Sorun yeni tartışılacak değil. Bugüne kadar ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ve bağlantılı sorunlar üzerine ciddi bir tartışma yürütülmüştür. Marx’tan başlayarak, Lenin ve Stalin’in geliştirdiği bilimsel sosyalizmin, çok sayıda ülkenin deneyinden beslenen konuya ilişkin literatürü ciltler tutar. Sorun, geçmişte ve son yıllarda Türkiye’de de derinlemesine tartışılmış, bu topraklara özelleştirilmiş haliyle, Marksizm bakımından bir sonuca da ulaştırılmış; uzun yıllar öncesinden işçi sınıfı partisinin programında net olarak formüle edilmiştir. Köşe taşları da bellidir, başlıca önermeleri de.
Ancak, Türkiye’de sosyalizm adına öteden beri savunulagelen tutum iç açıcı olmadığı gibi, Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkına (UKKTH) ilişkin tartışmaların gelişmesinde, büyük bir nüfus oluşturan Kürtlere yönelik olarak uygulanan ulusal ayrımcılık ve yok sayıcılık kadar, sosyalizm adına ulusal ayrıcalıkların benimsenip savunulması ve sosyal-şovenizmin bir çizgi düzeyine yükseltilmiş olması da temel bir hareket noktası olmuştur. “İngiliz emperyalizminin oyununa ve feodalizme karşı çıkmak”la gerekçelendirilmiş Şeyh Sait hareketine karşı TKP tarafından takınılmış tutumda en ileri noktasında beliren ezen ulus ayrıcalıklarının ve baskının benimsenip desteklenmesi çizgisi, uzun yıllar, Türkiye’de sosyalizm adına ileri sürülmüş en utanç verici politikalardan birini oluşturmuş; Türk aydınının milliyetçi şekillenişinde olduğu gibi, halkların birbirine karşı, özellikle de Kürtlerin Türklere, Türk devrimci ve sosyalistlerine karşı duyduğu güvensizlikte ve Kürt milliyetçiliğinin gelişmesinde etkisini göstermiştir.
Türkiye Sosyal Tarih araştırma Vakfı (TÜSTAV) tarafından yayımlanan “TKP Dış Bürosu 1962 Konferansı” başlıklı belge-kitapta yer alan TKP’nin ileri kadroları arasındaki konuya ilişkin tartışmalar ibret vericidir. Konferans’ta az çok Nazım Hikmet dışında UKKTH’nı savunan kimse çıkmamıştır. Kürtler, örneğin sonradan genel sekreter olan İsmail Bilen tarafından “milli azınlık” olarak ele alınarak, adının anılmasından kaçınılması ve “azınlıklar” genellemesiyle yetinilmesi savunulmuş, o günkü sekreter Zeki Baştımar tarafından desteklenen taleplerinin “dil, mektep, iş” olduğu ileri sürülmüş, “Kürt halkının Türk halkının kurtulmasıyla bağlı” olduğu ileri sürülmüş, UKKTH’nın savunulmasının “partiye karşı bir mücadeleyi başlatabileceği” ve bu nedenle Kürtlerle ilgili yayın yapılmaması istenmiş, kısacası tam bir inkarcı yaklaşım ve tutum sergilenmiştir.
Birçok temel sorunda olduğu gibi UKKTH sorununda, olanca yetersizliğine karşın, sosyalizm adına ileri sürülmüş sapkın görüş ve tutumların oluşturduğu “karanlık tablo”nun yırtılmasının pratik olarak yolunun açılması ’68 başkaldırısına ve önderlerine kalmış; Deniz Gezmiş’in Türk-Kürt kardeşliğine vurgu yaparak halkların bağımsızlık mücadelesini ve dayanışmasını yücelten son sözleri uzun yılların ardından gelen bir “ilk” olmuştur. Marksizmin Türkiye’de yeniden boyvermesi, başka temel sorunların yanı sıra bu soruna ilişkin politikaların üretilmesiyle birlikte gerçekleşmiştir.
Marksizmin Kürt sorununu da kapsayan ilerleyişi, bu konuda tüm yok sayıcı görüşlerin ortadan kaldırılmasına götürmese bile, belirli bir etki sağlamış, sosyalizmi az çok benimsediğini ileri süren çevrelerde –önemli bir kısmı kağıt üzerinde kalsa da– UKKTH’nın hoyratça reddedilemediği bir noktaya gelinmesini de beraberinde getirmiştir. Gerçi, söylendiği gibi, çoğu durumda henüz ezen ulus milliyetçiliğinin etkisi kendini göstermiş, benimsendiği söylenen UKKTH kağıt üzerinde kalırken, aynı zamanda, devlet kurma hakkının koşulsuz tanınmasına vardırılmayan içeriğiyle “kültürel haklar”ın tanınmasıyla sınırlandırılarak savunulmuş, açıktan ileri sürülemeyen ulusal ayrıcılıkları sahiplenen görüşler üstü örtülü olarak ortalıkta dolaştırılmıştır. Denebilir ki, Marksizm, başka alanlarda olduğu kadar tartışılan soruna ilişkin olarak da belirli bir üstünlük sağlamasına rağmen, henüz zaferini ilan etme düzeyini tutturamamıştır. Örneğin bugünkü ÖDP’nin önceli Dev-Yol ve sonradan Dev-Sol kadar başka bir çok grup da ezilen ulus milliyetçiliğinden önemli ölçüde etkilenen tutumların sahibi olmuşlar, UKKTH’nı dil ucuyla savunsalar bile, politikada ve pratikte tam tersi davranışlar içinde bulunabilmişlerdir. Bu nedenle, örneğin bugün ÖDP’nin Kürt sorununa dair “yarımlığı”, UKKTH’nı savunuyor gibi yaparak savunmayışı, bir tür demokratizm adına transseksüellerin haklarını bile savunurken özellikle baskının artışına paralel olarak kolaylıkla Kürtler ve ulusal taleplerle arasına aşılmaz mesafeler koymaya savrulması, dar çevrelerde ya da Diyarbakır’da başka görüntü Karadeniz ya da İç Anadolu’da başka görüntü vermesi, oportünizmi bakımından olduğu kadar kökleri bakımından da tamamen anlaşılır şeylerdir.
Marksizmin sağladığı ilerleme ve özellikle hareketin yüksek, devrimci fikirlerin yaygın olduğu 12 Eylül ’80 öncesinde eleştirilme (ve teşhir olma) korkusu kadar, ardından gelen Kürt tdemokratik hareketinin yükselişi de, UKKTH’nın istemeye istemeye de olsa kabulü bakımından etkili oldu. Kürtlerin kendilerini ortaya koyuşu ve uzun yılları kapsayan başkaldırısı, “devrimciyim”, “demokratım” diyenler bakımından bir yandan uyarıcı diğer yandan da gerçeğin karşı konulması zor dayatıcısı olarak rol oynadı. UKKTH’nın açıktan inkarını savunmak gericilikle özdeş hale geldi ve çoğu kişi ve örgüt, inkarcı görüşlerinden kuşkusuz bütünüyle vazgeçmediler, ama bu görüşlerini yeniden savunmak üzere en azından sustular ve uygun zamanı beklediler.
TKP VE UKKTH
Şimdi bu “uygun” zamanın geldiği, fırsatın yakalandığı düşünülüyor olsa gerek. “Fırsat”ı en çok kolladığı görülen TKP, eskisiyle yakınlığının –başka şeyler bir yana, yalnızca tartıştığımız konu açısından düşünülse bile– isim benzerliğiyle sınırlı olmadığını göstererek, kendisini hemen ortaya atmıştır. En azından ulusal sorun alanında, teziyle çözüm önerisinin biçimi ve bunları gerekçelendirmenin ötesinde geçmiş TKP’nin inkarcılığından farklı bir pozisyonda olmadığını ortaya koymaktadır. Önce yakaladığı “fırsat”a ilişkin düşüncesini görelim:
“Kürtler mücadele tarihlerinde kendi göbeklerini kendilerinin kesmesi üzerine kurulu deneyleri geride bırakmışlardır. Sonuç alınamamıştır. Tüm biçimleriyle bu “ayrı kurtuluş” yolunun cazibesini yitirdiği bir dönemeç, Türk ve Kürt emekçilerinin sınıf birliği için elverişlidir. Kürt sorununun en umutsuz görüntü verdiği bir dönemdeyiz.”
“Deney”in olumsuzluğu neredeyse “zil takıp oynamasına” götürmektedir! Kendi kaderini özgürce belirleme mücadelesinin zorluklarla yüz yüze kalarak, belirli biçimlere bürünmüş, belirli taleplerle yürütülmüş mücadelenin bir adım geriye düşmüş ve “sonuç alınamamış” olması, öyle görünmektedir ki, TKP’nin başkanını, “sınıf” ve “Türk ve Kürt emekçilerinin sınıf birliği” adına sevindirmekte, “ayrı kurtuluş yolunun cazibesini yitirmesi” olumlu, öyleyse ileri ve heyecanlandırıcı bir gelişme sayılmaktadır. Kürt milliyetçiliğinin zayıflamasına eşitlenerek içten içe bir sevinçle karşılanan “Kürt sorununun en umutsuz görüntü verdiği dönem” değerlendirmesi, TKP tarafından, “sosyalist platformu”yla birleşik bir “kurtuluş mücadelesi”nin lehine sayıldığını gösteren bir yoruma tabi tutulmakta, sorunun, TKP’nin eliyle ve “sosyalist çözümü”nün önünün açılması adına selamlanmaktadır!
Dönem değerlendirmesi sorunlu olduğu kadar, yorumu da sosyalizm adına utanç vericidir.
Kürt sorununun Türkiyeli bir sosyalist örgüt tarafından Türkiye ile sınırlı kavranması, UKKTH’nın, en iyimser yorumla dil ucuyla kabulüne delalet eder, aslında birçok ülkeye dağıtılmış Kürtlerin toplam olarak –zorluklarını da kendileri değerlendirip kararlaştırmak üzere– kendi kaderlerini özgürce tayin etme haklarına kaba bir saldırıdır. Bu, şu nedenle söylenmektedir ki, Kürt sorununu Türkiye’yle sınırlayarak ele almayan, dolayısıyla Kürtlere, onların yerine kendi iradesini koyarak sınırlandırılmış çözüm ya da çözümler dayatmayan bir yaklaşımla “tüm biçimleriyle bu ayrı kurtuluş yolunun cazibesini yitirdiği dönemeç” değerlendirmesi yapmak gerçekçi ve olası değildir.
Metafiziği düşünme yöntemi edinmemiş, değişime, halklar açısından da zorlukların geçiciliğine değer biçen, dolayısıyla bir dizi gelişmeden geri dönülmez kalıcılıkta sonuçlar türetmeye girişmeyen türden analizciler, hele biraz da tarih bilgisine sahipseler, Kürt hareketinin Türkiye’de karşılaştığı zorluklardan hareketle hemen kesin yargılara varmaktan kaçınacaklar, “kendi göbeğini kesme” devrinin kapandığına ilişkin tumturaklı laflar etmeyeceklerdir. Yine de makalenin bu yönüyle “ihtiyatlı” bir dil kullandığı söylenebilir. Bir dönemin, bir devrin kesin “kapandığı” ileri sürülmemekte, yumuşatılarak, deneylerden sonuç alınamamış olması, “cazibe yitimine” bağlanmaktadır. Bugünkü hak iddia düzeyinde bir gerilemeden söz edilebilse bile, yeni bir ilerlemenin mümkün olmadığına dair elde bir kanıt yoktur; üstelik böyle bir gerilemeden hoşnutluk duyularak, hangi türden olursa olsun yeni bir sağlanması da mümkün görülemez. Öte yandan, Türkiye ile sınırlı olarak bir gerileme ve “etki azalması”ndan bahsedilebilse bile, bunun genelleştirilmesi anlaşılır değildir. Eğer salt Türkiye ile sınırlı düşünülmeyecekse, ki az ileride Irak Kürtlerine, Barzani ve Talabani’ye ilişkin değerlendirmeler de yapılmaktadır, “bütün biçimleriyle” ayrı kurtuluş yolunun cazibesini yitirdiği değerlendirmesi nasıl yapılabilir?
Bu, iki dayanak üzerinden, iki yanlış düşünme yolu izlenerek mümkündür. Birincisi, Kürt sorunu, dayatılmış bölünmüşlüğü ile her komşu ülkede ayrı ayrı sorunlar ve dört ülkenin iç-işlerinden sayılmakta, mutlak olarak her ülkede ayrı çözümler tasarlanmaktadır. Bu durumda UKKTH’na “sosyalistçe” müdahale edilmiş ve bu hak yok sayılmış olmaktadır. Ve ikincisi, Barzani ve Talabani çizgisine ABD emperyalizmiyle ilişkileri dolayısıyla yöneltilen eleştiriler ve TKP partiyken –üstelik göreceğiz ki, TKP yalnızca bir parti değil “koca” bir “gerçek”tir–tırnak içine alınarak partiden bile sayılmayan KDP ve YNK’nın “Kürt halkının çıkarlarını temsil ettikleri veya savunduklarını söyleme güç”lüğü çekilmesi, “cazibe” sorununda, gerçeğin zorlanıp değiştirilmesine götürmektedir. Barzani ve Talabani’nin ve çizgilerinin beğenilmemesi, onların bir tür değerlendirmeye tabi tutulması, onların bugünkü “cazibeleri” gerçeğini yok sayma nedeni olmaktadır. Söylenenler, anlaşılmış olmalıdır ki, iki Kürt partisinin ve izledikleri çizginin şöyle ya da böyle eleştirilmesi ya da eleştirilmemesi ile ilişkili değildir. İki partinin çizgileri nasıl olursa olsun, TKP ya da biz bu çizgiyi beğenelim ya da beğenmeyelim, gerçek gerçektir ve gerçek beğeni düzeyinin ötesinde saptanmalıdır. Düşünceye göre gerçek belirlenemez. Gerçek, Irak Kürtleri içinde iki partinin ve çizgi ya da “kurtuluş yolları”nın “cazibesi”ni yitirmediği tersine güçlendirdiği şeklindedir. Amerikan emperyalizmiyle ilişkileri benimsenebilir değildir, ancak bunun tartışılmasından bağımsız olarak ve ne şekilde eleştirilirse eleştirilsin, kısa süreli Mahabat deneyi sayılmazsa, iki parti, Kürtlerin, ilk kez federatif ya da başka türden devletleşmekte oluşunun oluşturduğu cazibeye sahiptir. Hatta, bu “cazibe”nin Türkiye Kürtleri içinde belli bir güç kazanmakta olduğu da tahmin edilemez değildir. Genel Başkanı ve TKP sevinçle “cazibe yitimi” üzerine UKKTH’nın “sosyalist çözümü”nü oturtmaya kalkıştığında, bu mümkün iki hatalı dayanak üzerinden de, iki yanlış düşünme yolunu da izleyerek, yanlış yere sevinmektedir.
Sadece Kürtlerin yıllardır karşı karşıya oldukları zorlukların üzerine son yıllarda ilave zorlukların da eklendiğini gözleyen, ama bunları yerli yerine oturtamadığı gibi, bağlantılarını doğru kuramayan ve milliyetçi etkilenmelere bulaşık üst tabaka “sosyalizm” anlayışının yanında gerçeklerden değil kendi eleştirelliğinden (düşüncelerinin önceliğinden) hareketle dönem değerlendirmesini yanlış yapan TKP, üstelik, doğru ya da yanlış olması bir yana, bu değerlendirmeden çıkarılamayacak sonuçları da çıkarmakta, bir sosyalistin hiçbir zaman yapmayacağı yorumlara varmaktadır.
“‘Ayrı kurtuluş’ yolunun cazibesini yitirdiği bir dönemeç”, milliyetçiliğin cazibesini yitirdiği dönemeç midir yoksa ulusal baskıya karşı mücadelenin zorlukları ve göreli güç kaybından, kendi kaderini özgürce tayin etme yönündeki talebin sahiplenilmesi ve ileri sürülüşündeki gerilemeden mi hoşnutluk duyulmaktadır? “Dönemeç” adına hangisinin “Türk ve Kürt emekçilerinin sınıf birliği için elverişli”liğinden söz edilmektedir? Baskıya bağlı olarak, karşı karşıya kaldığı zorluklar nedeniyle milliyetçiliğin zayıflayacağı düşünülüyor ve hele sınıfın birliği adına bundan medet umuluyorsa, bu, çok kötü bir beklentidir. Hele baskının başlıca hedefinin milliyetçilik değil, ama asıl, geçici gerilemeler bir yana, onu da güçlendirici başlıca dayanak olabilecek ulusal talepler ve hak arayışları, ulusal ayrıcalıkların dayatıldığı halktan başkası olmadığı dikkate alındığında, bu “sınıfın birliği” ve ona dayanacak bir “çözüm” bakımından nasıl bir elverişli durum oluşturur? Bu nasıl düşünülebilir? Kendi kaderini sahiplenmede bir gerileme, mücadelenin düşüşü, nasıl olur da sınıf birliği ve mücadelesinin ilerleyişinin dayanağı sayılabilir? “Kürt sorununun en umutsuz görüntü verdiği bir dönem”in “Türk ve Kürt emekçilerinin sınıf birliği için elverişli” ve hele sosyalist çözüm açısından umut verici bir dönem olabileceği nasıl bir mantıkla ileri sürülebilir? “En umutsuz dönem”in nasıl olup da en ileri çözümün ileri sürülüşünü koşullandırdığı ve onun için elverişli zemini oluşturduğunun; darlık, ulusal ve sınıfsal mücadele karşısında ciddiyetsizlik ve şoven inkarcılıktan beslenme ve güçlendirmek üzere ona bağlanma eğilimi gösterme dışında bir açıklaması yoktur. TKP, Kürt milliyetçiliğinin zorluklarla karşılaşması dolayısıyla güç kaybetme eğilimi karşısında ellerini ovuşturmakta ve kendi sırasının geldiğini sanısıyla ciddiye alınmayacak biçimde dışardan ve tepeden konuşmaya yönelmektedir. Milliyetçilikle rekabet ettiğini düşünmekte, ama milliyetçiliğin güçsüzleştirilmesini kendi sosyalist çalışmasına, soyut lafın ötesinde, Türk ve Kürt emekçilerinin sınıf birliğini sağlama doğrultusundaki pratik politik gündelik adımlar atmaya bağlanmış çalışmasına ve bu çalışmanın kazançlarına dayandırmamaktadır. Tersine, milliyetçiliğin güçsüzleştirilmesini, tam da, sonuçta ulusal önyargılar ve çitleri sağlamlaştırarak, halkları düşmanlaştırıp Kürt milliyetçiliğini de güçlendirmekten başka bir işe yaramayacak olan egemenlerin ulusal baskısının yakın geçmişteki “başarıları”na bağlayarak ulusal gericiliğe ihale etmekte ve ilerici bir hamleyi kolaylaştırıp önünü açmayacağı açık olan bu “başarılar”ın üzerinden “sosyalist çözümünü” kurgulamaya yeltenmektedir. Bunun, pek garabet bir “sosyalist çözüm” dayanağı olduğundan kuşku duyulamaz.
“Çağrıda bulunduğumuz çözüm bir yeni icat değil. Ama temcit pilavı, hiç değil. Bugün Kürt sorununun yeni ve bildik bir çözüm kanalına sokulması mümkündür. Mümkün olmanın ötesinde içinde bulunduğumuz konjonktür böyle bir yenilenme için oldukça da uygundur.” diye yazmaktadır Aydemir Güler. Konjonktürün uygun olup olmaması tartışması bir yana, “sosyalist çözüm”den söz edildiğine ve böyle bir çözüm, ne yalnızca konjonktürel uygunlukla ne de burjuva gericiliğin “başarıları”yla ya da kendiliğinden zuhur etmeyeceğine, ciddi bir sosyalist çalışmanın ürünü olabileceğine, Kürtlerin sınıf esasına dayalı örgütlenmesi ve mücadelesine dayanabileceğine göre, bir saptama da biz yapabiliriz demektir: Hayallere sahip olmak iyi ve gereklidir, ama politika “biraz da” gerçeklere ve güce dayalı olarak yapılabilir. Nerede, hem mümkün hem de konjonktürün oldukça uygun olduğu “çözüm”ün dayanakları, nerede hiç değilse gelişmeye başlayan dinamikleri, nerede bu TKP “çözümü”nün tetikleyicisi olması zorunlu olarak varsayılması gereken bölge TKP örgütleri ve gündelik çalışması? Konjonktüre gelince, evet, büyük olanaklar sunmaktadır, ama zorlukları da ağırlaşmış bir konjonktürdür. Olanakları gerçeğe dönüştürmek ise, her şeyden önce, ciddi bir sosyalist çalışmayı, örgütlü gündelik çalışmayı gerektirmektedir, lafı, dönem ve konjonktür “uygunluğu”, “elverişliliği” üzerine soyutlukları değil. Ve hayalcilik bir yana, en önemlisi, olanakları gerçeğe dönüştürmenin koşulu olan sosyalist çalışmanın içeriğidir. KKTH’nın tanınmasına dayanmayan, bununla da yetinmeden, Kürtlerin özgürlük taleplerinin savunulmasını kapsamayan, hak mücadelesiyle birleşmeyen bir sosyalist mücadelenin sosyalist olmadığı ya da ancak burjuva sosyalizmiyle, milliyetçi sosyalizmle tanımlanabileceği bilinmelidir. KKTH’nın tanınmasına dayanmayan, bu hakkın tanınmasının –özellikle Türk işçi ve emekçileri içinde– yaygınlaştırılması için propagandaya bağlanmayan, ulusal baskıya karşı mücadelenin geliştirilmesini öngörmeyen, tersine güle oynaya yapılan “dönem”, “konjonktür”, “cazibe yitimi” değerlendirmeleriyle UKKTH’nın yerine ikame edilmeye çalışılan sosyalizmin Kürt sorununu da çözeceği iddiasında bulunan yaklaşımın Marksizm ve proletarya sosyalizmiyle bir ilişkisi olamaz. TKP yaklaşımının orijinalitesini, suçladığı Kürt milliyetçiliğiyle arasına mesafe koymaya ve onunla rekabet etmeye çalışırken, mesafeyi, kendisiyle Kürt halkı ve ulusal talep ve hak arayışı arasına koyması oluşturmaktadır. Bu, UKKTH’nı ele alışında açıkça ortaya çıkmaktadır.
TKP saptamacılığı, eleştirelliği ve “çözüm” dayatıcılığı, yalnızca Türkiye’de Kürt hareketinin, aslında kuşkusuz Kürtlerin zorluklarla karşılaşmasından duyulan sevince dayanmakla kalmamaktadır. Irak ve Irak Kürtleri de içinde olmak üzere, bölge ülkeleri ve bu ülkelere dağılmış durumda olan Kürtler ve hareketlerini bütün olarak, kaderlerini tayin haklarıyla birlikte yok sayan, o, kendi açısından uygunlaştığını varsaydığı “konjonktür”ün pekala olasılığını büyüterek olanaklarını artırdığı söylenebilecek olan bir Kürt birliğini, –somut koşulları ve karakterine bağlı olarak desteklenip desteklenmeyecek olması sorunu bir yana– KKTH’nın bir bölge devleti sınırları içine sığmayacak türden kullanımı olasılığı bir kalem darbesinde “olmaz”lamakta; Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkına müdahaleciliği, bir halkın iradesi yerine kendi grubunun iradesini geçirmeyi alışkanlık haline getirdiğini göstermektedir.
Konuyla ilgili olarak A. Güler şöyle yazmaktadır: “Kürt yoksulunun kendi göbeğini kendisinin kesmesi denenmiş ve sonuç vermemiştir. Bütün biçimleriyle ‘kendi göbeğini kesme’ yolları, Kürt kitleler açısından çekici bir seçenek olmaktan da çıkmıştır. Türkiyeli Kürt yoksulunun komşu ülkelerdeki kardeşleriyle geleceğini birlikte örme olanağı ise, bir dizi egemen güç ve emperyalistlerce kapatılmıştır. Çaremiz bellidir.”
Bugüne kadarki gelişmeleri isteğince saptayıp yorumlamanın kesmediği görülmektedir. Güler geçmişe isteğince biçim vermekle kalmamakta, ama geleceği de isteğince şekillendirmekte sakınca görmemektedir. Son denemenin sonuç vermediği biliniyor. Denemenin sonuna gelinmediği gerçektir, süreç işlemektedir, ancak şimdilik sonuç vermediği ve zorlukları olduğu da doğrudur. Bundan ne çıkar? Neden “bütün biçimleriyle ‘kendi göbeğini kesme’ yolları” tıkanmış olsun? Güler istediği için mi? Yoksa büyük burjuvazi ve devlet istediği ve bu amacına ulaşmak için her şeyi göze almış olduğu düşünüldüğü için mi? Denemenin çizgisi tartışması bir yana, denemeyi üstlenen bir halk olduğuna göre, yazılanların, anlamı düşünülerek yazıldığını kabul etmeli miyiz? Anlam şu oluyor: Kürt yoksulu, Kürt halkı kendi göbeğini kesemez! Bir deneme başarısızlıklarla birlikte sürüyor diye, halkın artık kendi göbeğini kesemeyeceği sonucuna mı varacağız? Buna, İsmet Paşa bile “Hadi canım sende!” derdi. Kim kesecek halkın göbeğini? Halk, halklar kendi göbeklerini kendileri kesmeyecekler de kim kesecek? TKP mi, gericilik mi, emperyalistler mi? Kim? Halka bunca güvensizlik neden? TKP neden Kürtlerin kendi göbeklerini kesme haklarını, yani KKTH’nı onlara çok görür, neden haklarını ellerinden almaya yeltenir? Bu sorunun, ezen ulus milliyetçiliğiyle zaaflı olmanın dışında bir yanı olabilir mi? İlaveten ikinci bir yanıtı daha olabilir: sadece Kürtlere değil genel olarak halka güvensizlik, üst tabaka sosyalizmi; haklar alınmaz, ama verilir düsturuna sahip olunması.
Peki, TKP neden sosyalizm davası güttüğünü söylüyor? İşçi sınıfı ve emekçilerin “kendi göbeğini kendisinin kesmesi denenmiş ve sonuç vermemiş” değil midir? Evet, geçici ama, işçi sınıfı ve sosyalizm hem de uzun yıllar sonuçlarının üstesinden gelemediği bir yenilgi almadı mı? Dünyanın önemli bir kısmında zafere ulaşmış olan işçi sınıfının Komün’den sonraki bu ikinci denemesi, çok ciddi kazançlar sağlamış ikinci atılımı başarısızlıkla sonuçlanmadı mı? Kimse, giderek dünya burjuvazisi bile bunun “son” olduğunu düşünmüyor. Sosyalizm yeniden filizleniyor. Kesin ki, dünya işçi sınıfı yeniden “kendi göbeğini kendinin kesmesi” işine soyunacak. Bütün belirtileriyle bu hakkını kullanmaya yakınlaştığı ortada. Ne diyeceksiniz? İki kez “kendi göbeğini kesme denemesi sonuç vermedi” diye, bundan böyle “olmaz”, artık “kendi göbeğini kesemez” mi diyeceğiz? İşçi sınıfı da halklar da yenile yenile yenmesini öğrenir ve çok şey öğrenildiği de kesin. Ya adını kullandığın sosyalizm ve dayanağı olan işçi sınıfı da “kesemez göbeğini” ya da halklar ve özel olarak Kürtler de kesebilirler. Kıvırtmaya yer yoktur! Tarihte işçi sınıfı ve halklar yerine göbeklerini başkalarının kestikleri görülmemiştir. Bundan böyle de görülmeyecek, hem işçi sınıfı hem de halklar kendi göbeklerini kendileri keseceklerdir. Sorun, bu iki türden “göbek kesme” işini birleştirmededir. Sosyalizmi halkların mücadelesi ve irade ve haklarının tanınmasının karşısına çıkarmaya çalışmak yerine, sosyal ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin, sosyalizmle bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinin, işçi sınıfıyla ezilen halkların kurtuluş mücadelelerinin nasıl birleştirilebileceği üzerine kafa yormak ve bunun gereklerini yapmaya girişmek, bilimsel sosyalist öğretinin gösterdiği tek doğru yol, tek seçenektir.
Ama A. Güler, hem de “bütün biçimleriyle ‘kendi göbeğini kesme’ yolları, seçenek olmaktan da çıkmıştır” diyerek Kürtlere inançsızlığını, halka güvensizliğini vurgulamaktadır. Haydi, geçmişte milliyetçilik nedendi diyelim. Peki neden geleceğe de ipotek konulmaktadır, neden bütün biçimleriyle KKTH’nın yolu tıkanmaya çalışılmaktadır? Kürtler, bu kadar mı iradeleri ve haklarıyla birlikte yok sayılmaya layık görülmektedir? Ama bu ezen ulus milliyetçiliğinin tutumudur. Bu, burjuvazinin inkarcılığıdır.
Üstelik bu inkarcılık yolu, bölgeye Amerikan ve İngiliz emperyalizmi doğrudan el atmış ve tüm bölgenin yeniden yapılandırılmasına girişmişken tutulmaktadır. Sözü edilen etken, tüm bölgenin, tüm dinamikleriyle birlikte, gerici ve ilerici güçlerini etkilemeden, yeni devrimci güç ve eğilimlerin ortaya çıkışını koşullamadan edemeyecek bir alt-üst oluşunun kaçınılmazlığı ve bu, çok sayıda yeni “göbek kesme yol ve biçimleri”nin gündeme gelmesi anlamına gelirken, böyle bir inkarcılık, hem hiç olmayacak şeydir hem de sonuçları tahminlerin ötesinde karanlık olmaya adaydır. Dünya ve bölge ciddi bir kapışmaya sürüklenmektedir. Gericiliğin güçlenmesi kadar yeni devrimci antiemperyalist güçlerin ortaya çıkıp serpilmesi, yeni kurtuluş mücadelelerinin gelişmesi, yeni biçimlere tanık olunması, yakın geleceğin özelliği olacaktır. Gelişmeler, yeni bir devrimler dönemine doğru gidildiğini gösteriyor. Gereken, tüm yeni biçimleriyle ezilen halkların mücadelesiyle birleşebilmeye çalışmaktır. Bunun ön koşulu ise, en başta halkların haklarının tanınması, UKKTH’na saygı gösterilmesidir. Ve ikinci bir koşul, yeni gelişmelere açık olabilmek, hiçbir şeyin dün ya da bugün olduğu gibi kalabileceğini varsaymamak, dün mümkün görünmeyenin yarın ihtimal dahilinde olabileceğini bilerek takıntı ve saplantılara sahip olmamak, politikaları çürüyen üzerinden değil yeni gelişen üzerinden, öyleyse işçi sınıfının yanında ezilen halklar ve devrimci olanakları üzerinden kurmaktır.
Burada “Türkiyeli Kürt yoksulunun komşu ülkelerdeki kardeşleriyle geleceğini birlikte örme olanağı ise, bir dizi egemen güç ve emperyalistlerce kapatılmıştır” tezine geliyoruz. Neden bu olanak kapalıdır? Bölgenin göreli istikrarı koşullarında, önceki dönemde doğru sayılabilecek bu görüş, artık doğru sayılamaz. Bölge emperyalist saldırı altındadır ve tümüyle yeniden yapılandırılması gündeme alınmıştır. Irak işgal edilmiştir. İran ve Suriye topun ağzındadır. Türkiye, aynı şekilde ama yöntem değişiklikleriyle yeniden yapılanma dayatmasıyla yüz yüzedir. Taşlar yerinden oynamıştır. Güçler ve güç ilişkileri yenilenmek durumundadır. Yeni mevzilenmeler, sınıf güç ilişkilerinde değişmeler kaçınılmazlaşmaktadır. Rejimler, sınırlar, hatta devletler masaya yatırılmaktadır. Dolayısıyla “bir dizi egemen güç”ün, kendi aralarında anlaşmalar ve çekişmelerle önünü kapatmayı düne kadar başardığı gelişme olanakları bakımından; bir gücün devre dışı olması (Saddam), ikisinin kendi dertlerine düşmesi (İran ve Suriye) ve Türkiye’nin sıkıştırılması, kuşatılıp Amerikan emperyalizmince tam teslim alınması doğrultusunda mesafe alınması nedeniyle, aynısıyla dünkü değerlendirme geçersizleşmiştir. Şimdi Amerikan emperyalizmi, çıkar ve emelleriyle, gelişmesini teşvik etmesi kaçınılmaz karşıtlarının, antiemperyalist, anti-Amerikan güçlerin yönelimleri, birbirleriyle ve diğer güçlerle ilişkileri, çatışma ve uzlaşmaları vb. gelişmelerin alacağı yönü eskisinden daha fazla belirleyecektir. Artık Amerikan emperyalizminin, çıkarlarına uygun bulacağı sınır değişiklikleri, hatta yeni devletçik ve devletlerin önünü açması ya da bu yönde değişiklikleri bizzat gerçekleştirmeye yönelmesi ve mayalandırmaya çoktan başladığı karşıtı antiemperyalist, anti Amerikan güçlerin, eskisinden farklılaşan güç ilişkileri zeminindeki tutum ve faaliyetlerinin bu tür değişikliklerin etkeni olması ihtimali kolaylıkla reddedilemez. Zaten dün de teorik olarak “sıfır” ihtimal olduğu söylenemeyecek bu tür gelişme olanağının, hele bugün bir kalem darbesiyle yok sayılamayacağı ortadadır.
TKP, bugün ve hatta dün açısından, neden, –gerçekleşme ihtimali az ya da çok– bu yolu tutup tutmayacaklarını kararlaştırma hakkının tamamıyla Kürtlerin olduğu/olması gerektiği bir konuda karar verme haklarını geçersizleştirmek üzere, “Türkiyeli Kürt yoksulunun komşu ülkelerdeki kardeşleriyle geleceğini birlikte örme olanağı”nı yok saymaya ihtiyaç duymaktadır? Bu “olanaksızlık”, Lenin’in sözleriyle de göreceğimiz gibi, “sosyalizmin zaferinden önce” “500’de 1’lik” bir ihtimal olsa bile, neden, ayrılma özgürlüğünün tanınmasından başka bir şey olmayan UKKTH’nın yadsınmasının “olanağı” olarak kullanılmaya çalışılır? Görünür neden, Kürtlere kendi “sosyalist çözümü”nü salık verme, aynı anlama gelmek üzere dayatmalarını inandırıcı kılma çabasıdır. Ancak pratik bakımdan “değeri”, piyasa değeri, ezen ulus milliyetçiliğini ve tezlerini güçlendirmek üzere, onlara sunulmuş bir “çek” olmasıdır.
Gerçi TKP, pek sosyalistçe tutumuyla tersi düşüncededir. A. Güler şöyle yazmıştır: “TKP, Kürt etiketi altında ABD’ye serbest askeri bölge kurulmasına karşı çıktığı ölçüde, böyle bir gelişmenin Türkiye’de şovenizmi körüklemesine, militarist eğilimlere gerekçe yapılmasına, özetle “savaş nedeni” sayılmasına da karşı çıkmaktadır.”
İnsan kendisini ancak bu kadar akıllı ve karşısındakini aptal sanabilir! Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti ihtimaline karşı çıkarken ileri sürülen, bu karşı çıkışın “Türkiye’de şovenizmi körüklemesine” vb. karşı çıkmak demek olduğu görüşü eğlendiricidir. Ancak bu kadar tersten düşünülebilir ve buna inanılması beklenebilir! Ayrılma özgürlüğü reddedildiği ölçüde şovenizme karşı çıkılmış olacak ve şovenizm gelişmeyecekmiş ya da şovenizmin yükselmemesi için ayrılma özgürlüğünü tanımayacaksın! Peki, şovenizmin istediği ve yaptığı ya da içeriği nedir ki? Her yola başvurarak ayrılma hakkını tanımamak, ulusal baskı ve inkar değil mi? TKP’nin farkı nerede? Bu, “cazibe yitimi”, “olanaklar” vb. tartışmaları ardında şovenizmin rafine edilişinden başka bir şey değildir.
“EKMEK VE ADALET”…
Devam etmeden, bu konuda TKP’nin tek olmadığını ve bir orijinalite oluşturmadığını söylemeliyiz. Çok sayıda siyasal grup ya da örgüt benzeri yaklaşımlara sahiptir. Kürt milliyetçiliğinin içine düştüğü zorluklar birçok grubun içindeki “yılanı” depreştirmiş, “iyi günler”de kendine saklanan pek çok “değerli fikir”, “kötü günler”de eleştirellik adı altında ortaya dökülmeye başlanmıştır.
Örneğin “Ekmek ve Adalet” dergisi, TKP gibi tumturaklı sözcüklerle formülasyonlar kurmaya girişmese ve milliyetçiliğin “cazibesini yitirmesi” karşısında onun gibi yüreği sevinçle çarpmasa da, benzer saptamayı yapmakta ve UKKTH sorununa yaklaşırken bu saptamadan hareket etmektedir:
“Kürt halkı, onlarca yıldır, onlarca kez, feodal, burjuva milliyetçi önderliklerle kurtuluş umudunun gerçekleşemeyeceğini yaşadı, gördü… Milliyetçi çizgi denendi; çözümsüzdür.
“Çözüm devrimci çizgidedir!”
O da, çizginin milliyetçi olup olmaması, bunun eleştirilip eleştirilmemesi ve Kürt sorununda doğru çizginin ne olduğu sorunuyla Kürtlerin hakları karşısındaki tutum, başlıca UKKTH ve “hakka saygı gösterme” zorunluluğu sorununu birbirine karıştırmaktadır. Milliyetçiliğin eleştirisi adına Ekmek ve Adalet’in de geliştirdiği tutum dolayımında, Kürtlerin hakları, en başta da kendi kaderlerini özgürce tayin etme hakkı arada kaynayıp gitmekte; o da, TKP gibi, kendi çizgi ve çözümünü önermekle kalmamakta, ama elbette sosyalistliğinden kuşku duymadığı kendi çizgi ve çözümünü Kürtlerin iradesi ve geleceğini özgürce belirleme hakkının yerine geçirmekte, dışarıdan dayatmaktadır. Elbette devrim, elbette sosyalizm; ama ikisinin de, bir halka dışarıdan dayatılabildiği görülmemiştir. Elbette, ama ne devrimin ne de sosyalizmin, bir halkın küçümsenemeyecek, dikkate alınmazlık edilemeyecek bir ölçek ve bağlılıkla etrafında birleştiği, yıllardır ciddi bedeller ödemeyi göze alarak peşinden yürüdüğü, belki zorluklar nedeniyle kafalarda belirli soru işaretleri doğsa bile, hâlâ yürümeyi sürdürdüğü milliyetçi çizgiye yöneltilen içeriği ve üslubu özensiz eleştirilerle önünün açılması beklenebilir.
Sorun, milliyetçiliğin eleştirisinden ibaret değildir. Böyle olsa, her şey çok kolay olurdu! Milliyetçilik bir veridir ve eleştirisi de gereklidir. Ancak veri oluşunun bir başka anlamı daha vardır. Ulusal baskı, inkarcılık ve şiddet, milliyetçi çizgiyi olduğu kadar, ulusal ayrımcılığın oluşturduğu önyargı ve ulusal duvarlar, ulusal nefret ve öc alma duyguları, içe kapanma ve güvensizlik nedeniyle bütün bir halkın da ulusal duygu ve tutumlarını beslemektedir. Bu, bir yanıyla ya da bir yere kadar olumludur; ulusal duygu ve hak sahipleniciliğini kimse milliyetçilikle niteleyip suçlayamaz. Ama önyargı ve güvensizlikler, çoğu durumda ya da hemen her zaman ulusal duvarları, içe kapanmayı, halklar arasında düşmanca duygu ve tutumları da kapsar ki olumsuz ve tehlikeli olan, giderilmesi gereken tam da budur. Ama bu yönüyle, milliyetçiliği suçlamak ya da “kabahatı” ezilen ulus halkında bulmak ne çözümdür ne de doğru. Bu alanda asıl görev, ezen ulus ezilenlerine, en başta işçi sınıfına, devrimci ve sosyalistlere düşer. Güvensizlik ve önyargıları gidermek, koşullarını ortadan kaldırmak herkesten önce sosyalistlerin işi olmak durumundadır. En çok sosyalistler, ezilen ulusun, yılların ezilmişliği ve aşağılanmasından gelen, yerinde ve doğru eleştirileri bile yanlış algılamaya götürebilen hassasiyetlerini anlamak ve gereğini yerine getirmek zorundadır. Sosyalistler bu nedenle de, UKKTH’na saygısızlık anlamına gelebilecek en küçük bir kuşkulu durumdan sakınacaklar, ezilen halkın hak talebini sahiplenecek ve bu tutumu gündelik pratik politik çalışmalarının temel bir yönü kılacaklardır. Ve eleştirirken de özenli olacaklardır. Eleştiri, evet, eleştiri gereklidir; ama eleştiri, ulusal güvensizlikleri derinleştirmek için değil gidermek, ulusal ayrılık ve önyargıları perçinlemek için değil ama –“birlik, birlik” denen şey samimi olarak isteniyorsa daha da önem kazanmak üzere– etkisizleştirmek ve birliğin koşullarını geliştirmek içindir. O halde ulusal inkarcılığı, hak tanımazlığı çağrıştırabilecek, çoğu durumda gerçeği yansıtmaktan da uzak olan kaba “devrimci eleştirmenlik”ten uzak durulmalıdır.
Ancak milliyetçi çizgi yerine devrimci çizgiyi önerirken, ima yoluyla bile olsa Kürt ulusal iradesinin yerine kendi devrimci ve “sosyalist” iradesini geçirme, dolayısıyla UKKTH’nın gaspı anlamına gelebilecek tutum ve politikalar geliştirmenin, eleştiri özensizliğinden daha derin sonuçları olacağı da ortadadır. Özensizlikle birlikte ve onun ötesinde eleştiricilik, en çok bu yönüyle, özellikle son aylarda tehlikeli bir hal almıştır. KADEK, KDP, YNK hiçbir özen gösterilmeden ve gerçekçiliğin sınırları çok aşılarak eleştirilmektedir. Eh! Gerçekçi olmayan politika kaybetmeye mahkumdur denebilir. Öyle olacaktır. Ama devrim ve sosyalizm adına hareket ettiği iddiasında olanların devrim ve sosyalizme zarar vermekten kaçınmaları herhalde gereklidir. En özensiz eleştiri bile UKKTH’nın reddi boyutuna varmamalıdır; ama yapılan ne yazık ki budur. KDP ve YNK eleştirisinden hareketle varılan sonuç, Irak’ta Kürtlerin KKTH’nın, hak olarak kabul ve teslim edilmesinden cayılmasıdır. Aynı şey, KADEK eleştirisinden hareketle Türkiye ve Türkiye Kürtlerine ilişkin olarak yapılmakta, yine UKKTH’nın yadsınmasına varılmaktadır.
Belirtmeliyiz ki Ekmek ve Adalet, TKP gibi şirazeyi kaçırmış bir pozisyonda değildir.
Örneğin, 11 Mayıs 2003 tarihli dergi konuyla ilgili yazısına “Toprağı gasbedilmiş, yurtsuz bırakılmış; acılardan geçmiş, kan deryalarında bırakılmış, katliamlar kadar ihanetleri yaşamış KÜRT HALKI!
“Değişmeli artık bu yurtsuzluk, kimliksizlik! Değişmeli bu sonuçsuz isyanlar ve ittifaklar tarihi! Değişmeli, yüzyıllık ulusal kavganın yönü!
“Katliamları ve ihanetleri alt etmenin yolunu bulmalıyız.
“Kürt halkı ‘inkar’ edilen bir halktır.” diye başlamaktadır. Dışarıdan konuşsa ve tüm yazdıklarını kendi “devrimci çözümü”ne bağlasa da, Kürtlerin ve haklarının inkarına karşı çıkmaktadır. Ancak sorun, ayrılma hakkının, UKKTH’nın tamamen Kürtlerin kendi iradelerine bağlı olduğunun kabulüdür. Ve iş somut konuşmaya geldikçe, eleştiri ve dışarıdan öneri ile ayrılma hakkının tanınmayışı birbirine karışmakta; eleştiri, UKKT hakkının yadsınmasına kadar vardırılmaktadır.
Örneğin aynı tarihli dergide “Reformizmin pragmatizmi İşbirlikçilik” başlıklı yazıda Mustafa Yalçıner’in Özgür Gündem’deki, tamamen Amerikan emperyalizminin oyunlarına dikkat çekme ve Barzani ve Talabani’nin yönelimlerine ilişkin özenli uyarılarda bulunma içerikli makalesinden iki alıntı yaparak “işbirlikçiliği yumuşatmak” ve “oportünizm” eleştirilerini yöneltiyor. “Yumuşatıcılık” olarak eleştirilen şu çümlelerdir: “‘Irak Kürtlerinin bugünkü tutumu ise geçicidir, böyle devam etmeyeceğini, edemeyeceğini birlikte göreceğiz. Kürtler bugüne kadar işgalciye ancak geçici olarak katlanmışlardır. Nitekim, Barzani, yönetimin Irak’taki güçlere teslim edilip ABD’nin çekilmesini istemekte, düzenlediği toplantılara katılmakta çekinceli davranmaktadır.’ (Mustafa Yalçıner, 29 Nisan 2003, Yeniden Özgür Gündem)”
Oysa burada yumuşatılan bir şey yok, ama emperyalist saldırganlığa karşı ulusal savaşların kaçınılmaz olduğuna, bugünkü durumun geçiciliğine ve emperyalizmi hedefleyen ulusal tutum ve hareketlerin kaçınılmazlığına ve yükseleceğine dair öngörü vardır. Bugüne, bugünkü güç ilişkilerine takılıp kalmamak, yalnızca bugünkü geri durum ve emperyalizmin sarsılmaz görünen büyük gücü üzerinden düşünmemek gereği üzerinde duran makale, kaçınılmaz olan ulusal kurtuluş savaşının mayalanıp gelişeceğini hesaba katma çağrısı niteliğindedir. Olumsuz koşullar üzerinden kötümser değerlendirmelerle geri tutumlar alınmasının zorunlu olmadığını ortaya koymaya yönelik makale, halka ve geleceğe güven ve umuda vurgu yapmaktadır. Yanlış mıdır? Kürtler bugüne kadar işgalciye boyun mu eğmişlerdir. Sayısız isyan onların eseri değil midir? Ve üstelik Yalçıner, bu durumu Barzani’nin bile dikkate aldığını, almak zorunda kaldığını belirtmiş, bunu kafasından uydurmamış, Barzani’nin bir dizi toplantıya katılmamış olduğu gerçeğiyle destekleyerek, gelecek umudunu canlı tutmaya çaba göstermiştir. Ama istenen, “işbirlikçi Barzani”, “Amerikan emperyalizminin uşağı”, “devrimci çizgi” vb. tekerlemeleridir ve bunların olmayışı “yumuşaklık” hatta “işbirliği” sayılmıştır. Ne yapılmalıydı? Hem Kürtlerin hassasiyetleri dikkate alınmamalı hem de Irak Kürtlerinin hamiliği ve kurtarıcılığına mı soyunulmalıydı? Irak’ta Kürtlerin kaderlerini tayin haklarını bugünkü kullanış biçimleri değil ama ayrılma özgürlükleri, kaderlerini tayin hakları, Barzani ve Talabani’nin emperyalizmle ilişkilerinin eleştirisi ardında yadsınmalı mıydı? Böyle değilse, Amerikan emperyalizmle ilişkileri ve Barzani ve Talabani’nin çizgisini onayladığına, dolayısıyla Irak’ta Kürtlerin kaderlerini bugünkü somut belirleme biçimlerini desteklediğine dair tek bir sözcük bulunmayan Yalçıner’in makalesi neden eleştirilmektedir?
Yalçıner’den ikinci alıntılama ve yorumu daha olumsuz ve UKKTH’nın yadsındığını gösterir mahiyettedir. “İşbirlikçilik, UKKTH kılıfıyla meşrulaştırılamaz!” başlığı altında şöyle bir alıntı ve eleştiri geliyor:
“‘Kuşkusuz hiç kimse Irak’ta Kürtlerin kendi kaderlerini kendi bildiklerince tayin etme haklarına tek bir laf edemez.’ (Mustafa Yalçıner, 29 Nisan 2003, Yeniden Özgür Gündem)
“Oportünizmi gördünüz mü?
“Ne güzel işte, böylelikle, bu derin teoriler sayesinde, Irak’ta Kürt milliyetçi önderlikler Talabani ve Barzani’nin Amerikan işbirlikçiliği üzerine ve tabii, KADEK milliyetçiliğinin Amerikan işgalini ‘demokrasiyi geliştiren bir müdahale’ olarak görmesi üzerine söz söylemek zahmetinden kurtulmuş oluyorlar.”
Yalçıner’in söylediğinde ne var? Şu ya da bu nedenle “Irak’ta Kürtlerin kendi kaderlerini kendi bildiklerince tayin etme hakkı”, genel olarak halkların ve ulusların KKTH savunulmayacak mıdır? Yalçıner’in de savunduğu haktır, hakkın kendisidir, Kürtlerin iradesi ve haklarıdır, bu hakkın şöyle ya da böyle kullanılması ve bunun desteklenip desteklenmemesi değil. Bu hakkın savunulması kutsaldır, devrimci ve sosyalist olmanın zorunlu şartıdır. Çünkü başka türlü demokrat bile olunamayacağı gibi, sosyalizmin başarısı da olanaksızdır. Ama Ekmek ve Adalet açıkça UKKTH’nın savunulmasını oportünizm olarak nitelemekte ve UKKTH’nın “işbirlikçiliğin meşrulaştırılmasının kılıfı” yapılamayacağını açıklamaktadır. Yani bu “hak”, dergi tarafından ancak belirli koşullarda savunulmakta, örneğin Irak Kürtleri açısından “hak”tan sayılmamaktadır. Eleştirmiyorsa, örneğin kendisi ya da benzerleri tarafından kullanılıyorsa, “hak” savunulabilir olmakta, yok eğer kullanıcılarına eleştirileri varsa, tanınmamakta ve yadsınmaktadır.
Eleştiri yöneltme ya da “söz söyleme zahmeti” sorununa gelince, tüm Marksist yazın, eleştiriyle doludur. Örneğin, sözü edilen makale Amerikan emperyalizminin suçlanması ve işbirliğinin eleştirisi üzerine kuruludur. Amerikan işgalinin demokrasi değil yağma, zulüm ve ölüm getirdiğini ise, Marksistler başından beri açıklayıp duruyorlar. Ama “sert eleştiri” ya da didişme isteniyor ve eleştiriler “yumuşak” bulunuyorsa, bu, bizim “oportünizm”imize değil, ezilen ulusun hiçbir yürek acısı ve hassasiyetini, ulusal önyargıların giderilmesi gereğini dikkate almayan sekterizme ve kolaycılığa bağlanmalıdır.
HAK VE HAKKIN KULLANIMI SORUNU
“Ulusların barış ve özgürlük içinde bir arada yaşayabilmeleri ya da (eğer daha uygun düşüyorsa) birbirlerinden ayrılıp ayrı devletler kurabilmeleri için, işçi sınıfının yüce bildiği tam demokrasi, mutlaka gereklidir. Herhangi bir ulusal ya da dile ayrıcalık yok! Ulusal bir azınlığa karşı en ufak ölçüde baskıya ya da haksızlığa yer yok! İşçi sınıfı demokrasisinin ilkeleri bunlardır” (Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, sf. 71, 2. Baskı, Ekim 1993)
UKKTH’nın savunulması, ezilen uluslara yöneltilmiş ulusal zorbalık ve ayrımcılığa, reva görülen eşitsizlikler ve haksızlıklara karşı çıkma zorunluluğuna dayanır. Eğer zorbalıktan yana olunmayacaksa, hak eşitliği istenecekse, ulusal kölelik onaylanmayacaksa, bu hakkın tanınıp savunulmasından başka yol yoktur. Hele, emek-sermaye bölünmesinin yanı sıra, dünyanın az sayıda büyük emperyalist devletle milyarlarca nüfus oluşturan ezilen uluslar halinde bölünmesine dayalı olan emperyalist kapitalizm döneminde, UKKTH’nın savunulmasının önemi artmıştır. Emperyalizm karşıtlığı, kapitalizme karşı mücadele ve sosyalizm lafları ederken, çok sayıda ulusun büyük emperyalist devletler tarafından yağmalanıp ezildiği koşullarda, emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşlarının haklılığı ve kaçınılmazlığının savunulmasından başka anlama gelmeyen UUKTH’nın tanınmaması anlaşılır değildir ya da emperyalizme bağlanan bir tutuma işaret eder. Lenin’in sözleri açıktır, işçi sınıfı demokrasisi bunu zorunlu kılar. Yine Lenin şöyle yazmıştır:
“Demokratlar olarak biz, her ne kadar hafif olursa olsun, herhangi bir ulusa karşı uygulanacak baskıya ya da herhangi bir ulusa verilecek herhangi bir ayrıcalığa, amansızca düşmanız. Demokratlar olarak biz, terimin siyasal anlamında, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına, yani ayrılma hakkına sahip olmasını istiyoruz. Devlet içinde bütün ulusların koşulsuz olarak eşitliğini, her ulusal azınlığın haklarının koşulsuz olarak korunmasını istiyoruz…
“Sosyalistler bir yana, tutarlı her demokrat için bütün bu istekler vazgeçilmez isteklerdir.” (Age, sf. 76-77)
Bazan savunulup bazan savunulmayacak türden bir hak olmayan UKKTH’nın tanınmasının demokratlığın zorunlu bir koşulu olduğu açıktır. Bu hakkı, ezilen ulusun yönelim ve tutumlarına eleştirin varsa da tanıyacaksın yoksa da. Başka türlü demokrat bile olunamaz. Ama Marksistlerin sıradan demokratlar oldukları için, UKKTH’nın tanınmasını basit bir demokratizmin içine sıkıştırarak savundukları da sanılmamalıdır. Kuşkusuz, Marksistler, ezilen ulusların ayrılma özgürlüğünü, hakkını, basitçe demokrat oldukları için savunmazlar. Hem kendilerini genel demokratik taleplerle sınırlamazlar ve –hem ezen hem de ezilen ulus– burjuva milliyetçiliğinin kaba ya da inceltilmiş her görünümüyle savaşırlar. Hem de ayrılma hakkını ve tüm genel demokratik talepleri, işçi sınıfının çıkarlarını ve birliğini gerçekleştirmenin tek yolu, sosyalizmin önünün açılması ve hazırlığının zorunlu gereği olarak savunurlar. Bilirler ki, “başka ulusları ezen bir ulus özgür olamaz”. Lenin çok önceden söylemiştir: “Ulusların ve dillerin eşitliğinin kabulü, Marksistler için önem taşıyor. Ama bu, yalnızca, en tutarlı demokratlar Marksistler olduğu için değil. İşçilerin sınıf savaşımında, proletarya dayanışmasının ve yoldaşça birliğin istemleri de, ulusalcı güvensizliğin bütün izlerini,yabancılaşmayı, kuşku ve düşmanlığı ortadan kaldırmak üzere, ulusal-toplulukların tam eşitliğini gerektiriyor. Tam eşitlik, herhangi bir dil için her türlü ayrıcalığın reddini ve bütün ulusal-toplulukların kendi kaderlerini tayin hakkını da içeriyor.” (Age, sf.160)
Sosyalizmin arefesi ve can çekişen kapitalizm olan emperyalizm koşullarında ve hele TKP tarafından “sosyalist çözüm”ün çağrısının yapıldığı bir dönemde, çağrıcının, bunun nedenle, UKKTH’nın tanınmasının öneminin kat be kat artığının farkında olması beklenir. Nerede! Ama Lenin buna vurgu yapmaktadır:
“Emperyalizm, bir avuç büyük devletin dünya uluslarına, giderek artan baskısı demektir; ulusların ezilişini yaygınlaştırmak ve sağlamlaştırmak üzere büyük devletler arasında patlak veren savaşlar dönemi demektir; ikiyüzlü sosyal-yurtsever bağnazların, yani ‘ulusların özgürlüğü’, ‘ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı’ ve ‘anavatan savunması’ bahanesiyle dünya ulusları çoğunluğunun büyük devletler tarafından ezilmesini savunan bireylerin halk yığınlarını aldattığı dönem demektir.
“Bu nedenledir ki, sosyal-demokrat programın odak noktasında, ulusların ezen ve ezilen diye ikiye ayrılışı yer almalıdır. Emperyalizmin özü buradadır. Sosyal-şovenistler ve Kautsky bu noktayı sahtekarca atlamışlardır… A’dan Z’ye kadar demokratik ve devrimci olan ve sosyalizm için ilk ağızdaki savaşımın genel amacına uygun düşen ‘ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı’ tanımının da, bu bölünmenin sonucu olması gerekir. İşte bu hak nedeniyle ve bu hakkın içtenlikle tanınması savaşımında, ezen ülkelerin sosyal-demokratları, ezilen ulusların ayrılma hakkına sahip olması gerektiğini bir istek olarak öne sürmelidirler. Böyle yapmazlarsa, ulusların eşit haklara sahip olduklarının ve enternasyonal işçi sınıfı dayanışmasının kabulü, gerçekte boş bir laf cambazlığından ve ikiyüzlülükten başka bir şey olmayacaktır…
“Günümüz emperyalizmi öyle bir durum yarattı ki, ulusların büyük devletler tarafından ezilmesi genelleşti. Ulusların ezilişini yoğunlaştırmak amacıyla emperyalist bir savaşa girişen, dünya uluslarının çoğunu ve yeryüzü nüfusunun büyük kesimini ezen egemen ulusların sosyal-şovenizmine karşı savaşım verilmesi görüşü, bu nedenle, sosyal-demokrasinin ulusal soruna ilişkin programında kesin, belli başlı ve temel nokta olmalıdır.” (Age, sf. 199, 201)
Anlaşılmış olmalıdır. Özellikle emperyalizm döneminde, herhangi bir nedenle, UKKTH’nın tanınmasına yan çizmek, emperyalist (ve işbirlikçilerinin) ulusal zorbalığına karşı çıkmamak ve onaylamakla eş anlamlıdır.
Peki, UKKTH’nın, ayrılma özgürlüğünün tanınmasıyla, her somut durumda her somut ayrılmanın, her ayrılıkçı ulusal hareketin savunulup desteklenmesi bir ve aynı şey midir? “Hak”kı tanımak, dolaysızca her ayrılma girişimi ve her ayrılıkçı hareketin desteklenmesine eşitlenebilir mi? Kuşkusuz bu ikisi, ayrı şeylerdir. Bundan konumuzla bağlantılı iki sonuç çıkar. Birincisi, UKKTH’nın koşulsuz tanınması, her ayrılıkçı hareketin desteklenmesini zorunlu kılmaz. Ayrılmanın ve ayrılıkçı hareketin her durumda savunulması ya da ayrılıkçılığın mutlaklaştırılması, ezilen ulus milliyetçiliğinin özelliğidir. Bu Marksistlerin tutumu değildir ve olamaz. Örneğin Irak’ta Kürtlerin ayrılma hakkını savunan Marksistlerin, bu savunmalarının dolaysız ve zorunlu sonucu KDP ve YNK ayrılıkçılığını ve somut olarak bugünkü içeriğiyle bir Kürt devleti kurulmasını desteklemeleri değildir. Nitekim Marksistler bunu yapmamakta ve emperyalizme karşı mücadeleyi cesaretlendirip destekleyen bir tutum almaktadırlar. Ve ikincisi, somut bir durumda belirli bir ayrılıkçı hareket ya da hareketlere eleştiriler yöneltilmesi ve destek sunulmaması, UKKTH’nın tanınmamasını hiçbir biçimde gerektirmez.
Lenin, bu ayrımı net olarak vurgulamıştır:
“Sosyal-demokrat partinin, tüm ulusal toplulukların kendi kaderlerini tayin hakkını tanıması, kuşkusuz, sosyal-demokratların, her olayda, devletten ayrılmanın öğütlenir olup olmadığını, kendi çerçevesi içinde, değerlendirmeyi reddettikleri anlamına gelmez. Tam tersine, sosyal-demokrasi, kapitalist gelişmenin koşullarını ve çeşitli ulusların proletaryasının tüm ulusal-toplulukların birleşik burjuvazisi tarafından ezilmesini olduğu kadar, demokrasinin genel amaçlarını ve her şeyin üstünde ve ötesinde, proletaryanın sosyalizm için verdiği sınıf savaşımının isterlerini dikkate alarak kendi bağımsız değerlendirmesini ortaya koymalıdır.” (Age, sf.81) Bu yaklaşım, 1913 Yaz konferansı’nda karara da bağlanmıştır:
“Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı (yani ayrılma sorununun kararlaştırılmasında kesinlikle özgür ve demokratik bir yönetimin anayasayla güvence altına alınması) hiçbir biçimde, belli bir ulusun ayrılmasının uygun olup olmayışıyla karıştırılmamalıdır. Sosyal-Demokrat Parti, bu ikinci sorunu, her özel olayda, bir bütün olarak toplumsal gelişmenin ve proletaryanın sosyalizm için verdiği sınıf savaşımının isterleriyle uyumlu olarak,değerine göre, kararlaştırmalıdır.” (Age, sf. 94)
Ekmek ve Adalet’in M. Yalçıner’i eleştirirken anlamadığı ya da dikkatinden kaçırdığı ayrım buradadır. TKP de, Kürt milliyetçiliğinin çözümsüzlüğünü ve Amerikan emperyalizmi karşısındaki tutumunu eleştirir ve kendi “sosyalist çözümü”nü UKKTH’nın yerine ileri sürerken, bu ayrımı bilerek ya da bilmeyerek atlamaktadır. Ancak ikisinin de “biz sadece milliyetçiliği eleştirdik” iddiasında bulunacaklarından kuşku duyulamaz. Hatta yalnızca UKKTH’nın savunulduğu bir cümleyi alıntılayıp “oportünizmi gördünüz mü?” diye soran Ekmek ve Adalet de, net cümlelerle Irak’ta Kürtlerin hakkını-hukukunu tanımadığını açıklayan ve tutkulu üniterizmiyle Türkiye’de Kürtlere ancak “içinde yaşanan ülkenin, toplumun ve devletin eşit-kurucusu olmak” hakkını tanıyarak –kuşkusuz dayatarak– “sosyalizmini” ayrılma hakkının karşına koyan TKP de “biz UKKTH’nı reddetmiyoruz”, “bunlar, UKKTH’nın reddi anlamına gelmez” diyeceklerdir. Benzer düşünceler ileri süren Rus liberali Mogilyanski’yi eleştiren Lenin’in yazdıkları duruma uygun düşüyor:
“‘Söylemek gerekir ki’ diye yazıyor bay Mogilyanski, ‘ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, hiçbir zaman eleştirilmemesi gereken bir fetiş değildir: Bir ulusun sağlıksız yaşam koşulları, ulusal kendi kaderini tayin konusunda sağlıksız eğilimler yaratabilir; bu eğilimleri ortaya koymak, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını reddetme anlamına gelmez.’
“Bu liberal kaçamağa güzel bir örnek. Aynı kaçamağı, tasfiyeciliğin gazetesinin sütunlarında Semkovski’ler başka bir biçimde yineliyorlar. Ah, hayır bay Mogilyanski, hiçbir demokratik hak bir fetiş değildir ve örneğin, bu hakların hiçbirinin sınıf içeriği unutulmamalıdır. Bütün genel demokratik istekler, burjuva-demokratik isteklerdir; ancak bundan, istekleri olabildiği ölçüde tutarlı bir davranışla desteklemenin proletaryaya düşmediği sonucunu yalnızca anarşistlerle oportünistler çıkarabilir. Kendi kaderlerini tayin hakkı başka şeydir, kaderini tayin hakkının yani belli bir ulusun, belli koşullar altında ayrılmasının uygun düşüp düşmediği başka şey.” (Age, sf. 101-102)
Emperyalizme karşı tutumlarını eleştirdikleri ayrılıkçı hareketlerin bu ya da başka yönelimlerini ve somut bir ayrılmaya destek vermenin uygun düşmemesini UKKTH’nın yadsınmasının dayanağı kılmaya yeltenenler, bunu hangi “devrimci” ve “sosyalist” niyet ve ideallerle yapmış olurlarsa olsunlar, yalnızca Kürtlerin geleneksel güvensizliklerini pekiştirmekle kalmayacaklar, Türk ve Kürt işçi ve emekçilerinin ortak örgütlenme ve mücadele içinde birleşmeleri de içinde olmak üzere, Kürt emekçilerinin yüzlerini sosyalizme dönmelerinin önüne yeni bir engel dikmiş ya da zaten dikili olan engelleri sağlamlaştırmış ve ülkenin demokratikleşmesine olduğu kadar, sosyalizmin hazırlanmasına da yalnızca zarar vermiş olacaklardır. Bunun ne devrimle ne de sosyalizmle ilgisi vardır.
İŞÇİLERİN BİRLİĞİ VE ORTAK ÖRGÜTLENME
Hem TKP hem de Ekmek ve Adalet, ortak örgütlenme ilkesini savunuyor ve bu ilkeye vurgu yapıyorlar. Öyle ki, UKKTH karşısındaki olumsuz tutumlarını bu ilkeye dayandırarak açıklıyorlar.
“Ayrı örgütlenmenin, emperyalistlere, şu veya bu egemen kesime sırtını dayamanın çözüm olmadığı görüldüğüne göre kurtuluş nerede? ORTAK MÜCADELE! ORTAK ÖRGÜTLENME! BİRLİKTE DEVRİM!”, “Birlikte mücadele, birlikte örgütlenme! Kürt halkının kurtuluşu için de, tüm halkların kurtuluşu için de savunulması gereken budur. Ayrı örgütlenme, ayrı mücadele, sonuçsuzluğu kanıtlanmış bir modeldir artık.” (Ekmek ve Adalet)
TKP de, ayrılma hakkına tecavüz ediyor, ama, “Kürt emekçilerini ortak kurtuluş için ortak örgütlenmeye çağırıyor”. (Komünist)
Kuşku yok ki, Marksizmin ilkesi enternasyonalizmdir. Bu ilke, en başta bütün ülkelerin işçilerinin sınıf kardeşliği ve birliğini, dayanışmasını savunmak anlamındadır. Bütün halkların birliği ve kardeşliği, öyleyse bütün ulusal baskı ve ayrıcalıklara karşı düşmanlık, tam hak eşitliği ve bunun zorunlu gereği olarak ayrılma özgürlüğünün (UKKTH’nın) savunulması, bu ilke kapsamına girer.
Yine kuşku yoktur ki, Marksistler, ayrılıkçı değillerdir. Ulusal sorunda ayrımcılık ve ayrılıkçılık, ulus esasına göre bölünme burjuva milliyetçiliğin ilkesidir. Birbirlerinden devlet sınırlarıyla ayrılmış olsun ya da olmasın, Marksistler, işçi sınıfının birliğini her şeyin üstünde tutar, işçi davasının bütünlüğünü gözetir ve savunurlar. Çok-uluslu tek devlet içindeyse işçi sınıfının tek ve ortak örgütler içinde birliği ilkesi, buradan gelir. Ama bu hiçbir zaman ve hiçbir şekilde ulusal ayrıcalıklar ve baskının savunulması, egemen ulus burjuvazisinin suçlarının üstlenilmesi anlamına gelmez. “Ulusal-topluluklara zulüm siyaseti, ulusları bölme siyasetidir. Aynı zamanda halkın kafasını düzenli olarak yozlaştırma siyasetidir bu… Ancak işçi sınıfının gereksindiği şey, bölünme değil, birliktir. İşçi sınıfının en büyük düşmanı, onun düşmanlarının bilisiz yığınlar arasında ektikleri vahşice önyargılar ve boşinanlardır. ‘Bağımlı halklar’a zulüm, iki ağzı da kesen bir silahtır, hem ‘bağımlı halklar’ı, hem Rus halkını keser. İşte işçi sınıfı, hangi biçim altında olursa olsun ulusal-topluluklara zulmedilmesine, bu nedenle sert bir biçimde karşı çıkmalıdır.” (Age, sf. 152)
Ayrılma özgürlüğünün tanınmasının zorunluluğu, ama bunun, her durumda ayrılmanın, aynı anlama gelmek üzere ayrılıkçılığın savunulması demek olmaması, buraya dayanır. Ulusal zulme karşıysanız ayrılma hakkını tanıyacaksınız, ama Marksistseniz, işçi sınıfının çıkarlarına hizmet edecek, sosyalizm davasını ilerletecek, öyleyse emperyalizmi zayıflatan ve demokrasi mücadelesini güçlendiren ulusal hareketleri desteklemekle yetineceksiniz.
Evet, bir Marksist, “kuşku yok ki, büyük devleti küçük devletlere yeğ tutar”; ama, “bütün öteki koşullar aynı olmak koşuluyla.” (Age, sf. 113) Anlamı açıktır; “büyük devlet” ulusal baskısıyla birlikte savunulamaz. “Büyük devlet” ve büyük çok-uluslu devlet içinde “ortak örgütlenme” ilkesi, ulusal baskı ve ayrımcılılığa karşı çıkıp UKKTH’nın tanınmasının engeli olarak anlaşılamaz. Demokrasi sorununa işçi sınıfının çıkarları ve sosyalizm açısından yaklaşan Lenin, bu nedenle UKKTH’nı da bu kapsamda ele almaktadır: “Sınıf bilinci taşıyan işçiler ayrılmayı savunmazlar. Onlar, büyük devletin ve büyük işçi yığınlarının birleşmesinin üstünlüklerini bilirler. Ama büyük devletler, ulusal-topluluklar arasında tam eşitlik varsa demokratik olabilir; bu eşitlik, ayrılma hakkını da içerir. Ulusal-topluluklara zulmedilmesine ve ulusal ayrıcalıklara karşı savaşım, bu hakkın savunulmasıyla da ayrılmaz bir biçimde bağlıdır.” (Age, sf. 136)
Kuşkusuz Marksist olmanın gereği, ayrılıkçılık ve ulus esasına göre örgütlenmenin, işçi sınıfının ulus esasına göre bölünmesi ve ayrı örgütlenmesinin savunulması değil, ama, birlikten yana olmak ve tek devlet içinde bütün uluslardan işçi sınıfının tek ve ortak örgütlenmesini esas almaktır. Ulusal baskıya karşı mücadele ve UKKTH’nı tanımak koşuluyla. Çünkü Marksizmin egemen ulus milliyetçiliğiyle, onu güçlendirmekle bir ilgisi olmadığı gibi, biz bu milliyetçiliğin amansız düşmanıyız. O nedenle, işçi sınıfının örgüt ilkesi olarak “ortak örgütlenme”nin savunulmasını UKKTH’nın tanınmasının yerine koymaya, “Milliyetçilik çözümsüzdür, cazibesini yitirmiştir, ayrı örgütlenme ve ayrı mücadelenin sonuçsuzluğu kanıtlanmıştır, Kürt sorununu da ancak biz çözeriz” türünden pek “devrimci” ve “sosyalist” görünen, ama hak gaspını içeren bir noktaya kadar vardırmanın Marksizmle değil, Türk milliyetçiliğinden etkilenmeyle ilgisi kurulabilir.
Ortak örgütlenmeye dayanak yapılmaya çalışılan, ayrı örgütlenmenin ve ayrılıkçılığın olumsuzlanmasına ve çözümsüzlüğü ve sonuçsuzluğunun kanıtlanmasına ilişkin iddiaların geçersizliği ise, sorunun diğer bir yanını oluşturuyor. Ezilen uluslar artık devrimci potansiyellerini yitirmişler midir? Öyleyse, artık küreselleşmecilerin iddiaları doğrultusunda “ulus” ve “ulus-devlet” aşılmıştır diye mi düşünülmektedir? Ulusal baskı mı sona ermiştir, yok sürüyorsa bile, emperyalizm karşısında ulusal hareketler mi şu ya da bu nedenle olanaksızlaşmıştır? Eğer hiçbiri değilse, niçin ezilen ulus milliyetçiliği (ve sosyal dayanağı olarak küçük burjuvaziyi de kapsamak üzere ezilen ulus burjuvazisi) tüm devrimci barutunu tüketmiş olsun? Neden Marksist “ortak örgütlenme-ortak mücadele” ilkesi, onun tutumu olan ayrı örgütlenme ve ayrı mücadelenin tümüyle sonuçsuz ve geçersiz sayılması üzerine bina edilsin?
Hayır, hâlâ ulusal baskı, hem de emperyalizmin saldırganlığın artışı koşullarında artarak devam etmekte, bu baskı ulusal hareketleri koşullandırmakta, ve kaçınılmaz olarak, ayrılma hakkının tanınması kadar, ezilen ulusların ayrılıkçı burjuva milliyetçi hareketleri, uzlaşmacı olduğu kadar devrimci hareketleri de yalnızca olanaklı değil, hatta kaçınılmazlıklarıyla gündemde kalmakta; ortak örgütlenme ilkesinin savunulması zorunluluğu da, ezilen ulus burjuva milliyetçiliğinin zayıflığı ya da güçsüzlüğüne, cazibesini yitirip yitirmemesine, özetle olumsuzlanması ihtiyacına dayanmamaktadır. Bu, Marksizmin her koşulda savunduğu bir ilkedir ve milliyetçiliğin durumu ve tutumu ne olursa olsun, işçi ve emekçilerin birlikte örgütlenmesi, Marksist bir örgüt ilkesi olarak işlevsel olacaktır. Yalnızca ortak örgütlenmenin ezilen ulus milliyetçiliğinin durumuna bağlanması bile, UKKTH konusundaki kafa karışıklığı ve hak gaspçılığına delalet eder. Çünkü, ortak örgütlenme zorunluluğu, açıktır ki, dolaysızca işçi sınıfının çıkarları gereğidir: “İşçi sınıfının çıkarları, belli bir devlet içindeki bütün ulusal-toplulukların işçilerinin –siyasal, eğitsel örgütler, işçi birlikleri, kooperatifler, vb., gibi– birleşmiş proletarya örgütlerinde bir araya toplanmasını gerektirir.” (Age, sf. 93)
Sonuçta şu noktaya varılır ki, “Bütün ulusal-toplulukların işçilerinin birliği, onun yanı sıra ulusal toplulukların tam eşitliği ve başından sonuna tutarlı demokratik devlet sistemi. Bizim sloganımız, enternasyonal devrimci sosyal-demokrasinin sloganı işte budur.” (Age, sf. 77)
Enternasyonalizm odur ki, Türk ve Kürt işçilerin (ve emekçilerin) birliği ve ortak örgütlenmesini, Kürtlerin tam hak eşitliği ve bunun savunulmasına dayanan ayrılma özgürlüğünün tanınmasının karşısına koymadığı gibi, iki tutumu, birlikte, tek ve ayrılmaz bir tutumun iki yönü olarak sloganlaştırır.
YENİDEN “EMPERYALİST EKONOMİZM” Mİ?
TKP, Kürtleri sosyalizme, Kürt sorununun sosyalist çözümüne çağırmaktadır. “Sosyalizm, Kürt emekçilerini yeni bir düzenin eşit kuruculuğuna çağırmaktadır.”
Ne var bunda, bundan doğalı olur mu, “komünist” bir parti, sosyalizmi öngörmeyecek, sosyalizme çağırmayacak, çalışmasıyla sosyalist çözümü hazırlamayacak da ne yapacak denebilir. Doğrudur. Marksizm, bütün örgütlü devrimci çalışmanın sosyalizmin zaferine, işçi sınıfının kurtuluşuna yöneltilmesinde somutlaşır. Ulusal sorunun çözümünü de sosyalizmin zaferine bağlayarak ele alır, ulusal alan da dahil, bunu kolaylaştırıp yakınlaştıracak tüm demokratik reformları savunur ve devrimci mücadelenin yan ürünleri olarak ele alır. Buraya kadar sorun yoktur. Sorun, “sosyalist çözüm” önerisinin hangi bağlamda, ne tür bir yaklaşımla ele alındığındadır. TKP, sosyalizmi ve ulusal sorunda sosyalist çözümü ayrılma özgürlüğünün, UKKTH’nın kabulünün karşısına koymaktadır. Bu, genel olarak, hele bugünkü koşullarda Kürtleri sosyalizme küfür etmeye çağırmakla eş anlamlıdır.
TKP, Kürt sorununa ilişkin olarak ortaya attığı sosyalist çözümü, programının bir maddesi olarak ve her koşulda, dün olduğu gibi yarın da uğruna çalışma yürüttüğü ve yürütmesi gereken bir önerme ve çağrı olarak gündeme getirmemiştir. Çağrısı, dün de geçerli olan ve uğruna çalışılan bir çağrı değildir; sosyalizmin olağan ve partinin kuruluşundan iktidarına kadarki günlük çalışmasını koşullayıp yönlendirmenin ötesinde bir amaca sahiptir. Dün değil, yarın da değil ama bugün ortaya atılmasının pratik bir anlamı vardır. Dün böyle bir çağrının yapılmaması, TKP’nin Kürt sorununun sosyalist çözümüne ilişkin çağrısının, ulusal soruna ilişkin genel Marksist yaklaşımın ötesinde bir çağrı olduğunu göstermektedir. Çağrı, son derece pratik değer taşımaktadır.
Zaten A. Güler de bunu söylemektedir: “Çağrıda bulunduğumuz çözüm bir yeni icat değil. Ama temcit pilavı, hiç değil. Bugün Kürt sorununun yeni ve bildik bir çözüm kanalına sokulması mümkündür. Mümkün olmanın ötesinde içinde bulunduğumuz konjonktür böyle bir yenilenme için oldukça da uygundur.”
Çağrı, bir “fiyasko”nun üzerinden yapılmaktadır. “Fiyasko” şöyle tanımlanmıştır: “Kürtler mücadele tarihlerinde kendi göbeklerini kendilerinin kesmesi üzerine kurulu deneyleri geride bırakmışlardır. Sonuç alınamamıştır.” İlk bölümde üzerinde durulduğu üzere çağrı, bu saptama üzerine kurulmuş ve “tüm biçimleriyle bu ‘ayrı kurtuluş’ yolunun cazibesini yitirdiği bir dönemeç”te çıkarılmıştır. Sonuç alamayan ve tüm biçimleriyle ayrı kurtuluş yolunun cazibesini yitirmesine götüren ayrılıkçığın, ayrılma hedefli ulusal hareketin alternatifinin TKP ve ayrı kurtuluş yolunun alternatifinin de TKP’nin sosyalizmi çözüm gösteren çağrısı olduğuna inanmamız istenmektedir. Gerçekçi olmayan saptamalarla, Barzani ya da başkasının seçenek olabilme veya Kürtlerin gözlerini diğer ülkelerdeki kardeşleriyle birleşmeye dikmeleri ihtimalinin de yolunun kesilmesi ihmal edilmeyerek, sosyalizm ve kuşkusuz TKP, tek seçenek ilan edilmiştir:
“Kürt yoksulunun kendi göbeğini kendisinin kesmesi denenmiş ve sonuç vermemiştir. Bütün biçimleriyle ‘kendi göbeğini kesme’ yolları, Kürt kitleler açısından çekici bir seçenek olmaktan da çıkmıştır. Türkiyeli Kürt yoksulunun komşu ülkelerdeki kardeşleriyle geleceğini birlikte örme olanağı ise, bir dizi egemen güç ve emperyalistlerce kapatılmıştır. Çaremiz bellidir.
“Kürt sorununun onurlu çözümünün adı defalarca konmuş durumdadır. İçinde yaşanan ülkenin, toplumun ve devletin eşit-kurucusu olmak. Sosyalizm bu çözümün gerçekleşmesine elveren tek seçenektir.”
Evet, tek seçenek! Sanılacak ki, TKP, ayaklanma çağrısını da yaptı yapacak! Her şey bir yana, hangi güçle, hangi güç ilişkileri içinde, özellikle bölgedeki hangi somut pratik gündelik sosyalist çalışması ve hangi ildeki hangi örgütüyle yapıyor TKP, bu somut pratik ve tek seçenek ilan ettiği çağrısını? Ayaklar yerden bu kadar kesilebilir! Bunu bir yana bırakalım.
TKP, sosyalist çalışmanın ve sosyalizmin kazandığı mevzilerin üzerinden de olmayan, –gelecekte– böyle olması durumunda bile, UKKTH’nı tanımayıp ayrılma özgürlüğünü dışlayarak “tek seçenek” ilanıyla yapıldığında anti-Marksist ve sosyalizm karşıtı bir içerik kazanacak türden hayalci ve anti-Marksist çağrısını, büyük bir çıkarcılıkla, yalnızca ulusal hareketin zorluklarına dayandırarak yapmış, bunu açıklamıştır da. Çağrının dün değil bugün yapılmasını da açıklamak üzere, A. Güler şunları yazabilmiştir:
“…sosyalist bir emekçi çözümü için yaptığımız çağrının, başka denemelerin tükendiği bir dönemde ortaya atılması doğaldır. Şu an Kürt aydını, Kürt insanı, Kürt devrimcisi mevcutların tükenişini yaşamakta ve yeni seslere açık hale gelmektedir…
“(Ve); sosyalist çözüm “teorik bir tez” olmanın ötesinde, ortada bir Türkiye Komünist Partisi gerçeği vardır.”
Başka tüm seçeneklerin “tükendiği bir dönemde” “tek seçenek”- ve tüm diğer çözüm seçeneklerini dışlayan, “tek”leşerek onların yerini alan pratik bir çözüm çağrısı! Hele ortada bir de “TKP gerçeği var”ken…
Ve A. Güler sonuca bağlamaktadır: “TKP, sosyalist Türkiye’de ayrımcılık için tek bir neden olmayacağını ilan etmektedir. Bu sorunun çözümü süreç işi falan değil, yalnızca bir kalemliktir.”
Siz ayrımcılık seçenek değil diyerek, KKTH’nı şimdiden bunca uhdenize almış, ayrılma özgürlüğünün inkarını bunca içselleştirmişken, “sosyalist Türkiye”nin yolunu açmayı bile rüyanızda görürsünüz. Bu, sıfır ihtimaldir. Ve zaten Allah göstermesin! Sizin “kalem” oynatacağınız bir Türkiye ayrımcılıktan kırılırdı.
LENİN NASIL YAKLAŞIYOR
Sosyalist Türkiye’de ayrımcılığın koşullarının kaldırılmış olacağı doğrudur. TKP’nin “sosyalist” öneri ve çağrılarının benzerini “halk iktidarı”nı “tek seçenek” ilan ederek çıkaran Ekmek ve Adalet, hiç olmazsa, sosyalizmin tüm ulusal ayrımcılığı otomatik olarak ortadan kaldıracağı, geriye “bir kalemlik” –imza işi olmalı– iş kalacağı düşüncesinde değildir; ulusal ayrımcılığın, baskı ve eşitsizliklerin temizlenmesinin “koşullarının yarıtılması”ndan söz etmektedir. Ama, O da, dışlayıcı ve “tek”çidir: “Kürt sorununun çözümü, ‘Ulusların kendi kaderini tayin hakkı’nı kullanmasının koşullarının yaratılmasıdır. Bu hakkı kullanabilmenin ise tek yolu var: Halkın iktidarı.”
Neden halk iktidarı ya da sosyalizmden önce kullanılamıyor hak? İstenmiyor mu yoksa olanaksız mı? Yoksa ikisi birden mi? Sorumuz asıl TKP’yedir: Neden sosyalizm dışında “çözüm” tanımıyorsunuz?
Peki, TKP’nin, “varolmayan bir kendi kaderini tayin hakkı için savaşım verme”yi “aldatıcı” diye niteleyen ve böyle bir savaşımın karşısına “proletaryanın kapitalizme karşı devrimci yığınsal savaşımı”nı koyan Parabellum’la, R. Lüxemburg’la, ardından “emperyalizm çağında artık ulusal savaşlar olası değildir. Ulusal çıkarlar, işçi sınıfını, öldürücü düşmanı olan emperyalizmin emri altına sokmak için aldatıcı bir araç olarak iş görmekten başka şeye yaramamaktadır.” diyen Junius ve “kendi kaderini tayin hakkı kapitalizmde olanaksız, sosyalizmde gereksizdir, sosyalist devrim her şeyi çözecektir” görüşünde olan Pyatakov’la (Kievsky) vb. Lenin’in tartışmalarından haberi yok mudur?
Demokrasiyi ve ayrılma özgürlüğünü gereksiz sayarak olur olmaz sosyalizmden söz açmak, üstelik “tek seçenek” ilan edilmiş sosyalist çözümler önermek belki sosyalizme sempati duyan gençlerin hoşuna gidecek, ama çocukça ve anti-Marksist olmaktan kurtulamayacaktır. Ulusal baskı ve ayrımcılığı sosyalizmle ve ayrıca bir mücadeleye gerek kalmaksızın, bir “kalem darbesiyle” kaldıracağını sanan ve hele bu olanağın gerçekleşmesini ayrılıkçıların zorlukları üzerine kuran, sosyalizm ve sosyalizm mücadelesinden tek bir sözcük anlamamış demektir.
Lenin’e baş vuralım:
“Gerek Semkovsky, gerek Kievsky, boşanma ‘tartışmalarında’, konuyu anlamadıklarını ve konunun özünden kaçındıklarını ortaya koymuşlardır. Bu öz şudur: Kapitalizmde, istisnasız bütün öteki demokratik haklar gibi, boşanma hakkı da bazı koşullara bağlanmıştır, sınırlıdır, biçimseldir, dardır ve gerçekleştirilmesi aşırı ölçüde güç bir haktır. Ama gene de kendine karşı saygısı olan hiçbir sosyal-demokrat, boşanma hakkına karşı duran bir kişiyi, sosyalist olmak şöyle dursun, demokrat bile saymayacaktır. Konunun özü budur. Bütün ‘demokrasi’, kapitalizmde ancak çok ufak ölçüde ve yalnızca göreli olarak elde edilebilen ‘haklar’ın ilanını ve gerçekleştirilmesini içerir. Ama bu hakları ilan etmeksizin, bu hakları hemen şimdi getirmek için bir savaşım vermeksizin, yığınları bu savaşım ruhuyla eğitmeksizin, sosyalizm olanaksızdır.
“Bunu anlamayan Kievsky, kendi özel konusuna ilişkin temel soruyu, yani biz sosyal-demokratların ulusal baskıyı nasıl yok edeceğimiz sorusunu atlamaktadır… Bu durumda geriye tek sav kalıyor: Sosyalist devrim her şeyi çözecektir! Ya da bazan, onun görüşlerini paylaşan kişilerin ortaya attığı sav kalıyor: Kendi kaderini tayin hakkı kapitalizmde olanaksız, sosyalizmde gereksizdir!
Bu görüş teorik bakımdan saçma, pratik siyasal bakımdan şovenisttir. Bu görüş demokrasinin önemini takdir etmez. Oysa demokrasi olmaksızın sosyalizm olanaksızdır. Çünkü: 1) proletarya demokrasi savaşımı içinde, sosyalist devrime hazırlanmadıkça o devrimi yapamaz; 2) utkun sosyalizm, tam demokrasiyi uygulamaksızın,zaferini pekiştiremez ve insanlığa, devletin çözülüp dağılmasını getiremez. Kendi kaderini tayin hakkının sosyalizmde gereksiz olduğunu iddia etmek, bu nedenle, sosyalizmde demokrasinin gereksiz olduğunu söylemek kadar anlamsız ve deva bulmaz bir şaşkınlıktır…
“Ekonomik devrim, her türlü siyasal baskıyı ortadan kaldıracak önkoşulları yaratacaktır. Bu nedenledir ki, her şeyi ekonomik devrime götürüp bağlamak mantıksız ve yanlıştır. Çünkü soru, ulusal baskı nasıl yok edilecek sorusudur. Ulusal baskı, ekonomik devrim olmaksızın yok edilemez. Bu, su götürmez bir gerçektir. Ama bununla yetinmek, saçmaya ve rezil emperyalist ekonomizme saplanmaktır.
“Ulusal eşitliği gerçekleştirmeliyiz; bütün uluslar için eşit ‘haklar’ ilan etmeli, formüller biçimlemeli ve uygulamalıyız. Belki de P. Kievsky dışında herkes bunu kabul eder. Ama bu, Kievsky’nin sakındığı bir soruya yol açar. Soru şudur: Ulusal bir devlet kurma hakkının yadsınması, eşitliğin yadsınması demek değil midir?
“Elbette öyledir. Ve tutarlı yani sosyalist demokratlar bu hakkı ilan edecek, formül haline koyacak ve uygulayacaklardır. Bu hak olmaksızın, ulusların tam ve gönüllü uzlaşımı ve kaynaşması sağlanamaz.” (Age, sf. 245-246)
Sanırız, büyük iddialarla ortaya atılmış olsa da, TKP’nin UKKTH’nın karşısına diktiği “sosyalist çözüm” çağrısının geri çekilmesi gerekecektir.
OLANAKLI MI-OLANAKSIZ MI
Peki sosyalizmi “tek seçenek” kılmak üzere ulusal hareketlerin olanaksızlaştığı iddiası doğru mudur? Kuşkusuz değildir. Bugünkü zor koşulların, ulusal hareketin ve genel olarak ulusal hareketlerin zorluklarının kalıcılığı kötümserliği üzerinden geliştirilen yorumlar ciddiye alınamaz. Bu, Türkiye açısından da böyledir, Kürtlerin dağıldıkları komşu ülkeler açısından da. Bu tür “olanaksızlık” iddialarının doğru sayılması halinde, geleceğin sosyalizm açısından da pek parlak olmadığını kabul etmek gerekecektir! Çünkü saf, demokratik ve ulusal hakların sahiplenilmesi sürecinde kendi hazırlığını tamamlamayan, devrimci ulusal ve demokratik mücadelelerle birleşip beslenmeyen bir sosyalizm mücadelesi ve zaferi, Lenin’in sözleriyle, olanaksızdır. Yanlış olan, ulusal hareketler açısından da koşulları değişmez sanmaktır. Başka her soruna olduğu gibi, ulusal soruna ve ulusal hareketlere de, hem maddi hem de manevi koşullarının değişmez olmadığı düşüncesiyle yaklaşmak zorunludur. Güç ilişkileri, sınırlar vb. değişebilir olduğu gibi, emperyalizme karşı tutumlar da değişebilir şeylerdendir. Ve dünyanın giderek sert çatışmaların gündeme geleceği yeni bir döneme doğru gitmekte olduğu koşullarda, bu değişimler daha hızlı olacaktır.
“Emperyalist devletlere karşı ulusal savaşlar, yalnızca olası ve olanaklı değildir, ama aynı zamanda kaçınılmaz bir şeydir, ilericidir; ve başarılı olması için her ne kadar ya ezilen ülkelerde çok sayıda insanın ortak, uyuşumlu çabasını (Hindistan ve Çin örneklerinde yüz milyonlarca insanı), ya uluslararası koşulların özellikle lehte olduğu bir durumu (yani emperyalist devletlerin savaşla, kendi aralarındaki karşıtlıkla, vb. güçlerini tüketip müdahale edemeyecek bir duruma gelmeleri) ya da büyük devletlerden birinde proletaryanın burjuvaziye karşı zamandaş olarak başkaldırmasını (bu son durum en çok arzu edilen ve proletaryanın zafer kazanması için en lehte durum olduğu için ilk sırayı tutar) gerektiriyorsa da, ulusal savaşlar devrimcidir.” (Age, sf.227)
Ve kimse, sosyalizmle, sosyalist mücadeleyle ulusal ve demokratik mücadelelerin, birbirinin yerine geçen ve birbirinden kopuk, üstelik bir Marksist açısından, birleşmesi istenmek bir yana, birleştirilmesi için çaba harcanmayan şeyler olduğunu düşünmemelidir. “Toplumsal devrim tek bir çarpışmadan ibaret değildir, ama ekonomik ve demokratik reformun bütün sorunları üzerinde, ancak burjuvazinin mülksüzleştirilmesiyle tamamlanan bir dizi çarpışmayı kapsayan bir dönemdir. Demokratik istemlerimizin her birini, bu sonal amaç için A’dan Z’ye kadar tutarlı devrimci bir yolda formüle etmeliyiz. Bazı ülkelerde, tek bir temel demokratik reform bile yapılmadan önce, işçilerin burjuvaziyi devirmelerinde akla-aykırı hiçbir yan yoktur. Ne var ki, tarihsel bir sınıf olarak proletaryanın, en tutarlı ve kararlı devrimci bir demokrasi ruhuyla eğitilerek hazırlanmadıkça burjuvaziyi yenebilmesi aklın alabileceği bir şey değildir.” (Age, sf. 199)
Ulusal hareketlerin ve “bütün biçimleriyle tükenmiş ayrı kurtuluş yolu”nun karşısına sosyalizm “tek seçenek” olarak mı koyuyorsunuz, “Türkiyeli Kürt yoksulunun komşu ülkelerdeki kardeşleriyle geleceğini birlikte örme olanağı” “bir dizi egemen güç ve emperyalistlerce kapatılmıştır” mı diyor ve “tek seçenek” olarak, Kürtlere, “içinde yaşanan ülkenin, toplumun ve devletin eşit-kurucusu olma” üniter çözümünü mü dayatıyorsunuz, ayrılmayı “olanaksızlık” mı sayıyorsunuz, dinleyin:
“Gerçekler, sosyalist proletaryanın ilk zaferinden önce, şimdi baskı altında bulunan uluslardan ancak 500’de 1’inin özgürlüğüne kavuşup ayrılacağını, sosyalist proletaryanın tüm dünyada sonal zaferi kazanmasından önce de (yani sosyalist devrim olayları boyunca), baskı altındaki uluslardan ancak 500’de 1’inin, o da çok kısa bir süre için ayrılacağını ortaya koysaydı da, bu durumda bile, işçilere, şimdi yaptığımız gibi, ezilen tüm ulusların ayrılma özgürlüğünü savunmayan ve tanımayan zulmedici ülkeler sosyalistlerini kendi sosyal-demokrat partilerine kabul etmemelerini salık verirken, biz, hem teorik, hem de siyasal pratik bakımdan gene haklı olurduk. Çünkü gerçek şu ki, demokrasinin farklı biçimlerine, sosyalizme farklı geçiş biçimlerine kendisinden bir şeyler katmak üzere, şimdi zulüm gören uluslardan kaçının ayrılma gereği duyacağını bilmiyoruz, bilemeyiz. Bizim bildiğimiz, her gün görüp hissettiğimiz şey şudur: Ayrılma özgürlüğünün yadsınması, teorik bakımdan baştan sona yanlıştır, pratik bakımdan da ezen ulusların şovenistlerine köle olmaya varır.” (Age, sf. 241)
SONSÖZ
Ayrılma özgürlüğü, UKKTH tanınmamazlık edilemez. Ancak bu yetmez. Ezen ulus milliyetçiliğinin etkisi altında “çocukluk hastalığı”ndan muzdarip olanlar bir yana bırakılırsa, en azından laf düzeyinde bu hakkı tanımayan yok gibidir. Öncesi bir yana, Wilson ve “prensipleri”nden bu yana, bütün sorun şuradadır: Bu hak, sosyalizme bağlanarak mı ele alınacaktır yoksa emperyalist “demokratizm”in bir unsuru mu olacaktır? Emperyalizme, ulusal olan ne varsa, tümüyle oynayıp, ulusal hareketleri kendisine bağlama olanağı tanınacak mıdır, yoksa ezilen uluslar ve ulusal hareketleri, sömürünün, baskının, savaşların olmadığı ve kurulmasının olanakları her geçen gün çoğalan yeni ve insanca yaşanabilir bir dünyanın kazanılması mücadelesinin dinamiği olarak rol oynayacaklar mıdır? Emperyalizmin saldırganlığı ve ulusal zorbalığı, bu sorunun olumlu yanıtını mayalandırıcıdır. Buna güvenilebilir. Geriye şu kalmaktadır: Ulusal soruna ilişkin Leninist kafa berraklığı, teorik netlik, soruna doğru yaklaşma ve bu kafa açıklığıyla sürdürülecek gündelik sosyalist çalışmanın –ülke, bölge ve dünya ölçeğinde– yaygınlaştırılması, ezilen ulusların ve ulusal hareketlerin sosyalizm ve işçi davasıyla birleşmesini hızlandıracak ve kolaylaştıracaktır.