Küreselleşme ve üçüncü dünyacılık tartışmaları

Osmanlı’dan bu yana çağdaşlık, gelişmişlik ve modernizm kavramı, Batılılaşma ile neredeyse eş anlamlı olarak ele alınmıştır. Hiç şüphesiz bu tartışmada Batılılaşma, Batılı hükümran devletlerle kayıtsız şartsız ve ne pahasına olursa olsun sınırsız bir işbirliği, daha doğrusu memleketin kapılarını Batının hükümran devletlerine, emperyalist, soyguncu takımına sonuna kadar açma biçiminde sunulmuştur. Öyle bir hale gelmiştir ki, eğer uygarlığı, modernizmi, dünyanın dayattığı çağdaş gelişmeleri savunuyorsan, aynı zamanda Batıyı savunmak zorundasındır. Eğer Batılı devletlere karşı biraz tereddütlü yaklaşıyorsan, önerdiklerini veya dayattıklarını gözü kapalı biçimde savunmuyor, hadi tamamına değil de, bir takım ayrıntılara bile çekince koyuyorsan, bu durumda sen, uygarlığa, Batının çağdaş, modern yaşamına karşı geriyi savunuyorsun demektir. Bu durumda da, ister istemez çağdaşlığa, modernizme karşısındır demektir. Böylece özgürlükçü bağımsız olabilme fikri ilk baştan ret edilmiş, bağımlılık tanrı buyruğu gibi kabul edilmiş olmaktadır.
Ve elbette böyle bir bakış açısı ile meseleler ele alındığında, yani modernizm ve uygarlık Batıcılık olarak değerlendirildiğinde, çağdaşlık, modernizm ve uygarlığın Batıdan ayrı, ondan bağımsız kavramlar olamayacağı sonucu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır!
Burjuva ideologlarına göre Batıcılık, ya da Batılılaşma, Batının ortaya sunduğu, dayattığı kavram ve uygulamaları bir bütün olarak kabullenmekle, gelişmenin ve çağdaşlığın ancak ve ancak ona tümüyle biat ederek olabileceğini peşin olarak kabul etmekle olur. Bu, ekonomik kararlardan, siyasi köleliğe kadar sınırsız bir alanı kapsamaktadır. Eğer gelişmek ve çağdaşlaşmak istiyor, modern dünyadaki yerini almak istiyorsan, Batının bütün yaptırımlarına koşulsuz şartsız ‘evet’ demen, önüne konan her şeye gözü kapalı imzanı atman gerekmektedir. Yok, bazı şeylere karşı tereddüt gösteriyorsan, sen o zaman hâlâ Doğunun geri yapılanmasını aşamamışındır demektir ki, senin yerin uygarlık dışıdır! Üçüncü dünyadır. -Ki önceleri yine bir burjuva kavram olarak piyasaya sunulan geri ülkelerin birleşerek iki büyük emperyaliste kafa tutabileceği tezi, şimdi geri, uygarlık ve çağdışı ülkeler anlamında kullanılmaktadır.-
Peki Batı nedir? Dün Fransa, İngiltere, Almanya, bugün bunlarla birlikte ABD’dir.
Sözünü ettikleri modernizmin, uygarlığın, çağdaşlığın, gelişmişliğin karşılığı nedir? Dün kapitülasyonlar, bugün küreselleşmedir!
Eğer günümüzde küreselleşmeye karşı çıkıyorsan, dünyadaki gelişmelerden zerre kadar bir şey anlamamış, çağın gereklerine gözlerini kapamış, yıllar öncesinde kalmış bir zavallısın demektir! Çünkü küreselleşme kapitalizmin insanlığa sunduğu büyük bir hediye olduğu kadar, kaçırılmaması gereken bir fırsattır. Ve fırsatlar sık sık çıkmaz. Arada bir doğan bu fırsatlardan faydalanan, çağdaş dünyadaki yerini alır. Faydalanamayan ise, tarihin karanlıklarında kalmaya mahkumdur!
Küreselleşme trenine binenler Batının gelişmiş ve çağdaş ülkeleri ile aynı yoldan yürüyüp aynı imkanlardan faydalanırken, trene binmekte geç kalanlar üçüncü dünyanın geri ve zavallı ülkeleriyle aynı kaderi paylaşmak zorundadırlar!
Burada teknolojinin kimlerin elinde kime karşı, uygarlık denen şeyin ne, çağdaşlığın ölçütünün ne olduğunun önemi yoktur. Hal böyle olunca, aya insan göndermek de, ABD’nin Irak’a on binlerce ton bomba yağdırıp yakıp yıkması, işgal etmesi de modernizim ve çağdaşlıktır. Buna karşın, ABD’nin Irak işgaline karşı çıkmak ise, çağ dışılık, üçüncü dünyacılıktır.
Küreselleşmenin gereği ve büyük bir erdemi olarak memleketin yabancı tekellerin yağmasına sınırsızca açılmasını savunmak, gümrük duvarlarını, yabancı sermayenin önündeki tüm engelleri kaldırmak, kendi öz kaynaklarını yabancı tekellere teslim etmek, çağdaş dünyanın gerekleri, gelişmenin şartıdır. Memleketi savunmak, kaynakların tekeller tarafından yağmalanmasına karşı çıkmak ise uygarlık dışıdır!
Hal böyle olunca da, ABD’nin ve emperyalizmin dünya üzerinde sınırsız yağması ve buna karşı çıkmanın adının uygarlıklar çatışması olarak konulmasında şaşırtıcı bir yan yoktur.

ÜÇÜNCÜ DÜNYACILIK KAMPANYASI
Son dönemde medyanın etkili köşe yazarları tarafından, “üçüncü dünya” ile ilgili, tam da yukarıda değinilen esaslar dahilinde, küreselleşme karşıtı olmak, Batı karşıtı olmak, uygarlık ve çağdaşlık karşıtı olmaktır; üçüncü dünyacı olmaktır biçiminde özetlenebilecek yoğun bir kampanya başlatıldı. Gazete köşelerinden, TV’lerden ve özenle çarpıtılmış, işlenilmiş ya da imal edilmiş haberlerle sürdürülen kampanyanın hedefinin, ulusal çıkarları savunan ya da en azından ulusal çıkarlar ve küreselleşme konusunda tereddütler yaşayan, küreselleşmeye karşı çıkmasa da, en azından biraz daha dengeli olunması gerektiğini mırıldananlar olduğu görüldü.
Kampanyanın neredeyse bir anda sanki bir yerlerden düğmeye basılmışçasına başlaması ve özel olarak da  medyanın kendisine “aydın”, “entelektüel” ve “çağdaş” etiketler yapıştıran kesimi tarafından sürdürülmesi dikkat çekiciydi. Bir başka dikkat çekici önemli yan ise, bu kampanyayı ısrarla sürdürenlerin tamamının ABD’nin Irak işgalini bir Amerikan generali kadar istek ve azimle savunmaları, Türkiye’nin bu işgalde yer alması için kendilerini paralayan kişiler olmasıydı. Üstelik bu kampanya, tam da Irak işgalinin ardına denk gelmiş ve kampanyanın bir ucu da orduya yönelmişti.
Peki ne olmuştu da, bugüne kadar bütün antenleri Genelkurmay merkezine dönük olanlar, leb demeden leblebiyi anlayıp günlerce ordunun hassasiyetleri, bilmem hangi paşanın derin hissiyatları üzerine duygulu yazılar yazmayı mesleğinde yükselmenin ve işini sağlama almanın garantisi olarak görenler, daha da ötesi, orduyu bu memleketin en çağdaş, en modern, dünyadaki gelişmeleri en iyi algılayabilen kurumu olarak değerlendirip, Türkiye’nin toplam kalitesinin önünde ayrıcalıklı bir yere oturtanlar, birden orduya karşı yazılar yazmaya, eleştiriler yapmaya, hatta köşe yazıları dışında ince ayar yazılmış haberlerle alttan alta alay etmeye başlamışlardı?
Düne kadar paşa dendiğinde gırtlakları kuruyanlar, hazırola geçenler, ne olmuştu da, eleştirilerde bulunmaya, hatta ince ince oymaya başlamışlardı? Hadi, ordunun birden modern ve çağdaş dünyanın gerisinde kaldığını, uygarlıktaki gelişmeleri kavrayamadığını, hem de bir sürü köşe yazarı aynı anda, bir gecede anladılar, uykularında vahi indi diyelim, ama bu cesareti nereden buldular?
Ama kampanyayla ilgili önemli ve gözden kaçmayan bir ayrıntı daha vardı: Kampanya, önce ABD medyasından, sonrası İngiliz medyasından ve daha sonrası Avrupa Birliği sözcülerinden start almıştı.
Kampanyada dikkat çekici ve üzerinde önemle durulması gereken bir başka ve şaşırtıcı nokta ise, kampanyayı yürütenlerin AKP’ye hiç dokunmaması, tersine açık bir destek vermeleriydi. Şaşırtıcıydı, çünkü, o, modernizmin, çağdaşlığın, uygarlığın Türkiye’deki yegane ve tek temsilcisi kabul edilen ordu, bu kampanyada, çağdışına düşmekle, üçüncü dünyacılıkla eleştirilirken, birkaç zaman önceye kadar gerici, yobaz, örümcek kafalı olarak nitelenen AKP’ye bir anda modernizmin, uygarlığın, çağdaşlığın öncü misyonu yüklenmişti! Küreselleşmeye ayak uydurmaya çalışan, Batıya uyum sağlayabilmek için cansiperane çalışan AKP idi, buna ayak direyen, çomak sokan ise orduydu!
Buraya nasıl gelinmişti?
ABD, Irak işgalinde Türkiye’den çok daha büyük katkılar bekliyordu. Hatta buna katkı demek yerine, Türkiye’den, kendisiyle birlikte koşulsuz şartsız Irak işgalinde aktif olarak yer almasını, Türkiye’yi açık bir işgal üssü olarak kullanmayı bekliyordu demek, daha doğru olur. Nitekim hem ilişkilerin düzeyi, hem de o ana kadarki görüşmeler bunu gösteriyordu.
ABD, Irak işgaline kendisiyle birlikte gözü kapalı dalmakta, aktif biçimde davranmakta ayak sürteceği belli olan Ecevit’e karşı muazzam bir kampanya açtı. Düne kadar memleketin namus timsali, dürüstlüğün lekesiz temsilcisi, büyük devlet adamı Ecevit, bir günde “tu kaka” edilemeye başlandı. Ecevit’in ne altının bağlanmadığı kaldı, ne akıl sağlığını yitirmediği. Hastaneye kaldırılan Ecevit, bazı söylentilere göre burada zehirleniyordu, bazı söylentilere göre hastane ve doktor değiştirmese birkaç gün sonra iş göremez raporu verilecekti. Sonuçta içerden ve dışarıdan müdahaleler devreye sokuldu. TÜSİAD, Kemal Derviş ve Yılmaz’ın katkılarıyla Ecevit devrildi.
Hükümet olan AKP’nin başının, daha yıllar önceden başlayarak, ABD ile yakınlaşmak, kendini kabul ettirmek ve onay almak için özel ilişkilere girdiği, Cüneyt Zapsu adını taşıyan ve ABD’de önemli kişilerle özel ve muammalı ilişkilere sahip olan şahıs aracılığıyla bir takım gizli görüşmelerde bulunduğu biliniyordu. Hükümet olmalarıyla birlikte, AKP Başkanı Bush’la görüştü. Bu görüşmede, Irak işgaliyle ilgili ABD’ye her türlü güvencenin verildiği gerek ABD gerekse yerli medyanın haber ve yorumlarına yansıdı.
Nitekim daha meclisten karar çıkmadan, ABD, Türkiye’ye yığınak yapmaya, belirlenen üs, liman, havaalanı ve tesislerde değişiklik, tadilat, inşaat çalışmalarına başlamıştı. Ortada her hangi bir meclis kararı yoktu, ama, hükümet bütün olanaklarını ABD’nin emrine sunmuş, satışın karşılığında gelecek kan parasıyla nelerin yapılabileceği konuşuluyordu. Ancak gerek halkın ezici çoğunluğunun büyük tepkisi, gerekse de devletin bir takım kurumlarında ABD’nin Kuzey Irak’a Türkiye’yi sokmayışının yarattığı güvensizlik, Kuzey Irak’ta Kürt devleti oluşumu endişeleri ve halkın ezici çoğunluğunun hükümet partisi üzerinde yarattığı baskının parti içinde yarattığı çatlaklar nedeniyle ABD, Türkiye’den beklediği düzeyde desteği alamadı.
Bu durum, hem ABD için bir hayal kırıklığı oldu, hem de Amerikancı mandacılarda can sıkıcı bir durum ve panik havası yarattı. Böylece ABD’nin “çürükler” listesine Türkiye de girmiş oldu. Irak işgali tamamlanınca yarım kalmış defterler açıldı ve Amerikan medyasında Türkiye aleyhine tehdit ve şantaj içeren yazılar yayınlanmaya başladı. Beyaz Saray kaynaklı bu yazılarda, ordu üzerinde bazı değerlendirmeler yapılıyor, “Ordunun önderlik görevini yerine getiremediği” vurgulanıyordu. Ardından İngiliz medyası da devreye girerek, Ordunun darbe hazırlığında olduğundan tutun da başka değişik haber yorumlara yer verdi. İşte tam da bu yayınların ardından, Türk medyasında, özel olarak da Doğan gurubuna ait  basın yayın organlarında açılan tartışma bir kampanyaya dönüştü.
Hiç şüphesiz bu kampanya ile ABD, Türkiye’den, önünde diz çökmesini, “Irak işgalinde isteklerinizi tam olarak yerine getiremediğim için özür dilerim, bana keseceğiniz her cezaya razıyım” demesini istiyordu. Açıktı ki, önümüzdeki dönem Ortadoğu ve Kafkaslara ilişkin hesapları olan ABD, bu hesaplar dahilinde, önünde diz çökmüş, tam anlamıyla teslim olmuş, ayak sürten unsurlardan arınmış bir Türkiye istiyordu. Bunun için düğmeye basılmış, pek çok yönden kapsamlı bir operasyona başlanmıştı.
Diğer yandan da, Avrupa Birliği konusu yeniden alevlenmiş; Avrupa Birliği’nin Türkiye sorumlusu, “Kemalizmin Avrupa Birliği’ne girişe engel olduğu”nu söylemişti.
Oysa, bu güne kadar Kemalizm, Batıcılığın kendisi olarak anlatılmıyor muydu? Kemalizm, çağdaşlaşmanın garantisi ve öncüsü, uygarlığa giden yolun garantisi değil miydi? Çağdaşlık, uygarlık, ilericilik, Batıcılık Kemalizm’le eş değil miydi?
Ancak her iki taraftan gelen baskılar, açıklamalar, varılmak istenen noktayı çok açık biçimde orta yere koyuyordu: Gelinen noktada emperyalizm, ulusallık adına hiçbir şey duymak ve görmek istemiyordu. Zaten bu, küreselleşme denilen şeyin ta kendisiydi. Emperyalizm, uygarlık, modernizm, çağdaşlık etiketleri adı altında, bütün dünyayı kendine esir etmek, tüm dünyayı gözü dönmüş biçimde yağmalamak, talan etmek, kendi uzantısı haline getirmek istiyor, önünde en küçük bir engel görmek, duymak istemiyordu. Emperyalizmin isteklerini gıkını çıkarmadan yerine getirir, sermayenin dolaşımının, yani talanın önündeki tüm engelleri kaldırırsan, modern Batı dünyasında yerini alıyor, uygar oluyorsun, yok “mırın kırın” eder, kendi ülke çıkarlarından söz açarsan üçüncü dünyacı oluveriyorsun!

KÜRESELLEŞME UYGARLIK MIDIR
Burjuva ideologlarınca kapitalizmin insanlığa büyük bir lütfu olarak reklam edilen küreselleşme, kısaca ifade etmek gerekirse, uluslararası tekelci sermayenin serbest dolaşımının önündeki tüm engellerin kaldırılması ya da başka bir ifadeyle, büyük balığın küçük balığı yutması için aynı havuza konmasıdır. Büyük tekelci sermayenin önündeki engellerin kalkmasıyla, büyük ve gelişmiş ülkelerdeki teknolojik ve uygar olan her şeyin dünyanın en ücra köşelerine kadar gideceği, dünya nimetlerinden herkesin faydalanacağı, gelişmemiş, uygarlıktan nasibini almamış hiçbir bölgenin kalmayacağı yaygarasıyla ortaya atılan küreselleşme, ekonomik ve sosyal düzeyin yükseltilmesinin yanı sıra savaş tehditlerinin de ortadan kalkması demekti! Çünkü paylaşımda adalet sağlanacak, uygarlık, teknoloji, dünyanın her tarafına dağılacak, bütün toplumlar bundan pay alacağı için artık savaşlara gerek kalmayacaktı. Çünkü küreselleşme, aynı zamanda bilgi toplumları yaratacak, cehalet ortadan kalkacağı için de, insanlar savaşmak yerine birbirlerini seveceklerdi! Böylelikle savaşların nedeni de ortadan kalmış olacaktı. Sanki savaşların nedeni, bu sistemin kendisi, paylaşım ve hegemonya mücadelesi değil de, insanların içindeki kaba, hayvani duygulardı. Sanki savaşların nedeni emperyalizm değildi.
Küreselleşme yaygarasının ortaya atılmasından bu yana geçen süre zarfında, bırakın paylaşımda adaletin sağlanmasını, dünyanın en ücra yerlerinde ekonomik ve sosyal anlamda gelişme kaydedilmesini, işler daha da kötüye gitti. Dünya nüfusunun büyük bir bölümü yoksulluk, bir bölümü de açlık sınırının altına sürüklendi. Bugün dünyada on milyonlarca kişi açlık ve yetersiz beslenme ve onun doğurduğu hastalıklar sonucu yaşamını yitirirken, dünyadaki yeraltı kaynaklarının yüzde sekseni ABD, Almanya, Fransa gibi beş altı emperyalist büyük devlet tarafından emiliyor.
Küreselleşme refah seviyesini artırmadı, dünyanın büyük çoğunluğunun yaşam seviyelerinde iyileşmeler yapmadı. Yapamazdı da, varlık nedeni dünyanın yerüstü ve yeraltı kaynaklarına el koyma, kendisine yeni pazarlar yaratma olan emperyalist kapitalizmin, işi gücü bırakıp, kitlelerin refah düzeyini düzeltmeye çalışmasını beklemek, “ben çok kazandım, biraz da yoksullarla paylaşayım” diyeceğini düşünmek, kapitalizmi kapitalizm yapan nedenlerden vazgeçmesini beklemekti!
Yine aynı şekilde, küreselleşme, savaşları yok edip barış ortamını sağlamadı, ama tersine emperyalist yağma ve tahakkümün dozajı arttı. Emperyalistler arasındaki dalaş kızıştı ve kızışmaya devam ediyor.
Emperyalizm, sermaye dolaşımının önündeki tüm engellerin kaldırılması, kapıların sonuna kadar açılması, kaynakların kendi denetimine sunulması vb. isteklerini yerine getirmeyen ya da tereddüt edenleri hedef listesine, moda deyimiyle “terörist devletler” listesine koyuyor.
Dünya Ticaret örgütü, GATT, vb. örgütlenmeler ve yapılanmalar aracılığıyla aldığı kararları tüm dünyaya dayatıyor. Gümrük duvarlarının sıfırlanması, vergi indirimi yada muafiyeti, yatırım kolaylık ve ayrıcalıkları sağlayarak, gelişmekte olan ülkelerin mali denetimlerini eline alıyor, merkez bankasını ve diğer bütün yürütücü fonksiyona sahip bulunan kurumları özerkleştirip çeşitli adlar altında komisyonlar, “üst kurullar” kurarak yetkiyi bunların üzerine devrediyor. Diğer yandan, önündeki tüm engeller kaldırılan ve ağırlıklı olarak spekülatif amaçlarla kullanılan mali sermaye aracılığıyla geri ülkelerde büyük vurgunlar yapıyor. En küreselleşmeci ABD’li iktisatçıların bile itiraf ettiği gibi, spekülatif  sermaye, “serseri mayın” gibi oradan oraya dolaşıyor, ülkelerin, halkların iliğini kemiğini emiyor.
Sadece ülkemizde gelinen duruma göz atmak bile, küreselleşme, dev bir ahtapot gibi kollarını oradan oraya uzatan mali sermayenin yarattığı dev çark hakkında bilgi vermeye yetiyor. Sadece son yirmi yıllık dönemde ülke borçlarının 5-10 kat artması, daha 1985 yılında 39 milyar dolar olan toplam borcun 2002 yılında 212 milyar dolara fırlaması, ülke gelirlerinin  tamamının borç ödemelerine yönelmesi, toplanan vergilerin tamamının dahi artık dış borçların sadece faizlerini bile karşılamaya yetmemesi, işçilerin, emekçilerin, köylünün ve genel olarak halkın yaşam düzeyi sürekli gerilerken, bir avuç vurguncunun, borsa simsarının, faizcinin, spekülatörün bütün değerleri ceplerine aktarıyor olması, durum hakkında kaba bir bilgi veriyor.
İşte Osmanlı’dan bu yana, gelişme ve uygarlığın ancak Batılı büyük devletlerden gelebileceğine yemin eden, bir başka deyişle, Batılı baronların lütfetmesiyle uygarlık ve çağdaşlık seviyesine ulaşabileceğimizi iddia eden burjuvazinin sözcülüğüne ve avukatlığına soyunmuş burjuva, küçük burjuva yazar çizer takımın ve  TÜSİAD, TİSK, TOBB gibi örgütlerin savunduğu modernizm budur. Ve onlar, vahşi sömürüye, bir avuç büyük sermayenin tüm dünyayı yağmalamasına karşı çıkanları ise, gelişmeye, uygarlığa karşı çıkmakla suçlayabilmektedirler. 
Onlar, bu düşünceden hareketle, ABD’nin dünya çapında yaptığı her hareketi ve eylemi uygarlığın doğal ve gerekli bir sonucu olarak değerlendirmektedirler. ABD, Irak’ı işgal ile tehdit mi ediyor? Onlar, hemen ayağa kalkıp, Irak’ın derhal teslim olmasını, ABD’nin isteklerini yerine getirip üstelik bir de özür dilemesini istiyor. Çünkü ABD; Irak’a uygarlık götürecektir. ABD’ye karşı çıkmak ise, uygarlığa karşı çıkmaktır ki, uygar ve medeniyet isteyen herkes bu işgalin yanında yer almak mecburiyetindedir. Irak, ABD’nin isteklerine boyun eğmedi, enerji kaynaklarını ABD’li petrol tekellerini hesabına devretmedi mi, işte o zaman, Irak, işgali hak etmiştir. Kaldı ki, medeni ve çağdaş olmadığı, üçüncü dünyanın bir parçası olduğu için, zaten o zengin petrol yataklarını işletmek, Irak ve Irak halkının taşıyamayacağı bir lükstür!
Şimdi ABD’nin hedefinde İran, Suriye, Kafkas petrolleri var. ABD, Irak’ta işleri yoluna koyar koymaz, bölgedeki ilişkilerini ayarlar ayarlamaz, İran’a yönelecektir. Bu bir tespit değil, bizzat ABD’li yetkililerin belirlemesidir. Ancak Irak işgalinde ABD açısından iyi sınav vermeyen Türkiye’nin, bu sürede tamamen teslim alınması, ABD’ye kölece itaatkâr hale getirilmesi, bunun için, hem psikolojik savaşın hem de gerekli operasyon ve düzenlemelerin yapılması kaçınılmazdır. ABD’nin ulaşmak istediği hedefler karşısında tereddüt edenler, “iyi-kötü” pazarlık yapmaya teşebbüs edenler temizlenmelidir. Çünkü İran’a yönelmek demek, Karadeniz’in üstüne, Rusya içlerine, Kafkas ve Hazar bölgesine yönelmek demektir. Ya da başka bir türlü ifade etmek gerekirse, İran’a yönelmenin yolu, Azerbaycan üzerinden daha kolay olabilir. Nitekim ABD, İran nüfusunun yüzde kırkını oluşturan Azeriler üzerinde etkinlik yaratmak amacıyla Azerbaycan’ı üs seçmiştir. Peki Azerbaycan’daki bu operasyonların içinde başka hangi ülke vardır? Türkiye!
İran’ın nüfusunun yüzde 40’ını Azeriler oluşturuyor. Daha 1992 yılında, Elçibey döneminde, Bağımsız Azerbaycan ordusu oluşturuldu. Bakü’nün Apseion yarımadasında, Mega Oil şirketi adı altında oluşturulan kamplarda toplanan askerleri eğitmek için, ABD, General Richard Securd ve Albay Oliver North’u görevlendirmişti. Bu arada, İran’daki Azerilerin ayrılıkçı hareketi kışkırtılıyordu. Bu hareketin başını çeken ve ABD’nin adamı olarak tanınan Çöhragani geçtiğimiz aylarda Türkiye’ye gelerek istihbarat örgütü ve Dışişleri Bakanlığı dahil bir dizi görüşme yaptı. Ve bu Çöhragani, Türkiye’den doğru ABD’ye geçti.
Hem İran’a sınır, hem Karadeniz’e komşu olması, ayrıca Azerbaycan, Türkmenistan, Gürcistan vb. cumhuriyetler içindeki çalışmaları nedeniyle, Türkiye, ABD için hâlâ önem sıralamasında önlerde gelmektedir. Diğer yandan, Irak işgalindeki tutumu nedeniyle, Türkiye, bölge ülkeleri ve halkları açısından da “kötü” bir örnek olmuştur. Türkiye’nin ABD’nin önünde diz çökmesi, salya-sümük bağışlanmasını dilemesi, ibretlik bir önem taşımaktadır.
Öyleyse önce ABD, sonra İngiliz medyasında başlayan ve bir anda ülke medyası tarafından gündeme taşına üçüncü dünyacılık tartışmalarının neden ve hedefini başka yerlerde aramamak gerekmektedir.

ORDU, ÜÇÜNCÜ DÜNYA TARTIŞMALARI
Sağdan soldan üzerine salvo atışları başlatılan, üçüncü dünyacılık, çağdaş gelişmeye, uygarlığa, Avrupa Birliğine karşı olmak gibi suçlamalarla, hem Irak işgalinde “yeterli kararlılığı gösterememesinin” intikamı alınan hem de ABD tarafından, İran, Suriye ve Kafkas, Hazar operasyonları öncesi tam köşeye sıkıştırılmaya çalışıldığı anlaşılan ordu, gerçekten denildiği gibi, küreselleşmeye, Avrupa Birliği’ne karşı mıdır?
Gelen yoğun atışlar sonucu, ordunun bu konudaki resmi görüşü, Genelkurmay İkinci Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın “Küreselleşme ve Güvenlik Sempozyumu”nda yaptığı konuşmada dile getirilmiştir. Büyükanıt konuşmasında, ordunun küreselleşmeye, dünyadaki kaçınılmaz gelişmelere uzak kalmadığını, tam tersine gelişmelerin, yani kürselleşmenin içinde yer almanın kaçınılmaz olduğunu vurgulamıştır. Büyükanıt’ın konuşmasında vurgu yaptığı bazı noktalar şunlardır:
“….Yaşadığımız çağda gelişmekte olan ülkeler, askeri yaptırımlardan çok politik, ekonomik ve sosyal yaptırımların altındadır…”
( Küreselleşmenin hedefleri) “…İlk olarak, uluslararası sermayenin serbest dolaşımındaki tüm engeller kaldırılmalıdır.
İkinci olarak, devlet organizasyonları ve bürokrasi, sermayenin serbest dolaşımının en önemli engelleridir ve ortadan kaldırılmalıdır.
Üçüncü olarak, uluslararası sermayenin muhatabı devlet kurumları değil, yerel yönetimler ve özel kuruluşlardır.
Bir diğer istek, ulusal devlet anlayışı ve uygulamaları, sermayenin serbest dolaşımına engel olan unsurlardır ve bertaraf edilerek daha liberal yaklaşımlar ve uygulamalar esas alınmalıdır.”
“ Buraya kadar yaptığımız saptamaları lütfen küreselleşme karşıtı, önyargılı ve ideolojik bir yaklaşım olarak ele almayın.”
“…Küreselleşmeyi tümden kötüleyenler çoğunlukla faydalarını görmezden geliyorlar. Küreselleşme gelişmekte olan ülkelerdeki bir çok insanda tecrit duygusunu azalttı ve bu ülkelerdeki birçok insanın bir yüz yıl önce en zengin insanların ulaşabileceği düzeye erişmesini sağladı…”
“…Ancak ulusal çıkarları, küresel çıkarlarla uyumlu hale getirebilen ülkeler barış içinde yaşayabilecekler…”
Büyükanıt konuşmasında, küreselleşme denilen olgunun, sermayenin dolaşımının önündeki engellerin kaldırılması olduğunu, büyük devletlerin çıkarlarına uygun olan kuralları küçük devletlere dayattığını, küçük devletler savunma amaçlı silah üretmeye kalktığında, bunu engellediğini ama, kendilerinin her türlü silahı ürettiklerini, ancak çağımızda asıl kuşatmanın ekonomik ve sosyal alanlarda gerçekleştiğini, büyük devletlerin tehdit algılamasını kendi çıkarlarına göre belirlediğini, kendi çıkarlarına dokunabilecek her şeyi tehdit olarak ilan ettiklerini anlatmış, ama diye eklemiştir, buradan çıkarılması gereken sonuç, bizim küreselleşme düşmanı olduğumuz, küreselleşmeye karşı olduğumuz değildir. Tersine küreselleşme kaçınılmaz bir gelişmedir. Büyükanıt, küreselleşmenin yararlarını saydıktan sonra, kendilerinin küreselleşmenin tüm olgularını gözleri kapalı biçimde alıp kabullenmek yerine, bize uygun olan biçimde değerlendirmekten, bir takım ulusal çıkarların gözetilmesinden söz etmiştir.
Bu bakımdan ele alındığında, Büyükanıt’ın konuşması, zaten kendi içinde zıtlıklarla dolu ve çelişkilidir. Üst tarafta saydıkları ile alt tarafta sıraladığı hassasiyetlerin bir arada olması asla mümkün değildir. Büyükanıt’ın dediği gibi, küreselleşme sermaye dolaşımın önündeki engellerin kaldırılmasıysa, ki öyledir, hem bunu kabul edip hem ulusal çıkarlardan söz etmenin manası yoktur. Hem sermaye dolaşımının önündeki engelleri kaldıracak, emperyalist tekellere ziyafet masası kuracak, masaya da ülkenin en değerli kaynaklarını altın tepside koyacaksın, hem de ulusal kaygılardan söz edeceksin!
Hem yabancı sermayenin yağmasını kabul edecek, kalkınmanın yabancı sermayenin gelmesiyle mümkün olacağını söyleyecek, artık dünyada askeri kuşatmalardan çok ekonomik ve sosyal kuşatmalardan, ülkelerin ekonomik faaliyetlerle ele geçirildiğinden bahsedeceksin, hem de küreselleşmeye karşı olmadığını, tersine dünyanın gelişiminde küreselleşmenin büyük katkısı olduğunu söyleyecek, sonra da, bazı ulusal kaygılara dikkat çekerek küreselleşmeyi bize uygun hale getirelim diyeceksin!
Ama Büyükanıt’ın da dediği gibi, küreselleşme, uluslararası tekelci sermayenin serbestçe dolaşımı önündeki tüm engelleri kaldırmak, ülkeleri yağmalamaksa ve ulusallık bunun önünde engel ve küreselleşme de ulusal olana yönelmişse; küreselleşme bize nasıl uydurulacak, nasıl ulusal çıkarlara uygun hale getirilecektir? Nitekim uydurulamamıştır da. Çünkü küreselleşmenin amacı, geri ve bağımlı ülkeleri daha bağımlı hale getirmek, büyük birkaç emperyalist devletin kurduğu düzene uydurmaktır.
Öyleyse, küreselleşmeye ya karşı olunacak ya da basit bir parçası ve gerçekte emperyalist tekellerin yağma alanı olunacaktır. Büyükanıt’ın da dediği gibi, kale içten, politik, ekonomik, sosyal kuşatmalarla ele geçirilecek, sonucunda da, ne ulusal değer ne ulusal kaygılar ne ulusal çıkarlar asla söz konusu olmayacak, ne kadar parlak laflar edilirse edilsin, ne kadar bağımsızlık ruhundan, ulusal kaygılardan dem vurulursa vurulsun, dün ABD istedi diye, Somali’ye, Bosna’ya, Afganistan’a ABD’nin küresel çıkarlarını korumak için koşulacak, gün gelip, Irak işgali söz konusu olduğunda, ve işin Irak’la sınırlı olmadığı, sırada İran, Suriye, Hazar, Kafkaslar, Rusya, öbür tarafta İran ve bölge halkları olduğu, işin bölgesel büyük çatışmalara doğru gittiği fark edildiğinde, “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” misali sıkışıp kalınacaktır.

SONUÇ OLARAK..
Osmanlı’dan bu yana, Türk aydının geleneksel ifadesi olan uygarlığın, gelişmişliğin ancak Batı ülkeleri tarafından bize getirilebileceği tezi, bugün değişik biçim ve adlar altında sürüyor. Ama o kafa, o tarihten bu yana, ülkenin emperyalizmin elinde oyuncak olduğunu, beladan belaya sürüklendiğini, onurunu, itibarını yitirdiğini ve ülkenin kaynaklarının elden gittiğini, ekonomiden politikaya, kültürden sanata kadar emperyalizmin egemenliği altına girildiğini göremiyor, görmüyor. Bir de, maaş aldıkları patronlarının düşüncelerini savunmak göreviyle işe asılanlar var ki, onlara denecek söz zaten yok.
ABD’nin hedefinde İran, Suriye, Hazar ve Kafkaslar var. Türkiye bu bölgenin tam ortasında ve hem ABD, hem AB, hem de Rusya, Çin, Japonya açısından önem taşıyor. Ayrıca şu gerçek de hiçbir zaman unutulmamalıdır ki, emperyalistler arası egemenlik mücadelesinin yaşandığı, hammadde ve pazar alanları için tekellerin birbirlerinin gözlerini oyduğu dünyada, her ülke emperyalizm için önem arzediyor. Kendisine özel bir avantaj sağlamıyor olsa bile, rakiplerine bırakmamak önem taşıyor.
ABD, Irak’ta tekleyen Türkiye’yi tam olarak köşeye sıkıştırarak, her şeyi ile teslim alma faaliyetini dört bir taraftan sürdürüyor. Hükümet devirmekten adam satın almaya, tehdit ve şantajdan psikolojik savaşın unsuru olarak propaganda kampanyalarına kadar pek çok şeyi örgütlüyor.
Şimdi emperyalizm, işgalci ABD ve şaklabanları bir kez daha dayatıyor: Çağdaş, modern ve uygar mısın, yoksa “üçüncü dünya”dan mısın? Eğer çağdaş, modern ve uygarlıktan yana isen, ABD’nin yanında İran’ı, Suriye’yi işgale hazır ol ve koşulsuz şartsız ABD’nin hizmetinde olduğunu açıkla. Irak için  ABD’den diz çöküp af dile. Çünkü Irak işgalinde ayak sürçmekle, gelişme, modernizm, çağdaşlık ve uygarlık yerine “üçüncü dünya”yı seçtin. Şimdi önünde kendini kanıtlamak, modern dünyadaki yerini almak için bir fırsat var ve bu fırsatı kaçırma.
Bugün yeniden bir kampanya biçiminde başlatılan üçüncü dünyacılık tartışmasının ardındaki nedenler bunlardır. ABD’ye koşulsuz şartsız biat etmek. Avrupa Birliği önünde secdeye varmak. İşgal ve savaşlarda hazır kıta yer almak. Ülkenin kaynaklarını sınırsızca yağmaya açmak. Ulusallığı çağrıştırabilecek en küçük bir şeyin sözünü etmemek. Soyulmak soğana çevrilmek, kendi ülkende kaderini ve bütün imtiyazları emperyalizmin eline vermek; küreselleşme bu. Burjuva ideologlar, Amerikancı, küreselleşmeci yazar çizer takımı tarafından kastedilen aydınlanma, modernizm, çağdaşlık, uygarlık denilen şeyin kendisi de bu.
Peki, küreselleşemeye ayak uyduramamakla eleştirdikleri ordu bunlara karşı mı? Yaşar Büyükanıt’ın söylediği gibi, ordu ne küreselleşmeye, ne AB’ye, ne ABD’ye karşı. Tersine, bugüne kadar ABD ile her alanda omuz omuza dövüşmüş. Kendisini stratejik ortak olarak görmüş ve daima ona uygun davranmış. Ancak arada bir ulusal çıkar falan lafı etmiş. Ama küreselleşme “çağı”nda, modern ve çağdaş dünyada bu laflara bile yer yok.
Yaşam ve koşullar kendini çok açık biçimde dayatıyor. Dünya halkaları üzerinde dizginsiz at koşturan emperyalizm kartlarını açık oynuyor: Ya benden yanasın, benim hizmetimdesin, ya da karşısın diyor. Bu yüzden de, ya küreselleşmeye, emperyalist yağmaya, işgalci savaşlara karşı mücadele ya da uşaklık etmek gerekiyor. Ve artık çok açık biçimde bilinmelidir ki, halkın ve dünya ezilenlerinin tek yolu ve kurtuluşu da emperyalizme karşı dişe diş mücadele etmekten geçiyor.

Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, tkp ve inkarcılık

Sorun yeni tartışılacak değil. Bugüne kadar ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ve bağlantılı sorunlar üzerine ciddi bir tartışma yürütülmüştür. Marx’tan başlayarak, Lenin ve Stalin’in geliştirdiği bilimsel sosyalizmin, çok sayıda ülkenin deneyinden beslenen konuya ilişkin literatürü ciltler tutar. Sorun, geçmişte ve son yıllarda Türkiye’de de derinlemesine tartışılmış, bu topraklara özelleştirilmiş haliyle, Marksizm bakımından bir sonuca da ulaştırılmış; uzun yıllar öncesinden işçi sınıfı partisinin programında net olarak formüle edilmiştir. Köşe taşları da bellidir, başlıca önermeleri de.
Ancak, Türkiye’de sosyalizm adına öteden beri savunulagelen tutum iç açıcı olmadığı gibi, Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkına (UKKTH) ilişkin tartışmaların gelişmesinde, büyük bir nüfus oluşturan Kürtlere yönelik olarak uygulanan ulusal ayrımcılık ve yok sayıcılık kadar, sosyalizm adına ulusal ayrıcalıkların benimsenip savunulması ve sosyal-şovenizmin bir çizgi düzeyine yükseltilmiş olması da temel bir hareket noktası olmuştur. “İngiliz emperyalizminin oyununa ve feodalizme karşı çıkmak”la gerekçelendirilmiş Şeyh Sait hareketine karşı TKP  tarafından takınılmış tutumda en ileri noktasında beliren ezen ulus ayrıcalıklarının ve baskının benimsenip desteklenmesi çizgisi, uzun yıllar, Türkiye’de sosyalizm adına ileri sürülmüş en utanç verici politikalardan birini oluşturmuş; Türk aydınının milliyetçi şekillenişinde olduğu gibi, halkların birbirine karşı, özellikle de Kürtlerin Türklere, Türk devrimci ve sosyalistlerine karşı duyduğu güvensizlikte ve Kürt milliyetçiliğinin gelişmesinde etkisini göstermiştir.
Türkiye Sosyal Tarih araştırma Vakfı (TÜSTAV) tarafından yayımlanan “TKP Dış Bürosu 1962 Konferansı” başlıklı belge-kitapta yer alan TKP’nin ileri kadroları arasındaki konuya ilişkin tartışmalar ibret vericidir. Konferans’ta az çok Nazım Hikmet dışında UKKTH’nı savunan kimse çıkmamıştır. Kürtler, örneğin sonradan genel sekreter olan İsmail Bilen tarafından “milli azınlık” olarak ele alınarak, adının anılmasından kaçınılması ve “azınlıklar” genellemesiyle yetinilmesi savunulmuş, o günkü sekreter Zeki Baştımar tarafından desteklenen taleplerinin “dil, mektep, iş” olduğu ileri sürülmüş, “Kürt halkının Türk halkının kurtulmasıyla bağlı” olduğu ileri sürülmüş, UKKTH’nın savunulmasının “partiye karşı bir mücadeleyi başlatabileceği” ve bu nedenle Kürtlerle ilgili yayın yapılmaması istenmiş, kısacası tam bir inkarcı yaklaşım ve tutum sergilenmiştir.
Birçok temel sorunda olduğu gibi UKKTH sorununda, olanca yetersizliğine karşın, sosyalizm adına ileri sürülmüş sapkın görüş ve tutumların oluşturduğu “karanlık tablo”nun yırtılmasının pratik olarak yolunun açılması ’68 başkaldırısına ve önderlerine kalmış; Deniz Gezmiş’in Türk-Kürt kardeşliğine vurgu yaparak halkların bağımsızlık mücadelesini ve dayanışmasını yücelten son sözleri uzun yılların ardından gelen bir “ilk” olmuştur. Marksizmin Türkiye’de yeniden boyvermesi, başka temel sorunların yanı sıra bu soruna ilişkin politikaların üretilmesiyle birlikte gerçekleşmiştir.
Marksizmin Kürt sorununu da kapsayan ilerleyişi, bu konuda tüm yok sayıcı görüşlerin ortadan kaldırılmasına götürmese bile, belirli bir etki sağlamış, sosyalizmi az çok benimsediğini ileri süren çevrelerde –önemli bir kısmı kağıt üzerinde kalsa da– UKKTH’nın hoyratça reddedilemediği bir noktaya gelinmesini de beraberinde getirmiştir. Gerçi, söylendiği gibi, çoğu durumda henüz ezen ulus milliyetçiliğinin etkisi kendini göstermiş, benimsendiği söylenen UKKTH kağıt üzerinde kalırken, aynı zamanda, devlet kurma hakkının koşulsuz tanınmasına vardırılmayan içeriğiyle “kültürel haklar”ın tanınmasıyla sınırlandırılarak savunulmuş, açıktan ileri sürülemeyen ulusal ayrıcılıkları sahiplenen görüşler üstü örtülü olarak ortalıkta dolaştırılmıştır. Denebilir ki, Marksizm, başka alanlarda olduğu kadar tartışılan soruna ilişkin olarak da belirli bir üstünlük sağlamasına rağmen, henüz zaferini ilan etme düzeyini tutturamamıştır. Örneğin bugünkü ÖDP’nin önceli Dev-Yol ve sonradan Dev-Sol kadar başka bir çok grup da ezilen ulus milliyetçiliğinden önemli ölçüde etkilenen tutumların sahibi olmuşlar, UKKTH’nı dil ucuyla savunsalar bile, politikada ve pratikte tam tersi davranışlar içinde bulunabilmişlerdir. Bu nedenle, örneğin bugün ÖDP’nin Kürt sorununa dair “yarımlığı”, UKKTH’nı savunuyor gibi yaparak savunmayışı, bir tür demokratizm adına transseksüellerin haklarını bile savunurken özellikle baskının artışına paralel olarak kolaylıkla Kürtler ve ulusal taleplerle arasına aşılmaz mesafeler koymaya savrulması, dar çevrelerde ya da Diyarbakır’da başka görüntü Karadeniz ya da İç Anadolu’da başka görüntü vermesi, oportünizmi bakımından olduğu kadar kökleri bakımından da tamamen anlaşılır şeylerdir.
Marksizmin sağladığı ilerleme ve özellikle hareketin yüksek, devrimci fikirlerin yaygın olduğu 12 Eylül ’80 öncesinde eleştirilme (ve teşhir olma) korkusu kadar, ardından gelen Kürt tdemokratik hareketinin yükselişi de, UKKTH’nın istemeye istemeye de olsa kabulü bakımından etkili oldu. Kürtlerin kendilerini ortaya koyuşu ve uzun yılları kapsayan başkaldırısı, “devrimciyim”, “demokratım” diyenler bakımından bir yandan uyarıcı diğer yandan da gerçeğin karşı konulması zor dayatıcısı olarak rol oynadı. UKKTH’nın açıktan inkarını savunmak gericilikle özdeş hale geldi ve çoğu kişi ve örgüt, inkarcı görüşlerinden kuşkusuz bütünüyle vazgeçmediler, ama bu görüşlerini yeniden savunmak üzere en azından sustular ve uygun zamanı beklediler.

TKP VE UKKTH
Şimdi bu “uygun” zamanın geldiği, fırsatın yakalandığı düşünülüyor olsa gerek. “Fırsat”ı en çok kolladığı görülen TKP, eskisiyle yakınlığının –başka şeyler bir yana, yalnızca tartıştığımız konu açısından düşünülse bile– isim benzerliğiyle sınırlı olmadığını göstererek, kendisini hemen ortaya atmıştır. En azından ulusal sorun alanında, teziyle çözüm önerisinin biçimi ve bunları gerekçelendirmenin ötesinde geçmiş TKP’nin inkarcılığından farklı bir pozisyonda olmadığını ortaya koymaktadır. Önce yakaladığı “fırsat”a ilişkin düşüncesini görelim:
“Kürtler mücadele tarihlerinde kendi göbeklerini kendilerinin kesmesi üzerine kurulu deneyleri geride bırakmışlardır. Sonuç alınamamıştır. Tüm biçimleriyle bu “ayrı kurtuluş” yolunun cazibesini yitirdiği bir dönemeç, Türk ve Kürt emekçilerinin sınıf birliği için elverişlidir. Kürt sorununun en umutsuz görüntü verdiği bir dönemdeyiz.”
“Deney”in olumsuzluğu neredeyse “zil takıp oynamasına” götürmektedir! Kendi kaderini özgürce belirleme mücadelesinin zorluklarla yüz yüze kalarak, belirli biçimlere bürünmüş, belirli taleplerle yürütülmüş mücadelenin bir adım geriye düşmüş ve “sonuç alınamamış” olması, öyle görünmektedir ki, TKP’nin başkanını, “sınıf” ve “Türk ve Kürt emekçilerinin sınıf birliği” adına sevindirmekte, “ayrı kurtuluş yolunun cazibesini yitirmesi” olumlu, öyleyse ileri ve heyecanlandırıcı bir gelişme sayılmaktadır. Kürt milliyetçiliğinin zayıflamasına eşitlenerek içten içe bir sevinçle karşılanan “Kürt sorununun en umutsuz görüntü verdiği dönem” değerlendirmesi, TKP tarafından, “sosyalist platformu”yla birleşik bir “kurtuluş mücadelesi”nin lehine sayıldığını gösteren bir yoruma tabi tutulmakta, sorunun, TKP’nin eliyle ve “sosyalist çözümü”nün önünün açılması adına selamlanmaktadır!
Dönem değerlendirmesi sorunlu olduğu kadar, yorumu da sosyalizm adına utanç vericidir.
Kürt sorununun Türkiyeli bir sosyalist örgüt tarafından Türkiye ile sınırlı kavranması, UKKTH’nın, en iyimser yorumla dil ucuyla kabulüne delalet eder, aslında birçok ülkeye dağıtılmış Kürtlerin toplam olarak –zorluklarını da kendileri değerlendirip kararlaştırmak üzere– kendi kaderlerini özgürce tayin etme haklarına kaba bir saldırıdır. Bu, şu nedenle söylenmektedir ki, Kürt sorununu Türkiye’yle sınırlayarak ele almayan, dolayısıyla Kürtlere, onların yerine kendi iradesini koyarak sınırlandırılmış çözüm ya da çözümler dayatmayan bir yaklaşımla “tüm biçimleriyle bu ayrı kurtuluş yolunun cazibesini yitirdiği dönemeç” değerlendirmesi yapmak gerçekçi ve olası değildir.
Metafiziği düşünme yöntemi edinmemiş, değişime, halklar açısından da zorlukların geçiciliğine değer biçen, dolayısıyla bir dizi gelişmeden geri dönülmez kalıcılıkta sonuçlar türetmeye girişmeyen türden analizciler, hele biraz da tarih bilgisine sahipseler, Kürt hareketinin Türkiye’de karşılaştığı zorluklardan hareketle hemen kesin yargılara varmaktan kaçınacaklar, “kendi göbeğini kesme” devrinin kapandığına ilişkin tumturaklı laflar etmeyeceklerdir. Yine de makalenin bu yönüyle “ihtiyatlı” bir dil kullandığı söylenebilir. Bir dönemin, bir devrin kesin “kapandığı” ileri sürülmemekte, yumuşatılarak, deneylerden sonuç alınamamış olması, “cazibe yitimine” bağlanmaktadır. Bugünkü hak iddia düzeyinde bir gerilemeden söz edilebilse bile, yeni bir ilerlemenin mümkün olmadığına dair elde bir kanıt yoktur; üstelik böyle bir gerilemeden hoşnutluk duyularak, hangi türden olursa olsun yeni bir sağlanması da mümkün görülemez. Öte yandan, Türkiye ile sınırlı olarak bir gerileme ve “etki azalması”ndan bahsedilebilse bile, bunun genelleştirilmesi anlaşılır değildir. Eğer salt Türkiye ile sınırlı düşünülmeyecekse, ki az ileride Irak Kürtlerine, Barzani ve Talabani’ye ilişkin değerlendirmeler de yapılmaktadır, “bütün biçimleriyle” ayrı kurtuluş yolunun cazibesini yitirdiği değerlendirmesi nasıl yapılabilir?
Bu, iki dayanak üzerinden, iki yanlış düşünme yolu izlenerek mümkündür. Birincisi, Kürt sorunu, dayatılmış bölünmüşlüğü ile her komşu ülkede ayrı ayrı sorunlar ve dört ülkenin iç-işlerinden sayılmakta, mutlak olarak her ülkede ayrı çözümler tasarlanmaktadır. Bu durumda UKKTH’na “sosyalistçe” müdahale edilmiş ve bu hak yok sayılmış olmaktadır. Ve ikincisi, Barzani ve Talabani çizgisine ABD emperyalizmiyle ilişkileri dolayısıyla yöneltilen eleştiriler ve TKP partiyken –üstelik göreceğiz ki, TKP yalnızca bir parti değil “koca” bir “gerçek”tir–tırnak içine alınarak partiden bile sayılmayan KDP ve YNK’nın “Kürt halkının çıkarlarını temsil ettikleri veya savunduklarını söyleme güç”lüğü çekilmesi, “cazibe” sorununda, gerçeğin zorlanıp değiştirilmesine götürmektedir. Barzani ve Talabani’nin ve çizgilerinin beğenilmemesi, onların bir tür değerlendirmeye tabi tutulması, onların bugünkü “cazibeleri” gerçeğini yok sayma nedeni olmaktadır. Söylenenler, anlaşılmış olmalıdır ki, iki Kürt partisinin ve izledikleri çizginin şöyle ya da böyle eleştirilmesi ya da eleştirilmemesi ile ilişkili değildir. İki partinin çizgileri nasıl olursa olsun, TKP ya da biz bu çizgiyi beğenelim ya da beğenmeyelim, gerçek gerçektir ve gerçek beğeni düzeyinin ötesinde saptanmalıdır. Düşünceye göre gerçek belirlenemez. Gerçek, Irak Kürtleri içinde iki partinin ve çizgi ya da “kurtuluş yolları”nın “cazibesi”ni yitirmediği tersine güçlendirdiği şeklindedir. Amerikan emperyalizmiyle ilişkileri benimsenebilir değildir, ancak bunun tartışılmasından bağımsız olarak ve ne şekilde eleştirilirse eleştirilsin, kısa süreli Mahabat deneyi sayılmazsa, iki parti, Kürtlerin, ilk kez federatif  ya da başka türden devletleşmekte oluşunun oluşturduğu cazibeye sahiptir. Hatta, bu “cazibe”nin Türkiye Kürtleri içinde belli bir güç kazanmakta olduğu da tahmin edilemez değildir. Genel Başkanı ve TKP sevinçle “cazibe yitimi” üzerine UKKTH’nın “sosyalist çözümü”nü oturtmaya kalkıştığında, bu mümkün iki hatalı dayanak üzerinden de, iki yanlış düşünme yolunu da izleyerek, yanlış yere sevinmektedir.
Sadece Kürtlerin yıllardır karşı karşıya oldukları zorlukların üzerine son yıllarda ilave zorlukların da  eklendiğini gözleyen, ama bunları yerli yerine oturtamadığı gibi, bağlantılarını doğru kuramayan ve milliyetçi etkilenmelere bulaşık üst tabaka “sosyalizm” anlayışının yanında gerçeklerden değil kendi eleştirelliğinden (düşüncelerinin önceliğinden) hareketle dönem değerlendirmesini yanlış yapan TKP, üstelik, doğru ya da yanlış olması bir yana, bu değerlendirmeden çıkarılamayacak sonuçları da çıkarmakta, bir sosyalistin hiçbir zaman yapmayacağı yorumlara varmaktadır.
“‘Ayrı kurtuluş’ yolunun cazibesini yitirdiği bir dönemeç”, milliyetçiliğin cazibesini yitirdiği dönemeç midir yoksa ulusal baskıya karşı mücadelenin zorlukları ve göreli güç kaybından, kendi kaderini özgürce tayin etme yönündeki talebin sahiplenilmesi ve ileri sürülüşündeki gerilemeden mi hoşnutluk duyulmaktadır? “Dönemeç” adına hangisinin “Türk ve Kürt emekçilerinin sınıf birliği için elverişli”liğinden söz edilmektedir? Baskıya bağlı olarak, karşı karşıya kaldığı zorluklar nedeniyle milliyetçiliğin zayıflayacağı düşünülüyor ve hele sınıfın birliği adına bundan medet umuluyorsa, bu, çok kötü bir beklentidir. Hele baskının başlıca hedefinin milliyetçilik değil, ama asıl, geçici gerilemeler bir yana, onu da güçlendirici başlıca dayanak olabilecek ulusal talepler ve hak arayışları, ulusal ayrıcalıkların dayatıldığı halktan başkası olmadığı dikkate alındığında, bu “sınıfın birliği” ve ona dayanacak bir “çözüm” bakımından nasıl bir elverişli durum oluşturur? Bu nasıl düşünülebilir? Kendi kaderini sahiplenmede bir gerileme, mücadelenin düşüşü, nasıl olur da sınıf birliği ve mücadelesinin ilerleyişinin dayanağı sayılabilir? “Kürt sorununun en umutsuz görüntü verdiği bir dönem”in “Türk ve Kürt emekçilerinin sınıf birliği için elverişli” ve hele sosyalist çözüm açısından umut verici bir dönem olabileceği nasıl bir mantıkla ileri sürülebilir? “En umutsuz dönem”in nasıl olup da en ileri çözümün ileri sürülüşünü koşullandırdığı ve onun için elverişli zemini oluşturduğunun; darlık, ulusal ve sınıfsal mücadele karşısında ciddiyetsizlik ve şoven inkarcılıktan beslenme ve güçlendirmek üzere ona bağlanma eğilimi gösterme dışında bir açıklaması yoktur. TKP, Kürt milliyetçiliğinin zorluklarla karşılaşması dolayısıyla güç kaybetme eğilimi karşısında ellerini ovuşturmakta ve kendi sırasının geldiğini sanısıyla ciddiye alınmayacak biçimde dışardan ve tepeden konuşmaya yönelmektedir. Milliyetçilikle rekabet ettiğini düşünmekte, ama milliyetçiliğin güçsüzleştirilmesini kendi sosyalist çalışmasına, soyut lafın ötesinde, Türk ve Kürt emekçilerinin sınıf birliğini sağlama doğrultusundaki pratik politik gündelik adımlar atmaya bağlanmış çalışmasına ve bu çalışmanın kazançlarına dayandırmamaktadır. Tersine, milliyetçiliğin güçsüzleştirilmesini, tam da, sonuçta ulusal önyargılar ve çitleri sağlamlaştırarak, halkları düşmanlaştırıp Kürt milliyetçiliğini de güçlendirmekten başka bir işe yaramayacak olan egemenlerin ulusal baskısının yakın geçmişteki “başarıları”na bağlayarak ulusal gericiliğe ihale etmekte ve ilerici bir hamleyi kolaylaştırıp önünü açmayacağı açık olan bu “başarılar”ın üzerinden “sosyalist çözümünü” kurgulamaya yeltenmektedir. Bunun, pek garabet bir “sosyalist çözüm” dayanağı olduğundan kuşku duyulamaz.
“Çağrıda bulunduğumuz çözüm bir yeni icat değil. Ama temcit pilavı, hiç değil. Bugün Kürt sorununun yeni ve bildik bir çözüm kanalına sokulması mümkündür. Mümkün olmanın ötesinde içinde bulunduğumuz konjonktür böyle bir yenilenme için oldukça da uygundur.” diye yazmaktadır Aydemir Güler. Konjonktürün uygun olup olmaması tartışması bir yana, “sosyalist çözüm”den söz edildiğine ve böyle bir çözüm, ne yalnızca konjonktürel uygunlukla ne de burjuva gericiliğin “başarıları”yla ya da kendiliğinden zuhur etmeyeceğine, ciddi bir sosyalist çalışmanın ürünü olabileceğine, Kürtlerin sınıf esasına dayalı örgütlenmesi ve mücadelesine dayanabileceğine göre, bir saptama da biz yapabiliriz demektir: Hayallere sahip olmak iyi ve gereklidir, ama politika “biraz da” gerçeklere ve güce dayalı olarak yapılabilir. Nerede, hem mümkün hem de konjonktürün oldukça uygun olduğu “çözüm”ün dayanakları, nerede hiç değilse gelişmeye başlayan dinamikleri, nerede bu TKP “çözümü”nün tetikleyicisi olması zorunlu olarak varsayılması gereken bölge TKP örgütleri ve gündelik çalışması? Konjonktüre gelince, evet, büyük olanaklar sunmaktadır, ama zorlukları da ağırlaşmış bir konjonktürdür. Olanakları gerçeğe dönüştürmek ise, her şeyden önce, ciddi bir sosyalist çalışmayı, örgütlü gündelik çalışmayı gerektirmektedir, lafı, dönem ve konjonktür “uygunluğu”, “elverişliliği” üzerine soyutlukları değil. Ve hayalcilik bir yana, en önemlisi, olanakları gerçeğe dönüştürmenin koşulu olan sosyalist çalışmanın içeriğidir. KKTH’nın tanınmasına dayanmayan, bununla da yetinmeden, Kürtlerin özgürlük taleplerinin savunulmasını kapsamayan, hak mücadelesiyle birleşmeyen bir sosyalist mücadelenin sosyalist olmadığı ya da ancak burjuva sosyalizmiyle, milliyetçi sosyalizmle tanımlanabileceği bilinmelidir. KKTH’nın tanınmasına dayanmayan, bu hakkın tanınmasının –özellikle Türk işçi ve emekçileri içinde– yaygınlaştırılması için propagandaya bağlanmayan, ulusal baskıya karşı mücadelenin geliştirilmesini öngörmeyen, tersine güle oynaya yapılan “dönem”, “konjonktür”, “cazibe yitimi” değerlendirmeleriyle UKKTH’nın yerine ikame edilmeye çalışılan sosyalizmin Kürt sorununu da çözeceği iddiasında bulunan yaklaşımın Marksizm ve proletarya sosyalizmiyle bir ilişkisi olamaz. TKP yaklaşımının orijinalitesini, suçladığı Kürt milliyetçiliğiyle arasına mesafe koymaya ve onunla rekabet etmeye çalışırken, mesafeyi, kendisiyle Kürt halkı ve ulusal talep ve hak arayışı arasına koyması oluşturmaktadır. Bu, UKKTH’nı ele alışında açıkça ortaya çıkmaktadır.
TKP saptamacılığı, eleştirelliği ve “çözüm” dayatıcılığı, yalnızca Türkiye’de Kürt hareketinin, aslında kuşkusuz Kürtlerin zorluklarla karşılaşmasından duyulan sevince dayanmakla kalmamaktadır. Irak ve Irak Kürtleri de içinde olmak üzere, bölge ülkeleri ve bu ülkelere dağılmış durumda olan Kürtler ve hareketlerini bütün olarak, kaderlerini tayin haklarıyla birlikte yok sayan, o, kendi açısından uygunlaştığını varsaydığı “konjonktür”ün pekala olasılığını büyüterek olanaklarını artırdığı söylenebilecek olan bir Kürt birliğini, –somut koşulları ve karakterine bağlı olarak desteklenip desteklenmeyecek olması sorunu bir yana– KKTH’nın bir bölge devleti sınırları içine sığmayacak türden kullanımı olasılığı bir kalem darbesinde “olmaz”lamakta; Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkına müdahaleciliği, bir halkın iradesi yerine kendi grubunun iradesini geçirmeyi alışkanlık haline getirdiğini göstermektedir.
Konuyla ilgili olarak A. Güler şöyle yazmaktadır: “Kürt yoksulunun kendi göbeğini kendisinin kesmesi denenmiş ve sonuç vermemiştir. Bütün biçimleriyle ‘kendi göbeğini kesme’ yolları, Kürt kitleler açısından çekici bir seçenek olmaktan da çıkmıştır. Türkiyeli Kürt yoksulunun komşu ülkelerdeki kardeşleriyle geleceğini birlikte örme olanağı ise, bir dizi egemen güç ve emperyalistlerce kapatılmıştır. Çaremiz bellidir.”
Bugüne kadarki gelişmeleri isteğince saptayıp yorumlamanın kesmediği görülmektedir. Güler geçmişe isteğince biçim vermekle kalmamakta, ama geleceği de isteğince şekillendirmekte sakınca görmemektedir. Son denemenin sonuç vermediği biliniyor. Denemenin sonuna gelinmediği gerçektir, süreç işlemektedir, ancak şimdilik sonuç vermediği ve zorlukları olduğu da doğrudur. Bundan ne çıkar? Neden “bütün biçimleriyle ‘kendi göbeğini kesme’ yolları” tıkanmış olsun? Güler istediği için mi? Yoksa büyük burjuvazi ve devlet istediği ve bu amacına ulaşmak için her şeyi göze almış olduğu düşünüldüğü için mi? Denemenin çizgisi tartışması bir yana, denemeyi üstlenen bir halk olduğuna göre, yazılanların, anlamı düşünülerek yazıldığını kabul etmeli miyiz? Anlam şu oluyor: Kürt yoksulu, Kürt halkı kendi göbeğini kesemez! Bir deneme başarısızlıklarla birlikte sürüyor diye, halkın artık kendi göbeğini kesemeyeceği sonucuna mı varacağız? Buna, İsmet Paşa bile “Hadi canım sende!” derdi. Kim kesecek halkın göbeğini? Halk, halklar kendi göbeklerini kendileri kesmeyecekler de kim kesecek? TKP mi, gericilik mi, emperyalistler mi? Kim? Halka bunca güvensizlik neden? TKP neden Kürtlerin kendi göbeklerini kesme haklarını, yani KKTH’nı onlara çok görür, neden haklarını ellerinden almaya yeltenir? Bu sorunun, ezen ulus milliyetçiliğiyle zaaflı olmanın dışında bir yanı olabilir mi? İlaveten ikinci bir yanıtı daha olabilir: sadece Kürtlere değil genel olarak halka güvensizlik, üst tabaka sosyalizmi; haklar alınmaz, ama verilir düsturuna sahip olunması.
Peki, TKP neden sosyalizm davası güttüğünü söylüyor? İşçi sınıfı ve emekçilerin “kendi göbeğini kendisinin kesmesi denenmiş ve sonuç vermemiş” değil midir? Evet, geçici ama, işçi sınıfı ve sosyalizm hem de uzun yıllar sonuçlarının üstesinden gelemediği bir yenilgi almadı mı? Dünyanın önemli bir kısmında zafere ulaşmış olan işçi sınıfının Komün’den sonraki bu ikinci denemesi, çok ciddi kazançlar sağlamış ikinci atılımı başarısızlıkla sonuçlanmadı mı? Kimse, giderek dünya burjuvazisi bile bunun “son” olduğunu düşünmüyor. Sosyalizm yeniden filizleniyor. Kesin ki, dünya işçi sınıfı yeniden “kendi göbeğini kendinin kesmesi” işine soyunacak. Bütün belirtileriyle bu hakkını kullanmaya yakınlaştığı ortada. Ne diyeceksiniz? İki kez “kendi göbeğini kesme denemesi sonuç vermedi” diye, bundan böyle “olmaz”, artık “kendi göbeğini kesemez” mi diyeceğiz? İşçi sınıfı da halklar da yenile yenile yenmesini öğrenir ve çok şey öğrenildiği de kesin. Ya adını kullandığın sosyalizm ve dayanağı olan işçi sınıfı da “kesemez göbeğini” ya da halklar ve özel olarak Kürtler de kesebilirler. Kıvırtmaya yer yoktur! Tarihte işçi sınıfı ve halklar yerine göbeklerini başkalarının kestikleri görülmemiştir. Bundan böyle de görülmeyecek, hem işçi sınıfı hem de halklar kendi göbeklerini kendileri keseceklerdir. Sorun, bu iki türden “göbek kesme” işini birleştirmededir. Sosyalizmi halkların mücadelesi ve irade ve haklarının tanınmasının karşısına çıkarmaya çalışmak yerine, sosyal ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin, sosyalizmle bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinin, işçi sınıfıyla ezilen halkların kurtuluş mücadelelerinin nasıl birleştirilebileceği üzerine kafa yormak ve bunun gereklerini yapmaya girişmek, bilimsel sosyalist öğretinin gösterdiği tek doğru yol, tek seçenektir.
Ama A. Güler, hem de “bütün biçimleriyle ‘kendi göbeğini kesme’ yolları, seçenek olmaktan da çıkmıştır” diyerek Kürtlere inançsızlığını, halka güvensizliğini vurgulamaktadır. Haydi, geçmişte milliyetçilik nedendi diyelim. Peki neden geleceğe de ipotek konulmaktadır, neden bütün biçimleriyle KKTH’nın yolu tıkanmaya çalışılmaktadır? Kürtler, bu kadar mı iradeleri ve haklarıyla birlikte yok sayılmaya layık görülmektedir? Ama bu ezen ulus milliyetçiliğinin tutumudur. Bu, burjuvazinin inkarcılığıdır.
Üstelik bu inkarcılık yolu, bölgeye Amerikan ve İngiliz emperyalizmi doğrudan el atmış ve tüm bölgenin yeniden yapılandırılmasına girişmişken tutulmaktadır. Sözü edilen etken, tüm bölgenin, tüm dinamikleriyle birlikte, gerici ve ilerici güçlerini etkilemeden, yeni devrimci güç ve eğilimlerin ortaya çıkışını koşullamadan edemeyecek bir alt-üst oluşunun kaçınılmazlığı ve bu, çok sayıda yeni “göbek kesme yol ve biçimleri”nin gündeme gelmesi anlamına gelirken, böyle bir inkarcılık, hem hiç olmayacak şeydir hem de sonuçları tahminlerin ötesinde karanlık olmaya adaydır. Dünya ve bölge ciddi bir kapışmaya sürüklenmektedir. Gericiliğin güçlenmesi kadar yeni devrimci antiemperyalist güçlerin ortaya çıkıp serpilmesi, yeni kurtuluş mücadelelerinin gelişmesi, yeni biçimlere tanık olunması, yakın geleceğin özelliği olacaktır. Gelişmeler, yeni bir devrimler dönemine doğru gidildiğini gösteriyor. Gereken, tüm yeni biçimleriyle ezilen halkların mücadelesiyle birleşebilmeye çalışmaktır. Bunun ön koşulu ise, en başta halkların haklarının tanınması, UKKTH’na saygı gösterilmesidir. Ve ikinci bir koşul, yeni gelişmelere açık olabilmek, hiçbir şeyin dün ya da bugün olduğu gibi kalabileceğini varsaymamak, dün mümkün görünmeyenin yarın ihtimal dahilinde olabileceğini bilerek takıntı ve saplantılara sahip olmamak, politikaları çürüyen üzerinden değil yeni gelişen üzerinden, öyleyse işçi sınıfının yanında ezilen halklar ve devrimci olanakları üzerinden kurmaktır.
Burada “Türkiyeli Kürt yoksulunun komşu ülkelerdeki kardeşleriyle geleceğini birlikte örme olanağı ise, bir dizi egemen güç ve emperyalistlerce kapatılmıştır” tezine geliyoruz. Neden bu olanak kapalıdır? Bölgenin göreli istikrarı koşullarında, önceki dönemde doğru sayılabilecek bu görüş, artık doğru sayılamaz. Bölge emperyalist saldırı altındadır ve tümüyle yeniden yapılandırılması gündeme alınmıştır. Irak işgal edilmiştir. İran ve Suriye topun ağzındadır. Türkiye, aynı şekilde ama yöntem değişiklikleriyle yeniden yapılanma dayatmasıyla yüz yüzedir. Taşlar yerinden oynamıştır. Güçler ve güç ilişkileri yenilenmek durumundadır. Yeni mevzilenmeler, sınıf güç ilişkilerinde değişmeler kaçınılmazlaşmaktadır. Rejimler, sınırlar, hatta devletler masaya yatırılmaktadır. Dolayısıyla “bir dizi egemen güç”ün, kendi aralarında anlaşmalar ve çekişmelerle önünü kapatmayı düne kadar başardığı gelişme olanakları bakımından; bir gücün devre dışı olması (Saddam), ikisinin kendi dertlerine düşmesi (İran ve Suriye) ve Türkiye’nin sıkıştırılması, kuşatılıp Amerikan emperyalizmince tam teslim alınması doğrultusunda mesafe alınması nedeniyle, aynısıyla dünkü değerlendirme geçersizleşmiştir. Şimdi Amerikan emperyalizmi, çıkar ve emelleriyle, gelişmesini teşvik etmesi kaçınılmaz karşıtlarının, antiemperyalist, anti-Amerikan güçlerin yönelimleri, birbirleriyle ve diğer güçlerle ilişkileri, çatışma ve uzlaşmaları vb. gelişmelerin alacağı yönü eskisinden daha fazla belirleyecektir. Artık Amerikan emperyalizminin, çıkarlarına uygun bulacağı sınır değişiklikleri, hatta yeni devletçik ve devletlerin önünü açması ya da bu yönde değişiklikleri bizzat gerçekleştirmeye yönelmesi ve mayalandırmaya çoktan başladığı karşıtı antiemperyalist, anti Amerikan güçlerin, eskisinden farklılaşan güç ilişkileri zeminindeki tutum ve faaliyetlerinin bu tür değişikliklerin etkeni olması ihtimali kolaylıkla reddedilemez. Zaten dün de teorik olarak “sıfır” ihtimal olduğu söylenemeyecek bu tür gelişme olanağının, hele bugün bir kalem darbesiyle yok sayılamayacağı ortadadır.
TKP, bugün ve hatta dün açısından, neden, –gerçekleşme ihtimali az ya da çok– bu yolu tutup tutmayacaklarını kararlaştırma hakkının tamamıyla Kürtlerin olduğu/olması gerektiği bir konuda karar verme haklarını geçersizleştirmek üzere, “Türkiyeli Kürt yoksulunun komşu ülkelerdeki kardeşleriyle geleceğini birlikte örme olanağı”nı yok saymaya ihtiyaç duymaktadır? Bu “olanaksızlık”, Lenin’in sözleriyle de göreceğimiz gibi, “sosyalizmin zaferinden önce” “500’de 1’lik” bir ihtimal olsa bile, neden, ayrılma özgürlüğünün tanınmasından başka bir şey olmayan UKKTH’nın yadsınmasının “olanağı” olarak kullanılmaya çalışılır? Görünür neden, Kürtlere kendi “sosyalist çözümü”nü salık verme, aynı anlama gelmek üzere dayatmalarını inandırıcı kılma çabasıdır. Ancak pratik bakımdan “değeri”, piyasa değeri, ezen ulus milliyetçiliğini ve tezlerini güçlendirmek üzere, onlara sunulmuş bir “çek” olmasıdır.
Gerçi TKP, pek sosyalistçe tutumuyla tersi düşüncededir. A. Güler şöyle yazmıştır: “TKP, Kürt etiketi altında ABD’ye serbest askeri bölge kurulmasına karşı çıktığı ölçüde, böyle bir gelişmenin Türkiye’de şovenizmi körüklemesine, militarist eğilimlere gerekçe yapılmasına, özetle “savaş nedeni” sayılmasına da karşı çıkmaktadır.”
İnsan kendisini ancak bu kadar akıllı ve karşısındakini aptal sanabilir! Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti ihtimaline karşı çıkarken ileri sürülen, bu karşı çıkışın “Türkiye’de şovenizmi körüklemesine” vb. karşı çıkmak demek olduğu görüşü eğlendiricidir. Ancak bu kadar tersten düşünülebilir ve buna inanılması beklenebilir! Ayrılma özgürlüğü reddedildiği ölçüde şovenizme karşı çıkılmış olacak ve şovenizm gelişmeyecekmiş ya da şovenizmin yükselmemesi için ayrılma özgürlüğünü tanımayacaksın! Peki, şovenizmin istediği ve yaptığı ya da içeriği nedir ki? Her yola başvurarak ayrılma hakkını tanımamak, ulusal baskı ve inkar değil mi? TKP’nin farkı nerede? Bu, “cazibe yitimi”, “olanaklar” vb. tartışmaları ardında şovenizmin rafine edilişinden başka bir şey değildir.

“EKMEK VE ADALET”…
Devam etmeden, bu konuda TKP’nin tek olmadığını ve bir orijinalite oluşturmadığını söylemeliyiz. Çok sayıda siyasal grup ya da örgüt benzeri yaklaşımlara sahiptir. Kürt milliyetçiliğinin içine düştüğü zorluklar birçok grubun içindeki “yılanı” depreştirmiş, “iyi günler”de kendine saklanan pek çok “değerli fikir”, “kötü günler”de eleştirellik adı altında ortaya dökülmeye başlanmıştır.
Örneğin “Ekmek ve Adalet” dergisi, TKP gibi tumturaklı sözcüklerle formülasyonlar kurmaya girişmese ve milliyetçiliğin “cazibesini yitirmesi” karşısında onun gibi yüreği sevinçle çarpmasa da, benzer saptamayı yapmakta ve UKKTH sorununa yaklaşırken bu saptamadan hareket etmektedir:
“Kürt halkı, onlarca yıldır, onlarca kez, feodal, burjuva milliyetçi önderliklerle kurtuluş umudunun gerçekleşemeyeceğini yaşadı, gördü… Milliyetçi çizgi denendi; çözümsüzdür.
“Çözüm devrimci çizgidedir!”
O da, çizginin milliyetçi olup olmaması, bunun eleştirilip eleştirilmemesi ve Kürt sorununda doğru çizginin ne olduğu sorunuyla Kürtlerin hakları karşısındaki tutum, başlıca UKKTH ve “hakka saygı gösterme” zorunluluğu sorununu birbirine karıştırmaktadır. Milliyetçiliğin eleştirisi adına Ekmek ve Adalet’in de geliştirdiği tutum dolayımında, Kürtlerin hakları, en başta da kendi kaderlerini özgürce tayin etme hakkı arada kaynayıp gitmekte; o da, TKP gibi, kendi çizgi ve çözümünü önermekle kalmamakta, ama elbette sosyalistliğinden kuşku duymadığı kendi çizgi ve çözümünü Kürtlerin iradesi ve geleceğini özgürce belirleme hakkının yerine geçirmekte, dışarıdan dayatmaktadır. Elbette devrim, elbette sosyalizm; ama ikisinin de, bir halka dışarıdan dayatılabildiği görülmemiştir. Elbette, ama ne devrimin ne de sosyalizmin, bir halkın küçümsenemeyecek, dikkate alınmazlık edilemeyecek bir ölçek ve bağlılıkla etrafında birleştiği, yıllardır ciddi bedeller ödemeyi göze alarak peşinden yürüdüğü, belki zorluklar nedeniyle kafalarda belirli soru işaretleri doğsa bile, hâlâ yürümeyi sürdürdüğü milliyetçi çizgiye yöneltilen içeriği ve üslubu özensiz eleştirilerle önünün açılması beklenebilir.
Sorun, milliyetçiliğin eleştirisinden ibaret değildir. Böyle olsa, her şey çok kolay olurdu! Milliyetçilik bir veridir ve eleştirisi de gereklidir. Ancak veri oluşunun bir başka anlamı daha vardır. Ulusal baskı, inkarcılık ve şiddet, milliyetçi çizgiyi olduğu kadar, ulusal ayrımcılığın oluşturduğu önyargı ve ulusal duvarlar, ulusal nefret ve öc alma duyguları, içe kapanma ve güvensizlik nedeniyle bütün bir halkın da ulusal duygu ve tutumlarını beslemektedir. Bu, bir yanıyla ya da bir yere kadar olumludur; ulusal duygu ve hak sahipleniciliğini kimse milliyetçilikle niteleyip suçlayamaz. Ama önyargı ve güvensizlikler, çoğu durumda ya da hemen her zaman ulusal duvarları, içe kapanmayı, halklar arasında düşmanca duygu ve tutumları da kapsar ki olumsuz ve tehlikeli olan, giderilmesi gereken tam da budur. Ama bu yönüyle, milliyetçiliği suçlamak ya da “kabahatı” ezilen ulus halkında bulmak ne çözümdür ne de doğru. Bu alanda asıl görev, ezen ulus ezilenlerine, en başta işçi sınıfına, devrimci ve sosyalistlere düşer. Güvensizlik ve önyargıları gidermek, koşullarını ortadan kaldırmak herkesten önce sosyalistlerin işi olmak durumundadır. En çok sosyalistler, ezilen ulusun, yılların ezilmişliği ve aşağılanmasından gelen, yerinde ve doğru eleştirileri bile yanlış algılamaya götürebilen hassasiyetlerini anlamak ve gereğini yerine getirmek zorundadır. Sosyalistler bu nedenle de, UKKTH’na saygısızlık anlamına gelebilecek en küçük bir kuşkulu durumdan sakınacaklar, ezilen halkın hak talebini sahiplenecek ve bu tutumu gündelik pratik politik çalışmalarının temel bir yönü kılacaklardır. Ve eleştirirken de özenli olacaklardır. Eleştiri, evet, eleştiri gereklidir; ama eleştiri, ulusal güvensizlikleri derinleştirmek için değil gidermek, ulusal ayrılık ve önyargıları perçinlemek için değil ama –“birlik, birlik” denen şey samimi olarak isteniyorsa daha da önem kazanmak üzere– etkisizleştirmek ve birliğin koşullarını geliştirmek içindir. O halde ulusal inkarcılığı, hak tanımazlığı çağrıştırabilecek, çoğu durumda gerçeği yansıtmaktan da uzak olan kaba “devrimci eleştirmenlik”ten uzak durulmalıdır.
Ancak milliyetçi çizgi yerine devrimci çizgiyi önerirken, ima yoluyla bile olsa Kürt ulusal iradesinin yerine kendi devrimci ve “sosyalist” iradesini geçirme, dolayısıyla UKKTH’nın gaspı anlamına gelebilecek tutum ve politikalar geliştirmenin, eleştiri özensizliğinden daha derin sonuçları olacağı da ortadadır. Özensizlikle birlikte ve onun ötesinde eleştiricilik, en çok bu yönüyle, özellikle son aylarda tehlikeli bir hal almıştır. KADEK, KDP, YNK hiçbir özen gösterilmeden ve gerçekçiliğin sınırları çok aşılarak eleştirilmektedir. Eh! Gerçekçi olmayan politika kaybetmeye mahkumdur denebilir. Öyle olacaktır. Ama devrim ve sosyalizm adına hareket ettiği iddiasında olanların devrim ve sosyalizme zarar vermekten kaçınmaları herhalde gereklidir. En özensiz eleştiri bile UKKTH’nın reddi boyutuna varmamalıdır; ama yapılan ne yazık ki budur. KDP ve YNK eleştirisinden hareketle varılan sonuç, Irak’ta Kürtlerin KKTH’nın, hak olarak kabul ve teslim edilmesinden cayılmasıdır. Aynı şey, KADEK eleştirisinden hareketle Türkiye ve Türkiye Kürtlerine ilişkin olarak yapılmakta, yine UKKTH’nın yadsınmasına varılmaktadır.
Belirtmeliyiz ki Ekmek ve Adalet, TKP gibi şirazeyi kaçırmış bir pozisyonda değildir.
Örneğin, 11 Mayıs 2003 tarihli dergi konuyla ilgili yazısına “Toprağı gasbedilmiş, yurtsuz bırakılmış; acılardan geçmiş, kan deryalarında bırakılmış, katliamlar kadar ihanetleri yaşamış KÜRT HALKI!
“Değişmeli artık bu yurtsuzluk, kimliksizlik! Değişmeli bu sonuçsuz isyanlar ve ittifaklar tarihi! Değişmeli, yüzyıllık ulusal kavganın yönü!
“Katliamları ve ihanetleri alt etmenin yolunu bulmalıyız.
“Kürt halkı ‘inkar’ edilen bir halktır.” diye başlamaktadır. Dışarıdan konuşsa ve tüm yazdıklarını kendi “devrimci çözümü”ne bağlasa da, Kürtlerin ve haklarının inkarına karşı çıkmaktadır. Ancak sorun, ayrılma hakkının, UKKTH’nın tamamen Kürtlerin kendi iradelerine bağlı olduğunun kabulüdür. Ve iş somut konuşmaya geldikçe, eleştiri ve dışarıdan öneri ile ayrılma hakkının tanınmayışı birbirine karışmakta; eleştiri, UKKT hakkının yadsınmasına kadar vardırılmaktadır.
Örneğin aynı tarihli dergide “Reformizmin pragmatizmi İşbirlikçilik” başlıklı yazıda Mustafa Yalçıner’in Özgür Gündem’deki, tamamen Amerikan emperyalizminin oyunlarına dikkat çekme ve Barzani ve Talabani’nin yönelimlerine ilişkin özenli uyarılarda bulunma içerikli makalesinden iki alıntı yaparak “işbirlikçiliği yumuşatmak” ve “oportünizm” eleştirilerini yöneltiyor. “Yumuşatıcılık” olarak eleştirilen şu çümlelerdir: “‘Irak Kürtlerinin bugünkü tutumu ise geçicidir, böyle devam etmeyeceğini, edemeyeceğini birlikte göreceğiz. Kürtler bugüne kadar işgalciye ancak geçici olarak katlanmışlardır. Nitekim, Barzani, yönetimin Irak’taki güçlere teslim edilip ABD’nin çekilmesini istemekte, düzenlediği toplantılara katılmakta çekinceli davranmaktadır.’ (Mustafa Yalçıner, 29 Nisan 2003, Yeniden Özgür Gündem)”
Oysa burada yumuşatılan bir şey yok, ama emperyalist saldırganlığa karşı ulusal savaşların kaçınılmaz olduğuna, bugünkü durumun geçiciliğine ve emperyalizmi hedefleyen ulusal tutum ve hareketlerin kaçınılmazlığına ve yükseleceğine dair öngörü vardır. Bugüne, bugünkü güç ilişkilerine takılıp kalmamak, yalnızca bugünkü geri durum ve emperyalizmin sarsılmaz görünen büyük gücü üzerinden düşünmemek gereği üzerinde duran makale, kaçınılmaz olan ulusal kurtuluş savaşının mayalanıp gelişeceğini hesaba katma çağrısı niteliğindedir. Olumsuz koşullar üzerinden kötümser değerlendirmelerle geri tutumlar alınmasının zorunlu olmadığını ortaya koymaya yönelik makale, halka ve geleceğe güven ve umuda vurgu yapmaktadır. Yanlış mıdır? Kürtler bugüne kadar işgalciye boyun mu eğmişlerdir. Sayısız isyan onların eseri değil midir? Ve üstelik Yalçıner, bu durumu Barzani’nin bile dikkate aldığını, almak zorunda kaldığını belirtmiş, bunu kafasından uydurmamış, Barzani’nin bir dizi toplantıya katılmamış olduğu gerçeğiyle destekleyerek, gelecek umudunu canlı tutmaya çaba göstermiştir. Ama istenen, “işbirlikçi Barzani”, “Amerikan emperyalizminin uşağı”, “devrimci çizgi” vb. tekerlemeleridir ve bunların olmayışı “yumuşaklık” hatta “işbirliği” sayılmıştır. Ne yapılmalıydı? Hem Kürtlerin hassasiyetleri dikkate alınmamalı hem de Irak Kürtlerinin hamiliği ve kurtarıcılığına mı soyunulmalıydı? Irak’ta Kürtlerin kaderlerini tayin haklarını bugünkü kullanış biçimleri değil ama ayrılma özgürlükleri, kaderlerini tayin hakları, Barzani ve Talabani’nin emperyalizmle ilişkilerinin eleştirisi ardında yadsınmalı mıydı? Böyle değilse, Amerikan emperyalizmle ilişkileri ve Barzani ve Talabani’nin çizgisini onayladığına, dolayısıyla Irak’ta Kürtlerin kaderlerini bugünkü somut belirleme biçimlerini desteklediğine dair tek bir sözcük bulunmayan Yalçıner’in makalesi neden eleştirilmektedir?
Yalçıner’den ikinci alıntılama ve yorumu daha olumsuz ve UKKTH’nın yadsındığını gösterir mahiyettedir. “İşbirlikçilik, UKKTH kılıfıyla meşrulaştırılamaz!” başlığı altında şöyle bir alıntı ve eleştiri geliyor:
“‘Kuşkusuz hiç kimse Irak’ta Kürtlerin kendi kaderlerini kendi bildiklerince tayin etme haklarına tek bir laf edemez.’ (Mustafa Yalçıner, 29 Nisan 2003, Yeniden Özgür Gündem)
“Oportünizmi gördünüz mü?
“Ne güzel işte, böylelikle, bu derin teoriler sayesinde, Irak’ta Kürt milliyetçi önderlikler Talabani ve Barzani’nin Amerikan işbirlikçiliği üzerine ve tabii, KADEK milliyetçiliğinin Amerikan işgalini ‘demokrasiyi geliştiren bir müdahale’ olarak görmesi üzerine söz söylemek zahmetinden kurtulmuş oluyorlar.”
Yalçıner’in söylediğinde ne var? Şu ya da bu nedenle “Irak’ta Kürtlerin kendi kaderlerini kendi bildiklerince tayin etme hakkı”, genel olarak halkların ve ulusların KKTH savunulmayacak mıdır? Yalçıner’in de savunduğu haktır, hakkın kendisidir, Kürtlerin iradesi ve haklarıdır, bu hakkın şöyle ya da böyle kullanılması ve bunun desteklenip desteklenmemesi değil. Bu hakkın savunulması kutsaldır, devrimci ve sosyalist olmanın zorunlu şartıdır. Çünkü başka türlü demokrat bile olunamayacağı gibi, sosyalizmin başarısı da olanaksızdır. Ama Ekmek ve Adalet açıkça UKKTH’nın savunulmasını oportünizm olarak nitelemekte ve UKKTH’nın “işbirlikçiliğin meşrulaştırılmasının kılıfı” yapılamayacağını açıklamaktadır. Yani bu “hak”, dergi tarafından ancak belirli koşullarda savunulmakta, örneğin Irak Kürtleri açısından “hak”tan sayılmamaktadır. Eleştirmiyorsa, örneğin kendisi ya da benzerleri tarafından kullanılıyorsa, “hak” savunulabilir olmakta, yok eğer kullanıcılarına eleştirileri varsa, tanınmamakta ve yadsınmaktadır.
Eleştiri yöneltme ya da “söz söyleme zahmeti” sorununa gelince, tüm Marksist yazın, eleştiriyle doludur. Örneğin, sözü edilen makale Amerikan emperyalizminin suçlanması ve işbirliğinin eleştirisi üzerine kuruludur. Amerikan işgalinin demokrasi değil yağma, zulüm ve ölüm getirdiğini ise, Marksistler başından beri açıklayıp duruyorlar. Ama “sert eleştiri” ya da didişme isteniyor ve eleştiriler “yumuşak” bulunuyorsa, bu, bizim “oportünizm”imize değil, ezilen ulusun hiçbir yürek acısı ve hassasiyetini, ulusal önyargıların giderilmesi gereğini dikkate almayan sekterizme ve kolaycılığa bağlanmalıdır.

HAK VE HAKKIN KULLANIMI SORUNU
“Ulusların barış ve özgürlük içinde bir arada yaşayabilmeleri ya da (eğer daha uygun düşüyorsa) birbirlerinden ayrılıp ayrı devletler kurabilmeleri için, işçi sınıfının yüce bildiği tam demokrasi, mutlaka gereklidir. Herhangi bir ulusal ya da dile ayrıcalık yok! Ulusal bir azınlığa karşı en ufak ölçüde baskıya ya da haksızlığa yer yok! İşçi sınıfı demokrasisinin ilkeleri bunlardır” (Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, sf. 71, 2. Baskı, Ekim 1993)
UKKTH’nın savunulması, ezilen uluslara yöneltilmiş ulusal zorbalık ve ayrımcılığa, reva görülen eşitsizlikler ve haksızlıklara karşı çıkma zorunluluğuna dayanır. Eğer zorbalıktan yana olunmayacaksa, hak eşitliği istenecekse, ulusal kölelik onaylanmayacaksa, bu hakkın tanınıp savunulmasından başka yol yoktur. Hele, emek-sermaye bölünmesinin yanı sıra, dünyanın az sayıda büyük emperyalist devletle milyarlarca nüfus oluşturan ezilen uluslar halinde bölünmesine dayalı olan emperyalist kapitalizm döneminde, UKKTH’nın savunulmasının önemi artmıştır. Emperyalizm karşıtlığı, kapitalizme karşı mücadele ve sosyalizm lafları ederken, çok sayıda  ulusun büyük emperyalist devletler tarafından yağmalanıp ezildiği koşullarda, emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşlarının haklılığı ve kaçınılmazlığının savunulmasından başka anlama gelmeyen UUKTH’nın tanınmaması anlaşılır değildir ya da emperyalizme bağlanan bir tutuma işaret eder. Lenin’in sözleri açıktır, işçi sınıfı demokrasisi bunu zorunlu kılar. Yine Lenin şöyle yazmıştır:
“Demokratlar olarak biz, her ne kadar hafif olursa olsun, herhangi bir ulusa karşı uygulanacak baskıya ya da herhangi bir ulusa verilecek herhangi bir ayrıcalığa, amansızca düşmanız. Demokratlar olarak biz, terimin siyasal anlamında, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına, yani ayrılma hakkına sahip olmasını istiyoruz. Devlet içinde bütün ulusların koşulsuz olarak eşitliğini, her ulusal azınlığın haklarının koşulsuz olarak korunmasını istiyoruz…
“Sosyalistler bir yana, tutarlı her demokrat için bütün bu istekler vazgeçilmez isteklerdir.” (Age, sf. 76-77)
Bazan savunulup bazan savunulmayacak türden bir hak olmayan UKKTH’nın tanınmasının demokratlığın zorunlu bir koşulu olduğu açıktır. Bu hakkı, ezilen ulusun yönelim ve tutumlarına eleştirin varsa da tanıyacaksın yoksa da. Başka türlü demokrat bile olunamaz. Ama Marksistlerin sıradan demokratlar oldukları için, UKKTH’nın tanınmasını basit bir demokratizmin içine sıkıştırarak savundukları da sanılmamalıdır. Kuşkusuz, Marksistler, ezilen ulusların ayrılma özgürlüğünü, hakkını, basitçe demokrat oldukları için savunmazlar. Hem kendilerini genel demokratik taleplerle sınırlamazlar ve –hem ezen hem de ezilen ulus– burjuva milliyetçiliğinin kaba ya da inceltilmiş her görünümüyle savaşırlar. Hem de ayrılma hakkını ve tüm genel demokratik talepleri, işçi sınıfının çıkarlarını ve birliğini gerçekleştirmenin tek yolu, sosyalizmin önünün açılması ve hazırlığının zorunlu gereği olarak savunurlar. Bilirler ki, “başka ulusları ezen bir ulus özgür olamaz”. Lenin çok önceden söylemiştir: “Ulusların ve dillerin eşitliğinin kabulü, Marksistler için önem taşıyor. Ama bu, yalnızca, en tutarlı demokratlar Marksistler olduğu için değil. İşçilerin sınıf savaşımında, proletarya dayanışmasının ve yoldaşça birliğin istemleri de, ulusalcı güvensizliğin bütün izlerini,yabancılaşmayı, kuşku ve düşmanlığı ortadan kaldırmak üzere, ulusal-toplulukların tam eşitliğini gerektiriyor. Tam eşitlik, herhangi bir dil için her türlü ayrıcalığın reddini ve bütün ulusal-toplulukların kendi kaderlerini tayin hakkını da içeriyor.” (Age, sf.160)
Sosyalizmin arefesi ve can çekişen kapitalizm olan emperyalizm koşullarında ve hele TKP tarafından “sosyalist çözüm”ün çağrısının yapıldığı bir dönemde, çağrıcının, bunun nedenle, UKKTH’nın tanınmasının öneminin kat be kat artığının farkında olması beklenir. Nerede! Ama Lenin buna vurgu yapmaktadır:
“Emperyalizm, bir avuç büyük devletin dünya uluslarına, giderek artan baskısı demektir; ulusların ezilişini yaygınlaştırmak ve sağlamlaştırmak üzere büyük devletler arasında patlak veren savaşlar dönemi demektir; ikiyüzlü sosyal-yurtsever bağnazların, yani ‘ulusların özgürlüğü’, ‘ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı’ ve ‘anavatan savunması’ bahanesiyle dünya ulusları çoğunluğunun büyük devletler tarafından ezilmesini savunan bireylerin halk yığınlarını aldattığı dönem demektir.
“Bu nedenledir ki, sosyal-demokrat  programın odak noktasında, ulusların ezen ve ezilen diye ikiye ayrılışı yer almalıdır. Emperyalizmin özü buradadır. Sosyal-şovenistler ve Kautsky bu noktayı sahtekarca atlamışlardır… A’dan Z’ye kadar demokratik ve devrimci olan ve sosyalizm için ilk ağızdaki savaşımın genel amacına uygun düşen ‘ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı’ tanımının da, bu bölünmenin sonucu olması gerekir. İşte bu hak nedeniyle ve bu hakkın içtenlikle tanınması savaşımında, ezen ülkelerin sosyal-demokratları, ezilen ulusların ayrılma hakkına sahip olması gerektiğini bir istek olarak öne sürmelidirler. Böyle yapmazlarsa, ulusların eşit haklara sahip olduklarının ve enternasyonal işçi sınıfı dayanışmasının kabulü, gerçekte boş bir laf cambazlığından ve ikiyüzlülükten başka bir şey olmayacaktır…
“Günümüz emperyalizmi öyle bir durum yarattı ki, ulusların büyük devletler tarafından ezilmesi genelleşti. Ulusların ezilişini yoğunlaştırmak amacıyla emperyalist bir savaşa girişen, dünya uluslarının çoğunu ve yeryüzü nüfusunun büyük kesimini ezen egemen ulusların sosyal-şovenizmine karşı savaşım verilmesi görüşü, bu nedenle, sosyal-demokrasinin ulusal soruna ilişkin programında kesin, belli başlı ve temel nokta olmalıdır.” (Age, sf. 199, 201)
Anlaşılmış olmalıdır. Özellikle emperyalizm döneminde, herhangi bir nedenle, UKKTH’nın tanınmasına yan çizmek, emperyalist (ve işbirlikçilerinin) ulusal zorbalığına karşı çıkmamak ve onaylamakla eş anlamlıdır.
Peki, UKKTH’nın, ayrılma özgürlüğünün tanınmasıyla, her somut durumda her somut ayrılmanın, her ayrılıkçı ulusal hareketin savunulup desteklenmesi bir ve aynı şey midir? “Hak”kı tanımak, dolaysızca her ayrılma girişimi ve her ayrılıkçı hareketin desteklenmesine eşitlenebilir mi? Kuşkusuz bu ikisi, ayrı şeylerdir. Bundan konumuzla bağlantılı iki sonuç çıkar. Birincisi, UKKTH’nın koşulsuz tanınması, her ayrılıkçı hareketin desteklenmesini zorunlu kılmaz. Ayrılmanın ve ayrılıkçı hareketin her durumda savunulması ya da ayrılıkçılığın mutlaklaştırılması, ezilen ulus milliyetçiliğinin özelliğidir. Bu Marksistlerin tutumu değildir ve olamaz. Örneğin Irak’ta Kürtlerin ayrılma hakkını savunan Marksistlerin, bu savunmalarının dolaysız ve zorunlu sonucu KDP ve YNK ayrılıkçılığını ve somut olarak bugünkü içeriğiyle bir Kürt devleti kurulmasını desteklemeleri değildir. Nitekim Marksistler bunu yapmamakta ve emperyalizme karşı mücadeleyi cesaretlendirip destekleyen bir tutum almaktadırlar. Ve ikincisi, somut bir durumda belirli bir ayrılıkçı hareket ya da hareketlere eleştiriler yöneltilmesi ve destek sunulmaması, UKKTH’nın tanınmamasını hiçbir biçimde gerektirmez.
Lenin, bu ayrımı net olarak vurgulamıştır:
“Sosyal-demokrat partinin, tüm ulusal toplulukların kendi kaderlerini tayin hakkını tanıması, kuşkusuz, sosyal-demokratların, her olayda, devletten ayrılmanın öğütlenir olup olmadığını, kendi çerçevesi içinde, değerlendirmeyi reddettikleri anlamına gelmez. Tam tersine, sosyal-demokrasi, kapitalist gelişmenin koşullarını ve çeşitli ulusların proletaryasının tüm ulusal-toplulukların birleşik burjuvazisi tarafından  ezilmesini olduğu kadar, demokrasinin genel amaçlarını ve her şeyin üstünde ve ötesinde, proletaryanın sosyalizm için verdiği sınıf savaşımının isterlerini dikkate alarak kendi bağımsız değerlendirmesini ortaya koymalıdır.” (Age, sf.81) Bu yaklaşım, 1913 Yaz konferansı’nda karara da bağlanmıştır:
“Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı (yani ayrılma sorununun kararlaştırılmasında kesinlikle özgür ve demokratik bir yönetimin anayasayla güvence altına alınması) hiçbir biçimde, belli bir ulusun ayrılmasının uygun olup olmayışıyla karıştırılmamalıdır. Sosyal-Demokrat Parti, bu ikinci sorunu, her özel olayda, bir bütün olarak toplumsal gelişmenin ve proletaryanın sosyalizm için verdiği sınıf savaşımının isterleriyle uyumlu olarak,değerine göre, kararlaştırmalıdır.” (Age, sf. 94)
Ekmek ve Adalet’in M. Yalçıner’i eleştirirken anlamadığı ya da dikkatinden kaçırdığı ayrım buradadır. TKP de, Kürt milliyetçiliğinin çözümsüzlüğünü ve Amerikan emperyalizmi karşısındaki tutumunu eleştirir ve kendi “sosyalist çözümü”nü UKKTH’nın yerine ileri sürerken, bu ayrımı bilerek ya da bilmeyerek atlamaktadır. Ancak ikisinin de “biz sadece milliyetçiliği eleştirdik” iddiasında bulunacaklarından kuşku duyulamaz. Hatta yalnızca UKKTH’nın savunulduğu bir cümleyi alıntılayıp “oportünizmi gördünüz mü?” diye soran Ekmek ve Adalet de, net cümlelerle Irak’ta Kürtlerin hakkını-hukukunu tanımadığını açıklayan ve tutkulu üniterizmiyle Türkiye’de Kürtlere ancak “içinde yaşanan ülkenin, toplumun ve devletin eşit-kurucusu olmak” hakkını tanıyarak –kuşkusuz dayatarak– “sosyalizmini” ayrılma hakkının karşına koyan TKP de “biz UKKTH’nı reddetmiyoruz”, “bunlar, UKKTH’nın reddi anlamına gelmez” diyeceklerdir. Benzer düşünceler ileri süren Rus liberali Mogilyanski’yi eleştiren Lenin’in yazdıkları duruma uygun düşüyor:
“‘Söylemek gerekir ki’ diye yazıyor bay Mogilyanski, ‘ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, hiçbir zaman eleştirilmemesi gereken bir fetiş değildir: Bir ulusun sağlıksız yaşam koşulları, ulusal kendi kaderini tayin konusunda sağlıksız eğilimler yaratabilir; bu eğilimleri ortaya koymak, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını reddetme anlamına gelmez.’
“Bu liberal kaçamağa güzel bir örnek. Aynı kaçamağı, tasfiyeciliğin gazetesinin sütunlarında Semkovski’ler başka bir biçimde yineliyorlar. Ah, hayır bay Mogilyanski, hiçbir demokratik hak bir fetiş değildir ve örneğin, bu hakların hiçbirinin sınıf içeriği unutulmamalıdır. Bütün genel demokratik istekler, burjuva-demokratik isteklerdir; ancak bundan, istekleri olabildiği ölçüde tutarlı bir davranışla desteklemenin proletaryaya düşmediği sonucunu yalnızca anarşistlerle oportünistler çıkarabilir. Kendi kaderlerini tayin hakkı başka şeydir, kaderini tayin hakkının yani belli bir ulusun, belli koşullar altında ayrılmasının uygun düşüp düşmediği başka şey.” (Age, sf. 101-102)
Emperyalizme karşı tutumlarını eleştirdikleri ayrılıkçı hareketlerin bu ya da başka yönelimlerini ve somut bir ayrılmaya destek vermenin uygun düşmemesini UKKTH’nın yadsınmasının dayanağı kılmaya yeltenenler, bunu hangi “devrimci” ve “sosyalist” niyet ve ideallerle yapmış olurlarsa olsunlar, yalnızca Kürtlerin geleneksel güvensizliklerini pekiştirmekle kalmayacaklar, Türk ve Kürt işçi ve emekçilerinin ortak örgütlenme ve mücadele içinde birleşmeleri de içinde olmak üzere, Kürt emekçilerinin yüzlerini sosyalizme dönmelerinin önüne yeni bir engel dikmiş ya da zaten dikili olan engelleri sağlamlaştırmış ve ülkenin demokratikleşmesine olduğu kadar, sosyalizmin hazırlanmasına da yalnızca zarar vermiş olacaklardır. Bunun ne devrimle ne de sosyalizmle ilgisi vardır.

İŞÇİLERİN BİRLİĞİ VE ORTAK ÖRGÜTLENME
Hem TKP hem de Ekmek ve Adalet, ortak örgütlenme ilkesini savunuyor ve bu ilkeye vurgu yapıyorlar. Öyle ki, UKKTH karşısındaki olumsuz tutumlarını bu ilkeye dayandırarak açıklıyorlar.
“Ayrı örgütlenmenin, emperyalistlere, şu veya bu egemen kesime sırtını dayamanın çözüm olmadığı görüldüğüne göre kurtuluş nerede? ORTAK MÜCADELE! ORTAK ÖRGÜTLENME! BİRLİKTE DEVRİM!”, “Birlikte mücadele, birlikte örgütlenme! Kürt halkının kurtuluşu için de, tüm halkların kurtuluşu için de savunulması gereken budur. Ayrı örgütlenme, ayrı mücadele, sonuçsuzluğu kanıtlanmış bir modeldir artık.” (Ekmek ve Adalet)
TKP de, ayrılma hakkına tecavüz ediyor, ama, “Kürt emekçilerini ortak kurtuluş için ortak örgütlenmeye çağırıyor”. (Komünist)
Kuşku yok ki, Marksizmin ilkesi enternasyonalizmdir. Bu ilke, en başta bütün ülkelerin işçilerinin sınıf kardeşliği ve birliğini, dayanışmasını savunmak anlamındadır. Bütün halkların birliği ve kardeşliği, öyleyse bütün ulusal baskı ve ayrıcalıklara karşı düşmanlık, tam hak eşitliği ve bunun zorunlu gereği olarak ayrılma özgürlüğünün (UKKTH’nın) savunulması, bu ilke kapsamına girer.
Yine kuşku yoktur ki, Marksistler, ayrılıkçı değillerdir. Ulusal sorunda ayrımcılık ve ayrılıkçılık, ulus esasına göre bölünme burjuva milliyetçiliğin ilkesidir. Birbirlerinden devlet sınırlarıyla ayrılmış olsun ya da olmasın, Marksistler, işçi sınıfının birliğini her şeyin üstünde tutar, işçi davasının bütünlüğünü gözetir ve savunurlar. Çok-uluslu tek devlet içindeyse işçi sınıfının tek ve ortak örgütler içinde birliği ilkesi, buradan gelir. Ama bu hiçbir zaman ve hiçbir şekilde ulusal ayrıcalıklar ve baskının savunulması, egemen ulus burjuvazisinin suçlarının üstlenilmesi anlamına gelmez. “Ulusal-topluluklara zulüm siyaseti, ulusları bölme siyasetidir. Aynı zamanda halkın kafasını düzenli olarak yozlaştırma siyasetidir bu… Ancak işçi sınıfının gereksindiği şey, bölünme değil, birliktir. İşçi sınıfının en büyük düşmanı, onun düşmanlarının bilisiz yığınlar arasında ektikleri vahşice önyargılar ve boşinanlardır. ‘Bağımlı halklar’a zulüm, iki ağzı da kesen bir silahtır, hem ‘bağımlı halklar’ı, hem Rus halkını keser. İşte işçi sınıfı, hangi biçim altında olursa olsun ulusal-topluluklara zulmedilmesine, bu nedenle sert bir biçimde karşı çıkmalıdır.” (Age, sf. 152)
Ayrılma özgürlüğünün tanınmasının zorunluluğu, ama bunun, her durumda ayrılmanın, aynı anlama gelmek üzere ayrılıkçılığın savunulması demek olmaması, buraya dayanır. Ulusal zulme karşıysanız ayrılma hakkını tanıyacaksınız, ama Marksistseniz, işçi sınıfının çıkarlarına hizmet edecek, sosyalizm davasını ilerletecek, öyleyse emperyalizmi zayıflatan ve demokrasi mücadelesini güçlendiren ulusal hareketleri desteklemekle yetineceksiniz.
Evet, bir Marksist, “kuşku yok ki, büyük devleti küçük devletlere yeğ tutar”; ama, “bütün öteki koşullar aynı olmak koşuluyla.” (Age, sf. 113) Anlamı açıktır; “büyük devlet” ulusal baskısıyla birlikte savunulamaz. “Büyük devlet” ve büyük çok-uluslu devlet içinde “ortak örgütlenme” ilkesi, ulusal baskı ve ayrımcılılığa karşı çıkıp UKKTH’nın tanınmasının engeli olarak anlaşılamaz. Demokrasi sorununa işçi sınıfının çıkarları ve sosyalizm açısından yaklaşan Lenin, bu nedenle UKKTH’nı da bu kapsamda ele almaktadır: “Sınıf bilinci taşıyan işçiler ayrılmayı savunmazlar. Onlar, büyük devletin ve büyük işçi yığınlarının birleşmesinin üstünlüklerini bilirler. Ama büyük devletler, ulusal-topluluklar arasında tam eşitlik varsa demokratik olabilir; bu eşitlik, ayrılma hakkını da içerir. Ulusal-topluluklara zulmedilmesine ve ulusal ayrıcalıklara karşı savaşım, bu hakkın savunulmasıyla da ayrılmaz bir biçimde bağlıdır.” (Age, sf. 136)
Kuşkusuz Marksist olmanın gereği, ayrılıkçılık ve ulus esasına göre örgütlenmenin, işçi sınıfının ulus esasına göre bölünmesi ve ayrı örgütlenmesinin savunulması değil, ama, birlikten yana olmak ve tek devlet içinde bütün uluslardan işçi sınıfının tek ve ortak örgütlenmesini esas almaktır. Ulusal baskıya karşı mücadele ve UKKTH’nı tanımak koşuluyla. Çünkü Marksizmin egemen ulus milliyetçiliğiyle, onu güçlendirmekle bir ilgisi olmadığı gibi, biz bu milliyetçiliğin amansız düşmanıyız. O nedenle, işçi sınıfının örgüt ilkesi olarak “ortak örgütlenme”nin savunulmasını UKKTH’nın tanınmasının yerine koymaya, “Milliyetçilik çözümsüzdür, cazibesini yitirmiştir, ayrı örgütlenme ve ayrı mücadelenin sonuçsuzluğu kanıtlanmıştır, Kürt sorununu da ancak biz çözeriz” türünden pek “devrimci” ve “sosyalist” görünen, ama hak gaspını içeren bir noktaya kadar vardırmanın Marksizmle değil, Türk milliyetçiliğinden etkilenmeyle ilgisi kurulabilir.
Ortak örgütlenmeye dayanak yapılmaya çalışılan, ayrı örgütlenmenin ve ayrılıkçılığın olumsuzlanmasına ve çözümsüzlüğü ve sonuçsuzluğunun kanıtlanmasına ilişkin iddiaların geçersizliği ise, sorunun diğer bir yanını oluşturuyor. Ezilen uluslar artık devrimci potansiyellerini yitirmişler midir? Öyleyse, artık küreselleşmecilerin iddiaları doğrultusunda “ulus” ve “ulus-devlet” aşılmıştır diye mi düşünülmektedir? Ulusal baskı mı sona ermiştir, yok sürüyorsa bile, emperyalizm karşısında ulusal hareketler mi şu ya da bu nedenle olanaksızlaşmıştır? Eğer hiçbiri değilse, niçin ezilen ulus milliyetçiliği (ve sosyal dayanağı olarak küçük burjuvaziyi de kapsamak üzere ezilen ulus burjuvazisi)  tüm devrimci barutunu tüketmiş olsun? Neden Marksist “ortak örgütlenme-ortak mücadele” ilkesi, onun tutumu olan ayrı örgütlenme ve ayrı mücadelenin tümüyle sonuçsuz ve geçersiz sayılması üzerine bina edilsin?
Hayır, hâlâ ulusal baskı, hem de emperyalizmin saldırganlığın artışı koşullarında artarak devam etmekte, bu baskı ulusal hareketleri koşullandırmakta, ve kaçınılmaz olarak, ayrılma hakkının tanınması kadar, ezilen ulusların ayrılıkçı burjuva milliyetçi hareketleri, uzlaşmacı olduğu kadar devrimci hareketleri de yalnızca olanaklı değil, hatta kaçınılmazlıklarıyla gündemde kalmakta; ortak örgütlenme ilkesinin savunulması zorunluluğu da, ezilen ulus burjuva milliyetçiliğinin zayıflığı ya da güçsüzlüğüne, cazibesini yitirip yitirmemesine, özetle olumsuzlanması ihtiyacına dayanmamaktadır. Bu, Marksizmin her koşulda savunduğu bir ilkedir ve milliyetçiliğin durumu ve tutumu ne olursa olsun, işçi ve emekçilerin birlikte örgütlenmesi, Marksist bir örgüt ilkesi olarak işlevsel olacaktır. Yalnızca ortak örgütlenmenin ezilen ulus milliyetçiliğinin durumuna bağlanması bile, UKKTH konusundaki kafa karışıklığı ve hak gaspçılığına delalet eder. Çünkü, ortak örgütlenme zorunluluğu, açıktır ki, dolaysızca işçi sınıfının çıkarları gereğidir: “İşçi sınıfının çıkarları, belli bir devlet içindeki bütün ulusal-toplulukların işçilerinin –siyasal, eğitsel örgütler, işçi birlikleri, kooperatifler, vb., gibi– birleşmiş proletarya örgütlerinde bir araya toplanmasını gerektirir.” (Age, sf. 93)
Sonuçta şu noktaya varılır ki, “Bütün ulusal-toplulukların işçilerinin birliği, onun yanı sıra ulusal toplulukların tam eşitliği ve başından sonuna tutarlı demokratik devlet sistemi. Bizim sloganımız, enternasyonal devrimci sosyal-demokrasinin sloganı işte budur.” (Age, sf. 77)
Enternasyonalizm odur ki, Türk ve Kürt işçilerin (ve emekçilerin) birliği ve ortak örgütlenmesini, Kürtlerin tam hak eşitliği ve bunun savunulmasına dayanan ayrılma özgürlüğünün tanınmasının karşısına koymadığı gibi, iki tutumu, birlikte, tek ve ayrılmaz bir tutumun iki yönü olarak sloganlaştırır.

YENİDEN “EMPERYALİST EKONOMİZM” Mİ?
TKP, Kürtleri sosyalizme, Kürt sorununun sosyalist çözümüne çağırmaktadır. “Sosyalizm, Kürt emekçilerini yeni bir düzenin eşit kuruculuğuna çağırmaktadır.”
Ne var bunda, bundan doğalı olur mu, “komünist” bir parti, sosyalizmi öngörmeyecek, sosyalizme çağırmayacak, çalışmasıyla sosyalist çözümü hazırlamayacak da ne yapacak denebilir. Doğrudur. Marksizm, bütün örgütlü devrimci çalışmanın sosyalizmin zaferine, işçi sınıfının kurtuluşuna yöneltilmesinde somutlaşır. Ulusal sorunun çözümünü de sosyalizmin zaferine bağlayarak ele alır, ulusal alan da dahil, bunu kolaylaştırıp yakınlaştıracak tüm demokratik reformları savunur ve devrimci mücadelenin yan ürünleri olarak ele alır. Buraya kadar sorun yoktur. Sorun, “sosyalist çözüm” önerisinin hangi bağlamda, ne tür bir yaklaşımla ele alındığındadır. TKP, sosyalizmi ve ulusal sorunda sosyalist çözümü ayrılma özgürlüğünün, UKKTH’nın kabulünün karşısına koymaktadır. Bu, genel olarak, hele bugünkü koşullarda Kürtleri sosyalizme küfür etmeye çağırmakla eş anlamlıdır.
TKP, Kürt sorununa ilişkin olarak ortaya attığı sosyalist çözümü, programının bir maddesi olarak ve her koşulda, dün olduğu gibi yarın da uğruna çalışma yürüttüğü ve yürütmesi gereken bir önerme ve çağrı olarak gündeme getirmemiştir. Çağrısı, dün de geçerli olan ve uğruna çalışılan bir çağrı değildir; sosyalizmin olağan ve partinin kuruluşundan iktidarına kadarki günlük çalışmasını koşullayıp yönlendirmenin ötesinde bir amaca sahiptir. Dün değil, yarın da değil ama bugün ortaya atılmasının pratik bir anlamı vardır. Dün böyle bir çağrının yapılmaması, TKP’nin Kürt sorununun sosyalist çözümüne ilişkin çağrısının, ulusal soruna ilişkin genel Marksist yaklaşımın ötesinde bir çağrı olduğunu göstermektedir. Çağrı, son derece pratik değer taşımaktadır.
Zaten A. Güler de bunu söylemektedir: “Çağrıda bulunduğumuz çözüm bir yeni icat değil. Ama temcit pilavı, hiç değil. Bugün Kürt sorununun yeni ve bildik bir çözüm kanalına sokulması mümkündür. Mümkün olmanın ötesinde içinde bulunduğumuz konjonktür böyle bir yenilenme için oldukça da uygundur.”
Çağrı, bir “fiyasko”nun üzerinden yapılmaktadır. “Fiyasko” şöyle tanımlanmıştır: “Kürtler mücadele tarihlerinde kendi göbeklerini kendilerinin kesmesi üzerine kurulu deneyleri geride bırakmışlardır. Sonuç alınamamıştır.” İlk bölümde üzerinde durulduğu üzere çağrı, bu saptama üzerine kurulmuş ve “tüm biçimleriyle bu ‘ayrı kurtuluş’ yolunun cazibesini yitirdiği bir dönemeç”te çıkarılmıştır. Sonuç alamayan ve tüm biçimleriyle ayrı kurtuluş yolunun cazibesini yitirmesine götüren ayrılıkçığın, ayrılma hedefli ulusal hareketin alternatifinin TKP ve ayrı kurtuluş yolunun alternatifinin de TKP’nin sosyalizmi çözüm gösteren çağrısı olduğuna inanmamız istenmektedir. Gerçekçi olmayan saptamalarla, Barzani ya da başkasının seçenek olabilme veya Kürtlerin gözlerini diğer ülkelerdeki kardeşleriyle birleşmeye dikmeleri ihtimalinin de yolunun kesilmesi ihmal edilmeyerek, sosyalizm ve kuşkusuz TKP, tek seçenek ilan edilmiştir:
“Kürt yoksulunun kendi göbeğini kendisinin kesmesi denenmiş ve sonuç vermemiştir. Bütün biçimleriyle ‘kendi göbeğini kesme’ yolları, Kürt kitleler açısından çekici bir seçenek olmaktan da çıkmıştır. Türkiyeli Kürt yoksulunun komşu ülkelerdeki kardeşleriyle geleceğini birlikte örme olanağı ise, bir dizi egemen güç ve emperyalistlerce kapatılmıştır. Çaremiz bellidir.
“Kürt sorununun onurlu çözümünün adı defalarca konmuş durumdadır. İçinde yaşanan ülkenin, toplumun ve devletin eşit-kurucusu olmak. Sosyalizm bu çözümün gerçekleşmesine elveren tek seçenektir.”
Evet, tek seçenek! Sanılacak ki, TKP, ayaklanma çağrısını da yaptı yapacak! Her şey bir yana, hangi güçle, hangi güç ilişkileri içinde, özellikle bölgedeki hangi somut pratik gündelik sosyalist çalışması ve hangi ildeki hangi örgütüyle yapıyor TKP, bu somut pratik ve tek seçenek ilan ettiği çağrısını? Ayaklar yerden bu kadar kesilebilir! Bunu bir yana bırakalım.
TKP, sosyalist çalışmanın ve sosyalizmin kazandığı mevzilerin üzerinden de olmayan, –gelecekte– böyle olması durumunda bile, UKKTH’nı tanımayıp ayrılma özgürlüğünü dışlayarak “tek seçenek” ilanıyla yapıldığında anti-Marksist ve sosyalizm karşıtı bir içerik kazanacak türden hayalci ve anti-Marksist çağrısını, büyük bir çıkarcılıkla, yalnızca ulusal hareketin zorluklarına dayandırarak yapmış, bunu açıklamıştır da. Çağrının dün değil bugün yapılmasını da açıklamak üzere, A. Güler şunları yazabilmiştir:
“…sosyalist bir emekçi çözümü için yaptığımız çağrının, başka denemelerin tükendiği bir dönemde ortaya atılması doğaldır. Şu an Kürt aydını, Kürt insanı, Kürt devrimcisi mevcutların tükenişini yaşamakta ve yeni seslere açık hale gelmektedir…
“(Ve); sosyalist çözüm “teorik bir tez” olmanın ötesinde, ortada bir Türkiye Komünist Partisi gerçeği vardır.”
Başka tüm seçeneklerin “tükendiği bir dönemde” “tek seçenek”- ve tüm diğer çözüm seçeneklerini dışlayan, “tek”leşerek onların yerini alan pratik bir çözüm çağrısı! Hele ortada bir de “TKP gerçeği var”ken…
Ve A. Güler sonuca bağlamaktadır: “TKP, sosyalist Türkiye’de ayrımcılık için tek bir neden olmayacağını ilan etmektedir. Bu sorunun çözümü süreç işi falan değil, yalnızca bir kalemliktir.”
Siz ayrımcılık seçenek değil diyerek, KKTH’nı şimdiden bunca uhdenize almış, ayrılma özgürlüğünün inkarını bunca içselleştirmişken, “sosyalist Türkiye”nin yolunu açmayı bile rüyanızda görürsünüz. Bu, sıfır ihtimaldir. Ve zaten Allah göstermesin! Sizin “kalem” oynatacağınız bir Türkiye ayrımcılıktan kırılırdı.

LENİN NASIL YAKLAŞIYOR
Sosyalist Türkiye’de ayrımcılığın koşullarının kaldırılmış olacağı doğrudur. TKP’nin “sosyalist” öneri ve çağrılarının benzerini “halk iktidarı”nı “tek seçenek” ilan ederek çıkaran Ekmek ve Adalet, hiç olmazsa, sosyalizmin tüm ulusal ayrımcılığı otomatik olarak ortadan kaldıracağı, geriye “bir kalemlik” –imza işi olmalı– iş kalacağı düşüncesinde değildir; ulusal ayrımcılığın, baskı ve eşitsizliklerin temizlenmesinin “koşullarının yarıtılması”ndan söz etmektedir. Ama, O da, dışlayıcı ve “tek”çidir: “Kürt sorununun çözümü, ‘Ulusların kendi kaderini tayin hakkı’nı kullanmasının koşullarının yaratılmasıdır. Bu hakkı kullanabilmenin ise tek yolu var: Halkın iktidarı.”
Neden halk iktidarı ya da sosyalizmden önce kullanılamıyor hak? İstenmiyor mu yoksa olanaksız mı? Yoksa ikisi birden mi? Sorumuz asıl TKP’yedir: Neden sosyalizm dışında “çözüm” tanımıyorsunuz?
Peki, TKP’nin, “varolmayan bir kendi kaderini tayin hakkı için savaşım verme”yi “aldatıcı” diye niteleyen ve böyle bir savaşımın karşısına “proletaryanın kapitalizme karşı devrimci yığınsal savaşımı”nı koyan Parabellum’la, R. Lüxemburg’la, ardından “emperyalizm çağında artık ulusal savaşlar olası değildir. Ulusal çıkarlar, işçi sınıfını, öldürücü düşmanı olan emperyalizmin emri altına sokmak için aldatıcı bir araç olarak iş görmekten başka şeye yaramamaktadır.” diyen Junius ve “kendi kaderini tayin hakkı kapitalizmde olanaksız, sosyalizmde gereksizdir, sosyalist devrim her şeyi çözecektir” görüşünde olan Pyatakov’la (Kievsky) vb. Lenin’in tartışmalarından haberi yok mudur?
Demokrasiyi ve ayrılma özgürlüğünü gereksiz sayarak olur olmaz sosyalizmden söz açmak, üstelik “tek seçenek” ilan edilmiş sosyalist çözümler önermek belki sosyalizme sempati duyan gençlerin hoşuna gidecek, ama çocukça ve anti-Marksist olmaktan kurtulamayacaktır. Ulusal baskı ve ayrımcılığı sosyalizmle ve ayrıca bir mücadeleye gerek kalmaksızın, bir “kalem darbesiyle” kaldıracağını sanan ve hele bu olanağın gerçekleşmesini ayrılıkçıların zorlukları  üzerine kuran, sosyalizm ve sosyalizm mücadelesinden tek bir sözcük anlamamış demektir.
Lenin’e baş vuralım:
“Gerek Semkovsky, gerek Kievsky, boşanma ‘tartışmalarında’, konuyu anlamadıklarını ve konunun özünden kaçındıklarını ortaya koymuşlardır. Bu öz şudur: Kapitalizmde, istisnasız bütün öteki demokratik haklar gibi, boşanma hakkı da bazı koşullara bağlanmıştır, sınırlıdır, biçimseldir, dardır ve gerçekleştirilmesi aşırı ölçüde güç bir haktır. Ama gene de kendine karşı saygısı olan hiçbir sosyal-demokrat, boşanma hakkına karşı duran bir kişiyi, sosyalist olmak şöyle dursun, demokrat bile saymayacaktır. Konunun özü budur. Bütün ‘demokrasi’, kapitalizmde ancak çok ufak ölçüde ve yalnızca göreli olarak elde edilebilen ‘haklar’ın ilanını ve gerçekleştirilmesini içerir. Ama bu hakları ilan etmeksizin, bu hakları hemen şimdi getirmek için bir savaşım vermeksizin, yığınları bu savaşım ruhuyla eğitmeksizin, sosyalizm olanaksızdır.
“Bunu anlamayan Kievsky, kendi özel konusuna ilişkin temel soruyu, yani biz sosyal-demokratların ulusal baskıyı nasıl yok edeceğimiz sorusunu atlamaktadır… Bu durumda geriye tek sav kalıyor: Sosyalist devrim her şeyi çözecektir! Ya da bazan, onun görüşlerini paylaşan kişilerin ortaya attığı sav kalıyor: Kendi kaderini tayin hakkı kapitalizmde olanaksız, sosyalizmde gereksizdir!
Bu görüş teorik bakımdan saçma, pratik siyasal bakımdan şovenisttir. Bu görüş demokrasinin önemini takdir etmez. Oysa demokrasi olmaksızın sosyalizm olanaksızdır. Çünkü: 1) proletarya demokrasi savaşımı içinde, sosyalist devrime hazırlanmadıkça o devrimi yapamaz; 2) utkun sosyalizm, tam demokrasiyi uygulamaksızın,zaferini pekiştiremez ve insanlığa, devletin çözülüp dağılmasını getiremez. Kendi kaderini tayin hakkının sosyalizmde gereksiz olduğunu iddia etmek, bu nedenle, sosyalizmde demokrasinin gereksiz olduğunu söylemek kadar anlamsız ve deva bulmaz bir şaşkınlıktır…
“Ekonomik devrim, her türlü siyasal baskıyı ortadan kaldıracak önkoşulları yaratacaktır. Bu nedenledir ki, her şeyi ekonomik devrime götürüp bağlamak mantıksız ve yanlıştır. Çünkü soru, ulusal baskı nasıl yok edilecek sorusudur. Ulusal baskı, ekonomik devrim olmaksızın yok edilemez. Bu, su götürmez bir gerçektir. Ama bununla yetinmek, saçmaya ve rezil emperyalist ekonomizme saplanmaktır.
“Ulusal eşitliği gerçekleştirmeliyiz; bütün uluslar için eşit ‘haklar’ ilan etmeli, formüller biçimlemeli ve uygulamalıyız. Belki de P. Kievsky dışında herkes bunu kabul eder. Ama bu, Kievsky’nin sakındığı bir soruya yol açar. Soru şudur: Ulusal bir devlet kurma hakkının yadsınması, eşitliğin yadsınması demek değil midir?
“Elbette öyledir. Ve tutarlı yani sosyalist demokratlar bu hakkı ilan edecek, formül haline koyacak ve uygulayacaklardır. Bu hak olmaksızın, ulusların tam ve gönüllü uzlaşımı ve kaynaşması sağlanamaz.” (Age, sf. 245-246)
Sanırız, büyük iddialarla ortaya atılmış olsa da, TKP’nin UKKTH’nın karşısına diktiği “sosyalist çözüm” çağrısının geri çekilmesi gerekecektir.

OLANAKLI MI-OLANAKSIZ MI
Peki sosyalizmi “tek seçenek” kılmak üzere ulusal hareketlerin olanaksızlaştığı iddiası doğru mudur? Kuşkusuz değildir. Bugünkü zor koşulların, ulusal hareketin ve genel olarak ulusal hareketlerin zorluklarının kalıcılığı kötümserliği üzerinden geliştirilen yorumlar ciddiye alınamaz. Bu, Türkiye açısından da böyledir, Kürtlerin dağıldıkları komşu ülkeler açısından da. Bu tür “olanaksızlık” iddialarının doğru sayılması halinde, geleceğin sosyalizm açısından da pek parlak olmadığını kabul etmek gerekecektir! Çünkü saf, demokratik ve ulusal hakların sahiplenilmesi sürecinde kendi hazırlığını tamamlamayan, devrimci ulusal ve demokratik mücadelelerle birleşip beslenmeyen bir sosyalizm mücadelesi ve zaferi, Lenin’in sözleriyle, olanaksızdır. Yanlış olan, ulusal hareketler açısından da koşulları değişmez sanmaktır. Başka her soruna olduğu gibi, ulusal soruna ve ulusal hareketlere de, hem maddi hem de manevi koşullarının değişmez olmadığı düşüncesiyle yaklaşmak zorunludur. Güç ilişkileri, sınırlar vb. değişebilir olduğu gibi, emperyalizme karşı tutumlar da değişebilir şeylerdendir. Ve dünyanın giderek sert çatışmaların gündeme geleceği yeni bir döneme doğru gitmekte olduğu koşullarda, bu değişimler daha hızlı olacaktır.
“Emperyalist devletlere karşı ulusal savaşlar, yalnızca olası ve olanaklı değildir, ama aynı zamanda kaçınılmaz bir şeydir, ilericidir; ve başarılı olması için her ne kadar ya ezilen ülkelerde çok sayıda insanın ortak, uyuşumlu çabasını (Hindistan ve Çin örneklerinde yüz milyonlarca insanı), ya uluslararası koşulların özellikle lehte olduğu bir durumu (yani emperyalist devletlerin savaşla, kendi aralarındaki karşıtlıkla, vb. güçlerini tüketip müdahale edemeyecek bir duruma gelmeleri) ya da büyük devletlerden birinde proletaryanın burjuvaziye karşı zamandaş olarak başkaldırmasını (bu son durum en çok arzu edilen ve proletaryanın zafer kazanması için en lehte durum olduğu için ilk sırayı tutar) gerektiriyorsa da, ulusal savaşlar devrimcidir.” (Age, sf.227)
Ve kimse, sosyalizmle, sosyalist mücadeleyle ulusal ve demokratik mücadelelerin, birbirinin yerine geçen ve birbirinden kopuk, üstelik bir Marksist açısından, birleşmesi istenmek bir yana, birleştirilmesi için çaba harcanmayan şeyler olduğunu düşünmemelidir. “Toplumsal devrim tek bir çarpışmadan ibaret değildir, ama ekonomik ve demokratik reformun bütün sorunları üzerinde, ancak burjuvazinin mülksüzleştirilmesiyle tamamlanan bir dizi çarpışmayı kapsayan bir dönemdir. Demokratik istemlerimizin her birini, bu sonal amaç için A’dan Z’ye kadar tutarlı devrimci bir yolda formüle etmeliyiz. Bazı ülkelerde, tek bir temel demokratik reform bile yapılmadan önce, işçilerin burjuvaziyi devirmelerinde akla-aykırı hiçbir yan yoktur. Ne var ki, tarihsel bir sınıf olarak proletaryanın, en tutarlı ve kararlı devrimci bir demokrasi ruhuyla eğitilerek hazırlanmadıkça burjuvaziyi yenebilmesi aklın alabileceği bir şey değildir.” (Age, sf. 199)
Ulusal hareketlerin ve “bütün biçimleriyle tükenmiş ayrı kurtuluş yolu”nun karşısına sosyalizm “tek seçenek” olarak mı koyuyorsunuz, “Türkiyeli Kürt yoksulunun komşu ülkelerdeki kardeşleriyle geleceğini birlikte örme olanağı” “bir dizi egemen güç ve emperyalistlerce kapatılmıştır” mı diyor ve “tek seçenek” olarak, Kürtlere, “içinde yaşanan ülkenin, toplumun ve devletin eşit-kurucusu olma” üniter çözümünü mü dayatıyorsunuz, ayrılmayı “olanaksızlık” mı sayıyorsunuz, dinleyin:
“Gerçekler, sosyalist proletaryanın ilk zaferinden önce, şimdi baskı altında bulunan uluslardan ancak 500’de 1’inin özgürlüğüne kavuşup ayrılacağını, sosyalist proletaryanın tüm dünyada sonal zaferi kazanmasından önce de (yani sosyalist devrim olayları boyunca), baskı altındaki uluslardan ancak 500’de 1’inin, o da çok kısa bir süre için ayrılacağını ortaya koysaydı da, bu durumda bile, işçilere, şimdi yaptığımız gibi, ezilen tüm ulusların ayrılma özgürlüğünü savunmayan ve tanımayan zulmedici ülkeler sosyalistlerini kendi sosyal-demokrat partilerine kabul etmemelerini salık verirken, biz, hem teorik, hem de siyasal pratik bakımdan gene haklı olurduk. Çünkü gerçek şu ki, demokrasinin farklı biçimlerine, sosyalizme farklı geçiş biçimlerine kendisinden bir şeyler katmak üzere, şimdi zulüm gören uluslardan kaçının ayrılma gereği duyacağını bilmiyoruz, bilemeyiz. Bizim bildiğimiz, her gün görüp hissettiğimiz şey şudur: Ayrılma özgürlüğünün yadsınması, teorik bakımdan baştan sona yanlıştır, pratik bakımdan da ezen ulusların şovenistlerine köle olmaya varır.” (Age, sf. 241)

SONSÖZ
Ayrılma özgürlüğü, UKKTH tanınmamazlık edilemez. Ancak bu yetmez. Ezen ulus milliyetçiliğinin etkisi altında “çocukluk hastalığı”ndan muzdarip olanlar bir yana bırakılırsa, en azından laf düzeyinde bu hakkı tanımayan yok gibidir. Öncesi bir yana, Wilson ve “prensipleri”nden bu yana, bütün sorun şuradadır: Bu hak, sosyalizme bağlanarak mı ele alınacaktır yoksa emperyalist “demokratizm”in bir unsuru mu olacaktır? Emperyalizme, ulusal olan ne varsa, tümüyle oynayıp, ulusal hareketleri kendisine bağlama olanağı tanınacak mıdır, yoksa ezilen uluslar ve ulusal hareketleri, sömürünün, baskının, savaşların olmadığı ve kurulmasının olanakları her geçen gün çoğalan yeni ve insanca yaşanabilir bir dünyanın kazanılması mücadelesinin dinamiği olarak rol oynayacaklar mıdır? Emperyalizmin saldırganlığı ve ulusal zorbalığı, bu sorunun olumlu yanıtını mayalandırıcıdır. Buna güvenilebilir. Geriye şu kalmaktadır: Ulusal soruna ilişkin Leninist kafa berraklığı, teorik netlik, soruna doğru yaklaşma ve bu kafa açıklığıyla sürdürülecek gündelik sosyalist çalışmanın –ülke, bölge ve dünya ölçeğinde– yaygınlaştırılması, ezilen ulusların ve ulusal hareketlerin sosyalizm ve işçi davasıyla birleşmesini hızlandıracak ve kolaylaştıracaktır.

Bir bağımsız iktisat kongresi üzerine

Hepimizin yakından bildiği üzere, yıllardır uygulanan eğitim politikaları sayesinde ilkokul sıralarından üniversitelere varana kadar, öğrenciler, eğitimin birer etkin öznesi olmaktan çıkartılıp, edilgen bir nesnesi haline getirilmiştir. Öğrencilere, ne  almış oldukları eğitimin veriliş tarzına ne de verilen eğitimin içeriğine, teorisine dönük müdahil olma hakkı tanınmaktadır. Üniversitelerde, özellikle sosyal bilimlerde, eğitim, belirli bir alanla sınırlı tutulmakta ve sosyoloji, felsefe, uluslararası ilişkiler gibi bölümler, sınırlandırıldıkları alanlardan ibaretmişçesine sunulmaktadır. Esasen bunda şaşılacak hiçbir şey yoktur; çünkü egemenlerin kendi varlıklarını korumalarının ve güçlendirmelerinin temel koşullarından birisi, eğitimi ellerinde bulundurarak, kendi ideolojilerini yayma ve muhalif olanları yok etmektir. Bu, beraberinde doğal olarak, bilim özgürlüğünün ortadan kalkmasını getirdiği gibi, verilen eğitimin alternatiflerinin tartışıldığı yerleri de doğurmaktadır.

İktisat da yukarıda tarif edilen tablo içerisinde sıralanan sosyal bilimlerin en önemlilerinden birisidir. İktisadı, neo-liberal veya neo-klasik iktisat olarak sunan ve başka bir alternatifi yok sayan bir eğitim; bununla birlikte iktisadı sadece matematiğe indirgeme çabaları, yine beraberinde fikir tartışmalarının yürüdüğü, alternatif iktisat modellerinin tartışıldığı, yaşanan güncel ekonomik politik gelişmelerin değerlendirildiği zeminleri hazırlamıştır. Bu zeminlerin üniversitelerdeki en önemli ayaklarından birisi de, öğrenci kol, kulüp ve topluluklarıdır. Bu kol, kulüp ve topluluklar zaman zaman düzenledikleri panellerle zaman zaman kendi içlerinde yürüttükleri okumalar ve tartışmalarla almış oldukları eğitime, dünyada ve ülkemizde yaşanan gelişmelere ve kendi disiplinlerine dair görüşlerini dile getirmeye çalışmaktalar. Tahmin edileceği üzere, bu mücadelenin doruğa ulaştığı yerlerden birisi, yine bu topluluklar tarafından ülke genelinde veya uluslararası düzeyde düzenlenen kongrelerdir.
İşte bu kongrelerden bir tanesi de, 18-19 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşen Türkiye Üniversite Öğrencileri Bağımsız İktisat Kongresi  olmuştur. ODTÜ Ekonomi Topluluğu, Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Bilimler Kulübü ve İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Karıncalar Topluluğu’nun başını çektiği Kongre, ilk olmasının yanı sıra, bir çok konuda dikkate değer bir önem taşımaktadır. Yazımızın amacı da okura ana hatlarıyla bir değerlendirme sunabilmek, üzerinde durulması gerektiğini düşündüğümüz yerlere kısaca değinmektir. 
Çukurova Üniversitesi, Mimar Sinan Üniversitesi, Bilkent Üniversitesi, Hacettepe Üniversitesi öğrencilerinin de sunumlarıyla katıldığı Kongre, iktisat disiplini içerisinde yer alan birçok konuda önemli tartışmalara aracı olmuş; öğrencilere görüşlerini hiçbir kaygı gütmeden, rahatça sunabilme olanağı sağlamıştır. Kongrenin, başlığından da anlaşılacağı üzere, en önemli özeliklerinden birisini, “bağımsız” vurgusu oluşturmaktadır. Öğrencilere fikirlerindeki bu açıklığı sunmada temel etmen de bu bağımsızlık olmuştur. İçerisinde bulunduğumuz süreç de göz önüne alındığında, bu vurgunun anlamı daha açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bir yandan dünya ekonomisinin emperyalistler tarafından kendi çıkarları doğrultusunda belirlendiği, bir yandan iktisat eğitiminin ve biliminin tamamen sermayenin tekelinde şekillendiği günümüzde, üniversite öğrencilerinin düzenlediği kongreye özellikle bağımsız vurgusu yapması son derece önemlidir. Bu durum, üniversite öğrencilerinin aslında, dünyada ve ülkemizde uygulanan iktisadi politikalara ve verilen iktisat eğitimine nasıl baktıklarının da bir göstergesidir.
Özelikle Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra, “Yeni Dünya Düzeni”nin ideologları neo-klasik iktisat temelinde hayatın her alanında saldırılarını arttırmıştır. IMF, Dünya Bankası (DB) ve Dünya Ticaret Örgütü gibi kuruluşlarla gelişmekte olan ülkeleri kendisine bağımlı hale getirmiş; kendi iktisadından başka iktisadı yok saymıştır. İktisat bilimi her geçen gün sosyal bilim olma özelliğinden arındırılarak, sırf matematiksel işlem yığınına dönüştürülmüş; eğitimi de bu çerçevede düzenlenmiştir. İktisat, baştan, aksi mümkün değilmişçesine sunulan kabullerle birlikte, neo-liberal iktisattan ibaret sayılmış; Marksist bakış açısı müfredattan çıkarılarak bir kenara atılmış, müfredata alındıysa bile karalanarak sunulmuştur. Özetle, iktisat, gün geçtikçe teoride ve bunun doğal getirisi olarak pratikte bağımlı bir hal almıştır. İşte tam da bu noktada, Türkiye üniversite öğrencileri, Kongrelerine bağımsız sıfatını takmayı uygun bulmuşlardır. Kısacası, Türkiye üniversite öğrencileri, üniversitelerde aldıkları iktisat eğitiminden ve günümüzde uygulanan iktisadi politikalardan kendilerini ayırmak için, Kongrelerinde, adından başlayarak, bağımsızlık vurgusu yapmaya bir anlamda mecbur kalmışlardır.
Bağımsızlık konusunda bir diğer eklenmesi gereken nokta ise, Kongre tamamen sponsorsuz gerçekleşmiş; hiçbir sermaye çevresinin Kongre üzerine gölgesi düşmemiştir. Bilindiği üzere, eğitimin özelleştirilmesinin bir ayağını oluşturacak şekilde, öğrenci kol, kulüp ve topluluklarının düzenlediği etkinliklere üniversite yönetimi parasal yardımda bulunmamakta ve bu yolla öğrencilerden sponsor aracılığı ile kendi etkinliklerinin parasını kendilerinin bulmasını istemektedir. Bu da, bir yandan eğitimin özelleştirilmesi açısından önemli bir adım teşkil ederken, bir yandan da, yapılan etkinliklerin sermaye çevrelerinin gölgesinde ve ona bağımlı bir şekilde gerçekleşmesine yol açmaktadır.
Kongrenin bir diğer önemli yanını ise, Kongrede gerçekleşen sunumlar ve bu sunumlar çerçevesinde dönen tartışmalar oluşturmaktadır. İki gün içerisinde toplam 10 oturumda gerçekleşen 23 sunumda, yapısal uyum ve ekonomik krizden Avrupa Birliği’ne, feminist iktisattan Keynesyen politikalara, doğrudan yabancı yatırımlardan gelir dağılımına kadar birçok konuda tartışmalar gerçekleştirildi. Aslında tartışmaların en önemli özelliklerinden birisi, gerçeklikten mümkün mertebe kopmamaya çalışması ve soyut, havada kalan tartışmalardan öte, yaşanan, güncel gelişmelere dayanan tartışmalar olmalarıydı. Şeker Yasası, KİT’lerin özelleştirilip özelleştirilmemesi, AB’ye girilip girilmemesi ve 21. Yüzyılda ABD’nin konumu gibi konularda dönen tartışmalar bu duruma örnek olarak gösterilebilir. Elbette burada tartışmaların hepsine değinecek, hepsine dair bir söz söyleyecek değiliz. Ancak genel olarak bir tablo çizmeye çalışırsak, hem sunumların içeriğine hem de sunumların beraberinde gelen tartışmaların eğilimine bakılarak; mevcut duruma, teorideki ve pratikteki iktisada ve iktisat eğitimine karşı Kongreye katılanlarının çoğunluğunun tepkili olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bağımsızlık ve yazının başında belirtilen uygulanan eğitim politikaları üzerine söylenenler, zaten bu durumun nedenlerine ışık tutmaktadır.
Kongre’de gerçekleşen sunumlara dair gözle görülür ortak bir nokta, siyaset ve ekonominin birbirinden ayrılması eğilimidir. Özellikle özelleştirmeler ve gelir dağılımı gibi konularda gerçekleştirilen sunumlarda, bu eğilim, daha da ön plana çıkmaktadır. Kongrede var olan bu eğilim, yine Kongrenin kendi içerisinde gerçekleştirilen sunumlarda, dünya çapında uygulanan politikaların bir sonucu olarak ortaya konulmaya çalışılmıştır. Bu konu, Kongrede gerçekleşen önemli tartışmalardan bir tanesidir. Sermaye, devlet, siyaset, zaman zaman sanki tamamen birbirilerinden ayrı ve bağımsız şeyler olarak görülmüştür. Aslında, bütün mesele, gelip giden onlarca hükümete rağmen, 80’lerden bu yana, kendisinden öte uygulanma hızı değişen iktisat politikaları, YÖK ve YEK gibi yasalarla sürekli sermaye tekeline doğru yönlendirilmeye çalışılan iktisat eğitimi düşünüldüğünde, iktidarın, hükümetler değil her yönü ile örgütlü bir sınıf olduğu rahatlıkla görülebilir. Dolayısıyla, sermayenin her alanda örgütlü iktidarı, yukarıda yapılan ayrımları da ortadan kaldırmaktadır.
Türkiye Üniversite Öğrencileri Bağımsız İktisat Kongresi, öğrencilerin iktisadın birçok önemli alanına hem teorik hem pratik anlamda düşüncelerini sunmasına fırsat tanımıştır. İçerisinden geçtiğimiz dönem itibariyle ayrı bir önem taşıyan özelleştirme konusuna Kongrenin bakış açısını yansıtmakta fayda var. Bilindiği üzere, ülkemizin en önemli kaynaklarından olan Tekel, Petkim, Tüpraş, THY gibi kuruluşlar, neo-liberal iktisadın bir gereği olarak, birer birer elden çıkarılmakta, üç kuruşa sermayenin hizmetine sunulmaktadır. Bütün bunlar gerçekleştirilirken, bir yandan da, Uzan Grubu’na ait Yap-İşlet, Yap-İşlet-Devret gibi yöntemlerle özelleştirilmiş ÇEAŞ ve Kepez’e el konulmaktadır. (Her ne kadar Tayyip Erdoğan’ın siyasi rakip olarak gördüğü Cem Uzan’a indirdiği bir darbe yorumları yapılsa da, özelleştirmelerin iç yüzünü ve sonuçlarını göstermesi bakımından oldukça önemlidir.) -Her ne kadar bir kaçında özelleştirmelere bir karşı çıkış söz konusu olmasa da- Kongrede gerçekleştirilen sunumlarda ve dönen tartışmalarda özelleştirilme konusu tüm çıplaklığıyla ortaya konulmuştur. Devlet elinde zarar ettiği söylenen KİT’lerin, Türkiye ekonomisine katkısı açıkça ortaya konulmuştur. Bu anlamda Kongre, genel anlamda neo-liberal iktisada tepkisini ortaya koyduğu gibi, bunun kaçınılmaz bir uzantısı, yapı taşı olan özelleştirmelere karşı da sesini yükseltmiştir.
Söylendiği gibi, her ne kadar kongrede gerçekleştirilen her tartışma kendine has ayrı bir önem taşısa da, burada hepsine değinmek mümkün değildir. Kısaca yukarıda söylenenleri toparlamak gerekirse, üniversite öğrencileri Bağımsız İktisat Kongresi başlığı altında bir araya gelmiş, iktisada dair görüşlerini, eleştirilerini dile getirmişlerdir. Kongrede yükselen sesler, uzun süreli uygulanan politikaların, gençliğe sunulan bilim anlayışının ve bu bilim anlayışının pratik uygulamalarının bir sonucu olarak değerlendirilebildiği oranda anlam kazanacaktır. Bu sesler samimidir ve desteklenmeye, geliştirilmeye ihtiyacı vardır. Zaten Kongre, sunumlardan sonra gerçekleştirilen forumda da bu temenni ve dilekle noktalanmıştır. Sunumlardan sonra yapılan değerlendirmede öne çıkan en önemli nokta, egemenlerin, iktisadı, diğer sosyal bilimlerden ayırma çabasının vurgulanmasıdır. İktisadın “interdisipliner” bir bilim olduğu, sosyoloji, felsefe gibi diğer sosyal bilimlerden ayrılamayacağı, diğer sosyal bilimlerin de iktisattan ayrı düşünülemeyeceği gerçeği, bir kez daha yinelenmiştir. Bu durum, herkesin bir alana yoğunlaşmasının ve bu sayede de neyi neden yaptığını insanlara unutturan bir bilim anlayışının Kongrede reddedilmesinin bir göstergesidir. Bu noktada Kongre, gelecek yıl daha çok üniversiteyi kapsamayı ve daha nitelikli bir hal almayı önüne hedef olarak koymuş; yakılmış olan bu kıvılcımın daha da büyümesi için herkesi seferber olmaya çağırarak noktalanmıştır. Sosyal bilimlerin bir bütünlük arz ettiği gerçeğinden yola çıkarak, bir sosyal bilimler dergisini çıkartmak için çalışmalar başlamıştır. Yukarıda da belirtildiği üzere, üniversitelerde bir fikir hareketi yaratma noktasında önemli deneyimler sunan kongre öğrencilerin bütün samimiyetiyle gerçekleştirilmiştir; ve şimdi kısık tonda çıkan bu ses yükseltilmek üzere herkesin desteğini beklemektedir.

Emek açısından finansal piyasalar

2003 yılı baharında ABD emperyalizmi Irak’a askerî saldırı düzenlediğinde Türkiye’de emperyalizmin işbirlikçileri ile halk arasındaki çelişki yeni bir konu etrafında gerildi. İşbirlikçi burjuvazi, Türkiye’yi bu gayrimeşru saldırıya ABD’nin yanında katmak istemekte, halk ise buna karşı çıkmakta idi. Bu mücadelede işbirlikçi basın, finans piyasalarının saldırıya katılmayı destekleyen tepkilerini, kamu oyu üzerinde bir baskı aracı olarak kullanmaya çalıştı. Bunun üzerine, malî piyasaların siyasete baskısı üzerine bir tartışma başladı.
Irak’a saldırının arefesinde, Türk Lirasının değer yitirdiği, faiz hadlerinin yükselişe geçtiği, borsada hisse fiyatlarının düştüğü bir sırada, 18 Mart 2003’te, Ercan Kumcu Hürriyet’te, “Piyasalar anladığımız bir dili konuştu” başlıklı köşe yazısında “Irak konusunda devletin kademeleri kararsız ve oyalayıcı bir tutum sergilemişlerdir. Bu tutum zaten dış destek olmadan yoluna devam etmekte zorlanan Türkiye ekonomisini ciddi risklerin içine itmiştir… Hiç kimsenin yapmadığını mali piyasalar yaptı. Siyasetçilerimizin anladığı dili konuştu” diyerek malî piyasaların tepkilerini övdü. Ardından 19 Mart’ta Mustafa Sönmez Günlük Evrensel’de yayınlanan “Kim yahu bu piyasalar?” başlıklı yazısında Türkiye’de gelir ve servet dağılımının bozukluğuna işaret ederek, malî piyasalara zengin bir rantçı azınlığın hâkim olduğunu öne sürdü. 21 Mart tarihli Günlük Evrensel’de çıkan yazısında Fuat Ercan, Türkiye’de para ve sermaye piyasasının sığ olduğunu, holding olarak örgütlenmiş az sayıda sermayedar ailesinin kontrolu altında olduğunu vurguladı. F. Ercan, “Borsanın çökmesinden kim etkilenir, benim borsada hisse senedim var mı? Gelir dağılımının bozulduğu böyle bir dönemde kimin borsada hisse senedi var, kimin faiz oranlarının düşmesinden etkilenecek miktarda mevduat hesabında TL var ya da doları var” diyerek malî piyasalardaki dalgalanmaların malî varlık sahibi olmayan emekçileri etkilemediğini ima etti. Akabinde Ercan Kumcu, 29 Mart 2003’te Hürriyet’te savunmaya geçerek, malî piyasaların yapısı gereği “spekülâtif” olduğunu, bu piyasalarda emekçiler dahil milyonlarca insanın faal olduğunu ve bu piyasalarda bir suçlu aramamak gerektiğini iddia etti. Mustafa Sönmez, 30 Mart’ta NTV-MSNBC’de ve 2 Nisan’da Günlük Evrensel’de yayınlanan cevabî yazısında, tekrar malî piyasaların zengin bir azınlığın elinde olduğunu yazdı. M. Sönmez, Yeni Evrensel’de 9 Nisan’da “‘Piyasalar’ı eleştirmek dışa kapanmak mıdır?” başlıklı yazısında, rant kazançlarını vergilendirmeyi, kamu alacaklarını yeniden yapılandırmayı (yani vadesini idarî kararla uzatmayı), uluslararası sermaye hareketlerini kontrol altına almayı savunduktan sonra, “Biz, dışa kapanalım demiyoruz. … Dışa tabi ki açık olalım. Dünya ile AB ile bütünleşelim. Ama sizin … teslimiyetçi duruşunuzla değil. Adam gibi bütünleşelim. … Bu da mümkün. Ne ile mümkün? Rantçı değil, üretici bir ülke olmakla mümkün. Ama sizin savunduğunuz piyasa düzeni buna izin vermiyor ki. Asıl bu memleketi dünyadan izole eden sizin bu dar, bağnaz tekelci tutumunuz” yolunda görüşler öne sürdü. Bağımsız Sosyal Bilimciler (BSB) grubu da, Nisan’da yayınlanan “Yeni Ekonomik Tedbirler Paketi Barışın Değil, IMF Programının Maliyetidir” başlıklı metninde, malî piyasalar vasıtasıyla yapılan siyasî baskıyı eleştirdi ve ülkemize giren çıkan sermaye hareketlerinin denetim altına alınmasını, dış borçların yeniden yapılandırılmasını ve iç borç yükünü hafifletmek için tedbirler alınmasını (servet vergisini ve vadeyi yaymayı) savundu.
BSB’nin ve zikrettiğimiz son yazısında M. Sönmez’in somut siyaset önermeleri bir yana, eleştiriler daha çok malî piyasalarının sığ olduğu (yani piyasalarda alım satım yapanların azlığı), dolayısı ile bu piyasaların gerektiği gibi işlemediği, bu piyasalara zengin bir azınlığın hâkim olduğu ve piyasaları siyasî baskı aracı olarak kullanıldığı üzerinde yoğunlaştı.
Bu yazının amacı, daha geniş bir açıdan finansal piyasaların çevre ülkelerindeki işleyişini, işlevini ve sakıncalarını irdelemek, ve emekçilerin bu piyasalara karşı nasıl bir siyaseti benimsemesi gerektiğini tartışmaktır.

FİNANS SİSTEMİNİN İŞLEVİ
Kapitalist ekonomide finans sistemi, ticarî bankalar, kalkınma bankaları, sosyal güvenlik kurumları, sigorta şirketleri, menkul değer simsarları, para (bono, senet) piyasaları, sermaye (tahvil ve hisse senedi) piyasaları gibi kurumlardan oluşur. Finans sisteminin genel işlevi, parasal tasarruf sahipleri ile üretimi artırmak için parasal kaynak gerekseyenler arasında aracılık yapmaktır. Kapitalist ekonomide tasarruf sahipleri, esas itibariyle, sermayedar ve emekçi hane halkıdır. Parasal kaynak gerekseyenler ise, esas itibariyle firmalardır.
Tasarruf, bir zaman zarfında üretilip tüketilmemiş mallardır. Bu mallar, üretimi artırmak için kullanılabilir bir kaynaktır. Bir yıl içinde yapılan toplam üretimin değeri, emeğin ve sermayenin parasal gelirine (ücret, kâr, rant, faiz toplamına) aşağı yukarı eşittir. Sermayedar ve emekçi hane halkının gelirlerinden yaptığı (parasal) tasarruf, üretilmiş ve tüketilmemiş malların toplam değerine tekabül eder. Parasal tasarruf sahipleri, tasarruflarını finans kurumlarına (mevduat hesabı açtırarak, bono, tahvil, hisse senedi alarak) tevdi ettiğinde, bu parasal tasarruflar, kredi, borç ya da iştirak şeklinde, üretimi genişletmek için kaynak gerekseyen firmalara aktarılır. Firmalar bu parasal kaynağı, ya üretim araçları satın almakta kullanır ya da bu kaynağı işletme sermayesi yapar. Parasal tasarruf, işletme sermayesi olarak, ham madde tedarikinde ya da işçi istihdam etmekte kullanılabilir. İşçi istihdam etmekte kullanılırsa, tüketim artığı malları yeni istihdam eden işçiler tüketebilir.
Özetle, kapitalist ekonomide finans sistemi, tasarrufları firmalara aktararak, sermayedarların parasal sermaye – mal sermaye – parasal sermaye devirini beslemekte, bu suretle sermaye birikiminde önemli rol oynamaktadır.
Toplumun ürettiği mallardan tüketmediklerinin bir kısmı ihraç edilip kazanılan dövizle ara malları (ham madde, enerji) veya yatırım malları ithal edilebilir. Böylece tasarruf edilmiş tüketim malları, ara mallarına veya yatırım mallarına dönüştürülebilir. Bu sebeple, üretilip tüketilmeyen (gıda, giyim eşyası, ev eşyası gibi) tüketim malları dahi ihraç edilip yatırım malları ithal edilerek ekonominin yatırım imkânlarını artırır. Finans sistemi, parasal tasarrufları firmalara aktararak, bunların ithal yatırım malı ve ara malları (ham madde vs.) tedarik etmelerini mümkün kılar.
Bir ekonomide finans kurumları olmasa idi, parasal tasarruf sahipleri, ancak şahsen tanıdıkları ve güvendikleri insanlara borç verirdi. Parasal tasarrufların büyük bir kısmı yastık altında saklanırdı. Firmalar da, üretim ve yatırımlarını kendi parasal kaynakları (öz sermaye ve dağıtılmayan kârları) ile yapmağa mecbur kalırdı. Bu durum, üretimin genişlemesini kısıtlar ve sermaye birikimini yavaşlatırdı.
Sanayileşmiş bir ekonomide finans sisteminin önemi aşikârdır. Sosyalist ekonomide de finans sistemine ihtiyaç vardır. Sosyalist toplumda halkın devleti, çalışanların gelirlerini belirlediğinde, işletmelerde parasal bir artık (işletme hâsılatından üretim maliyetlerini çıkardıktan sonra kalan meblağlar) oluşacaktır. Toplumsal tasarrufun büyük kısmını bu işletme artıkları teşkil edecektir. Fakat emekçiler de, ayrıca, parasal gelirlerinden bir kısmını tasarruf edebilir. Bu parasal tasarrufu da işletmelere aktarmak için finans kurumları gerekir. Sosyalizmde finans sistemi kamu bankalarından oluşur.
Tarihsel olarak bankalar önce ortaya çıkmış, sonra kapitalizm çağında, dünya sisteminin bazı merkez ülkelerinde sermaye piyasaları ve sair kurumlar gelişmiştir. 1980’lere kadar, kapitalist dünya sisteminin merkez ülkelerinin çoğunda finans sistemlerinde parasal tasarrufların çoğunu toplayan ve aktaran kurum, bankalar idi. Çevre ülkelerinde (ve bu arada Türkiye’de) finans sistemleri de esas itibariyle bankalardan ibaretti. Çevre ülkelerinde o zamanlar uygulanan plânlı ithal ikameci sanayileşme stratejisinde, bankalar, kredileri yeni sanayilere yönlendirme işlevini yerine getirmekte idi.
Ancak 1970’lerde ve 1980’lerde kapitalist dünya ekonomisini yeniden biçimlendirme sürecinde, merkez ülkeleri ve onların güdümündeki kurumlar, çevre ülkelerini sermaye piyasaları kurmaya ve geliştirmeye teşvik ettiler. Sermaye birikimi olmayan fakir ülkelerde sermaye piyasaları, hisse senedi borsaları kuruldu. Dünya Bankası, çok sayıda çevre ülkesine sermaye piyasası kurmada hukukî ve idarî yardımlar yaptı.

SERMAYE PİYASASININ İŞLEYİŞİ
Merkez ülke devletleri, bilim camiası ve uluslararası kuruluşlar, çevre ülkelerini sermaye piyasaları kurmaya ve geliştirmeye teşvik etmek için, bu piyasalar hakkında bir sürü kuramlar öne sürdü.
Burjuva iktisatçılara göre, şirket hisselerinin satıldığı piyasa, parasal tasarruf sahiplerine, bankalar dışında bir almaşık plâsman alanı sunarak, tasarrufu teşvik eder. İkincisi, sermaye piyasasında tahvil veya hisse satabilmek için, firmalar muhasebelerini standartlaştırmak, bilânçolarını doğru olarak ve muntazaman açıklamak zorunda kalır. Bu da vergi denetimi açısından faydalıdır.
Sermaye piyasasının öne sürülen üçüncü faydası, borsada hisse alıp satanların şirket yönetimlerini malî disiplin altına soktuğudur. Şöyle ki, tasarruf sahipleri, iyi yönetilen firmaların hisselerine rağbet ederek o firmaların hisse değerlerini artırır. Tasarruf sahipleri, kötü yönetilen firmaların hisselerini talep etmez, böylece onların hisse değerlerini düşürür. Kötü yönetilen firmaların hisse fiyatları düşünce, hisseler el değiştirir ve yeni hissedarlar şirketin yönetimini görevden alır; yeni bir yönetim tayin eder. Böylece beceriksiz yöneticiler cezalandırılmış olur. İddiaya göre, hisse alıp satanların uyguladığı bu yaptırım, ekonomide sermayenin dirayetli kullanılmasını sağlar. Benzer şekilde, tasarruf sahipleri, iyi yönetildiği için güvendikleri firmaların tahvillerini düşük faizle satın alır; iyi yönetilmeyen firmalar ise, tahvillerini ancak yüksek faizle satabilir. Bu davranışlar da, yine firmaların yönetimini malî disipline zorlar.
Sermaye piyasası kurmanın lehinde öne sürülen başka bir iddia, çevre ülkelerinin sermaye piyasası kurmakla yabancı sermaye çekeceğidir ve bunun da, fakir çevre ülkelerinin tasarruf, teknoloji, yönetim tecrübesi eksiğini gidereceğidir.
Bu iddiaların gerçekliğini inceleyelim. Birincisi, sermaye piyasası kurmanın tasarrufu teşvik ettiğine, millî gelir içinde tasarrufun payını artırdığına dair hiçbir bilimsel bulgu yoktur. Fertler veya aileler, genellikle tüketim ve tasarruf kararını verirken plâsman imkânlarını göz önünde bulundurmaz. Tasarruf yapabilecek kadar geliri olan aileler, geleceğini emniyet altına almak, büyük bir alıma hazırlanmak gibi güdülerle, gelecekteki ihtiyaçlarını düşünerek tasarruf yapar, gelirinin bir kısmını tüketimde harcamaz. Aile bu parasal tasarrufunu gerçekleştirdikten sonra, tasarrufunu nasıl saklayacağına karar verirken, mevcut plâsman imkânlarına kafa yorar. Kısaca, sermaye piyasalarının tasarrufu teşvik ettiği iddiasının mesnedi yoktur.
İkinci iddiaya gelince, sermaye piyasasında kote edilmek için firmaların muhasebelerini standartlaştırmasının ve bilânçolarını şeffaflaştırmasının şart koşulduğu doğrudur. Ancak bu kuralların tatbik edilip edilmemesi, ülkede hesap uzmanlarının ve diğer denetçilerin yetkisine ve dürüstlüğüne kalmıştır.
Hisse senetleri piyasasında tasarruf sahiplerinin iyi yönetilen firmaların hisselerine teveccüh göstererek malî disiplin sağlayacağına dair kuram, tasarruf sahiplerinin, hisseleri ve tahvilleri uzun süre tutmak niyetiyle, firmanın geleceği ile ilgilenerek aldıkları varsayımına dayanır. Oysa sermaye piyasasında faaliyette bulunan kişiler ve kurumlar, firmaların uzun vadeli gelişme perspektifine göre değil, birkaç gün veya birkaç hafta içinde hisse senet veya tahvil fiyatlarının artması veya azalması beklentisine göre alıp satmaktadır, yani spekülâsyon yapmaktadır. Amaçları hisse senetlerinin ve tahvillerin fiyat dalgalanmalarından vurgun yapmaktır. Dolayısı ile, sermaye piyasasını savunanların iddialarının hilâfına, bu piyasalardaki alıcılar, firmaların yönetiminin niteliği ile ilgilenmez. ABD ve İngiltere’de yapılan araştırmalar, firma mülkiyetinin el değiştirmesinin, firma yönetiminin niteliğinden ziyade, firmanın sermaye büyüklüğüne bağlı olduğunu göstermektedir. Nasıl yönetildiğinden bağımsız olarak, küçük sermayeli firmaların hisselerini toplamak daha kolay olduğundan, bunlar rakip sermaye gruplarına daha kolay av olabilmektedir. Kötü dahi yönetilse, büyük firmaların el değiştirme ihtimali düşüktür. Neticede, sermaye piyasasının firma yönetimlerine malî disiplin getirdiği iddiası da gerçek dışıdır.
Sermaye piyasası kurmakla yabancı sermaye cezbedilebileceği iddiası, çevre ülkelerinde bu piyasaları kurdurmanın hakikî amacını dile getirmektedir. Dünya Bankası’nın yapısal uyum programlarında para ve sermaye piyasalarını geliştirmeyi telkin etmesinin ve şart koşmasının gerçek amacı, çevre ülkelerinde işletmelerin (ve bu arada özelleştirilen kamu işletmelerinin) mülkiyetini yabancı sermayeye açmak ve fakir ülkelerde emekçilerin ürettiği toplumsal hâsılanın paylaşılmasına merkez ülkelerinin sermayesini dahil etmektedir.
Nitekim çevre ülkelerinin sermaye piyasalarında portföy plâsmanlarına (tahvil, bono, hisse alımına) yönelen merkez ülkelerinin şirketleri, kısa vadeli spekülâtif vurgun peşindedir. Bunların spekülâsyonu da, çevre ülkelerinde hisse senet fiyatlarını dalgalandırmaktadır. Fakat merkez ülke şirketlerinin portföy plâsmanlarının verdiği zarar bundan ibaret değildir. Yabancı sermayedarlar, çevre ülkesinin sermaye piyasasında tahvil veya hisse senedi aldığında ve sonra kazancını ülkesine transfer ettiğinde, döviz işlemleri yapmaktadır. Bu sebeple yabancı sermayedar, çevre ülkelerinde plâsman yaparken kur spekülâsyonuna da girmektedir. Bu da, çevre ülkelerinde büyük buhranlara sebebiyet vermektedir. Zira çok miktarda yabancı sermaye bir çevre ülkesinin sermaye piyasasına aktığında, hem yerli paranın dış değeri artmakta (dolar kuru azalmakta), hem de hisselerin ve tahvillerin değeri artmaktadır. Aynı yabancı sermaye, sermaye piyasasındaki plâsmanını satıp, TL’sini dövize çevirip parasını kendi ülkesine transfer etmek istediğinde, hem yerli paranın dış değeri hızla düşmekte, hem de hisselerin ve tahvillerin değeri göçmektedir. Sonuçta, yabancı sermayenin bizim gibi ülkelerde portföy plâsmanları, döviz piyasasındaki yükselişlerle inişleri, sermaye piyasasındaki yükseliş ve inişlerle örtüştürerek, şiddetli bunalımlara yol açmaktadır.
Öte yandan çevre ülkelerinde sermaye piyasasına yönelen yabancı sermayenin başka bir kısmı, spekülâsyon yerine daha uzun vadeli bir perspektifle, işletmelerin kontrolunu ele geçirmek üzere hisse senet piyasasına yönelmektedir. Burjuva iktisatçıları, “doğrudan yabancı yatırım” denilen bu faaliyetin, çevre ülkelerine teknoloji ve işletme yönetme tecrübesi aktarmaya yaradığını iddia etmektedir. Bu tür yatırımların, çevre ülkelerinde işletmelerin ihracatının artmasını sağlayabileceğini öne sürmektedirler. Tek tek firmalar düzeyinde böyle etkiler görülebilmektedir. Ancak ülke ölçeğinde bakıldığında, merkez ülkelerinin çok uluslu şirketlerinin doğrudan yatırımları, çevre ülkelerinin yoksullaşmasına sebep olmaktadır. Çok uluslu şirketler, finansal ve teknolojik üstünlükleri ve dağıtım ağlarına hâkimiyetleri sayesinde, çevre ülkelerindeki firmalar ile ortak üretimlerinde katma değerin çok cüzi bir kısmını çevre ülkelerindeki ortaklarına bırakmakta, arslan payını kendileri almaktadır. Öte yandan, çevre ülkelerinde toplumun ümidini yabancı sermayeye bağlamış işbirlikçi yönetimler, çok uluslu şirketlerin doğrudan yatırımını cezbedebilmek için, işçi ücretlerini bastırarak ve çalışma şartlarını esnekleştirerek işgücü istihdam maliyetini azaltmak, tabiî kaynakları ucuza vermek, kârı vergilendirmemek, dışarıya kâr transferlerini serbestleştirmek, çevre koruma mevzuatını gevşetmek gibi birçok alanda bu şirketlere çok taviz vermektedir. Çevre ülkeleri arasında yürütülen bu taviz yarışının neticesinde, merkez ülkelerinin sermayesi, çevre ülkelerinin kaynaklarını ucuza kullanmakta ve çevreden merkez ülkelerine reel kaynak transfer ederek, dünyadaki gelir uçurumunu derinleştirmektedir. Merkez ülke devletlerinin ve onların güdümündeki uluslararası kuruluşların çevre ülkelerini sermaye piyasaları kurmağa ve bunları yabancı sermayeye açmağa teşvik etmesinin gerçek amacı budur.
Son yirmi yılda çevre ülkelerinde para ve tahvil piyasalarını genişleten bir ilâve etken, yine uluslararası kuruluşların telkiniyle, çevre ülkelerinde devletin bütçe açıklarını merkez bankası kaynaklarıyla kapatmaktan vazgeçip, bütçe açıklarını özel sektörden borçlanmayla karşılamaya başlaması oldu. (Bunun gerekçesi, güya çevre ülkelerinde devletin bütçe açıklarını merkez bankasından alıp geri ödemediği avanslarla kapatması enflâsyona sebep oluyordu.) Türkiye’de devletin borçlanma ve kamu borcunu ihalelerle satma kararı, özel bankalara aralarında anlaşarak Hazineyi yüksek faizlerle soyma imkânı verdi. Yüksek reel faiz hadleri, kamu borcunun birikmesinin önemli bir sebebidir. Bu nedenle, hâlen uygulanan kamu borcunu vergi gelirleriyle ödeme teşebbüsü, sınıfsal soygunun en bariz örneğidir.

SPEKÜLASYON SORUNU
Sermaye piyasasında ve döviz piyasasında yapılan ve yukarıda değinilen spekülâsyonun mahiyetini biraz daha yakından incelemek yerinde olacaktır.
Spekülâsyon bir malı ucuz iken satın alıp fiyatı artınca satma faaliyetidir. Her tür mal üzerinde spekülâsyon yapılamaz. Üretimi ve arzı fiyatı ile beraber artıp azalan mallarda spekülâsyondan kazanmak zordur. Malın fiyatı artınca arzının artması fiyat artışını durdurur. Malın fiyatı azalınca arzının azalması fiyat azalışını durdurur. Fiyat değişmeleri arz değişmelerini uyardığında spekülâsyon netice vermez.
Buna mukabil, arzı kısa vadede sabit veya hemen hemen sabit olan mallar, spekülâsyona müsaittir. Böyle bir malın talebi artınca fiyatı yükselir. Fiyat artışı, fiyatın daha da yükseleceği beklentisini uyarır ise, alımların, fiyat artışının ve beklentilerin birbirini beslediği bir süreç başlar ve malın fiyatını şişirdikçe şişirir. Fiyat artışı, spekülâtörler herhangi bir sebeple birden bire sürü psikolojisi ile satmağa başlayıncaya kadar devam eder. Ondan sonra süreç tersine işler; zarar etme korkusu ile yapılan satışlar, fiyatları düşürür ve fiyat düştükçe, panik hâlinde satışlar iyice hızlanır.
Kısa vadede fiyatı arttığında ve azaldığında arzı hızla değişmeyen mallara örnek, hisse senedi, tahvil, bono, döviz, gayrimenkul ve altındır. Bu varlıkların alım ve satışının üzerinde yapılan spekülâsyon bunların fiyatlarını fazlasıyla oynatır. Elektronik iletişim imkânları (bankamatiklerde alma satma kolaylığı) ve gazetelerin ve televizyonların günlük borsa haberlerini vermesi, bu varlıkların alım ve satışını artırmakta, bunlar üzerinde spekülâsyonu kolaylaştırmakta ve fiyatlarını daha da oynak hâle getirmektedir. Spekülâsyon bir tür kumardır. Zira kazanan spekülâtörün kazancı, diğerinin kaybıdır; ve bu kazanç ve kayıpların çalışma ile ve emek ile ilgisi, yani hiçbir makul dayanağı yoktur. Finansal spekülâsyon, insanların toplumsal servet üzerinde oynadıkları bir kumardır. Ama bu kumar, toplum açısından kumarhanede oynanandan çok daha zararlıdır.
Nazarî olarak, finans sistemi, sabit sermaye yatırımı yapan ve üretimi genişleten firmalara parasal tasarruf aktarırken, firmaların yüklendiği birçok rizikoyu onlarla paylaşır. Siyasî çalkantılar, tabiî âfetler, tarımda kötü hasat, önemli bir teknolojik buluş gibi beklenmedik olaylar sebebiyle firmalar zarar ettiğinde, bunlara kaynak sağlayan bankaların ve hissedarların da zararı paylaşması, finansman işlevinin tabiatı gereğidir. Yani finans sisteminin firmaların kestiremeyeceği olaylardan meydana gelen zararları toplumsallaştırması, rizikolar için bir tampon olması gerekir.
Oysa sermaye piyasası kumarhane gibi işlediğinde, faiz haddi, hisse fiyatları ve döviz kuru dalgalanmaları, bu kurumları bizatihi riziko ve iktisadî istikrarsızlık odağı ve kaynağı hâline getirmektedir. Faiz haddinin, hisse değerlerinin ve kurun belirsizliği arttıkça üretim ve yatırım yapmanın rizikosu da artmakta, üretimi ve yatırımı caydırıcı bir ortam oluşturmaktadır.
Ayrıca, hisse senetleri, döviz kuru, emlâk gibi varlıklar üzerinde spekülâsyona ne kadar çok kişi katılırsa ve fiyatlar ne kadar şişer ise, fiyatlar göçtüğünde, toplumda o kadar büyük miktarda servet el değiştirmektedir. Büyük çapta servetin kısa sürede el değiştirmesi, iflâslara, işletmelerin kapanmasına ve tasfiyesine, bankaların geri dönmeyen kredilerinin artmasına, kredi hacminin daralmasına ve sonuçta behemehâl işçilerin işten çıkarılmasına ve işçi ailelerinin sefaletine sebebiyet vermektedir. Malî varlığı olmayan, spekülâsyondan habersiz işçiler, spekülâsyonun en büyük sıkıntısını çekmektedir.
Türkiye gibi çevre ülkelerinin sermaye piyasalarının sığ olduğu (hisse sayısı ve değerine nispetle piyasada faaliyet gösteren sayısının az olduğu) herkesçe bilinmektedir. IMF de, Dünya Bankası da, Ercan Kumcu da bu teşhisi yapmaktadır. Sığ piyasaların özelliği, az sayıda spekülâtörün fiyatları oynatabilmesidir (piyasayı “manipüle” edebilmesidir). Sığ piyasada, birkaç kişi, alım yaparak fiyat artış beklentisi başlatıp, spekülâtif fiyat artışının en münasip zamanında ellerindekileri satıp vurgun yapabilir. Derin denilen (alım satıma katılanların çok olduğu) piyasalarda birkaç kişinin fiyatları oynatması zordur. Ama derinlik spekülâsyonu önlememektedir. Spekülâsyon, sığ piyasalarda da derin piyasalarda aynı zararlı etkileri yapmaktadır. Bu açıdan, dikkati Türkiye’deki para ve sermaye piyasalarının sığlığı ve kırılganlığı üzerinde toplayan yazarlar, daha genel spekülâsyon sorununu göz ardı etmektedir.
1929 bunalımını başlatan olay New York’ta borsa spekülâsyonu idi. 1990’lı yıllar boyunca Japon ekonomisindeki durgunluğun önemli bir etkeni, 1980’lerin ikinci yarısında Tokyo borsasında görülen ve Japonya genelinde emlâk piyasasında görülen spekülâsyonlar idi. ABD ekonomisinin şimdiki durgunluğunun yine önemli bir etkeni, 1990’lar boyunca hisse senet fiyatlarının spekülâtif yükselişi ve sonunda çöküşüdür. Hâlen dünya sisteminin merkez ülkelerinde emlâk spekülâsyonu sürmektedir. 1990’ların ortalarından beri ABD, Avustralya, Hollanda, İngiltere, İrlanda, İspanya ve İsveç’te emlâk fiyatları yükseliştedir. Bu piyasalardan hiçbiri sığ değildir.

MALİ PİYASA TAHAKKÜMÜNE KARŞI
ABD’nin Irak’a saldırısı sırasında Türkiye’de malî piyasaların siyasî baskı aracı olarak kullanılmasına şahit olduk. Hisse senedi, tahvil, bono ve döviz piyasalarında spekülâsyon yapanlar, normal şartlarda, birbirlerinin servetinden çırpmağa çalışmaktadır. Ama sınıfsal çıkarlara dokunan önemli siyasî gelişmeler karşısında spekülâtörler birlikte davranarak, sermayedar sınıfın belirli bir konudaki iradesini emekçi halka dayatmaya çalışabilmektedir. Şantajın sermayece ifadesi şöyledir: ABD’ye mesafeli siyaset, piyasa faillerinin nezdinde güvensizlik yaratmaktadır. Risk artışı algılayan piyasa failleri malî varlıklara plâsman yapmaz iseler, Türk Lirasının dış değeri düşer, borsada hisse fiyatları inişe geçer ve kamu borcunun faizi yükselir. Şantajın emekçi halka hitap eden Türkçesi şöyledir: anti-emperyalist siyaset talep ederseniz, ABD hâkim sınıfı ile ittifakımızı zedeleyecek bir siyaset için baskı yaparsanız, ekonomiyi başınıza yıkarız, işsizliği artırıp sizi süründürürüz ve kamu borcunun faiz haddini ayyuka çıkarıp bunu size ödetiriz.
Emekçilerin malî piyasalara yönelik bir tavrı ve siyaseti olması gerekmektedir. Bu siyaset, ilerde emekçi sınıfların iktidarı oluştuğunda malî piyasalara yönelik uygulayacağı tedbirleri içermelidir. Emekçi sınıfların malî piyasalara yönelik bu siyasetini emekçi örgütleri, şimdiki tâbi sınıf konumunda, işbirlikçi sermayedar iktidarlarına talep şeklinde ifade etmelidir. Bunun iki faydası olacaktır. Emekçi örgütlerinin, işbirlikçi sermayedar iktidarlarının uygulamayacağı emekten yana malî piyasa siyasetini talep etmesi, işbirlikçi iktidarlarının emekçilerin çıkarlarına aykırı uyguladıkları siyaseti teşhir etmeğe, gözler önüne sermeğe yarayacaktır. İkincisi, bu talebin ifadesi, emekçi iktidarı fikrini gerçekçi bulmayan emekçilere, emek hareketinin iktidarı kullanabilecek ve ülkeyi yönetebilecek fikrî hazırlığı ve yetkin kadroları olduğunu gösterecektir.
Emekçilerin malî piyasalara yönelik siyaseti konusunda burada sunulan görüşler, bir düşünme ve tartışma sürecine başlangıç malzemesi olarak okunmalıdır.
Emekçiler açısından, demokrasi ile hiçbir şekilde bağdaşmayan iktisadî güç odaklarının varlığı sakıncalıdır. Bu odakları tasfiye tedbirleri çerçevesinde, emekçi iktidarının, bankaları ve sigorta şirketlerini kamulaştırılması ve holdingleri dağıtması gerekecektir. Bankaları kamulaştırma, bankaların Hazineyi soymasını ve bankaların banka sahipleri tarafından soyulmasını da önleyecek bir tedbirdir. Emekçi iktidarı, konvertibiliteyi kaldırarak ve sermaye hareketlerini kontrol altına alarak, döviz kuru üzerinde spekülâsyonu önleyecektir.
Emekçi iktidarının yöneteceği karma ekonomide, holding bağları olmayan bir kısım işletmelerin anonim şirket olarak faaliyeti devam edecek ise, bu şirketlerin hisselerinin alış verişi olacaktır. Emekçiler açısından hisseler üzerinde borsa spekülâsyonu sakıncalıdır ve mutlaka önlenmelidir. Spekülâsyonun istikrarı bozduğu ortamda iktisadî plânlama yapılamaz, hızlı kalkınma olamaz.
Spekülâsyonu önlemenin pratik yöntemleri vardır. Bu yöntemleri uygulayabilmek için öncelikle sermaye piyasa yönetimi özelleştirilmişse bunu kamulaştırmak şarttır.
Spekülâsyonu önleyecek bir tedbir, alım ve satışlarda yüksek oranlı muamele vergisi uygulamaktır. Bu, spekülâsyonun maliyetini artırarak caydırır. İkinci bir tedbir, asgarî tutma süresi koymaktır. Hisse alımı ve tahvil alımı üzerinden bir hafta veya bir ay geçmeden satışa izin vermemek, spekülâsyonun önünü tıkar. Üçüncüsü, hisse veya tahvil fiyat endeksi belirli bir seviyeyi aşınca veya bir seviyenin altına düşünce alım satımı durdurmak, borsayı bir veya birkaç gün kapatmaktır. Bunların dışında, borsada alım satış yapma yetkisi olanları sınırlamak ve borsa haberlerinin yayınlanmasını önlemek de etkili olur.
Burjuva iktisatçıları bu tedbirleri duyduğunda, bunların, tasarrufları sermaye piyasasına yönelmekten caydıracağını öne sürerek vaveylâ koparırlar. Doğrudur. Bu uygulamaların zaten bir amacı, parasal tasarrufları kamu bankalarına yönlendirmek, parasal tasarrufları işletmelere aktarmada bankaları temel araç yapmak, ve hisselerin kamu bankalarının, kamuya ait sigorta şirketlerinin, sosyal güvenlik kurumlarının elinde istikrarlı portföylerde toplanmasını sağlamaktır.
Emekçi sınıfların malî piyasa siyaseti diye önerdiğimiz bu tedbirler, spekülâsyonu önlediği ölçüde, tasarrufların sermaye piyasalarında uzun vadeli bir perspektifle değerlendirilmesini, dolayısıyla bu piyasaların, burjuva iktisat biliminin ideal sermaye piyasası tasvirlerine uygun işlemesini sağlayacaktır. Ancak emekçilerin hedefi bu değildir. Emekçilerin tasarruflarının bankalarda toplanması ve anonim şirketlerin hisselerinin kamuya ait finans kurumlarında toplanması, emekçi iktidarının hedeflediği üretim araçlarının kullanımı üzerinde sosyal kontrolu artırma ve bunların mülkiyetini sosyalleştirme sürecinin bir aşaması olacaktır.
Bu muhakemenin sonucu olarak, emek hareketinin bankaları ve sigorta şirketlerini kamulaştırmayı, yabancı finans kurumlarının Türkiye’de faaliyetini yasaklamayı, Türk Lirasının serbest konvertibilitesini kaldırmayı, ülke dışına ve dışarıdan Türkiye’ye banka transferleri üzerinde kısıtlamalar uygulamayı, İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nın özelleştirilmemesini ve sermaye ve para piyasalarında spekülâsyonu kesin olarak önlemeyi bugünden savunması ve şiar edinmesi gerektiğini söyleyebiliriz. Etraflı araştırmalarla bu siyasetleri geliştirmek ve programlaştırmak önümüzde görev olarak durmaktadır.

İşçi gençlik, semt gençliği ve olanaklar

Kapitalist sömürü düzeninin, onca küresel adalet, küresel eşitlik vb. palavraları eşliğinde geldiği nokta; tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de, onun, dünya halklarına, özellikle de gençliğe biçtiği rolün ne olduğunu, her geçen gün biraz daha gözler önüne seriyor. Savaşlarda cepheye sürülen, sanayi sitelerinde kölece çalıştırılan, eğitimsizliğe, işsizliğe, açlığa ve gelecek kaygısıyla yaşamaya terkedilmiş; uyuşturucu ve fuhuşun kıskacına alınmış milyonlarca genç. İşte kapitalizmin “Yeni Dünya Düzeni”nde gençliğin yeri.
Kapitalizmin gençliğe dayattığı yaşam ve bu yaşam içerisinde sıkıştıkça sıkışan, binlerce sorunla yüz yüze gelen sanayi sitelerindeki ve yoksul emekçi semtlerindeki milyonlarca gencin durumu ve bu durumdan kurtulmanın -artan önemdeki- mücadelesi, bugün de tüm yakıcılığıyla karşımızda duruyor. Türkiye’deki kapitalistler de, emperyalizmin dünyada gençliğe dayattıklarının ülkemizdeki uygulayıcıları durumunda.

İŞÇİ GENÇLİK
Emek sömürüsünün en yoğun yaşandığı ülkelerden biri olan Türkiye’de, burjuvazi, gerek en ucuz emek-gücü gerekse de üretim ilişkileri ve iş yasaları bakımından örgütlenme koşulları en zor kesim olmasından dolayı, genç işçileri tercih etmektedir. Geçim şartlarının zorluğu ve eğitimin paralı hale getirilerek bir ayrıcalığa dönüştürülmesi, ülkedeki milyonlarca genci fabrikalarda, sanayi sitelerinde çalışmak ve yoksul ailelerinin geçimine katkı sunmak zorunda bırakmış durumda.  Ülkede sayısı milyonlarla ifade edilen işsizler ordusunun içinden sıyrılarak iş bulan ve kendisini  “şanslı” sayan genç işçilere ise, kölelik koşulları dayatılmakta. Genç işçiler sanayi sitelerinde günde en az 14-15 saat, cehennemi aratmayan koşullarda, havasız, karanlık, izbe atölyelerde; tüm sağlık koşullarından ve sosyal güvenceden yoksun bir şekilde, neredeyse karın tokluğuna çalıştırılıyor. Genç işçilerin küçük bir kesimi dışındakiler, sigorta ve iş güvencesinden yoksun bir şekilde “yaşamlarını” sürdürüyorlar. Denetimden tamamen uzak, irili-ufaklı atölyelerde, sigortasız çalıştırılan milyonlarca işçi, sigorta talep ettikleri anda, daha kötü koşullarda çalışmaya hazır işçiler ordusu ile tehdit edilip kapı önüne konulmakta. Bir biçimde sigortası yapılan sınırlı sayıdaki işçilerin ise, sigorta primlerinin ödeniyor gibi gösterilerek ödenmemesi veya sınırlı olarak ödenmesi de sıkça yaşanan bir durum.
İşe alınırken patronla herhangi bir anlaşma, sözleşme yapma şansına sahip olmayan genç işçilerin çalışma koşulları, iş süreleri, işten atılıp atılmamaları, kaç saat çalışacakları ise tamamen patronun insafına kalmış durumda. Bu nedenle, genç işçiler, iş güvencesinden tamamen yoksun, her an işten atılma tedirginliği ile yaşamak durumunda. Hiç bir gerekçe olmadan ya da her hangi bir gerekçeyle işten atılan genç işçilerin tazminat talep etmeleri ise, mümkün değil. İşverenlere karşı hiçbir yasal yaptırım gücü bulunmayan genç işçiler, kötü çalışma koşulları ya da işten atılma gibi sebeplerle sık sık atölye değiştirmekte ve en iyi ihtimalle bir önceki atölyede yaşadıklarını yaşamaya devam edecekleri yeni atölyelerde işe girmekteler. Bu nedenlerle genç işçiler, ya çok kısa sürelerle iş bulabilmekte ya da çoğunlukla işsiz kalmaktadırlar. Sanayi sitelerinde yaşanan bu durum, işverenlere, genç işçileri en kötü çalışma koşullarında, çok düşük ücretlerle çalıştırma olanağı sunuyor. Sigortalı işçi sayısının yok denecek kadar az olması, genç işçileri, sendikasızlık sorunuyla da yüz yüze getiriyor. Küçük ve orta ölçekteki sanayi sitelerinde çalışan genç işçilerin sigortasızlık oranındaki yükseklik, beraberinde sendikasızlık oranında da bir artışı getiriyor. İşletmelerin dağıtılması, küçük küçük atölyelere parçalanması veya öyle gösterilmesi, karşımıza, aynı işkolunda olmasına rağmen, binlerce işçinin sendikasız çalıştırıldığı sanayi sitelerini çıkarıyor.
Genç işçilerin yaşamlarındaki bir diğer kabus da zorunlu mesailer. Çok düşük ücretlerle çalıştırılan genç işçilerin, biraz daha fazla ücret alabilmek umuduyla katlanmak durumunda olduğu zorunlu mesai uygulaması, işverenlerin sömürüyü yoğunlaştırarak kârlarını arttırmalarında temel işlev gören bir uygulama haline gelmiş durumda. Çalışma sürelerini aralıksız 36 kimi zaman 48 saate vardıran zorunlu mesailerin zorluğu ve uzunluğu, genç işçilerin üzerinde fiziksel ve ruhsal tahribatlara yol açmakta ve tüm bunların karşılığında çoğunlukla zorunlu mesai ücretleri ödenmemekte. Bu uygulama, küçük ve orta ölçekteki sanayi işletmelerinde patronların ayakta kalmasının ve büyümesinin temel dayanağı durumunda.
Sanayi sitelerinde her türlü güvenceden ve koruyucu önlemlerden yoksun ilkel çalışma koşullarında işçileri canından bezdiren diğer bir sorun da, hemen her gün yaşanan iş kazaları. Her an kollarını, bacaklarını, gözlerini, duyma yetilerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olan genç işçiler, herhangi bir iş kazasıyla sakatlandıklarında, hiçbir hak talep edememekte, emek-güçlerini kaybettikleri gerekçesiyle kapı önüne konularak açlığa terk edilmekteler. Havalandırmasız atölyelerde; toz, kir, pas içerisinde çalışan genç işçiler, sık sık hastalanmakta ve bu hastalıklar çoğunlukla geri dönülmez boyutlara varmaktadır. Mobilya, ayakkabı, deri, polyester vb. sanayiinde çalışanların bali, tiner, boya vb. kimyasal maddelerle ciğerleri tahrip olmakta ve bu atölyelerde çalışanlar, kendiliğinden uyuşturucu, bali ve tiner bağımlıları haline gelmekteler. Bu tür atölyelerde çalışan genç işçilerin ortalama yaşam sürelerindeki düşüklük ciddi boyutlara varmış durumda. Tüm bu sağlıksız koşullarda meydana gelebilecek iş kazalarına ve meslek hastalıklarına karşı hiçbir önlem alınmayarak, işçiler, patronun kâr hırsına kurban ediliyor. Patron işyerinde koruyucu önlemler almanın maliyetinin yeni işçi almaktan daha fazla olduğu düşüncesiyle, hiçbir önlem almadan, ama, herhangi bir iş kazasında dışarıda bekleyen işsizler ordusundan yeni bir genç bedeni sömürü dişlilerinin arasına alarak, genç emek sömürüsü üzerinden zenginleşmeye devam ediyor.
İş sürelerinin uzunluğu ve maddi imkansızlıklar nedeniyle hiçbir kültür-sanat etkinliğinde bulunamayan genç işçilere, kahvehanelerde, televizyonlarda ve bulvar gazetelerinde kapitalizmin yoz kültürü dayatılıyor. İş koşullarıyla köleleştirilen genç işçilerin beyinleri de böylece esir edilip, işçiler, bir çirkef kuyusuna çekiliyor. Sanayi sitelerinde tüm bu saldırılarla beraber, patronun ayak işlerini yapmak zorunda kalan, dayak, küfür, hakaret, cinsel tacize maruz kalan genç işçilerin en büyük sorunlarından ve korkularından biri, bu kölece yaşama rağmen işsiz kalmak.
İş koşullarındaki kuralsızlık işçi-işsiz ayrımını da belirsizleştirmiş, bugünün işçisini yarının potansiyel işsizi haline getirmiştir. Genç işçiler, her an işsizler ordusuna katılmanın tedirginliği ile, tüm kölelik koşullarına razı olmuş biçimde çalıştırılıyor. Sürekli iş olanağından yoksun milyonlarca işsiz genç, sanayi sitelerindeki geçici işlerde çalıştırılarak emek sömürüsüne tabi tutulmakta, işsiz kalan gençlerse, kahvehanelere mahkum olmakta, kimlik bunalımı yaşayarak intihara, uyuşturucu ve fuhuşa sürüklenenlerin sayısı artmaktadır.

SEMT GENÇLİĞİ
Eğitim imkanlarından mahrum bırakılarak işsizliğe mahkum edilmiş milyonlarca genç de, yoksul emekçi semtlerinde gelecek kaygısıyla yaşamak zorunda bırakılmış durumda. Tüm hizmetlerden yoksun gecekondu ve emekçi semtlerinde; yüzlerce sorunla birlikte yaşayan devasa bir gençlik kitlesi birikmiş durumda. Emekçi semtlerinde eğitim ve iş imkanı bulamamış, kahvehanelerde, sokak aralarında, bilardo salonlarında vb. ömür törpüleyen, kişilik çatışmaları yaşayan gençlere, sistemin yoğun çabasıyla lümpen bir karakter kazandırılıyor. Buralarda biriken gençler, burjuvazinin saldırılarına, yozlaştırma ve kendi kültürüne kazanma çabalarına karşı tamamen savunmasız bırakılmış halde. Semtlerde korkunç boyutlara varmış uyuşturucu kullanımı ve buralarda oluşan uyuşturucu tezgahları, bir yandan beyni her gün biraz daha uyuşturulan gençleri, öte yandan çeteleşmeleri beraberinde getiriyor. Sosyal-kültürel-sportif etkinliklere duyulan ihtiyaç ve bu ihtiyaçlardan yoksunluk, semt gençliği bakımından bir diğer sıkıntıyı oluşturuyor. Gençlerin çevreleri tarafından horlanması, küçük görülmesi, işsizliklerinin sorumluluğunun kendilerine yüklenmesi ve dışlanmaları da, gençler üzerinde ruhsal tahribatlar yaratmakta.
Semtlerde, ailelerin, tüm yoksulluklarına rağmen, yoğun çabalarıyla, bir biçimde eğitim imkanı bulabilmiş ilk ve orta öğretim öğrencileri de, tüm teknik imkanlardan yoksun okullarda kırk kişiden az olmayan sınıflarda kaynak ve öğretmen sıkıntısı yaşayarak öğrenimlerini sürdürmeye çalışıyor. Elbette, aldıkları öğrenimle en fazla liseyi bitirebilmekte, üniversite sınavlarında -bazı istisnalar dışında- herhangi bir başarı gösteremeyerek, yukarıda bahsettiğimiz  koşullarda yaşayan genç işsizler ordusuna dahil oluyorlar.
Egemenlerin eliyle lümpenliğin, çeteciliğin, uyuşturucu ve fuhuşun yaygınlaştırıldığı emekçi semtlerinde, tüm bu saldırılarla beraber, sisteme karşı öfke de doğal olarak gelişiyor. Ülkede olup bitenler ve kendi yaşamlarına dair sohbet edildiğinde, hemen hemen tüm gençler, yaşadıkları sıkıntıların, kabaca, ABD ve onun ülkedeki işbirlikçileri olan politikacılar ve “zenginler” eliyle yaratıldığını ortaya koyuyorlar. Birçoğunun evinde Deniz GEZMIŞ posterlerinin asılı olduğu gençlerin, kendi aralarında “örgütler” kurarak, düzene olan öfkelerini yazılamalarla ifade etmeleri, birçok emekçi semtinde karşılaşılan bir durum.
Kapitalist sömürü düzeninin işçilere, emekçilere yönelttiği tüm ekonomik ve siyasal saldırıların en büyük mağduru her zaman gençlik olmuştur. Bu saldırılar, kimi zaman sanayi sitelerinde, fabrikalarda çalıştırılan gençlerin tüm haklarının gasp edilerek kölelik koşullarında çalışmaya mahkum edilmesiyle, kimi zaman işsizliğe, geleceksizliğe, eğitimsizliğe mahkum ettikleri gençler arasında uyuşturucuyu yaygınlaştırarak hayat buluyor. Egemenler tüm bunları yaparken, aynı zamanda, gençleri kendi fikirlerine kazanmaya, kurtuluş yolunu kendilerine karşı mücadelede aramanın anlamsızlığı üzerine politikalar geliştirmeye yönelerek; bireyci, çıkarcı, bana neci bir gençlik kitlesi yaratmanın da çabasına girişiyorlar. Televizyonda gösterdikleri dizilerle, gençlere, “siz de kendi çetenizi kurun”, tele-volelerle, “yeteneğiniz varsa, manken, futbolcu olma çabası içine girin ve arkadaşlarınızı, ailenizi bir tarafa bırakıp kendinizi kurtarmaya bakın” denilerek, gençlik kokuşmuş bir hayata özendiriliyor. Gençlik üzerinde bir dönem oldukça yaygınlık kazanan ve çeşitli tahribatlara yol açan bu fikirlerin geçersizliği ve bir aldatmacadan ibaret olduğu ise, her geçen gün biraz daha yaygın fark ediliyor.
Semtlerde ve sanayi sitelerindeki gençler arasında, kendi talepleri etrafında birleşerek birlikte hareket etmelerinin ve taleplerini kazanmak için mücadelenin gerekliği, bugün her zamankinden daha çok kabul görür vaziyette. Sistemin tüm karalama çabalarına ve saldırılarına karşın, bugün hala devrimci önderlere ve onların mücadelesine duyulan derin saygı, bu mücadele isteğinin bir göstergesi durumunda.
Semt gençliği, bugün koşulların da olgunlaşmasıyla beraber, ciddi bir yol ayrımına gelmiştir. Egemenlerin dayattıkları yaşam ortadadır. Eğitim hakları tanınmamış, tüm iş imkanları ellerinden alınarak işsizliğe mahkum edilmiş, kahvehanelerde ömürleri törpülenir hale gelmiş, kültür-sanat ve spor etkinlikleri imkanından tamamen yoksun bırakılmış, uyuşturucu ve fuhuşun dayatıldığı semt gençliği, bunlara tahammül edip böyle bir hayata devam mi edecektir? Yoksa; emekçi halk gençliği yaşadığı tüm saldırıların müsebbibi kapitalizme ve onun ülkedeki uzantılarına karşı gücünün farkına varıp uyanışa geçerek, kendi talepleri etrafında gençlik kültür evleri vb. birlikler, örgütler kurarak, kapitalizmin yoz kültürüne karşı halkın öz kültürünü yaşayıp yaşatacak, işsizliğe sefalete, uyuşturucuya, bireyciliğe ve çeteleşmeye karşı ortak mücadelenin yolunu mu tutacaktır? Semt gençliği açıktır ki, bugün evine fotoğraflarını astığı, mücadelesine büyük bir saygı duyduğu Denizlerin yolundan yürüme istek, enerji ve potansiyelini barındırmaktadır. Burada, sınıfın partisinde birleşmiş genç unsurlara, özellikle de üniversite gençliğine önemli görevler düşmektedir. Sosyalizmin bilgisine sahip genç-aydın kuşak semt gençliğinin aydınlatılmasına ve yürümesi gereken yola girmesine yardımcı olma görevini en başta omuzlamalıdır.
Sanayi sitelerinde işçi gençliğin, yaşadığı kölelik koşullarına karşı, başta sendika-sigorta-sekiz saat iş günü (3S) talebi etrafında birleşmelerinin, kültürel-sanatsal-sportif etkinliklerde bulunabilecekleri platformlar yaratmalarının, ait oldukları sınıfın bilincini kuşanarak, kapitalizme karşı kurtuluş mücadelesine girişmelerinin ortamı, her zamankinden daha çok mevcuttur. Burada belirleyici olan; sosyalizm fikriyle ve sınıfın partisiyle buluşmuş olanların çabasıdır.
Küçük burjuva maceracı ve reformist örgüt ve anlayışların, gelişmeleri yorumlayış ve örgütlenme biçimlerindeki darlık, onların, genç işçiler içerisinde sosyalizm fikrini örgütleyerek gençlerin mücadeleye sevk edilmesine katkı sunmalarını da olanaksız kılıyor. Kimi zaman genç işçiler içerisinde çalışmaya yönelmeleri, sınıfa güvensizlikleri ve mücadelelerini oturttukları zeminin sınıfa dayanmayışı gibi sebeplerle, kısa bir süre sonra doğal olarak sönüyor. Zaten genel anlamda küçük burjuva anlayışların, işçi gençliğin talepleri etrafında örgütlenmesi ve mücadeleye seferber edilmesi gibi bir kaygıları da bulunmamaktadır. Oysa bizler, işçi sınıfına ve onun genç kuşaklarına sonsuz bir güven ve inanç taşıyoruz. Politik platformumuzun sağlamlığı, yılların mücadele birikimi, meseleleri algılayış ve yorumlayış biçimimiz, sınıfın ve onun genç kuşağının aydınlatılması ve mücadeleye seferber edilmesinin yollarını arayış ve tespit edişimizdeki perspektifimiz, ayakları yere basan, işçi sınıfının iktidar yürüyüşündeki rolünü iyi kavramış bir temele dayanıyor. Politik platformumuz, gücünü ve sağlamlığını, sosyalizmin ve onun yaratıcı gücü işçi sınıfından ve ona güvenden alıyor. O halde, genç işçilerin kendi kurtuluş mücadelesine girmelerini sağlayacak, ona katkı sunacak yegane gücün Partimiz olduğu su götürmez bir gerçektir.
Semt gençliğinin çeşitli biçimlerde dışa vuran örgütlenme ve mücadele istekleri (kendi aralarında Komünist Gençler, Devrimci Gençler vb. isimlerle gruplar oluşturmaları, taleplerini içeren yazılamalar yapmaları, oluşturdukları gruplarla mitinglere katılmaları vb.) küçük burjuva devrimci anlayışların buralara yönelmelerini de beraberinde getiriyor. Bu tarz örgütlenmelerle bir  biçimde buluşan gençlerin, kısa süre sonra, bu örgütlerin tarzları, sekterlikleri vb. sebeplerle, heyecanlarını ve isteklerini kaybetmeleri, fikirlerinin tahrip edilerek sosyalizme güvenlerinin sarsılması ya da bu örgütlerin içerisinde heba olmaları da sıkça yaşanan bir durum. Bizlerin meseleyi, halk gençliğinden ve onun gündeminden tamamen kopuk, ayakları yerden kesilmiş, küçük burjuva devrimcileri gibi ele almadığımız, alamayacağımız açıktır.
Bizim görevimiz; semtlerde ve sanayi sitelerinde bir arada duran milyonlarca gencin yaşadıkları sorun ve sıkıntıların kaynağını -kapitalizmi- onlara iyi tarif etmek, onların gelişmeler hakkında aydınlanmalarını sağlamak ve kapitalizmden kurtuluş mücadelesinde yürünecek yolu bir an önce görmelerine ve kendi politik örgütünde -sınıfın partisinde- birleşerek mücadeleye seferber olmalarına yardımcı olmaktır. Bunu, sanayi sitelerindeki genç işçilerin günlük talepleri etrafında bir araya gelecekleri ve kendilerine yönelik saldırıları tartışacakları politik platformlar yaratarak yapmalıyız. Bugün iş yasalarında yapılan değişiklikler ve uygulamaya sokulan “yeni” iş yasalarıyla, genç işçilerin pervasızca sömürülmeleri ve köleliğe mahkum edilmelerinin yasal güvenceye alınarak sorunlarının daha da derinleştirilmesi, 3S hakkının tamamen gasp edilmesi, yine semtlerde kültürel yozlaştırmalar, işsizlik, uyuşturucunun yaygınlaştırılması, sosyal kültürel taleplerin karşılanmaması vb. saldırıların birbirinden bağımsız olmadığı ve kaynağının ortak olduğu, buna karşı mücadelenin de ortak olması gerektiği fikri üzerinden yükselen bir aydınlatma çalışması, semt ve işçi gençliğinin bir araya gelişini ve ortak bir mücadeleye seferber olmasını sağlayacaktır. Gençlerin aydınlatılması, sadece kendi sıkıntılarına dair değil, ülkede ve tüm dünyada olup bitenler hakkında bilgilendirilmeleri ve buna karşı alınacak tutumu kavramalarında günlük işçi basınını tanımaları ve sahiplenmeleri, ancak çalışmanın merkezine günlük işçi basınının konulmasıyla mümkün olacaktır.

SONUÇ OLARAK
Tüm bu saldırı dalgası içinde milyonlarca genç işçi ve semtlerdeki gençliğe, kendilerine yöneltilen tüm saldırıların ve dayatılan yaşamın bütünlüklü, kapsamlı, planlı bir saldırı olduğunu, bunun kapitalizmin özü gereği böyle olduğunu ve kurtuluşun ancak birleşik örgütlü bir mücadeleyle mümkün olacağını kavratma görevi omuzlarımızdadır. Gençlik içerisinde kapitalizme karşı uyanış ve mücadele eğiliminin yeşerdiği, sosyalizme sempatinin yaygınlaştığı, dahası başka çarenin olmadığı gerçeğinin giderek daha çok kabul gördüğü bugünkü koşullarda, bu görev her zamankinden çok önemlidir.
Kapitalizm denilen belanın ne olduğu, artık daha iyi anlaşılıyor. Kölelik, işsizlik, açlık, uyuşturucu, fuhuş, savaş, çeteleşme, bireycilik, rekabet ve gençliğin birbirine düşmanlaştırılması: İşte kapitalizmin gençliğe vaat ettiği yaşam. İşçi gençliğin ve semt gençliğinin bunlara daha fazla tahammül edemeyeceği, gençlik onurunun buna müsaade etmeyeceği açıktır. Evlerini DENİZLER’in posterleriyle süsleyen işçi, işsiz, öğrenci, halk gençliğinin, Deniz’in ruhuyla davranarak, bağımsızlık ve sosyalizm mücadelesine girişmekten başka yolunun olmadığı ve giderek buna yatkın hale geldikleri açıktır. Kapitalizmin çürümüş, her tarafından irin akan adaletsiz düzeni mi, yoksa sosyalizmin savaşsız, sömürüsüz aydınlık dünyası mı? İşte semt gençliğine ve işçi gençliğe sorulacak soru budur. Alınacak cevapsa açık ve nettir; yeter ki biz soruyu nasıl soracağımızı bilelim.

Tarım işçilerinin çalışma koşulları, ve örgütlenme sorunları -1-

SUNUM
Tarım işçileri yüzyıllardır en ilkel koşullarda, sabahın zifiri karanlığından akşamın geç saatlerine kadar ancak karınlarını doyuracak bir ücrete çalışıyorlar. Tarlalara kamyonlarla, traktör römorklarıyla gidiyorlar.
Hiçbir güvencesi olmayan ve örgütlülükten yoksun mevsimlik tarım işçileri, toplumun en fazla ve en acımasız sömürülen işçileri, emekçileri durumundadırlar. Ailece (üç kişiden 10 kişiye kadar) tarım işçiliğine gitmelerine rağmen ellerine hiçbir şey kalmaz. Barınma, beslenme ve sağlık sorunlarının çözümü patronların insafına kalmıştır. Acımasız çalışma koşulları, sabahın köründen, akşamın geç saatlerine kadar kol ve beden gücüyle  5 milyona, 7,5 milyona çalışıyorlar.
Tarımda çalışan yüz binlerce işçi aynı kaderi paylaşmasına rağmen örgütsüzdür. Her dönem, özellikle yaz ve sonbahar aylarında, başta Çukurova olmak üzere Karadeniz, Ege, Marmara, İç Anadolu gibi bir çok bölgeye doğru iş için yollara düşerler.
Yoğun sömürü koşullarında çalışan tarım proletaryasının düşük ücretlere karşı 2001 yılında gerçekleştirdiği iki günlük grev, ’80 sonrası tarım işçilerinin gerçekleştirdiği ilk grev olma özelliği taşıdı. Yine geçtiğimiz ay (Haziran) Özgür Gündem gazetesinde çıkan haberde Manisa’nın Turgutlu ilçesinde 500 tarım işçisinin bir araya gelerek “tarım işçileri inisiyatifi” adı altında dernek çalışmalarına başladıkları yazıyordu. Bu ve benzeri gelişmeler, tarım işçilerinin giderek eyleme ve örgütlenmeye yöneldiklerini ve mahkum oldukları çalışma ve sömürü düzeninin kader olmadığını gösterdi.
Bu yazımızda, tarım işçilerinin en ilkel en barbar koşullarda çalışmalarına ve sömürünün en şiddetlisine tabi olmalarına rağmen örgütlenememelerinin önündeki engellerin neler olduğunu ele almaya çalışacağız.
Tarım işçilerinin birlikte hareket etmelerine imkân verecek herhangi bir örgütten yoksun olmaları, hem büyük bir olumsuzluktur hem de düşündürücüdür. Bundan dolayı, mevsimlik tarım işçilerinin bir araya gelmesi, taleplerini tek bir ağızdan dile getirmeleri giderek önem kazanmaya başlamaktadır.

ÇÖZÜLEN KÖYLÜLÜK VE TARIM PROLETARYASININ BOYVERİŞİ
Toplumsal besin kaynağı olan tarımsal üretimin yok edilerek, tarımın emperyalist ülkelerin yağmasına açılması ve yüzde 40’larda olan üretici nüfusunun % 10’lara çekilmeye çalışılması; bir taraftan köylülüğün tamamen mülksüzleştirilmesine diğer taraftan işçileşmesine hizmet etmektedir.
İşbirlikçi burjuvazi ve onun iktidarı ülkeyi ekonomik, sosyal ve siyasal alanda yeniden yapılandırıyor. Bu yapılandırma için çıkarılan her yasa, atılan her adım, ülkenin emperyalist güçlere iyiden iyiye bağlanması anlamına geliyor. Ekonomik krizleri, emperyalist savaşları fırsat olarak değerlendiren sermaye egemenliği, yıllardır hayata geçirilemeyen tüm uygulamaları bir bir gerçekleştiriyor. Özellikle tek partili hükümet, sermayenin çıkarları doğrultusunda yasaların peş peşe çıkmasının da bir avantajı olarak değerlendiriliyor. Sermaye için çıkarılması sürdürülen her yasa ve düzenleme ise, kapitalist sistemin ihtiyaçlarına cevap vermek ve diğer taraftan toplumsal katmanlarda çözülmeler, bir çok kesimin var olan konumunu yitirmesi ve açlığa işsizliğe itilmesi anlamı taşıyor. Bu kesimlerden birinin de köylülük olduğu biliniyor.
IMF ve Dünya Bankası tarafından hazırlanan tarım politikaları, önce Özal sonra Demirel ve ardı sıra gelen hükümetler eliyle bir bir hayata geçirildi. Kemal Derviş’le özdeşleşen 57. hükümet ve bugün AKP tarafından da kararlılıkla uygulanan tarım politikaları; esas olarak uluslararası tekellerin tarım pazarı üzerindeki hakimiyetini pekiştirmeyi ve genişletmeyi hedefliyor. Şeker yasası, tütün yasası, tarım reformu ve bugün de TEKEL’i tamamen özelleştirilmeyi amaç edinerek süregelen dayatmalar, bu tekelci hakimiyet politikalarının sonuçları olarak gündeme geldi. Tüm bu gelişmeler, bir taraftan ülke toprağının, tarımının yağmalanmasına diğer taraftan zorunlu işçilik ve işsizleştirme sonuçlarına yol açıyor. 4 milyon toprak sahibi aileyi 40 ve 50 bine indirme amaçlı politikalar, toprak dışında bir işle uğraşamayan yüz binlerce aileyi aynı zamanda tarım işçiliğine mahkum ediyor veya işsizler ordusuna katıyor.
Türkiye’de hiç toprağa sahip olmayan ya da sahip olduğu toprak kendisini geçindirmeye yetmeyen milyonlarca kır emekçisi var. Bunlardan bir kısmı başkalarının topraklarında ortakçılık usulleriyle tarımsal üretim yaparken, önemli bir kısmı da devlete ya da özel kişilere ait tarım işletmelerinde ücret karşılığı çalışmaktadır.
Kürt illerinde küçük işletmelerde ağırlıklı olarak tütün ve pancar tarımı yapılmaktadır. Fakat, son yıllarda, devletin bu ürünlerde izlediği desteklerin kaldırılması, alım fiyatlarının düşük tutulması ve kotalama politikası Kürt illerinde küçük üretimi hızla tasfiye etmektedir. GAP’la birlikte sulanabilir hale gelen topraklar, hızla az sayıda kişinin, yerli ve yabancı tekellerin mülkiyetine geçmektedir. Hayvancılığın tasfiyesi de son aşamadadır.
Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası’nın, önceki yıl yayınladığı bir raporda, ildeki topraksız köylülerin oranının %42,1’e ulaştığını belirtmektedir. Yine bu rapora göre, toplam işletme sayısının sadece %9’u 500 dekardan büyüktür. Bunların ortalama arazi büyüklüğü ise 1876,3 dekardır. Diyarbakır’a ait bu rakamların yaklaşık olarak diğer bölge illeri için de geçerli olduğu düşünülebilir. Buradan çıkacak sonuç, Kürt illerinde işsizliğin ve mülksüzleşme sürecinin tarım işçiliğine yönelimi artıracağıdır.
Köylülüğün tasfiyesinin ekonomik nedenlerinin yanı sıra özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde yaşanan 15 yıllık savaşın da bu tasfiye sürecine özel ama yoğun bir etkisinin olduğu artık bilimsel bir tespit olarak kabul ediliyor. Yıllardır uygulanan OHAL yasakları, toprağını işleyemeyen, hayvanını yaylaya çıkaramayan Kürt köylüsünü ekonomik anlamda çöküntüye sürüklemiştir. Boşaltılan köyleri ve zor yoluyla göçe maruz bırakılan yüz binlerce yoksul Kürt köylüsü; topraklarını, evlerini, yaylalarını, hayvanlarını geride bırakmak durumunda kaldı. Kürt yoksullarının önemli bir kesimi göç yollarının ardından mevsimlik veya sürekli tarım işçiliği ile geçimlerini sağlamak durumunda kaldılar. Böylece daha dün kendi geçimlerini sağlayacak kadar toprağa ve hayvana sahip olan köylüler, bugün yaşamlarını sürdürmek için il il dolaşır hale geldiler.

DEVLET HANGİ TARIM İŞÇİSİNİ TANIYOR?
Tarımda bugün ücretli emek-gücü kullanımı çok değişik biçimler alabilmektedir. Fakat devletin yasal statü kapsamına koyduğu/tanıdığı tarım işçileri esas olarak; TİGEM, DÜÇ, Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı’na bağlı Araştırma Müdürlükleri, Deneme İstasyonu Müdürlükleri ve İl Tarım Müdürlükleri ve benzeri işyerlerinde ve doğrudan toprakla ilişkili olmayan işlerde (idari hizmetlerde, tarım alet ve araçlarının bakım ve onarımı işlerinde çalışanlar ile şoförler ve benzeri) çalışan, bazı tarım işçileri ile tarımsal nitelikte olmayan ormancılık faaliyetlerinde çalışan orman işçileri yasa kapsamındadır.
Ancak tarım ve orman işçilerinin büyük bir çoğunluğu, iş yasası kapsamına alınmamıştır. Türkiye’de tarımdaki ücretli emek-gücü istihdamına ilişkin istatistikler net açıklamalar yapmış değildir. İstatistikleri baz alarak net rakamlar söylemek zordur. Ancak işgücü gereksinimi ve bazı hesaplara göre, tahminen 1,5 milyon tarım ve orman işçisi bulunmaktadır. (Bu rakamın sadece 400 bininin Türkiye’de pamukta istihdam edildiği tahmin edilmektedir.)
Her yıl Çukurova’ya 120 -140 bin tarım işçisinin çalışmaya geldiğini İş ve İşçi Bulma Kurumu’nun belgeleri gösteriyor. Daha önceki yıllar bu rakam 400 binlere dayanırken, GAP’ın hayata geçmesi, Çukurova’da pamuk hasadının azalması ve bir çok göçzedenin ile yerleşmesi gibi etkenler bu sayıyı azalttı.
Tarım-ormancılık gibi sektörlerde çalışan toplam işçi sayısı yaklaşık 1,5 milyon iken, bunun sadece 150-200 bin kadarı iş yasası kapsamına alınmıştır.  Bu sayının ise  sadece 40 bin kadarı sözleşme yapmaktadır.  Bunlar da esasen kamu alanında çalışanlardır.
Türkiye, tarım ve orman işçilerinin çalışma koşullarını ve işçi sağlığı ve iş güvenliğini hiçbir biçimde düzenlemeyen, genel olarak çalışma mevzuatı ve gelişmişlik düzeyi geri ülkeler arasında yer almaktadır.
Ülkemizde tüm çalışanlar yetersiz de olsa bir yasal düzenlemenin koruyucu şemsiyesi altına alınmışken; tarım işçilerinin İş Kanunu kapsamı dışında tutulması, tam olarak hayata geçtiğinde 750 bin mevsimlik tarım işçisini istihdam edecek GAP projesi için, nasıl bir sömürü cehenneminin hedeflendiği daha iyi anlaşılmaktadır.

TARIM İŞÇİLERİNİN YIL BOYUNCA İZLEDİĞİ GÖÇ SEYRİ
Yüzyıllardır devam eden bölgeler arası ekonomik uçurum bugün de pek değişmemiş, tersine 15 yıl yaşanan çatışma ortamının ardından Kürt illerinde var olan cılız ekonomik yatırımlar bile geri çekilir hale gelmiştir. Zaman zaman gündeme gelen kimi yatırım hamleleri ise, kredi olanaklarının hortumlanmasına vesile olarak, bir hizmete dayanak olmadan çürüyen makinelere, tamamlanmamış işletmelere dönüşmüştür. Savaşın yanı sıra bölgenin hizmet, yatırım ve olanaklardan mahrum bırakılmasının da kitlesel göçlere açık bir etkisi vardır.
Bölge koşulları ve kitlesel göçler, her gün yüzlerce işsizin, mevsimlik işçi adayının Çukurova, Karadeniz, Ege ve Marmara bölgelerine gitmesine neden oluyor. Pamuk işçiliğinden fındık toplamaya, tütün toplayıcılığından pancar çapalamaya kadar iş ayrımı yapmaksızın, şehir şehir dolaşmayı da beraberinde getiriyor. Tarım işçiliği için gerçekleşen göç, kendiliğinden ve dengesiz değil, kendi doğasında aşamalı bir seyir izlemektedir. İlk olarak Çukurova’ya göç başlar: Göç-1, Ocak-Haziran arası süreyi kapsayan bir sürede, bostan, sera, yer fıstığı çapası, pamuk çapası, fide tohumları, karpuz-soğan çapası, ot ayıklama, ilaçlama, gübreleme ve sulama, ardından bu ürünlerin bazılarının hasadı işlerinde çalışanları kapsar. Ardından, Hatay’a, 2. göç başlar: soğan çapası ve hasadı yapılır. Kimyon, pancar, nohut ve patates çapası için 3. göç İç Anadolu’ya (Konya, Nevşehir; Ankara). 4. göç Karadeniz’edir. Fındık hasadı için Ordu, Giresun ve yöresinde çalışılır. 5. Göç yeniden Çukurova’ya yapılır. Eylül-Ekim aylarıdır ve pamuk hasadı başlamıştır. Yüz binleri bulan tarım işçileri yollara düşmüştür. 6. göç: Yeniden iç Anadolu’yadır. Bu sefer o bölgede patates, pancar hasadının zamanı gelmiştir. Göç 7 ise, geri dönüştür.  Bir kısmı kısa bir süreliğine geri dönmeyip bulunduğu yörelerde çadırlarda kışı geçirip yeni hasadı beklerken, bir çoğu da esas kaldıkları memleketine geri döner. Ancak sorunlar burada bitmez. Kazandıkları para dışında bir gelirlerinin olmaması, gittikleri yerlerde yeni sorunları beraberinde getirir.
Ekmeğini kazanmak için her yıl göçebe bir yaşam sürmek durumunda kalan ırgatlar için, bu göç dayanılmaz bir hal alır. Yaşam kavgası için katlandıkları bu göç yolları adeta drama döner. Kimi, trenlerin kara vagonlarında, kimi, kamyonlarla yollara düşerler, kilometrelerce yol kat ederler. Çoluk çocuk, yorgan döşek ve yanlarına aldıkları kap kacaklarıyla yollara dökülürler.
Bazen Giresun Valiliği’nin şehre girmelerini yasaklaması gibi uygulamalarla karşılaşırlar. Kimlik kontrollerinden geçerler, durdurulurlar, suçlu muamelesi görür, terörist damgası yerler. Güvenlik önlemi adı altında -çoğu zaman Kürt oldukları için- farklı uygulamalara maruz kalırlar. Göç süresi boyunca onca zorlukla karşılaşırlar.
Sürekli göç halinde bulunan mevsimlik tarım işçileri sağlıksız koşullarda barınmak zorunda kalırlar. Bazen ağaç gölgelerinde bazen gölgenin bile olmadığı alanlarda el yordamıyla yaptıkları -yağmur geçiren, güneşi iki kat çeken- derme çatma çadırlarda kalıyorlar. Her bir çadırda 20-30 kişinin kaldığı tarım işçileri, yazın sıcaktan ve sivrisinekten, kışın ise soğuklardan doğru dürüst uyku bile uyuyamıyorlar. Tuvaletin bulunmadığı, çocukların yüzünde sineklerin eksik olmadığı bir ortamda saatlerce çalışıyorlar. Karşılığında ise asgari ücreti bile alamıyorlar.

ÜCRET SORUNU
Tarım işçileri, iş gücünü iş sahiplerine neredeyse karın tokluğuna satmaktadır. Çünkü her yıl, tarla ve bahçe sahiplerinin içinde bulunduğu ve işçilerin hiçbir söz hakkının olmadığı bir komisyon, işçilerin ücretlerini belirliyor. Komisyona, ücretlerin esas muhatabı olan işçiler ve  elçiler alınmıyor. Kendi aralarında toplanarak, mevsimlik işçilerin alacakları ücreti tespit eden işverenler, böylelikle işçilerin daha çok sömürüleceği bir ücret belirliyorlar.
Tarım İşçilerinin Sorunlarını Görüşme Kurulu’na (ücret belirleme komisyonu) Valilik veya yardımcıları başkanlık ediyor: Komisyon üyeleri;Tarım İl Mürdürlüğü, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Bölge Müdürlüğü, İş ve İşçi Bulma Kurumu Bölge Müdürlüğü, Sosyal Sigortalar Kurumu Bölge Müdürlüğü, İş ve İşçi Bulma Kurumu Şube Müdürlüğü, Tarımsal Araştırma Müdürlüğü, Çiftçiler Birliği, il-ilçedeki Ziraat Odaları, Türk-İş Bölge Başkanı ve Tarım-İş Şube Başkanı’ndan oluşuyor. Bu komisyon –ve ücret belirleme toplantıları- yüz yıla yakındır sürüyor. Çukurova pilot bölge kabul edildiğinden, burada belirlenen ücret, yakın iller tarafından kabul ediliyor. Mersin, Hatay, Kahramanmaraş ve daha birçok il burayı baz alıyor. Her yıl Valilik öncülüğünde toplanan komisyondan çıkan sonuç, tarım işçilerinin bir yıllık çalışmasını ve kaderini belirliyor.
Tarım işçileri, İş Yasası’na tabi olan işçilerden farklı olarak asgari ücret uygulamasının da dışında bırakılmışlardır. Alacakları gündelik, temsil edilmedikleri “Çalışma Komisyonu” tarafından belirleniyor.
Mevsimlik işçilerin ücretleri, toprak sahiplerinin çıkarlarına göre ve üç ayrı çalışma biçimine göre düzenlenmiştir:
1- Çapalama Ücreti: Gündelik olarak ödenir.
2- Sulama ve İlaçlama Ücreti: Götürü (kabala) usulde ödenir.
3- Toplama Ücreti: Kilo başına ödenir.
Mısır Valisi M. Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa’nın Adana havalisini yönettiği (1833-1840) dönemde, tarım işçileri için şöyle bir sistem kurulmuştur:
1- Hafta’nın 5,5 günü  çalışan işçiye 7 günlük ücret verilir.
2- Haftalık ücretler, arz-talebe göre ve işçi temsilcileri (elçilik buradan doğmuş olmalı) ile işveren temsilcilerinden kurulu bir komisyon tarafından tayin edilir ve herkes buna uyar.
3- İşçi-işveren arasında bir anlaşmazlık çıkarsa anlaşmazlığı bu komisyon çözer. 
Dolayısıyla 160 yıl öncesinin ücret ve çalışma koşulları günümüzden daha iyidir desek hiç de abartmış olmayız. 160 yıl öncesinin sistemi neredeyse daha ileridir, çünkü ücretin dışında haftanın 1.5 günü ücretli izin gibi sosyal hak tanınmıştır. Ayrıca; ücret dışında sabah kahvaltısı, öğle yemeği ve akşam yemeği olmak üzere 3 öğün yemek de toprak sahiplerince verilmektedir. Günümüzde ise, ne ücretli izin ne yemek ya da yemek parası verilir. Tüm bunlara rağmen; bir de hak edilen ücretlerin zamanında ödenmemesi söz konusudur. Toplama ve çapalamada iş biter, ama ücretler genellikle geç verilir. 3 ay sonraya ya da 1 yıl sonraya bırakıldığı çok sık görülür. Ürünlerin kötü olduğu, sahibinin ürünleri satamadığı ya da haciz geldiği durumlarda ise, tarım işçilerine ücret hiç ödenmez.
Günümüzde ücret, görünüşte Asgari Ücret Tespit Komisyonu tarafından (1973 yılından beri) saptanmaktadır. Oysa tarım işçileri için saptanan ücret, sanayi için saptanan oranın çok altındadır. Ancak pratikte belirlenen düşük ücrete bile uyulmaz. 1475 sayılı iş yasasının 1972 tarihli yönetmelik hükümleri gereğince, ülke geneli için merkezi düzeyde saptanan bu asgari ücret,  tarım işçileri için, valilerce aşağı çekilerek saptanır. Oysa valilerin böyle bir saptama için yasal dayanakları yoktur. Ancak yıllardır süregelen uygulamalar, tarım alanındaki çalışan işçilerin haklarına dair yasal boşluklar ve işçilerin örgütsüzlüğü, bu keyfiyeti doğuruyor. Gerçekte, ne hükümet tarafından belirlenen asgari ücrete ne de valilerin saptadığı asgari ücretlere uyulmaktadır. Gerçek ücret, o yılki işçi ihtiyacına ya da iş aramaya gelenlerin azlığına-çokluğuna göre işveren tarafından belirlenir. Yani piyasa kuralları işler. İş arayan çoksa yevmiyeler düşer. Yine, yörenin büyük toprak sahipleri (ya da onların birlikleri) tarafından ücretler belirlenir. Üstelik, toprak sahiplerinin ücret saptama yetkisi, İ.İ.B.K  tarafından da tanınmıştır.
Önemli not: Ancak Adana’da iki yıldır ücret belirleme komisyonu toplanmıyor. Ve gerekçe olarak ise, “elçiler ile toprak sahipleri kendi anlaşsın, biz valilik olarak karışmıyoruz” deniliyor.

‘TARIM İŞÇİLERİNİN SORUNLARINI GÖRÜŞME KOMİSYONU’ YA DA ÜCRET DIŞINDA HİÇBİR ŞEYİ SORUN OLARAK GÖRMEME KOMİSYONU
Her şeyi alınıp satılan bir meta haline getiren kapitalist sistem, diğer sömürü alanlarında olduğu gibi, bu alanda da, sadece işçinin çalışma ücretinin –işçiyi ne kadar aza kapatacağının- hesabını yapar. İşçinin ücreti dışındaki onlarca sorununu ise görmezden gelir. Tarım işçilerinin çalışma koşullarını belirlemek için toplanan komisyonda görüşülen tek konunun sadece ücretler olması, işgücünü satan tarım işçilerinin insani, sosyal sorunlarının toprak sahiplerini ve yerel yönetimleri ilgilendirmediğini gösteriyor. İşçi, adete bir makine gibi görülmektedir. Üretimin gerçekleşmesini ve daha fazla kazanç sağlamayı amaçlayan işverenler için insan faktörü, insan sağlığı ve insanın sosyal yaşamı hiçbir anlam ifade etmemektedir.
Her asgari ücret belirlenmesinden sonra, senede iki kez toplanan Komisyon, toplantıda tek konu olarak ücretleri ele alıyor. Tarım işçilerinin sağlık, iş güvencesi, eğitim, ulaşım, sigorta gibi yığınlarca sorunu üzerine ise tek bir laf edilmiyor. Tarım işçilerinin nakil, barınma, sağlık, eğitim gibi başlıca sorunlarını hiç gündeme almayan, görüşmeyen komisyonun tek görevi; düşük ücret belirlemektir.

ULAŞIM
Özellikle işe giden tarım işçilerinin ulaşımının insanlık onuruna ve trafik kurallarına uygun olmayan bir şekilde yapılması bile, komisyonun gündemini oluşturmuyor. Kamyonlarla adeta istiflenerek nakilleri yapılıyor. Bu nakillerde yoğun trafik kazaları eksik olmuyor. Ve kazalar, onlarca işçinin yaşamını yitirmesine neden oluyor.

YERLEŞİM VE BARINMA
İkinci sorun ise, yerleşim yerlerinin sağlıksız olması. Tarım işçileri, genellikle nehir ve sulama kanalları yanlarına, insanın yaşayamayacağı bölgelere çadırlarını kuruyorlar. Sıtma, tifo, sarılık  baş başa kaldıkları temel hastalıklar. Böcek ve yılan sokması, güneş çarpması, zehirlenmeler gibi birçok sorun da cabası…
Önemli diğer bir sorun da barınmadır. Tarım işçileri, çoğunlukla kamıştan, bezden ve çuvaldan kurulu sağlıksız çadırlarda barınır. Sivrisinek, yakan gibi her türlü haşere bu çadırlarda dolaşır. Oysa daha düzenli, yağmur geçirmeyen çadırlarla, zararlı böceklerden korunacak ve dezenfekte edilmiş bir şekilde çözüm mümkündür.

SAĞLIK
Yetkililer her ne kadar “Sağlık hizmetleri görülüyor” dese de, her yerde sağlık ocağı bulunmadığından, tarım işçilerinin büyük bir kısmı sağlık hizmetinden faydalanamıyor. Yerleşim yerlerinin ve tankerle, traktör römorkuyla getirilen suyun sağlıksız olması, tuvalet sorunu, sulama kanallarında banyo gibi problemlerden dolayı, tarım işçileri, yoğun sağlık problemleri ile baş başa kalıyorlar. Tüm bu sorunlar aciliyetini sürdürüyor ve çözüm bekliyor.   
Birçok ülkede işçiler, tarım ilaçlarının zararlarının farkında olarak ve ona karşı alınmış önlemleri kullanarak bu işi yaparken, ülkemizde tarım işçileri, hiç bir önlem alınmadan, insan sağlığını tehdit eden ilaçları tarlaya saçmaktadır. Tarım ürünlerine zarar veren, canlıları öldürmek için kullanılan kimyasal ilaçları, işçiler; koruyucu giysi ve eldivenden mahrum bir şekilde kullanıyorlar. Birçoğu ilacı çıplak eli ile karıştırıyor, ilaçlama yaparken koruyucu giysi giymesi gerekirken lime lime olmuş elbiselerle çalışıyor ve ilaç vücuda çok daha kolay geçiyor. Tüm bu ilaçlama esnasında tarım işçileri yavaş yavaş zehirleniyor. Birçoğu gelecekteki yaşamlarında kanser, çeşitli solunum yolu hastalıklarına yakalanmaktadır. Özellikle kadınlar daha çok etkilenmekte, hamile kadınların doğacak bebekleri, çeşitli hastalıklara kapılmaktadır. Tarım işçilerinin tarım alanlarındaki zararlıları yok etmek için kullandıkları ilaçlar, aslında kendileri için zarar oluşturmaktadır.

EĞİTİM
Can yakıcı başka bir sorun ise, çocukların okuyamaması, yani eğitimdir. Tarım işçilerinin yöreye geliş ve gidiş tarihlerine bakıldığında, işçi çocuklarının eğitim alma şanslarının haliyle ortadan kalktığı görülür. 2. ve 3. ayda başlayan tarımsal işler, 10. ve 12. aylara kadar sürmektedir. Tarımda çalışan işçiler bir lokma ekmek kazanabilmek ve hayatlarını idame edebilmek için, mecburen çocuklarını da yanında getirmek zorunda kalıyorlar. Bir çoğunun çocuğu ise beraber çalışıyor. Bu, çocukların eğitimini gerçekleştirememesine neden oluyor.
Okulların açıldığı dönem, pamuk mevsimidir onlar için. İki ay kadar süren pamuk hasadından sonra gecikmeli başlarlar eğitime. Okula başlayanların çoğunluğu erken terk etmektedir. Birçoğu ise, ne okul bilmektedir ne de okuma yazma. Tek bildikleri çalışmak ve buna rağmen yoksulluktan kurtulamamak.

ÇALIŞMA SÜRESİ YA DA SÜRESİZ ÇALIŞTIRMA
Pamuk işçileri, 40 yıl önce günde 14-16 saat çalıştırılırdı. Bugün bir parça değişiklik olmakla birlikte, günlük çalışma süresi hala çok uzundur. Irgatlar, günde ortalama 11-12 saat çalıştırılmaktadır. Haftalık çalışma süresi sanayi sektöründe haftada 45 saatken, bu süre, tarımda 70 saati rahatlıkla aşmaktadır. İşveren, “işler yetişmedi” bahanesiyle çalışmayı sabah daha erken başlatabilmekte ya da paydosu geciktirebilmektedir. Tam bir keyfiyet söz konusudur. Günlük çalışma süresi ne kadar uzarsa uzasın, bunun karşılığında işçiye fazla mesai ücreti ödenmesi söz konusu olmaz. Ücretler gündelik (yevmiye) olarak belirlendiği için, ücretli hafta tatili gibi bir hakkın lafı bile edilmemektedir. İşe gitmeyen işçinin o günkü yevmiyesi hiçbir mazeret kabul edilmeden kesilmektedir.

SOSYAL HAKLAR
Tarım işçilerinin sigortadan yararlanma hakları yoktur. İş Kanunu’ndan olduğu gibi, SSK Kanunu’ndan da dışlanmışlardır. Devlet, sürekli olarak bir tarım iş yasasının çıkacağından, tarım işçilerinin sosyal güvenlik hakkına kavuşacağından söz ededurur, ama 30 yıldır bu söylenen yapılmaz. 1983’te, “Tarım İşçileri Sosyal Sigortalar Kanunu” diye bir yasa çıkarılmıştır. Ama bunun, tarım işçilerine gerçek bir sosyal güvenlik sağlamakla ilgisi yoktur. Tarım işçilerini taşıyan kamyonların kaza yapması sonucu ölüm ve yaralanma vakaları eksik olmuyor. Sigorta başta olmak üzere tarım işçilerinin hiçbir sosyal hakları olmadığı için, kazalar gibi olaylar kazandıklarını tamamen yitirmelerine neden oluyor.

İŞ GÜVENLİĞİ
Tarım işçilerinin önemi bir sorunu da, iş garantilerinin ve ücret garantilerinin olmamasıdır. Birçok kez geldikleri bölgede iş bulamayan mevsimlik tarım işçileri, yeniden geldikleri yerlere dönmek durumunda kalırlar. Zor ve ağır çalışma saatleri boyunca alın teri döken tarım işçileri, hem işverenler hem de kimi elçiler tarafından hakaret ve angaryaya maruz kalıyorlar. 30-40-50-60 kişilik ekipler halinde bahçelerde çalışan tarım işçileri, gün boyunca istenen verimi gösteremezseler, yevmiyelerinden bile kesinti yapılıyor. Çoğu zaman aylıkları geciktirilerek ödenen tarım işçilerinin toplama ücretleri ve yevmiyeleri, valilik tarafından her yıl geciktirilerek açıklanıyor. Önceki yıl, Çukurova bölgesinde, işçilerin çalışmasının üzerinden 3 ay geçtikten sonra, Valilik ücreti açıkladı. Böylece tarım işçileri, 3 ay boyunca bir yıl önceki ücretten çalıştılar, ancak yeni ücrete göre farklarını da alamadılar. Böylece binlerce tarım işçisinin  emeğine, alın terine ikinci bir kez el konulmuştu.
Önlerinde bunca zorluk varken, mevsimlik işçilerin birlikte hareket etmelerine imkân verecek herhangi bir örgütten yoksun olmaları, hem büyük bir olumsuzluk hem de düşündürücüdür. İşçilerinin bir araya gelerek taleplerini tek bir ağızdan dile getirmelerinin önündeki engelleri açarak daha iyi anlayabiliriz.

İŞBÖLÜMÜ VE ÖRGÜTLENME
Tarımsal üretimde temel üretim aracı topraktır. Toprağın niteliğini büyük oranda yükselten ise, özel aygıtlar kullanan işgücü değil, tohum gübre, ilaç gibi maddelerdir. İşgücü sanayide olduğu gibi yapay ortamda değil, doğal ortamda kullanılır. O nedenle, işçiler ne kadar kalabalık olursa olsunlar; çapa gibi çok basit aletler kullanarak veya pamuk toplayarak daha çok bireysel olarak çalışmak durumunda kalıyorlar. Başka bir ifadeyle, mevsimlik tarım işçilerinin sınıfsal dayanışma ve örgütlenme düzeyinin sanayi işçilerine göre zayıf olmasının nedeni; kolektif emek kullanımı düzeyinin düşük olmasıdır. Kolektif emek düzeyinin düşüklüğüne; üretimin sürekli olmaması (mevsimlik ve kısa süreli) ve günlük çalışma süresinin çok uzun olması da eklenince, örgütlenme koşulları daha da zorlaşmaktadır.
Ayrıca bu olumsuz koşullara, mevsimlik işçiler arasında yoğun olarak bulunan küçük grup ilişkilerini (aile-akrabalık-aşiret ilişkileri) de eklemek gerekir. Küçük grup ilişkilerinin varlığı, kendi içinde güçlü bir ilişki, güçlü bir dayanışma yaratırken, değişik grupları bir araya getirmede, yani sınıf dayanışması ve birliğini sağlamada zorlaştırıcı bir işlev oluşturmaktadır.
Mevsimlik tarım işçilerinin dikkat çeken bir başka özelliği, çoğunluğunu kadın ve çocuk işçilerin oluşturmasıdır. Aslında bu, tarla ve toprak sahiplerinin özel tercihidir. Çünkü, patronlar, kadın ve çocuk diye küçümsedikleri bu işçilerden çok daha fazla yararlanmakta, “ne versek kabul ederler” düşüncesiyle hareket etmektedirler. Ayrıca, burada patronlar, kadın ve çocukların seslerini bastırmanın daha kolay olacağı ince hesabını da yapmaktadır.
Tüm bu olumsuz koşullar, mevsimlik işçilerin ancak ve ancak elçilik kurumu etrafında örgütlenmesine izin vermiştir.

ELÇİLİK KURUMU
Çukurovada Elçi, Ege’de Dayıbaşı olarak adlandırılan bu aracılar işçinin sırtından geçinmektedir. Elçi, toprak sahibi ile işçi arasında aracı görevini gören ve işçileri anlaştığı tüccarın işine götüren kişidir. Parasını her bir işçinin gündeliğinden -ücret belirleme komisyonu tarafından miktarı belirlenmiş bir kesinti yaparak- alıyor.
Tarım alanındaki çalışma düzeninden, konaklama yerinin organizasyonuna, işverenle ücret pazarlığına kadar her şeyi elçi yürütür. Elçiler sürekli işçi temsilcisi muamelesi görürler, ancak gerçek anlamda işçilerin çıkarını savundukları çok az görülmüştür. Elçilik, işçilerin üzerinden geçimini sağlar, yani işçinin sömürülmesinden pay alır. İşçinin örgütlenmesinin, hakları için mücadele etmesinin önünde de bir engel oluştururlar.
Nitekim özellikle 18. yy.’da Çukurova ve Ege’de pamuk üretimiyle birlikte ortaya çıkan mevsimlik tarım işçiliği, kendisiyle birlikte ortaya çıkan elçilik kurumunu aşan bir örgütlenmeyi gerçekleştirememiştir. Mevsimlik tarım işçiliğinin 18. ve 19. yy. örgütlenme düzeyi neyse, bugünkü, örgütlenme düzeyi de odur. Örgütlenme ihtiyacını 18. yy.’da da elçilik karşılıyordu, bugün de halen elçilik karşılıyor. 
Kapitalist bir kurum olarak 1946’da kurulan, 1955’de tarım işkolunu kapsamına alan İş ve İşçi Bulma Kurumu’nun elçilik kurumunu  tasfiye etmesi beklenir; oysa tasfiye bir yana, elçilik kurumuna bir de yasal statü kazandırmıştır. İ.İ.B. Kurumu’nca 1978 yılında çıkarılan 7/15271 karar sayılı tüzük, bu yasallaştırmanın bir örneğini oluşturmaktadır. Tüzükte, “tarımda iş ve işçi bulmak için İş ve İşçi Bulma Kurumu’nca izin verilen gerçek ve tüzel kişiler aracı sayılırlar” denmektedir.
İ.İ.B.K.’nun elçiliği tasfiye edemeyişinin nedeni; elçinin, basit bir aracı işlevinin çok ötesinde; işçilerin ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarına uygunluk gösteren başlı başına bir örgüt işlevinin olmasıdır. O, aracılık işlevinin yanında, çalışma ve barınma düzenini örgütleyen, işçilerin hem çevreyle olan dış ilişkilerini hem de kendi iç ilişkilerini düzenleyen bir otoritedir. Özellikle göçmen işçiler için, elçi, kimi zaman işçilerin yanlarında getirdikleri Ağa’sıdır, kimi zaman, işçilerle aynı yaşamı, aynı mekanı paylaşan bir temsilcisidir; o, kimi zaman tefeci, kimi zaman kurtarıcıdır. Aileler için genç kızlarını, yani namuslarını teslim ettikleri kişidir. Daha önceleri elçiler, kendileri, çocukları ve akrabalarını yanlarına alarak bu işi yaparlardı. Bugün de halen bu tip yüzlerce elçi vardır. Bu elçiler, küçük elçi, yani fakir elçidir, çoğu kendisi de çalışır. Ancak bunlar dışında, özellikle son yıllarda yeni bir elçi tipi ortaya çıkmıştır.
Bu yeni tip elçiye; zengin, işletmeci yada müteahhit elçilik denebilir. Bu yeni tip elçiliği diğerlerinden farklı kılan 2 önemli özelliği vardır: Birincisi sermayelerinin olması, İkincisi işçilerle-işverenler arasında değil; küçük sermayeli elçilerle-büyük işverenler arasında aracılık yapmasıdır. Görüldüğü gibi, kapitalist tekelleşme elçiliği tesviye etmiyor, onu da beraberinde geliştiriyor, tekelleştiriyor.
Bu yeni tip elçilik, tarım işçilerinin örgütlenmesinde önemli bir engel oluşturmaktadır. Tarih boyunca, mevsimlik tarım işçilerinin, çalışma ve barınma koşullarının iyileştirilmesi, ücretlerin zamanında alınması, hakaretlere, aşağılanmalara tepki gösterilmesi vb. ekonomik ve sosyal nedenlerle çok çeşitli eylemleri olmuştur ve olmaktadır. Ama bu eylemlerinin hiçbiri modern anlamda örgütlü eylem değildir. Eğer eylem az-çok örgütlü ise, o eylemin merkezinde mutlaka elçi vardır. O eylemi örgütleyen elçidir. Eğer eylemin merkezinde elçi yoksa, o eylem kendiliğinden bir patlama tepki niteliğindedir.
Tarım işçileri içinde daha üst düzeyde bir örgütlenmeyi gerçekleştirebilmek için, dışarıdan devrimci tarzda bir müdahale zorunlu görünmektedir. Dışardan müdahale edilmediği sürece, elçilik kurumunu aşan bir örgütlenmeyi mevsimlik işçilerin kendiliğinden gerçekleştirmesi zordur.

TARIM İŞ YASASINA İHTİYAÇ VAR
Gerek bugün yaşanan sıkıntılara çözüm bulmak, gerekse geleceğin tarım sektöründeki çalışma hayatını düzenlemek ve işçilerin sosyal haklardan, örgütlenme olanaklarından  faydalanmasını sağlamak için, tarım işçilerinin 1475 Sayılı İş Kanunu kapsamına alınmaları kaçınılmaz bir zorunluluktur.
Tarım işçilerinin, ekonomik-sosyal-siyasal taleplerini savunmak, bu talepler üzerinden sesini ve eylemini yükseltmek için bir sendikal mücadeleye ihtiyaç vardır. Ancak tarım işçilerin, mevsimlik işçilerin her şeyden önce Tarım-İş Yasası’na ihtiyacı vardır. Bugün tarım işkolunda, yukarıda da ifade edildiği gibi, ne tarım işçisini (kadrolu-kadrosuz) ne de tarım işverenini tarif eden ve tarım işkolunu düzenleyen bir yasa yoktur. Böyle bir yasa ve düzenleme olmadığı için, sendikal haklar, grev hakkı, TİS hakkı, sigorta hakkı, asgari ücretten yararlanma hakkı, sağlık hakkı vb. çalışma yaşamına, sosyal yaşama dair ne varsa, karşılık bulmamaktadır.
Tarım işkolunda kapitalist hukuk, iş hukuku yoktur. Hala 150 yıl öncesinin feodal hukuku işletilmektedir. Ne değiştirilmesi öncesinde 1475 sayılı yasa ne 506 sayılı yasa ne İş ve İşçi Bulma Kurumu Yasası ne de diğer iş yasalarının hiçbiri tarım işçilerini tarif etmemektedir. Tarım işkoluna uygun bir yasanın olmaması örgütlenmeyi zorlaştıran önemli bir etkendir. Öyleyse, tarım işçilerinin örgütlenmesi mücadelesi verilirken, aynı zamanda, tarım işkoluna uygun yasal bir zemin oluşturulması için çaba sarf edilmeli, harekete geçilmelidir. Konu, aynı zamanda, yasal olduğuna göre, Barolar, hukukçular, aydınlar, sendikalar ve tüm emek güçleri duyarlı hale getirilmeli ve geniş bir kamuoyu yaratılmalıdır. Kuşkusuz bir yandan hukuk mücadelesi örgütlenirken, asıl, tarım işçileri arasında çalışmaya ve örgütlenmeye ağırlık verilerek, çalışma ve barınma koşullarının iyileştirilmesi, ücretlerin yükseltilmesi, zamanında ödenmesi, yemek, su, sivrisinek, ulaşım gibi somut talepler için çeşitli eylemler örgütlenmelidir. Eylemler, sadece çalışma alanlarında, tarlalarda örgütlenmekle kalınmamalı; kentlerde, kasabalarda, barınma ve oturma mekanlarında da örgütlenmelidir. Bu faaliyetler içinde, kendine özgü, ihtiyaca uygun düşen çeşitli örgütleme biçimleri ortaya çıkacaktır; tarım işçilerinin dernek vb. türünden kısa vadeli örgütler kurmasının koşulları doğacaktır.

TARIM İŞÇİLERİNİN ÖRGÜTLENME VE SENDİKA DENEYİMİ
Tarım işçilerinin sömürü ve sefalet cenderesinden kurtulabilmelerinin yolu örgütlenmekten, bilinçli ve birleşik bir mücadeleden geçiyor. Şu an tarım işçilerinin örgütlenme deneyimi ve mücadele birikimi bir hayli yetersiz. Tarım işçiliği, özellikle de pamuk işçiliği, Çukurova’da 1840’lı yıllarda başlamasına rağmen, işçiler sendikanın ne demek olduğunu tam 110 yıl sonra, yani ancak 1950’lerde öğrenebildiler.

KUTU- 1: ÇTİS sendikası
1947 yılında işçilere sendikal hakları tanıyan yasaların çıkması üzerine, sendikal örgütlenme hızlanmaya başladı. Ancak yeni kanunda sendikaların siyasetle uğraşmalarını engelleyen hükümler vardı. Özellikle devlet güdümlü sendika kurulmasının teşviki ilk kez bu yıllara dayanır. Çukurova Tarım İşçileri Sendikası da böyle bir ortamda, 2 Şubat 1951’de kuruldu.
ÇTİS’in (Çukurova Tarım İşçileri Sendikası) kurucularının ve aktif çalışanlarının tamamı elçilerdi. İşçiler sendikanın merkezinde olmamasına rağmen, ÇTİS, tarım işçilerinin sorunlarına sahip çıkma gayreti gösterdi. Pamuk toplama ücretlerinin yükseltilmesi talebiyle bildiri dağıttı, işverenle görüşme ve pazarlıklar yürüttü. İş bulabilmeleri için işçilere yardım etti. Tarlalarda ve konaklama yerlerinde sağlığa ve iş güvenliğine aykırı koşulların iyileştirilmesi için çaba saffetti. Fakat kısa yaşamında tüm yaptıkları, bu ilk girişimlerle sınırlı kaldı. 1961 Anayasası’nın kabulünden sonra yenilenen kanunlarla, tarım alanında da sendikal örgütlenmenin, toplusözleşme yapmanın ve greve gitmenin yolları açıldı. Ancak tarım ve avcılık-balıkçılık işkollarında, çoğu yerel birçok sendika kuruldu. Kayıtlar, 1951’den bugüne kadar tarım alanında onlarca sendikanın kurulduğunu, ancak bunların çoğunun kısa ömürlü olduğunu göstermektedir.

KUTU-2: ÇAPA-İŞ Sendikası
Çapa-iş sendikası Erzin şubesinin 1974 yazında gerçekleştirdiği grev, mevsimlik tarım işçilerinin ilk örgütlü eylem olması nedeniyle, bu deneyimden bazı dersler çıkarılabilir:
Grev, pamuk toplama ücretlerinin yükseltilmesi talebi üzerinde inşa edilmiştir. Grev, 4 farklı dinamiğin uygun bir bileşimi sayesinde örgütlenebilmiş ve başarıya ulaştırılabilmiştir. Bu dinamikler:
1- Sendika yönetimi,
2- Başta emekçi gençlik olmak üzere, yöre halkının ve İs-Demir işçilerinin önemli düzeyde maddi ve moral desteği,
3- Yöredeki elçilerin çoğunluğunun aktif katılımı ve desteği,
4- Yöredeki diğer işçilerin çoğunluğunun aktif katılımı.
1974 pamuk toplama mevsiminin bitmesi ve yöreye dışardan gelen işçilerin memleketlerine dönmesiyle birlikte, ÇAPA-İŞ sendikasının faaliyeti de bitmiştir. Sendikal faaliyete süreklilik kazandırılmamıştır. Süreklilik kazandırılması için çok çaba gösterilmiş ama başarılı olunamamıştır. Süreklilik kazandırmak umuduyla, tarım işçilerinin sendikası olan TOPRAK-İŞ sendikasıyla ÇAPA-İŞ sendikası DEVRİMCİ TOPRAK-İŞ sendikası  adı altında birleştirilmiş, DİSK’e bağlanmış ama yine de başarılı olunamamıştır.
Başarısızlığın nedeni; aynı işkolunda çalışıyor olmaktan başka hiçbir ortak yanı olmayan “kadrolu işçilerle mevsimlik işçilerin örgüt birliği sağlanırsa eylem birliği de sağlanır” düşüncesidir. Yanlışlık buradadır. Oysa, salt iş koşulları üzerinde Ceylanpınar DÜÇ’deki kadrolu işçilerle Çukurova’daki mevsimlik işçilerin eylem birliğinin sağlanmasının koşulları mevcut değildir. Çünkü, bu iki kesimin talepleri, sorunları, işverenleri ve çalıştığı mekanları çok farklıdır.

Faydalanılan Kaynaklar:
1-    Tarım İşçileri Sosyal Sigortalar Kanunu ve 1475 sayılı İş Kanunu
2-    Güney Kültür dergisi, Dç. Dr. Adnan Gümüş, Fakirlik Döngüsü: Göçmen Tarım İşçilerinin Yıllık Hareketi
3-    Suat Aksoy’dan aktaran Dr. Murat Şeker
4-    Evren gazetesi haberleri
5-    Adana Sanayi ve Ticaret odası yayınları

e-devlet : efsaneler ve gerçekler

Türkiye’nin gündemine yeni bir kavram daha yerleştirilmeye çalışılıyor: “e-devlet”. Büyük ölçekli bilişim şirketleriyle birlikte sektör örgütlerinin ve bazı akademisyenlerin öncülüğünü yaptığı bir stratejinin adı olarak kullanıma sokulan bu kavram, AKP’den CHP’ye kadar tüm burjuva siyasi partileri ve devletin karar verici konumunda bulunan bürokratlar tarafından benimsenmiş durumda.
“E-devlet” kavramı da, “küreselleşme”, “bilgi toplumu” gibi diğer ideolojik kavramlardan biri aslında. Benzerlik, yalnızca hepsinin uluslararası sermayenin yeni-liberal saldırılarının bir unsuru olmasıyla sınırlı değil. Durum tahlilleri, hedefler, bu hedeflere ulaşmak için önerilen araç ve yollar da tümüyle aynıdır. Bir başka benzerlik de, e-devlet kavramı altında sıralanan efsaneleridir. E-devlet ile devletin şeffaflaşacağı, yurttaş-devlet ilişkilerinin demokratikleşeceği ve daha bir sürü efsane bir yandan sıralanırken, diğer yandan “küreselleşme” ideologlarının her fırsatta kullandıkları  kaçınılmazlık, kaçırılan fırsatlar vb. gibi iddialar da sıkça dile getirilir. Bu nedenle “küreselleşme”ye dair devrimci Marksist eleştiri, “e-devlet” için de tümüyle geçerli olacaktır.  Burada, çok iyi bilinen bu efsaneleri sıralamaya gerek yok. Bu yazıda bilgi teknolojilerinin emperyalizmin hakimiyetindeki dünyada kullanımına dair bazı gerçekleri sıralayacağız.

“BİLGİ TOPLUMU”NDAN “E-DEVLET”E
“E-devlet”stratejisini savunan çevreler, birkaç yıl önce “bilgi toplumu” kavramını yere göğe sığdıramıyorken, şimdi neredeyse unutmuş gibiler. “Bilgi toplumu” stratejisi hâlâ terkedilmiş değil, ama şimdi itibarlı hale gelen “e-devlet”tir. “Bilgi toplumu”unu savunurken şunları söylüyorlardı:
“Yeni bir çağa girmiş bulunuyoruz. İnsanlık önce tarım toplumu evresini yaşadı. Teknolojik gelişmeler insanlığı bu evreden alıp sanayi toplumuna geçirdi. Bilgi teknolojileri trenine binebilen toplumlar şimdi yeni bir evrede konaklıyorlar, yani “bilgi toplumu” evresinde. Geçmişte, sanayileşemeyenler sanayileşmiş ülkelerin patates, domates tarlaları olmuştu; “bilgi toplum”ları çağında da “bilgi toplumu” haline gelemeyenler, “bilgi toplumu” olanların fabrikaları olacaklar. Diyelim ABD, dumanı, yağı ve atığı olmayan bilgi endüstrisinin ürünleri ile dolarlar kazanırken, Türkiye, eğer hâlâ aklını başına toplayamadıysa, çimento ve çelik gibi sanayi ürünleri üretecektir. Doğal olarak da hava kirliliği vb. ekolojik belalardan bir türlü kurtulamayacaktır.”
“E-devlet”i savunurken ise şimdi şunları söylüyorlar:
“Şimdi gerekli olan, bilgi teknolojilerini yaygın kullanan, tüm katmanları ve mekanizmaları birbirine iletişim ağlarıyla bağlanmış, küçültülmüş ve esnekleştirilmiş bir devlettir. Bu devlet bir şirket gibi işlemelidir. Yurttaşları ve şirketleri müşterisi olarak görmelidir. Müşterilerine yedi gün yirmi dört saat etkili ve hızlı hizmet sunmalıdır. Hizmetlerinde en az maliyetle en yüksek kaliteyi elde edebilmelidir. Bu devlet bilgi teknolojilerini kullanarak merkeziyetçi olmayan, yerel yönetimlerin yetkilerinin artırıldığı, yurttaşların katılımını olanaklı kılan ve etkili bir müşteri ilişkileri sistemine dayanan işleyişe sahip olmalıdır.”
Görüleceği gibi “bilgi toplumu”, “e-devlet” stratejisinden daha kapsamlıdır. Bir toplumsal dönüşüm stratejisi yerine şimdi yalnızca devletin dönüştürülmesi (aslında yeniden yapılandırılması) stratejisi benimsenerek hedef küçültülmüştür.
Hedef küçültülmesine rağmen, biraz önce değindiğimiz gibi, “e-devlet” kavramı da, “küreselleşme”, “bilgi toplumu” gibi gerçekliği olmayan tümüyle ideolojik kavramlardır. Asıl olarak, uluslararası sermayenin ihtiyaçlarına göre devletin yeniden yapılandırılması hedefinin bilgi teknolojileri ile ambalajlanmasıdır ve gerçekliği olmayan, asla uygulanamayacak bir ideolojik kurgu olarak, büyük bir olasılıkla yakın bir zamanda unutulup gidecektir.
Ama öte yandan, devletin ve bir bütün olarak emperyalist kapitalist sistemin elektronik zırha bürünmesi ve bu zırhla etle tırnak haline gelmesi süreci ilerlemeye devam edecektir. E-devlet tartışmaları da bu sürecin ilerlemesini kolaylaştırmaktadır.

KÜRESELLEŞME YERİNE BLOKLAŞAN DÜNYA
Bölgesel savaşların varlığına, gelir dağılımındaki korkunç uçuruma, büyük devletlerin bloklaşma eğilimine rağmen, liberal ve sosyal demokrat çevreler, internet’in devletleri değişime zorlayacağını, daha şeffaflaştıracağını, ulusal sınırların en azından sanal dünyada yok olacağını sürekli yineleyip duruyorlardı.
İlk büyük gürültü, 19 Eylül 1998’de Avrupa Parlamentosu’nun Echelon hakkında hazırlanan bir raporu ile koptu. ABD, İngiltere, Kanada, Yeni Zelanda ve Avustralya’nın 1950’lerden beri işleyen bir casusluk ağı olduğu dünya kamuoyunun gündemine geldi. Bu ağ, dinleme istasyonları, antenler ve radar istasyonlarından oluşmaktadır. Adları sayılan beş ülke, ses tanıyan, dilleri birbirine çevirebilen, anahtar sözcüklere göre arama yapabilen bilgisayarlarla desteklenen casusluk ağını kullanarak, dünyanın her tarafındaki telefon, e-posta, faks ve teleks trafiğini izlemektedir. Daha da çarpıcı olan, Avrupa Birliği ülkelerinin, bu dinleme istasyonlarının varlığını başından beri biliyor olmasına rağmen, ancak 1998’de bu ağa karşı önlem alma gereği duymuş olmasıydı. Bu rapor, Avrupa Parlamentosu’nda tartışılırken, Avrupa’nın kendi dinleme istasyonlarını kurma girişimleri de daha fazla somutlaşıyordu.
Çünkü Echelon’a tepki gösteren Avrupa Birliği, el altından “kendi Echelon”u olan ENFOPOL adlı sistemi geliştirmeye başladı. Enfopol; ortak para birimi ve AGSK (Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği) ile hız kazanan Avrupa’nın entegrasyonu sürecinde, casusluk örgütlerinin de “entegre” olması anlamına geliyor. Hazırlıkları kamuoyundan gizli bir şekilde yürütülen Enfopol hakkında kimi bilgiler, basına ilk kez 1999 Ocak’ında yansıdı. Avrupa Birliği Adalet ve İç İlişkiler Komisyonu desteğiyle hazırlanan Enfopol, Avrupa çapındaki tüm telefon, internet, faks ve teleks gibi görsel ve işitsel tüm iletişimi izlenmesini sağlıyor. Amaç; “ulusal sınırları aşan, kesintisiz bir telekomünikasyon takip sistemi” oluşturmak.
Bu gelişmelere rağmen, hala sanal dünyada da gerçek hakim güç ABD’dir. Üstelik ABD, bu gücünü, uluslararası antlaşmaları umursamadan pervasızca kullanmaktadır. 26 Ekim 2001 tarihinde yürürlüğe giren yeni ABD anti-terör yasası, 1984’ten beri yürürlükte olan “Computer Fraud and Abuse Act”ın siber suç yaklaşımını, uluslararası hukuku ve ulusların hukuk egemenliğini çiğneme pahasına genişletiyor. Bu yasa, ABD’ye, sanal dünyadaki suçların yaklaşık %75’ine müdahil olma hakkı tanıyor. Çünkü, bu yasaya göre, ABD federal ajanlarının işe karışması için, saldırıya uğrayan bilgisayarın ABD’de olması gerekmiyor. Saldırı için kullanılan veri paketlerinin ABD’deki ağlardan geçmesi yeterli oluyor. Dünyadaki internet trafiğinin %75’ine yakınının ABD ağlarından geçmekte olduğunu hatırlatalım. Bu yasada, ayrıca “şüpheli eylem”ler gibi muğlak ifadeler de yer alıyor.

DEVLET TERÖRÜNÜN YÜKSELİŞİ VE ABD’NİN DEĞİŞEN YÜZÜ
ABD, son yıllara kadar, sanal dünyadaki yasaklamalara ve engellemelere karşı mücadele eden liberal çevrelerin en fazla referans gösterdiği ülke olmuştu. Avrupa Birliği ülkeleri bile daha yasakçı kalıyordu onun yanında. 11 Eylül’den sonra ABD’nin başını çektiği, AB’nin de uymakta gecikmediği uygulamalar ve yasal değişiklikler o kadar berbattı ki, “Le Monde Diplomatique” editörünün “Elveda Hürriyet” manşeti atmasına neden oldu. Bu uygulamaların önemli bir bölümü bilişim altyapısı olmaksızın gerçekleştirilemeyecekti.
Bir yandan devletin yasal zemin oluşturarak açıkça topladığı bilgiler, diğer yandan bilgi teknolojilerinin yaygın kullanımı nedeniyle kendiliğinden bırakılan izler, devletlere, yurttaşlarının sanal görüntülerini gerçeğe çok yakın olarak elde etmelerine imkan veriyor.
Sanal görüntüyü beynimizdeki görüntülere benzetebiliriz. Günlük yaşamda, karşımızdaki insana bakarak, erkek mi kadın mı, beyaz tenli mi yoksa siyah mı olduğunu anlayabiliriz. Bu veriler önyargı, deneyim ve bilgilerimizle tasniflenerek beynimize kaydedilir. O insanın giyimi, saçı, aksanı ve zaman içinde okuyarak, duyarak edindiğimiz daha başka pek çok bilgisi, beynimizdeki görüntüsünü hep yeniden yeniden şekillendirir. Bu görüntüler o kişiye yönelik karar ve davranışlarımızın temeli olur. Sözgelimi ABD’li ırkçı biri için karşısındaki kişinin siyah renkli olması, düşmanca yaklaşımı hak etmek için yeterlidir.
Sanal ortamdaki görüntü ise, bireylerin bilgisayarlarda biriktirilmiş, eşlendirilmiş ve işlenmiş verilerinden oluşur. 1990’lı yıllardaki gelişmeler sonucunda, devletler ve şirketler, artık bu görüntüleri temel alarak karar veriyorlar. Bilgisayarlar, 1990’dan önce de kullanılıyordu. Ancak 1990’larda bilgisayarlar hem ucuzladı hem de veri depolama, eşleme ve işleme güçleri binlerce kat arttı. Boyları küçüldü, taşınabilir ve birbirlerine kolayca bağlanabilir hale geldiler. Dünyanın her yerindeki bilgisayarlar, telefon telleri  ve uydular aracılığıyla çok daha hızlı veri iletişimi yapabilir oldular.
Ancak 1990’larda bir başka alanda da önemli ilerlemeler oldu. İnsanlara, doğaya ve makinalara ait verilerin büyük bir bölümü sayısallaştırabilir hale geldi. Sözgelimi; görüntü, yazı ve ses; gerçeğine yakın bir biçimde ayrıştırılabilir ve bilgisayara aktarılabilir oldu. Bir başka gelişme de, veri çözümleme, dağıtık veriler üzerinden anlamlı bilgiler üretme teknik ve yöntemleri alanında yaşandı. Mevcut teknikler geliştirildi, çok sayıda yeni teknik ve yöntem keşfedildi.
Kısacası 2000’li yıllarda iki gelişme kesişmiş oldu. Bir yandan “gizli baskı yasaları” diğer yandan mükemmeleşen bilgi toplama ve işleme olanakları. Bu gelişmelerin karşısına yükselen toplumsal muhalefeti de ekleyince, bilgi teknolojilerinin ve onların sağladığı olanakların devletler tarafından gittikçe artan oranda kullanılacağı açıktır.
Örneğin, Schengen Bilgi Sistemi bu doğrultuda atılmış en önemli adımlardan biridir. Avrupa sınırları içinde kişilerin dolaşımını kontrol etmek ve bu yolla iç güvenliği sağlamak amacıyla kurulan Schengen Bilgi Sistemi, 11 Eylül olaylarının yarattığı havanın da etkisiyle, her geçen gün, polisin emrinde bir “Büyük Birader” olma yolunda ilerliyor (Le Monde Diplomatique , 15 Mart-15 Nisan 2003)

SONUÇ YERİNE
Yukarıda yer alanlar ve burada sıralanmayan daha pek çok başka uygulamalar açıkça göstermektedir ki, bilgisayarlaşma ve internet dünyadaki hakim güçler için her açıdan büyük önem taşımaktadır. Bu güçler, kendilerini ve dünyanın geri kalan bölümlerini toplumsal ihtiyaçlara göre değil, kendi ihtiyaçlarına göre bilgisayarlaştırmaya çabalamaktadır. Yalnızca  son birkaç yılda, Türkiye de dahil olmak olmak üzere çok sayıda ülkede, onlarca büyük ölçekli kamu bilişim projelerini hayata geçirdiler. Bu çabaların, ne o ülkeleri ne de bir bütün olarak dünyayı daha demokratik ve şeffaf yapmadığı, şu günlerde bir defa daha kanıtlanmıştır.
Toplumsal yarar, tek tek bireylerin bazı işlerinin daha kolaylaştırılmasından öte bir şeydir. Bir ülkede yaşayanların %30’u açlık sınırında ise, küçük bir azınlık ulusal kazancın yarısından çoğunu gaspediyorsa, yalnız başına teknoloji ile demokratik katılım, eşitlik ve özgürlük elde edilemez. Toplumsal ve siyasal sorunlar hiçbir zaman teknoloji ile çözülememiştir. Olması gereken, baskıcı, adaletsiz toplumsal ve siyasal düzenin kendisinin değiştirilmesidir.
Emperyalist-kapitalist sistemde teknoloji, daha fazla kâr etmenin, egemenlik alanlarını genişletmenin, toplumsal ve siyasal direnişleri etkisizleştirmenin hem maddi hem de ideolojik temellerinden biri olarak, gittikçe daha çok öne çıkmaktadır. Öte yandan teknolojik buluşlar üretici güçleri de geliştirmektedir. Üretici güçlerin gelişmesi, bu güçlerin mevcut üretim ilişkileri ile çelişkisinin daha da derinleşmesine neden olmaktadır. Kapitalist işleyiş, bir yandan teknolojik gelişmelere hızla daha fazla muhtaç hale gelirken, diğer yandan üretici güçlerdeki gelişmelerin ortaya çıkardığı kapitalist ilişkilere yönelik tehditler de sermaye çevrelerinin ve baskıcı devletlerin gündeminde daha fazla yer işgal etmeye başlamıştır. Ülkelerin bilgisayarlaşmaya karşı tutumlarını belirleyen nesnellik budur.
Bu gelişmeler, emperyalist-kapitalist sisteme karşı mücadele edenler için önemli tehlikeler içermektedir. Gözlerimizin önünden geçen şu son on yıllık bilgisayarlaşma sürecinin incelenmesi bu gerçeği doğrulamaktadır.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑