir.
7- İşçilerin-emekçilerin mücadele içerisinde öğreneceğine, öğrendikçe daha ileri şeyler isteyip onlar uğruna mücadele edip, ülkeyi ve dünyayı değiştirebileceğine inanmayanlar açısından zorlu ve sıkıntılı bir sürece giriyoruz. İşçi ve emekçilere inananların zorlukları ve sıkıntıları ise değişimin, ilerlemenin zorlukları ve sıkıntılarıdır. Birinciler eskiyeni, ikinciler ise yeniyi temsil etmektedir.
İŞYERİ ÖRGÜTLENMELERİ VE SINIF PARTİSİNİN ROLÜ
İşçi sınıfı ve emekçilerin Emek Programı’nın uygulanması için mücadeleye daha yaygın ve kitlesel olarak atılmaları, bilinç ve örgütlülük düzeylerini ilerletmeleri, bu doğrultuda başarılı olunması; işyeri ve fabrika örgütlenmelerinin yaygınlığı ve güçlülüğüne bağlıdır. Bu gerçek hem emperyalistler ve işbirlikçilerinin saldırılarını, sömürücü ve sömürgeci programlarını püskürtmek açısından hem de sendikal bürokrasinin alt edilmesi, manevralarının boşa çıkarılması açısından hayati önemdedir.
Emek Platformu işyeri komiteleri, mücadele komiteleri vb. örgütlenmeler, inisiyatifi mücadeleci işçilerin ele alması, karar ve eylem gücünün, sendikal bürokrasinin ve onun değirmenine su taşıyanların zayıflatıcı etkisinden kurtulup, bu kesimlerin işçi ve emekçilerin geniş kitlesi içerisinde teşhir olması, işçi ve emekçilerin mücadelesinin birleşik, istikrarlı ve siyasal bir mücadeleye doğru ilerlemesi açısından bu örgütlenmeler önemli işlevlere sahiptir. Bu konuya parti basınımızda da çeşitli vesilelerle değinilmiştir.
Ancak asıl unutulmaması gereken ve bağımsız, birleşik, istikrarlı, politik bir işçi, emekçi hareketinin sigortası olan örgütlenme, sınıfın politik partisinin işyeri ve fabrikalardaki birim örgütlenmesidir.
Yazının buraya kadarki bölümlerinde üzerinde durulan işçi-emekçi hareketi içerisinde ortaya çıkan yeni olanakların değerlendirilmesi, Emek Programı’nın ilan edilmesiyle birlikte hareketin yöneldiği siyasallaşma ihtiyacının giderilmesi, mücadele ve örgütlenmenin önündeki engellerin aşılıp, emekçiler içerisinde ülkenin kaderine el koyma bilincinin gelişmesi, kısacası, uluslararası sermaye ve işbirlikçilerine karşı emek cephesinin mücadelesinin kaderi, sınıf partisinin, fabrika ve işyerindeki örgütlenme düzeyine doğrudan bağlıdır. Bugün emek hareketinin sınıf partisini dışta tutarak ilerleme, siyasallaşma sorununu giderme olanağı yoktur.
Birçok işyeri temsilcisi, doğal işçi önderi ve hatta parti üye ve taraftarlarımızın önemli bir kesimi, hâlâ mücadelenin öznesinin kendisi olduğu gerçeğini bilerek hareket etmekten uzaktır. Oysa kendi dışındaki gelişmelerden daha çok, kendi tutumlarının belirleyici olacağı bir dönemden geçtiğimizi gösteren örneklere pratik çalışma içerisinde her geçen gün daha fazla tanık oluyoruz.
EP’in kararlarını işyerlerine, fabrikalara ve bütün diğer çalışma alanlarına taşımak, her emekçinin Emek Programı etrafında örgütlenip mücadeleye atılmasının zorunluluğunu bıkmadan usanmadan anlatmak, bulunduğu alanda “Emek Platformu benim platformum” anlayışıyla hareket ederek, bu anlayışı bütün ileri işçilere, emekçilere doğal halk önderlerine hâkim kılmak için çaba sarf etmek ve mücadelenin geleceğini bütün bu çabaların toplamının belirleyeceğini unutmamak gerekir.
Bu açıdan, sınıf partisinin bütün örgütlerinin işyeri ve fabrika örgütlenmelerini güçlendirmesi, hareketin öne çıkardığı doğal işçi önderlerini hızla ve açık çağrılarla partiye kazanması, bu konuda yaşanan olumsuzluklardan yılmayarak, çalışmasını sürekli yenileyerek sürdürmesi, titizliği ve dikkati elden bırakmaması ve rutine kapılıp gitmeye izin vermemesi ve örgütlülüğünü kurumsallaştırması bir zorunluluktur.
Elbette bugün işyeri ve fabrika örgütlenmelerinin eksiklikleri ve zorluklan söz konusudur. Ancak bu eksiklikleri ve zorlukları aşmanın yolu, ısrarcı, inatçı, kararlı ve militan bir partili tutumunu bütün partiye hâkim kılmaktan geçmektedir.
Koşulların bizlere dünden daha fazla olanak sunduğu, parti örgütlerimiz bu olanakları doğru değerlendirdikçe işçi, emekçi hareketinin yönünü tayin etmede daha etkin bir konuma geleceğimiz; bunun iç içe geçmiş bir süreç olduğu, bunun içinde her türden kendiliğindene yaklaşıma karşı eğitici, öğretici bir mücadele vermek gerektiği açıktır.
Parti örgütlerimiz, önlerine çıkan-çıkarılan her tür engelin üzerine cesaretle ve sınıfa, kendine güvenle gitmeyi; emekçilerin ve sendikaların içerisine yerleşmiş ve hareketin gelişmesini engelleyen bürokrasinin temsilcisi olan kesimleri işçilerin gözünde açıktan teşhir etmeyi çalışmasının küçümsenmeyecek yönlerinden biri olarak ele almalı ve gereğini yapmalıdır.
Mayıs 2001