Türkiye’nin Dış Ödemelerine Bakış

GİRİŞ

Burjuva basını ekonomi haberlerinde, toplumun dikkatini, dövizin fiyatı, petrolün fiyatı gibi günlük bilgilerle ve altı aylık ihracat artışı, yıllık millî gelir artışı gibi kısa vadeli gelişmelerle meşgul eder. Oysa, ekonominin nereden nereye gittiğini anlamak için orta ve uzun vadeli eğilimleri ortaya çıkaran verilere bakmak gerekir. Bu yazıda, Türkiye’nin dış ödemelerinin emekçiler için sorun teşkil eden eğilimlerini kısaca tartışacağız.

Türkiye’de hâkim sınıf 1960’lardan 1980’e kadar bir sanayileşme politikası uyguladı. Bu politika, genel olarak kendi ihtiyaçlarını üretebilen bir ekonomi yapısı oluşturmayı hedeflemekte idi. Hâkim sınıf, 1980’den sonra, dünyada emekçiler aleyhine gelişen siyasî konjonktürden yararlanarak, ekonomiyi ‘dışa açmaya’, yani dünya ekonomisine eklemlemeye yöneldi. Bu süreçte yaptığı iki önemli politika değişikliğini hatırlayalım.

Biri, ticaretin serbestleştirilmesidir. Ticaretin serbestleştirilmesinden kasıt, ithalâtın serbestleştirilmesidir; tartışmalı olan ithalâtın serbestleştirilmesidir; ihracatın kısıtlanmasını zaten savunan kimse yoktur. İthalât, 1980’den itibaren tedricen serbestleştirildi. İthalâtta miktar kısıtlamaları adım adım kaldırıldı; gümrük vergi oranları tedricen azaltıldı. Hâkim sınıf, Türkiye’yi 1994 Dünya Ticaret Örgütü anlaşmalarına katarak, AB ile Gümrük Birliğine sokarak ve AB ile üyelik müzakeresini başlatarak, serbest ticareti, Türkiye’nin kapitalizmin merkezlerine taahhüdü hâline getirdi.

Türkiye’nin ihracata ağırlık vermesi ve ithalâtı serbestleştirmesi, ücretler üzerinde, dışardan gelen yeni bir baskı oluşturdu. Mal ve hizmet ticaretinin artması, Türkiye’de işçi sınıfını başka ülkelerdeki ücretlerin baskısı altına aldı. İlâveten, ithalâtı serbestleştirme, devletin ithalât üzerindeki, dolayısiyle cari işlemler dengesi üzerindeki kontrolunu ortadan kaldırdı.*

1980’lerde ikinci önemli politika değişikliği, Türkiye’ye sermaye giriş çıkışlarının serbestleştirilmesidir (konvertibilite). Bununla kastedilen, ticaretle ilgili ödemeler haricindeki döviz transferleridir. Döviz alımı satımı üzerinde kısıtlamalar 1980’lerde tedricen hafifletildi ise de, döviz alımı satımının ve ülke dışına veya dışardan yurda fon transferinin tam serbestleştirilmesi 1989’da oldu. Bu, ekonomiye yeni bir istikrarsızlık unsuru getirdi.

 

SERMAYE HAREKETLERİ SORUNU

1989’da konvertibiliteye geçmeden önce dışardan borçlanma, ülke cari işlemler açığını karşılamak için, yani mal ve hizmet ithalât fazlasını karşılamak için yapılırdı. İthalâtın bir kısmı kredi ile yapılırdı. Sonuçta cari işlemler açığı kadar borçlanma (sermaye girişi) olurdu. Tablo 1’de 1970’li yıllara ait cari açık rakamları ile sermaye girişi rakamlarının birbirine yakın seyretmesi, bu politikayı yansıtmaktadır.

Buna mukabil, 1989’dan bu yana yabancıların ve yerli burjuvaların servetlerini keyiflerince yabancı finansal varlıklardan Türkiye’de yerli finansal varlıklara ve yerli finansal varlıklardan yabancı finansal varlıklara geçirebilmesi, döviz piyasalarında, menkul kıymet piyasalarında ve bankalarda yaptığı etkilerle, ekonomiyi genişletip daraltmağa başladı. Sermaye girişleri (Türkiye’de finansal aktiflere yönelme) dövizi ucuzlattığında, üretim artmakta, ithalât kabarmakta ve cari işlemler dengesinde açık artmaktadır. Ticaret serbestleştirildiği için, böyle zamanlarda devlet gümrük vergileri ya da başka yöntemlerle ithalâtı kontrol edememektedir. Sermaye Türk finansal varlıklarından büyük miktarlarda kaçtığında ise (yerli ve yabancı servet sahipleri ve fon yöneticileri Türk varlıklarını satıp parayı dövize çevirmeğe giriştiğinde), döviz pahalanmaktadır. Bu da döviz cinsinden borcu olan firmalarla bankaların bilançolarını ve ithal girdi kullanan firmaların malî durumlarını altüst etmekte, toplam harcamaları kısmakta ve işsizliği artırmaktadır. Toplumun geliri azaldığından ve üretim azaldığından ithalât azalmaktadır, cari işlemler dengesi düzelmektedir.

Tablo 1, 1990-1999’da Türkiye’ye giren sermayenin cari işlemler açığından alâkasız seyrettiğini göstermektedir. Bu boyutta sermaye girişi, dövizi ucuzlatarak, 2000’de gayrisafi millî hâsılanın yüzde 4.9’u kadar cari işlemler açığına yol açmış; 2001’de net 14.6 milyar dolarlık sermaye çıkışı olunca, ekonomideki daraltıcı tahribatı cari işlemler açığını 2.3 milyar dolar fazlaya çevirmiştir.

Genişlemeden daralmaya geçiş genellikle tedricen olmayıp, ekseriya beklenmedik bir anda döviz bunalımı şeklinde tecelli etmektedir. Yabancı firmalar ve finans kurumları, ülkemizde dış borçların birikmekte olduğunu göre göre, faizlere tamah edip borç vermekten vazgeçmemektedir. Yerli firmalar ve bankalar, ülkenin borçlarının birikmekte olduğunu bile bile, dövizin ucuzluğuna tamah edip borçlanmaktan vazgeçmemektedir. Buhran başlayınca, yerli firma ve bankalar malî sıkıntıya girmektedir. 1994 ve 2000-2001 tecrübesinden (ve başka ülkelerin tecrübesinden) gördüğümüz gibi, döviz bunalımından çıkış da, daima hükûmetin özel sektörün döviz borçlarını ödeyebilmesi için IMF’den yeni kredi alması ile gerçekleşmektedir. Devlet böylece, özel sektörün borcunu kamu borcuna dönüştürmektedir. Yani sermayedar kesimin yaptığı dış borçlanmanın yükünü, borçlanmada hiç bir dahli ve mesuliyeti olmadığı hâlde, işçinin, köylünün, esnafın, memurun uhdesine aktarmaktadır. Sermaye hareketlerinin yol açtığı bunalımlar, servet dağılımında ani değişikliklerle ve halkın borç yükü altında yoksullaşması ile sonuçlanmaktadır.

 

Tablo 1

Cari işlem açıkları ve sermaye hareketleri, 1973-2005

(milyar dolar)

 

cari işlemler dengesi a

Sermaye girişi

Cari denge/ GSMH (%)

1973-77

-7.1

+7.9

-2.6

 

1978-79

-2.7

+2.8

-2.2

 

1980-84

-9.7

+7.1

-2.9

 

1985-89

-0.7

+6.2

-0.3

 

1990-99

-13.9

+31.6

-0.8

 

2000

-9.8

+9.6

-4.9

 

2001

+3.4

-14.6

+2.3

 

2002

-1.5

+1.1

-0.8

 

2003

-6.8

+6.0

-3.4

 

2004

-15.6

+17.6

-5.2

 

2005

-23.1

+43.8

-6.4

 

Kaynak: Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası.

a Eksi işaret açık göstermektedir.

Tablo 2, dönem dönem sermayenin Türkiye’ye hangi biçimlerde girdiğini göstermektedir. Sermaye doğrudan yabancı yatırım, kredi ve portföy yatırımı şeklinde gelmektedir. Doğrudan yabancı yatırım, yabancı firmanın ülkemizde yeni firma kuran ya da mevcut bir firmanın kontrolünü alan yatırımıdır. Kredi, firmalar ve bankalar arası borç vermedir. Portföy yatırımı, bono, tahvil ve hisse senedi alımıdır. ‘Net hata ve noksan’ da, bilançonun tutmayan hesaplarından ortaya çıkan, kayıt dışı sermaye girişleri çıkışlarıdır.

Tablo 2’deki sermaye akım türlerinden krediler ve borç senetlerine yapılan portföy yatırımları, ülkemiz açısından borçlanmadır. 2000-2005’te sermaye girişinin 70.4 milyar doları, yani yüzde 68’i borç yaratmıştır. Doğrudan yabancı yatırımlar batsa, ya da yabancıların borsada satın aldığı hisselerin değerleri çökse, bunların hissedarı yabancılar zararı sineye çekmek zorundadır; kimseden bir şey talep edemez. Oysa borcun (kredinin, tahvilin, bononun) vadesi dolunca ödenmesi beklenmektedir. Bir yerli firma yabancılara borcunu ödeyemediği durumda, aslında olması gereken, borçlu firmanın iflasını, mal varlığının tasfiyesini ve (ne kadarı ödenebiliyorsa) borç ödemelerini icra-iflâs hukukumuza göre mahkemelerin halletmesidir. Oysa fiiliyatta sorun başka şekilde çözülmektedir; döviz buhranı başlayıp yerli firmalar dış borçlarını ödeyemez duruma düştüğünde, bu firmalara borç vermiş yabancı alacaklıların alacağını alması için IMF devreye girmektedir. IMF’nin buhranda devlete verdiği krediler yerli ve yabancı sermayeyi müşkülattan kurtarmakta; ve borçların yükünü emekçilerin omuzuna yüklemektedir.

Tablo 2’deki verilere göre, Türkiye, 2000-2005’te, çoğu borç olarak giren yaklaşık 103.8 milyar doların 54.7 milyarı ile fazladan mal hizmet ithalâtı yapmıştır. Bu ithalâtın içinde yatırım malları, lüks tüketim malları, petrol gibi ara malları ve varlıklı kesimin yurt dışı seyahat masrafı gibi hizmet alımları vardır. Giren 103.8 milyar dolarlık dövizden 26.5 milyarını Merkez Bankası istiflemiştir. Kalan 22.5 milyar doları, yurttaşlar, servetini vergiden kaçırmak maksadıyla yurt dışına çıkarmak için, yurt dışında iş kurmak için, enflasyondan korunmak için, veya çıkabilecek bir döviz buhranından yararlanmak için döviz alarak kullanmıştır. Dikkati çeken, 2000-2005’te yurdumuza giren 103.8 milyar dolardan 70.4 milyarlık biriken borcu ödemek için Merkez Bankasının ayırdığı ihtiyatın, 26.5 milyar dolar olduğudur.

Dış borcun faiz ödemeleri, yabancı sermayedarların bize yaptığı ‘hizmetin’ karşılığı ödeme sayıldığı için, cari işlemlere dahil edilir. Tablo 2, 1984-1989 ve 1990-1999 yıllarında dışarıya faiz ödemelerinin cari açıktan büyük olduğunu, yani faiz ödemeleri olmasa cari işlem bilançomuzun fazla vereceğini göstermektedir. Bunun anlamı, bu yıllarda ekonominin mal hizmet ithalâtının ihracatını dengeleyebildiği, sermaye girişlerinin o yılki dış faizleri ödemeye yaradığı ve daha sonraki faiz ödemelerine yol açtığıdır.

Ancak 2000-2005’te cari işlemler açığı, faiz ödemelerini aşmıştır. Sermaye girişleri, dövizi ucuzlattığından ve hükûmetler ithalâtı kontrol etmemekte kararlı olduğundan, faiz dışı cari işlemlerimiz bile açık vermiştir.

Tablo 2

Türkiye’ye sermaye girişi ve kullanımı (milyar dolar)

1984-1989

1990-1999

2000-2005

2006 (Ocak-Temmuz)

Sermaye girişi

9.3

53.1

103.8

28.9

Doğrudan yabancı yatırıma

1.5

6.1

19.9

9.0

Kredib

4.2

29.8

51.5

17.9

Portföy yatırımı

3.1

14.3

27.3

1.1

Hisse senedine

0.0

2.4

8.4

1.3

Borç senedine

3.1

11.8

18.9

-0.3

Net hata noksan

0.5

2.9

5.0

0.9

Sermaye kullanımı

9.3

53.1

103.8

28.9

Cari işlemler açığı

2.2

13.9

54.7

20.8

Faiz ödemeleri

11.3

26.2

23.2

2.4

Merkez Bankası rezerv artışı

3.2

20.8

26.5

3.9

Sermaye çıkışı

3.9

18.3

22.5

4.3

Kaynak: Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası elektronik veri dağıtım sisteminden hesaplanmıştır.

a Yerleşik olmayanların ülkemizde yaptığı net doğrudan yatırımdır.

b IMF kredileri dahildir.

Özel sektörün borçlanması ve bunun kamu borcuna dönme süreci üzerinde rakamlarla durmağa değer (Tablo 3). 2000 yılından 2001 yılına özel sektörün kısa vadeli dış borçları 26.6 milyar dolardan 15.7 milyar dolara indi. Bu azalma, devletin 2001’de dışardan borçlanarak TCMB orta ve uzun vadeli dış borçlarını 13.4 milyar dolardan 23.6 milyar dolara artırıp özel sektöre döviz arz etmesi ile sağlandı.

Tablo 3

Türkiye’nin dış borç stoku (milyar dolar)

1996

1997

1998

1999

2000

2001

2002

2003

2004

2005

2006 Haziran sonu

Toplam Dış Borç Stoku

79.4

84.2

96.3

103.1

118.5

113.6

130.2

145.0

162.2

171.1

193.6

Kısa Vadeli Dış Borçlar

17.1

17.7

20.8

22.9

28.3

16.4

16.4

23.0

32.6

38.2

43.7

Kamu

0.0

0.1

0.0

0.0

1.0

0.0

0.0

0.0

0.0

0.0

0.0

TCMB

1.0

0.9

0.9

0.7

0.7

0.8

1.7

2.9

3.3

2.8

2.7

Özel

16.1

16.7

19.9

22.2

26.6

15.7

14.8

20.2

29.3

35.5

40.9

Bankalar

8.4

8.5

11.2

13.2

16.9

8.0

6.3

9.7

14.5

17.7

20.8

Diğer Sektörler

7.7

8.2

8.7

9.1

9.7

7.7

8.4

10.5

14.8

17.7

20.2

Orta-Uzun Vadeli Dış Borçlar

62.3

66.5

75.5

80.2

90.2

97.2

113.7

122.0

129.6

132.8

149.9

Kamu

40.2

38.9

39.7

42.5

47.6

46.1

63.6

69.5

73.8

68.1

66.9

TCMB

11.4

10.9

12.1

10.3

13.4

23.6

20.3

21.5

18.1

12.7

13.0

Özel

10.7

16.8

23.7

27.4

29.2

27.5

29.8

31.0

37.7

52.1

70.0

Finansal kuruluşlar

3.4

5.5

6.9

7.5

7.6

4.8

4.6

5.1

8.3

15.3

20.3

Bankalar

2.3

3.8

4.3

4.8

4.5

3.2

3.0

3.1

5.8

12.2

16.6

Bankacılık dışı

1.1

1.8

2.6

2.7

3.0

1.6

1.6

1.9

2.5

3.1

3.8

Finans dışı

7.4

11.3

16.8

19.9

21.6

22.7

25.2

25.9

29.4

36.7

49.8

Kaynak: Hazine Müsteşarlığı.

Şimdi aynı süreçten tekrar geçmemizin zemini hazırlanmıştır. Kamu sektörü 2002’den beri borç stokunu belirli bir seviyede tutarken, özel sektörün kısa, orta ve uzun vadeli borç stoku 2002’de 44.6 milyar dolardan 2006 Haziran sonunda 110.9 milyar dolara yükselmiştir. Bunun 40.9 milyar doları kısa vadelidir. Özel sektörün borçlanması gelecekte tekrar buhrana yol açar ise, 2006 Haziran sonunda 82.6 milyar dolara ancak indirilmiş olan kamu ve Merkez Bankası dış borçlar toplamı, tekrar IMF yardımı ile artırılıp, ödemesi çocuklarımıza kalacak bir seviyeye çıkabilir.

TİCARET SORUNU

Hâkim sınıfın kalemşorları, sermaye girişlerinin cari işlemler açığını büyüten etkisini göz ardı edip, cari işlemler açığını Türkiye’nin dış kaynaklara muhtaç olduğuna delil olarak göstermektedir. Oysa Türkiye ekonomisinin mal ihracat-ithalât dengesindeki açığı, hizmet ihracat-ithalât dengesindeki fazlası iyi-kötü kapatabilmektedir. Tablo 1’de bazı yıllarda görülen, gayrisafi millî hâsılanın yüzde 1-2’si raddelerindeki cari işlemler açıkları kontrol edilebilirdir. Sermaye girişlerinin cari açığı artırıcı etkisi olmasa, faiz ödemelerinin cari işlemler üzerinde yükü olmasa, ve devlet gereksiz ithal kalemlerini biraz kontrol altına alan politikalar uygulasa, cari işlemlerimizin devamlı dengede olmaması için bir sebep kalmaz.

Fakat Türkiye ekonomisi cari işlemlerinde açık verdiği zaman bile, yani dolar cinsinden ithalât harcamalarımız ihracat gelirlerimizi aştığı zaman bile, Türkiye’nin dış dünyadan verdiğinden fazlasını aldığı iddia edilemez. Çünkü malların hizmetlerin fiyatları değiştiğinde fazlalar açığa, açıklar fazlaya dönüşebilmektedir. Fiyatların bir kısmı tekelcilerin kontrolü altında, bir kısmı spekülatörlerin etkisi altında olduğundan, piyasa fiyatlarını mal ve hizmetlerin gerçek ve nesnel değer ölçüsü olarak görmek mümkün değildir. Ne var ki, para dışında, ticaret yoluyla ülkeler arası kaynak transferini ölçmek için herkesin üzerinde anlaştığı bir ölçü yoktur.

Oysa ki, gelişmiş ülkelerin ticaret yolu ile Türkiye gibi az gelişmiş ülkelerden kendilerine reel kaynak transfer ettiği bellidir. Dünyada az gelişmişliğin ve gelişmişliğin sebebi, ülkeler arası muazzam gelir farkının önemli bir sebebi, beş asırdır süren bu transferdir.

1990’lı yıllarda ülkelerin millî gelirlerini birbiriyle karşılaştırmak için OECD gibi bazı uluslararası örgütlerin hesapladığı satın alma gücü paritesi denilen dolar kurları, son yirmi beş yılda ticarette az gelişmiş ülkelerden gelişmiş ülkelere kaynak transferi sürecine yeni bir ışık tutmaktadır. Satın alma gücü paritesi, bir tarihte, bir para miktarı ile, bir ülkede ve ABD’de aynı veya benzer malları aynı miktarda almayı sağlayacak o ülke parasının farazî dolar kurudur. Bunu hesaplamak için kapsamlı bir mal ve hizmet listesi oluşturulmakta; bu mal ve hizmet kümesinin ABD’de dolar fiyatı ve (örneğin) Türkiye’de YTL fiyatı hesaplanmakta ve YTL maliyeti dolar maliyetine bölünmektedir. Bu, YTL’nin satın alma gücü paritesi denen teorik bir YTL/dolar kuru vermektedir.

Bu kurun ne amaçla hesaplandığını örnekle görelim. Türkiye ile Bulgaristan’ın fert başına millî gelirleri karşılaştırılmak istense, YTL birimiyle Türkiye fert başına millî geliri satın alma gücü paritesiyle dolara çevrilir. Bulgar parası levanın satın alma gücü paritesi kullanılarak, leva birimiyle Bulgar millî geliri dolara çevrilir. Böylece döviz piyasalarında sermaye hareketlerinin etkilediği YTL/leva kurunu kullanmadan, daha nesnel bir teorik kurla dolara çevrilmiş fert başına millî gelirleri karşılaştırılabilir.

1997’de, satın alma gücü paritesinin, kaynak transferini göstermekte de kullanılabileceği fark edildi. Örnekle açıklayalım: 2005’te, Yeni Türk Lirasının satın alma gücü paritesi bir dolara 83 kuruş olarak hesaplanmıştır. Yani 2005’te, Türkiye’de fiyatı 83 kuruş olan malların ve hizmetlerin ABD’de fiyatı yaklaşık bir dolar idi. Oysa 2005’te, Türkiye’de üreticiler, maliyeti 83 kuruş olan mallarının dolar fiyatını 1.34 YTL/dolar[1] piyasa kurundan hesaplayarak 62 sente ABD’ye ihraç etti. 2005’te Türk parası, satın alma gücü paritesine kıyasla, yüzde 38 düşük değerlenmişti. Dolayısiyle o yıl Türkiye’de üretilen mal ve hizmetler ABD’ye ihraç edildiğinde, oradaki değerinden ortalama yüzde 38 ucuza teslim edilmekte idi.

Gelişmiş ülkelerden Türkiye’ye gelen gezginlerin bizde mal ve hizmetleri ucuz bulmasının sebebi budur.

Ürettiğimiz mallar ve hizmetler, 2005’te piyasa kuruyla dolara çevrildiğinde ABD’ye bu kadar ucuza gidiyor ise, neden ABD’ye ihracat patlaması olmadı? Neden birkaç yıldır ihracatçılar, YTL’nin döviz karşısında düşük değerlendiğinden değil, aşırı değerlendiğinden yakınıyor? Sorunun cevabı, diğer az gelişmiş ülkelerin paralarının kurlarındadır.

4. ve 5. tablolar, bazı az gelişmiş ülkelerin ve gelişmiş ülkelerin millî paralarının dolar fiyatının satın alma gücünden ne kadar saptığını göstermektedir. Bazı az gelişmiş ülkelerin paralarının dolar karşısında değeri, satın alma gücü paritesine kıyasla çok ucuzdur. Yani bu ülkelerin parası, bu parayı dolarla piyasada satın alanlar için, satın alma gücüne kıyasla çok ucuz olduğundan, bu ülkelerin ihraç ettikleri mal ve hizmetler de, ABD’deki değerlerinden çok daha ucuza teslim edilmektedir. Tablo 4’te, Bangladeş, Endonezya, Hindistan, Pakistan gibi ülkelerde millî paranın dolar karşısında değerinin, satın alma gücüne nispetle belirgin bir azalma eğiliminde olduğu da gözlenmektedir.

Tablo 5, gelişmiş ülke paralarının dolar kurunun, satın alma gücü paritesinden çok fazla sapmadığını göstermektedir. Öyle ise, az gelişmiş ülkeler, sadece ABD’ye değil, bu diğer gelişmiş ülkelere ihracat yaparken de mallarını ve hizmetlerini ucuza (ihraç edildiği ülkedeki piyasa değerinden çok ucuza) ihraç etmektedir.

Türkiye, ihracata dayalı büyüme stratejisi uyarınca, Bangladeş ve Endonezya gibi ülkelere karşı, fason üretim siparişi ve doğrudan yatırım cezbetme rekabetindedir. Bu ülkelerin paralarının piyasada dolar karşısında değeri satın alma gücü paritesinin 2000-2005’te yüzde 22’si ve yüzde 30’u seviyesinde olunca, YTL’nin piyasada dolar karşısında satın alma gücüne kıyasla yüzde 47 seviyesinde değerlenmesi, Bangladeş’e ve Endonzeya’ya karşı rekabete yetmemektedir. Dolayısı ile Türkiye, ihracat ve yatırım cezbetme rekabetinde başarılı olabilmek için, mal ve hizmetlerini gelişmiş ülke piyasalarındaki değerlerinin çok altında fiyattan satma baskısı altındadır. Bunu, döviz buhranının getirdiği devalüasyonlar gerçekleştirmektedir. Ama bu devalüasyon, ihraç ettiğimiz metaları ucuzlatarak, Türkiye’den gelişmiş ülkelere, onların tüketim ve yatırım imkânlarını, sermayelerinin birikim imkânlarını artıran, kaydı olmayan ve görünmeyen kaynak transferini artıracaktır. Bu, ihracata dayalı büyüme stratejisinin az gelişmiş ülkeleri düşürdüğü tuzaktır.

Az gelişmiş ülke paralarının dolar ve diğer rezerv paralar karşısında değer yitirmesinin başlıca sebebi, konvertibilitedir. Konvertibilite yurttaşlara tasarruf saklamak için döviz alımını serbestleştirince, az gelişmiş ülkelerde dövize talep artmaktadır. Ayrıca, sermaye hareketlerinin yarattığı bunalım tehlikesine karşı merkez bankalarının rezerv biriktirmesi de, dövize talebi artırmaktadır. Sebebi her ne ise, neticede az gelişmiş ülkelerde piyasa kurları paranın satın alma gücünden kopmakta, ve piyasa kurları, gelişmiş ülkelere karşılıksız kaynak transfer eden bir araç olmaktadır.

Bu kaynak transferi emekçileri nasıl etkilemektedir? Dünya ekonomisine açıldıkça, Türkiye emekçileri de, artan oranda ithal malları ya da yabancı lisansla Türkiye’de üretilen mallar tüketmektedir. YTL’nin değerlenmesi emekçilerin ithal mal alım gücünü artırmakta, YTL’nin değerinin azalması emekçilerin ithal mal alım gücünü azaltmakta, bu mallar açısından yoksullaştırmaktadır. Ancak YTL/dolar kuru, satın alma gücü paritesinden yüksek oldukça (YTL satın alma gücüne göre düşük değerlendikçe), emekçilerin yaptığı üretimin emperyalist ülkelere ucuz ihracatı o ülke ekonomilerini güçlendirerek, Irak’ı işgal eden, Afganistan’ı bombalayan devletlerin gücüne güç katmakta; emperyalist odakların teknolojik, askerî, finansal hâkimiyetini desteklemektedir.

Tablo 4

Bazı az gelişmiş ülkelerde millî paranın dolar kurunun

satın alma gücü paritesine oranı

1975-1979

1980-1984

1985-1989

1990-1994

1995-1999

2000-2005

Bangladeş

0.40

0.32

0.29

0.27

0.26

0.22

Bolivya

0.41

0.35

0.43

0.42

0.45

0.37

Brezilya

0.59

0.48

0.43

0.52

0.65

0.41

Endonezya

0.62

0.59

0.36

0.34

0.30

0.30

Hindistan

0.37

0.35

0.30

0.21

0.20

0.19

Malezya

0.76

0.73

0.56

0.56

0.54

0.45

Meksika

0.55

0.54

0.39

0.60

0.52

0.69

Mısır

0.45

0.38

0.35

0.30

0.39

0.32

Pakistan

0.47

0.46

0.33

0.29

0.28

0.27

Tayland

0.50

0.46

0.39

0.44

0.40

0.31

Türkiye

0.79

0.53

0.43

0.54

0.49

0.47

Venezüela

0.96

1.14

0.66

0.50

0.63

0.75

Vietnam

0.14

0.20

0.19

Kaynak: Dünya Bankası. World Development Indicators. Cari dolarla GSYİH’yi satın alma gücü paritesi dolarıyla GSYİH’ye bölerek hesaplanmıştır.

Tablo 6

Bazı gelişmiş ülkelerde millî paranın dolar kurunun

satın alma gücü paritesine oranı

1975-1979

1980-1984

1985-1989

1990-1994

1995-1999

2000-2005

Almanya

1.16

0.94

1.02

1.27

1.24

1.02

Fransa

1.16

0.97

1.00

1.19

1.15

1.00

İngiltere

0.71

0.81

0.78

0.94

0.96

1.01

İtalya

0.70

0.68

0.83

1.01

0.91

0.88

Japonya

0.96

0.90

1.25

1.49

1.48

1.23

Kanada

1.09

1.00

0.99

1.03

0.88

0.90

Kaynak: Tablo 5 ile aynı.

 

SONUÇ

Uluslararası sermaye hareketlerini serbestleştirmek ve ticareti serbestleştirmek, az gelişmiş ülkelerde emekçileri yoksullaştırarak sermaye birikimini hızlandıran iki politikadır. Bu sebeple, emekçilerin iktidarında, devlet, mutlaka ülkeye giren çıkan ‘sermayeyi’ (dövizi) ve ithalâtı sıkı kontrol altına almak zorundadır. Kontrol altına almak demek, elbette ki dışardan borçlanmaya kesin bir son vermek veya ithalâtı sıfırlamak demek değildir. Kontrolun anlamı, borçlanmayı ve dış ticareti toplumsal ihtiyaçlara göre plânlamak ve düzenlemektir; bunları sermayedarların kararlarına, tercihlerine bırakmamaktır.

Sermaye hareketleri ve ithalât üzerinde kontrol, Türkiye ile IMF, OECD, Dünya Ticaret Örgütü gibi sermayenin eşgüdüm merkezlerinin arasını ve ABD ve AB gibi emperyalist devletlerin arasını bozacak ve tepkilere yol açacaktır. Halk iktidarı, bu baskıları defetme gücünü emekçi kitlelerinin örgütlü desteğinde bulacaktır.

Türkiye’de, toplumsal muhalefet ve sol gibi muğlak terimlerin arkasına saklanarak siyaset yapanlar, Türkiye’nin dış iktisadî ilişkileri konusunda neyi tasarladıkları konusunda somut bir şey söylememektedir. Kapitalist dünya ekonomisiyle ilişkileri nasıl düzenleyeceğine kafa yormayan siyasî hareketlerin antiemperyalizmi kuru bir slogandan başka bir şey değildir.

 


* Bir ülkede tüm döviz giriş çıkışlarının kaydedildiği tabloya ödemeler dengesi denir. Tablo iki kısımdan oluşur. Bunlardan cari işlemler hesabında, mal ve hizmet ihracat ve ithalâtının döviz hareketleri görülür. Faiz ödemeleri gibi ‘yatırım gelirleri’ ve işçi dövizleri de birer hizmet geliri sayıldığından cari işlemler hesabına kaydedilir. Ödemeler dengesinin ikinci kısmı, sermaye hesabıdır. Sermaye hesabında kredi, mevduat, tahvil, bono, hisse gibi finansal varlıklarla ilgili döviz giriş çıkışları ve doğrudan yabancı yatırımlar kaydedilir.

[1] TCMB 2005 ABD doları efektif alış kuru 1.34 YTL idi.

Sosyalist Eğitim Halk İçin Bilim

 

GİRİŞ

EĞİTİM BİR SİSTEM SORUNUDUR

Burjuva pedagoglar, eğitimi, bireylerde istenilen yönde davranış değişikliği oluşturma süreci olarak tanımlamaktadır. Bu tanımdan yola çıkarak eğitimin, egemen sınıfların toplumu kendi düzenlerine kazanmanın ideolojik araçlarından biri olduğu söylenebilir. Önceki üretim biçimlerinden/sistemlerden farklı olarak, kapitalist üretimin “özgür” bireylere dayanması ve burjuva devletin vatandaşlık ilişkileri üzerine şekillenmesi, kapitalizmin toplumun tamamını kapsayan, genel ve zorunlu bir eğitim politikası geliştirmesine neden olmuştur. Üretkenliğin ve karlılığın (sömürünün) arttırılmasına dayalı bir sistem olması, kapitalizmin eğitime, vatandaşlık eğitiminin yanı sıra üretim süreçlerinde ihtiyaç duyulan vasıflı emek gücünün üretildiği bir süreç olarak da işlev yüklemesine yol açmıştır. Bu gelişmelere bağlı olarak eğitim, Fransız Burjuva Devrimi’nden sonra “devletin temel görevlerinden biri” olarak tarif edilmiş; 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nde “her insanın eğitim hakkı olduğu” ve Çocuk Hakları Sözleşmesi’nde ise “Her çocuğun parasız, temel eğitim hakkı bulunduğu” ilan edilmiştir.

Kapitalizmin 1970’li yıllarda dünya ölçeğinde yaşadığı krizden sonra, bu krizin aşılması amacıyla neo-liberal politikaların geliştirilmiştir. Sosyalizmin, kapitalist sistem üzerindeki baskısının azalıp ortadan kalkmaya başladığı bir süreçten günümüze farklı biçim ve düzeylerde uygulamaya sokulan neo-liberal politikalar ile devlet-vatandaş ilişkileri yeniden tarif edilerek, devletin kamusal hizmet verdiği alanların piyasaya açılarak, sistemin birikim krizinin aşılması amaçlanmaktadır. Neo-liberal ideologlar, eğitimi pazar payı milyar dolarları bulan bir birikim alanı olarak tarif ederek; eğitimin devlet için taşınması artık imkânsız hale gelmiş bir yük olduğu iddiası eşliğinde, devletin eğitimden elini çekmesi talebini gündeme getirmişlerdir. Neo-liberalizmin eğitim politikası “eğer eğitim birey için daha sonra kazanılacak bir ek kazanç anlamına geliyorsa, bireyin bu kazancın maliyetini karşılaması gerekir” sözleriyle özetlenebilir. Bu eğitim politikaları içinde üniversitelere özel bir işlev yüklenmiş; üniversiteler piyasa sürecinin ihtiyaç duyduğu nitelikli bilgi ve teknolojileri üreten merkezler olarak yeniden tanımlanmaya başlamıştır.

Eğitim, bireyi üretim biçimi ve ilişkilerinin toplumsal yeniden üretimi sürecine kazanmayı amaçlayan bir alan olduğuna göre, diğer alanlarda olduğu gibi eğitim alanında da dayatılan neo-liberal politikalar, sistemin “yeniden yapılanma” ihtiyacından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla eğitimdeki “yeniden yapılanma”nın, eğitimin paralı hale getirilmesinin ötesinde bir anlam ve önemi bulunmaktadır. Eğitim nihayetinde bir sistem sorunudur ve kapitalizmin yaşamın bütün alanlarını metalaştırdığı, piyasaya açtığı bir sürecin dışında kalmasını düşünmek gerçekçi değildir. Bu bakımdan eğitimin piyasalaştırılması süreci, aynı zamanda bu süreci içselleştirmiş “girişimci bireyler”in yetiştirildiği bir süreç olarak anlaşılmalıdır.

Kapitalizm, eğitimi bütün toplum kesimlerini kapsayan, sistematik bir süreç haline getirerek, bu alanda önceki sistemlerle kıyaslanmayacak biçimde ileri bir adım atmıştır. Ama bu süreç, aynı zamanda insan aklının ‘araçsallaştırıldığı’, bilginin kapitalistlerin sömürü ve karlarının hizmetine sokulduğu bir süreç olarak gelişmiştir. Gelinen noktada, emperyalist-kapitalist sistemin dayattığı neo-liberal politikalar ile eğitimin ticaretleştirilip bilginin bir meta haline getirilmesi, eğitimi parası olanın faydalandığı ya da herkesin parası oranında faydalandığı bir hizmet olmasının ve geniş emekçi kesimlerin bu haklarını elinden alınmasının önünü açmıştır.

Bugün, eğitimin bütün süreçlerini piyasanın istekleri doğrultusunda biçimlendiren neo-liberal politikalara karşı, eğitim hakkı için toplumun geniş kesimlerini birleştirecek bir mücadelenin örgütlenip geliştirilmesi bir ihtiyaç olarak durmaktadır. Böylesi bir mücadelenin başarıya ulaşması, mücadelenin kendisi kadar hangi talepler etrafında yürütüleceği, nasıl bir alternatif sunduğuna/sunacağına bağlıdır. Bu bakımdan sosyalizm ve onun, insanın yeteneklerinin açığa çıkarılıp geliştirilmesi; özgür düşünen, sorgulayan bireyler yetiştirilmesi bakımından insanlık tarihinin en ileri adımlarının atıldığı bir süreç olarak gelişen Sovyetler Birliği pratiği, geri dönüş ile birlikte büyük oranda tahrip edilip ortadan kaldırılmış olsa da izleri hala canlı olan deneyimi ile yol gösterici ve tek gerçek alternatif olmaya devam etmektedir.

Yazımızda emperyalist-kapitalist sistem tarafından dayatılan neo-liberal eğitim politikaları ile Türkiye’deki uygulamaları üzerinde genel bir değerlendirme yaptıktan sonra, Sovyet pratiği üzerinden sosyalizmin eğitim alanındaki politikaları/uygulamaları üzerinde durarak alternatif politikanın dayanaklarını ortaya koymaya çalışacağız.

 

NEO-LİBERAL EĞİTİM POLİTİKALARININ TEMELLERİ VE UYGULAMA ALANLARI

Emperyalist-kapitalist sistem, 1970’li yıllarda yaşadığı krizi aşmak için uygulamaya koyduğu neo-liberal politikalar ile, bir yandan esnekleştirme, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma gibi uygulamalara dayanan bir kuralsızlaştırmayı ( daha doğrusu bütün kuralları sermaye tarafından belirlenen bir üretim sürecini) dayatırken, öte yandan yeni birikim alanları oluşturmak üzere kamusal hizmetlerin piyasaya açılmasını gündeme getirmiştir. Kamusal alanların özelleştirilip piyasaya açılması uygulamaları 1980’li yılların başında İngiltere ve ABD’de başlamış; 1986–1994 yılları arasında genel çerçevesi belirlenip uygulamaya sokulan GATS (Hizmet Ticareti Genel Anlaşması) ile bu politikalar dünya düzeyinde uygulanmaya konulmuştur. Türkiye’nin de 1995’te imza koyduğu GATS ile eğitim, sağlık, belediye hizmetleri ve haberleşmenin de içinde yer aldığı 11 hizmet alanının piyasaya açılması, daha doğrusu belirlenen alanlarda piyasa işleyişi önündeki engellerin kaldırılması amaçlanmaktadır.

Neo-liberal politikalar, “Piyasalar iyidir, piyasa sürecine yapılan her müdahale kötüdür anlayışına dayanmaktadır. Neo-liberal ideologlar, bu politikaların eğitim alanında uygulanmasının dayanakları olarak “ kamunun egemenliğindeki eğitimin kaynakların rasyonel olmayan kullanımına neden olduğu, dahası tüketicilerin tercihlerine yeteri kadar cevap veremediği” ve ayrıca “eğitimin birey için geleceğe yönelik bir yatırım olduğu”1 iddialarını gündeme getirmektedir. Böylelikle, birinci olarak; kaynakların rasyonel kullanımı ve tüketicilerin ihtiyacına cevap verebilmek için eğitimin piyasaya açılması kaçınılmazdır. İkinci olarak; piyasada “hizmetten yararlanan öder” ilkesi geçerlidir. Dolayısı ile eğitim, eğer bireyin geleceği için yapılmış bir yatırımsa, bireyin bu yatırımın maliyetini karşılaması gerekir. 2000 yılı itibarıyla dünya genelinde eğitim sektöründe yapılan kamusal harcamaların 2 trilyon doları geçtiği dikkate alındığında uluslararası sermaye bakımından bu alanın piyasaya/ticarete açılmasının önemi daha iyi anlaşılır olmaktadır. Eğitimin ticarileştirilmesi açısından öncelikli alanı yüksek öğretim oluşturmaktadır. Üniversite-sermaye işbirliği üzerinden bilginin artık üretim sürecinin nitelikli bir girdisi olarak değerlendirilmesi ve yüksek öğretimin bireysel getirisinin toplumsal getirisinden fazla olduğu söylemi, bu alanın sermaye tarafından eğitim ticareti bakımından en karlı ve verimli alan görülmesine neden olmaktadır. Sayıları milyonları bulan kendi ülkesi dışında eğitim gören yüksek öğrenim öğrencilerinin her yıl hızla artması da, bu alanı sermaye çevreleri için cazip kılan etmenler arasındadır.

Eğitimin piyasada alınıp satılan bir meta haline getirilmesi, uluslar arası sermaye için önemli bir birikim alanı oluşturmaktadır. Ama neo-liberal politikalar bakımından eğitimin piyasaya açılmasının önemi bundan ibaret değildir. Eğitim, egemenliğin yeniden üretilmesinin ideolojik araçlarından biridir ve emperyalist-kapitalist sistem için eğitim süreçlerinden geçenlerin neo-liberal politikalara kazanılması büyük önem taşımaktadır. Dünya ölçeğinde eğitim müfredatlarının bu ihtiyaca cevap verebilecek şekilde düzenlenmesi görevi, emperyalist-kapitalist tekeller tarafından Dünya Bankası(DB)’na verilmiştir. Bu amaçla DB tarafından 1962–2003 yılları arasında eğitim alanındaki düzenlemelerde kullanılmak üzere, Türkiye’nin de içinde yer aldığı bağımlı ülkelere toplam 1179 adet proje kredisi açılmıştır.2

MODEL ÜLKE: ŞİLİ

Dünya Bankası, eğitim alanındaki uygulamalarının model ülkesi olarak Şili’yi göstermektedir. Şili’de eğitimin özelleştirilip piyasaya açılması, Türkiye’ye de önerilen eğitimin yerelleştirilmesi yöntemi ile gerçekleştirilmiştir. Şili’de DB tarafından geliştirilen projeler ile, Pinoschet diktatörlüğü döneminde (1973–1989) bütün devlet okulları belediyelere devredilmiştir. DB tarafından önemli bir reform olarak gösterilen bu devir ile, eğitimin piyasaya açılarak oluşacak rekabet ile verimliliğin arttırılması ve devletin eğitime ayırdığı kaynakların azaltılmasının hedeflendiği belirtilmiştir.

Şili’de eğitim kurumlarının yerellere devrinin hemen ardından toplam öğrenci sayısının % 15’i, 90’lı yıllarda % 34’ü ve 2000 yılında ise % 43’ü özel okullarda okumaktadır. Özel okullardaki bu hızlı artışa rağmen rekabetin eğitimin kalitesini arttıracağı iddiasının gerçekliği bulunmadığı, Şili’de 1980 ve 1990’lı yıllarda test sonuçları üzerinde veri tekniği kullanılarak yapılan araştırmalar tarafından ortaya konulmuştur. Bu araştırmaların sonuçları Şili’de, özel okulların belediyelerce yönetilen kamu okullarından özellikle anadil ve matematik öğretimi konusunda daha başarısız olduklarını göstermiştir.3 Şili’de toplumun küçük bir azınlığı için geniş olanaklar sunan ama geniş emekçi halk kesimlerinin eğitim olanaklarını ortadan kaldıran bu uygulamaların sonuçları üzerinden bugün, eğitimin yeniden merkezileştirilmesi yönünde talepler öne çıkmaktadır.

Şili’de eğitimin yerelleştirilip piyasaya açılması uygulaması, eğitim emekçileri için de yıkıcı sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Öğretmenler, kamu görevlisi statüsünü kaybederek sözleşmeli olarak istihdam edilmeye başlanmış; iş güvencelerini yitirerek çalışma koşulları esnekleştirilmiştir. Buna bağlı olarak tatillerde maaş hakkı ve örgütlenme hakları ellerinden alınmış; ücret farklılaşması uygulaması ile eğitim emekçilerinin birliği ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır.

Sonuç olarak Şili’de eğitimin yerelleştirme politikası ile piyasaya açılması, eğitim alanındaki eşitsizlikleri derinleştirmiş; geniş halk kesimleri ile eğitim emekçileri için yıkıcı sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Buna rağmen Şili, DB ve uluslararası sermaye için model ülkedir. Çünkü onlar için başarının kriteri, eğitimin ticari bir meta haline getirilip getirilemediğidir. Bu konuda Şili, model ülke olarak gösterilmeyi hak edecek kadar başarılı bir ülkedir!

TÜRKİYE’DE EĞİTİMİN DURUMU VE DB “REFORMLARI”

Türkiye’de, eğitimde yaşanan sorunlar, uygulanan politikalar nedeniyle her geçen yıl ağırlaşmakta ve eşitsizlikler derinleşmektedir. Bugün, dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de eğitim politikalarının oluşturulmasında belirleyici bir role sahip olan Dünya Bankası, eğitimdeki sorunları aşma adına Şili örneğinde yıkıcı sonuçları görülen “reform”ları dayatmaktadır.

Eğitim-Sen’in 2006–2007 eğitim-öğretim yılı başında eğitimin durumuyla ilgili olarak hazırladığı rapor, eğitim sistemindeki sorunları bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır. Raporda, Türkiye’de 8 yıllık eğitime rağmen ortalama eğitim süresinin hala 5 yıl olduğu, bugün mevcut ihtiyacı karşılamak için 145 bin yeni dersliğe ihtiyaç bulunduğu belirtilirken, okul çağındaki 6 milyon çocuk ve gencin eğitim hakkından yararlanamadığı ve okulöncesi eğitim çağındaki 5 milyon çocuğun sadece % 13’ünün bu haktan yararlanabildiğine dikkat çekiliyor. Bu ihtiyaçların karşılanması için bütçeden eğitime ayrılan payın arttırılması bir yana, bu payın kısılarak okulların en temel ihtiyaçlarını bile karşılamaya yetmemesi nedeniyle okulların vakıf, kayıt, dergi, temizlik, spor parası adı altında para toplayarak velilerin müşteriye dönüştürüldüğü, 2005 yılında ÖSS’ye hazırlık için 3.2 milyar dolar harcanarak bu harcamanın kişi başına 860 dolara denk düştüğü ve mevcut üniversite sisteminin yüksek öğretimin sorunlarını taşıyamaz hale geldiği vurgulanıyor.4

Eğitim sistemindeki yapısal sorunlar, bölge illerinde ülke geneli ile kıyaslanamayacak kadar ağır biçimde yaşanmakta, eğitimde bölgeler arası eşitsizlik giderek derinleşmektedir. 2004 yılında ülke genelinde her bir ilköğretim öğrencisi başına ortalama harcama 1.250 YTL iken, bölgede öğrenci başına yapılan harcama bu miktarın yalnızca yarısı kadardı.5

Kürt sorunu konusunda uygulanan gerici-şoven politikalar nedeniyle anadilde eğitimin engellenmesi, anadili Kürtçe olan ve sayıları milyonları bulan çocuk ve gençlerde öğrenme süreçlerinden kişilik gelişimine kadar birçok pedagojik sorunun ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Türkiye’de eğitimin her aşamasının sınavlara endeksli olduğu dikkate alınırsa, bu çocuk ve gençlerin sonradan öğrendikleri bir dil ile sınav yarışına sokulmasının, bölge illerinin sınavlarda hep sonlarda yer almasında belirleyici bir rolü bulunduğu göz ardı edilmemelidir.

GAP Bölgesi’nde eğitimin durumu ile ilgili olarak hazırlanan rapor, bölgedeki tabloya ilişkin çarpıcı rakamlar ortaya koymaktadır. Rapora göre 2000 yılı itibariyle Türkiye genelinde okur-yazarlık % 85.6 iken bu oranın bölgede % 68.8’e düştüğü belirtilmektedir. Okur-yazarlık oranının cinsiyetlere göre dağılımında ise; ülke genelinde erkeklerin % 92.4’ü ve kadınların % 78.7’i okur-yazarken, bölgede erkeklerin % 81.8’i ve kadınların sadece % 55.6’ı okur yazar durumundadır. 2000 yılı verilerine göre Türkiye ve bölgedeki eğitim kademelerine göre okullaşma oranı aşağıdaki tabloda gösterilmektedir.6

Eğitim Kademeleri

Türkiye

Bölge

Okul Öncesi Eğitim (3-5 Yaş)

9.8

2.1

İlköğretim (6-13 Yaş)

97.6

82.4

Genel Ortaöğretim (14-17 Yaş)

36.6

18.4

Mesleki ve Teknik Ortaöğretim (14-17 Yaş)

22.8

6.8

Yükseköğretim

27.8

4.3

Türkiye’de devlet, ülke genelinde ve bölgede eğitimin kronikleşmiş sorunlarını çözmek için sosyal politikalar geliştirmek, eğitime yeterli kaynak aktarmak yerine eğitim politikalarını DB “reformları”na terk etmiş durumdadır. Türkiye’nin 90’lı yıllardan bugüne eğitim alanında “reform” uygulaması için, DB tarafından en yüksek tutarda kredi açılan ülkeler arasında üçüncü sırada yer alması, DB’nin ülkedeki eğitim politikalarının belirlenmesindeki rolü bakımından açıklayıcıdır.

Dünya Bankası, Türkiye ile 1990’dan önce ilki 1971’de olmak üzere “Eğitim”, “Sınaî Eğitim I-II”, “Endüstriyel Okullar”, “Yaygın Meslek Eğitimi” adları altında, eğitim alanında 5 projenin uygulanması için 282 milyon dolar kredi sağlamıştır. Adlarından da anlaşıldığı gibi bu projeler mesleki ve teknik eğitim amaçlıydı ve sermayenin yetişmiş işgücü ihtiyacını karşılamaya yönelikti. 1990’dan sonraki projeler ise, genel eğitim politikalarını belirleme ve uluslar arası sermayenin ihtiyaçlarına göre düzenleme amacını taşımaktadır. DB ile 1990’da imzalanan “Milli Eğitim Geliştirme Projesi”nin amacı ilk ve ortaöğretim yönetiminde verimliliği artırmak, ilk ve ortaöğretim ile bu seviyedeki öğretim için öğretmen eğitiminin kalitesini geliştirmek ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın “işletmecilik” beceri ve uygulamalarını geliştirerek kaynak kullanımında daha etkili olmayı sağlamak olarak sıralanmıştır.7 Bu proje ile eğitim sisteminde Toplan Kalite Yönetimi(TKY) uygulamalarının başlatılarak yaygınlaştırılması; eğitimin müşteriye sunulan bir hizmet, ticari bir meta haline getirilmesi de gündeme getirilerek uygulanması yönünde adımlar atılmıştır. Bu anlaşmayı onun devamı niteliğinde olan 1998 ve 2002’deki “Temel Eğitim Projeleri” takip etmiştir. DB, 1998’den bu yana hazırlanan ve Country Assistance Strategy (CAS) adını taşıyan üç yıllık çalışma raporları kapsamında, eğitimdeki “reform”ların sürdürülmesi karşılığında Türkiye’ye 4.5 milyar dolar kredi vermeyi hedeflemektedir.

DB Türkiye Direktörü Andrew Vorkink, 27 Aralık 2005’te Hacettepe Üniversitesi’nde yaptığı “Türkiye’de Eğitim Reformu” konulu konuşmasında Türk eğitimine yüksek kalite getirmek ve Türkiye’deki tüm öğrencilere daha iyi eğitim ve istihdam fırsatları sunabilmek için Türk eğitim sisteminde büyük bir yapısal değişikliği ele alma zamanı”nın8 geldiğine dikkat çekmiştir. Vorkink’e göre, bu yapısal değişikliğin ilk ayağını, kamu okullarında yetki ve sorumlulukların okullara, yerellere devredilmesi oluşturmaktadır. Bu adım ile kamu okullarındaki eğitim hizmetlerinin piyasaya uyarlanması sağlanacaktır. Bu hedef doğrultusunda “okul temelli projeler” geliştiren Milli Eğitim Bakanlığı, bu uygulamanın, halkın ve sivil toplum örgütlerinin eğitim sorunlarını sahiplenerek geliştirilecek işbirliği ile okullara ayni ve nakdi katkıların sağlanması ile eğitim sorunlarının katılımcı yaklaşımla yenilikçi yöntemlerle çözülmesine olanak verdiğini savunmaktadır.

Bu sürecin ikinci ayağını, özel okulların önündeki tüm engellerin kaldırılması ve olanaklarının geliştirilmesi oluşturmaktadır. Vorkink, bu yönde atılacak adımlar ile hem eğitimin kalitesinin artacağını, hem de düşük gelirli halk kesimlerinin eğitim hakkından daha fazla yararlanabileceğini iddia etmektedir: Birçok ülkede daha büyük ve canlı bir özel sektör kamu eğitiminde kalite ve eşitliği artırmaktadır. Özel okullar okul, öğretme ve öğrenmeye yönelik yeni ve yaratıcı yaklaşımlar yarattıkça kamu eğitiminin kalitesini de artırmaktadır. Özel okullar, daha büyük mali imkânları olan ailelere hizmet etmek suretiyle eşitliği artırmaktadır. Çünkü; kamu kaynaklarının büyük bölümünü diğer sosyo-ekonomik grupların çocuklarına hizmet için serbest hale getirmektedir. Ayrıca, daha fazla özel eğitim, orta ve düşük gelirli demografik gruplardan gelen gençler için kamu üniversitelerinde daha fazla yer açmaktadır.”9

DB ve onun “reform”larının uygulayıcısı olan hükümetler, uluslar arası sermayenin neo-liberal eğitim politikalarının uygulanmasının emekçi çocuklarının eğitim hakkından daha fazla yararlanmasını sağladığını iddia ederek, bu politikalara geniş halk kesimlerinin desteğini almaya çalışmaktadır. Oysa eğitimin ticarileştirilmesi ve özel okulların yaygınlaştırılması, gelir düzeyleri yüksek burjuva çocuklarının seçeneklerini çoğaltırken, bu politikanın temelinde devletin eğitime müdahalesinin ve ayırdığı kaynakların azaltılması yattığı için, geniş emekçi halk kesimlerinin eğitim olanaklarını arttırmak bir yana, bu kesimlerin eğitim hakkından yararlanma koşullarını daha da zorlaştırmaktadır. Bu politikalar, eğitim standartlarının gelir seviyesine göre belirlenmesine yol açtığı için, eğitim alanında da sınıflar arasındaki eşitsizliği derinleştirmekte; her sınıfın kendi okullarının oluştuğu ve dahası herkesin statüsünün okuduğu okul tarafından belirlendiği bir kastlaşmayı da beraberinde getirmektedir.

DB Türkiye Direktörü Vorking, Türkiye’de eğitimin tüm düzeylerinde özel okullaşmanın yaygınlaştırılmasının sağlanması ve bu konuda sermayeyi teşvik edici politikaların geliştirilmesine yönelik reformların uygulanmasını talep ederken, aynı zamanda ülkedeki eğitimin mevcut durumunu da çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır:

Türkiye’nin eğitim harcamaları GSMH payı olarak çok yüksektir (yüzde 7) – dünyadaki en yüksektir. Fakat bu kamu harcamaları nedeniyle değildir, çünkü kamu harcamaları diğer AB ve OECD ülkelerinin biraz altındadır. Türkiye’nin eğitime bu denli para harcamasının esas nedeni, özel olarak cepten yapılan harcamaların payının çok büyük olmasıdır. Çoğunlukla aileler dershanede sınava hazırlık kurslarının ücretlerini, çocuklarının ilköğretim ve orta öğretimdeki ilave desteklerini ve vakıf üniversitelerindeki öğretim ücretlerini ödemektedir. Aslında dershane kurslarına her yıl harcanan para miktarı neredeyse genel orta öğretim okulları için devletin ayırdığı tüm eğitim bütçesine eşittir. Bu, harcamalarda çok büyük bir dengesizliktir.
Sınava hazırlık endüstrisinin büyümesini teşvik edecek politikalar yerine birçok ülke, özel okul eğitimcilerine okulların yönetme, öğretimi organize etme ve öğrencilerini seçmede geniş esneklik tanımak suretiyle, tüm eğitim seviyelerinde özel okullaşmayı (Türkiye’de nispeten nadir olan) sağlamak için özel sektörü teşvik eden politikalara sahiptir. Bu okullar kamu sektöründeki iyi öğrencileri çekmekte ve kamu fonlarının kalite ve eşitliği sağlamak üzere daha iyi kullanılmasına fırsat tanımaktadır. Fakat hâlihazırda kamu kaynakları eşitliği sağlamak için etkin şekilde kullanılmamaktadır – öğrenci başına en düşük harcamaya sahip her on vilayetten dokuzu güneydoğu ve doğudadır.10

Bugün Türkiye’de DB ve uluslararası sermayenin istekleri doğrultusunda ilk ve orta dereceli okullarda özel okulların yaygınlaştırılmasını teşvik edici politikalar uygulanmakta; özel okulların vergi ödemelerinin kaldırılması, çocuklarını özel okullara gönderecek ailelerin mali olarak desteklenmesi gibi uygulamalar gündeme getirilmektedir. Özellikle yüksek öğretim alanında uygulamaya koyulan reform”larla, sermayenin ihtiyaçları bakımından daha öncelikli ve cazip konumda bulunan bu alanın uluslararası sermayenin GATS ile belirlediği politikalara uyumlu hale getirilmesi yönünde ciddi adımlar atıldığı görülmektedir. Devlet, vakıf adı altında, ilki YÖK’ün ilk başkanı Doğramacı tarafından kurulan özel üniversitelere ücretsiz arsa tahsisi, yıllık bütçelerinin yarısının karşılanması, vergi indirimleri gibi kolaylıklar sağlarken, kendi üniversitelerinde “hizmetten yararlanan öder” ilkesini uygulamaya çalışmakta, yüksek öğrenimi paralı hale getirerek ticarileştirmektedir. YÖK’ün, yüksek öğretim alanında gerçekleştirilen “reform”larının önemli hedeflerinden biri de üniversite-sermaye işbirliğinin geliştirilmesidir. Bu işbirliği ile, üniversitelerin kaynaklarının sermayenin hizmetine sunulması hedeflenirken, üniversitelerin araştırma/bilgi üretme süreçlerini de sermayenin ihtiyaçlarına endekslemektedir.
Görüldüğü gibi, Türkiye’de devletin uyguladığı eğitim politikaları, eğitimin bütün kademelerinde sorunları ve var olan eşitsizlikleri arttırmaktadır. Seksen kûsur yıllık cumhuriyet tarihinin eğitimde geldiği nokta, okuma-yazma bilmeyenlere her yıl milyonların eklendiği, bölgelerarası eşitsizliğin had safhaya vardığı ve bu sorunların çözümünün uluslar arası sermayenin neo-liberal politikalarına terk edildiği bir tablodur. Oysa uluslararası sermayenin DB eliyle ülkede uygulamaya çalıştığı “reform”ların hiç biri eğitimdeki sorunları çözmeye yönelik değildir. DB’nin uygulamaları, neo-liberal politikalar tarafından sermaye için önemli bir birikim alanı olarak tarif edilen eğitimin piyasa koşullarına uydurulmasına yöneliktir. Uluslararası sermayenin Türkiye’de eğitime biçtiği rol, Şili ya da diğer bağımlı ülkelerde uygulanandan farklı değildir.

Yaklaşık iki yüz yıldır temel bir insan hakkı olarak tarif edilip yasalara geçirilen “eğitim hakkı”, bugün dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de ciddi bir tehdit altındadır ve dahası önemli oranda tahrip edilmiş bir hak durumundadır. Bu hakkın korunması, dahası adil ve demokratik bir işleyişe kavuşması için geniş halk kesimlerinin birleşik, kararlı bir mücadele yürütmesi gerekmektedir. Bugün, ne kadar unutturulmaya çalışılırsa çalışılsın, neo-liberalizmin bireyci, rekabetçi ve sermayenin çıkarlarına endekslenmiş gerici eğitim politikaları karşısında, Sovyetler Birliği’nin insanlığın bütün ilerici değerlerinin açığa çıkarılıp geliştirilmesini merkezine alan eğitim politikalarındaki başarısı, bu alanda yürütülecek mücadele için önemli bir birikim sunmaya ve yol gösterici olmaya devam etmektedir.

SOVYETLER BİRLİĞİ’NDE EĞİTİM: HALK İÇİN BİLİM!

Çarlık Rusya’sı, imparatorluk içinde yaşayan onlarca halk için bir halklar hapishanesi’ idi. Halkların ulusal-demokratik haklarının inkarı üzerinde şekillenen Çarlık despotizmi döneminde, 1897 verilerine göre Rusya’da okuma-yazma bilen erkeklerin oranı % 33.7 ve kadınların oranı da % 11.7 idi. Lenin, Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi adlı incelemesinde, bu dönemde Rusya’nın nüfusunun 125.6 milyon olduğunu belirtir. Yine Lenin, 1913’te Çarlık Rusya’sında eğitimin durumuyla ilgili olarak yazdığı bir makalede, okul yaşındaki çocukların toplam nüfusun % 22’sini oluşturmalarına rağmen, o tarihte okullardaki öğrenci sayısının nüfusun sadece % 4.7’sini oluşturduğuna dikkat çekerek “Avrupa’da Rusya dışında bu derece barbar ve halk yığınlarının eğitim, aydınlanma ve bilgi bakımından bu derece yoksun bırakıldıkları bir tek ülke kalmadı. (…) Genç kuşağın beşte dördü, Rusya’nın feodal devlet yapısı yüzünden okumaz-yazmazlığa mahkûm edilmiştir. Halkın büyük toprak sahiplerinin iktidarı yüzünden bu alıklaştırılmasına, Rusya’daki okuma-yazmazlık karşılık düşüyor” demiştir.11 Lenin, aynı makalesinde işçi sınıfı mücadelesi bakımından eğitim alanının önemini “(işçi sınıfı) gerçek özgürlük için (…) ve soyluların eğitimi değil, ama halkın eğitimi olan gerçek eğitim için devrimci savaşım yeteneğini çok daha inandırıcı, çok daha güçlü ve çok daha sağlam bir biçimde göstermesini bilecek12 sözleriyle ortaya koymuştur. Gerçekten de 1917’deki Ekim Devrimi’nden 1920’ye kadarki iç savaş döneminde, bütün zorluklara rağmen, okuma-yazma bilenlerin sayısı erkeklerde % 44.6’ya ve kadınlarda ise % 25.8’e çıkmıştı. Bu dönem içinde Sovyetler’i yakından takip eden Fransız diplomat Dö Monzi, Bolşeviklik adlı eserinde “Kızıl ihtilalin akabinde halk tabakası arasında Rusya’da yetiştiği derecede münevver zümre, hiçbir yerde yetişmemiştir dedikten sonra, bu dönemde (iç savaş/savaş komünizmi) yaşanan eğitim seferberliğini şöyle anlatmaktadır: Bir taraftan volkanlar patlar, tufanlar boşanır, saf saf adamlar kurşuna dizilirken..öbür tarafta hepsi de aynı derecede cahil olan baba, ana, kardeş, çocuk hep beraber okutulmakta idi.”13

SSCB’de, sosyalizmin inşası sürecinde “kurmak için bilmek gerek, bilime hakim olmak gerek, bir şeyi bilmek içinse öğrenmek gerek. Israrla ve sabırla öğrenmek” diyen Stalin, inşa sürecinde eğitim ve bilim alanında hızlı ve ısrarlı adımlar atmanın sadece bir ihtiyaç değil, öncelikli bir devrimci görev olduğunu belirtir: “Şimdi çeşitli bilim dallarına hakim olan Bolşeviklerden oluşan koca gruplara, yüzlerce, binlerce kadroya ihtiyacımız var. Bu olmadan ülkemizin sosyalist inşasının hızlı temposundan söz edilemez. Bilime hakim olmak, bütün bilim alanlarında yeni Bolşevik uzman kadrolar yetiştirmek, öğrenmek, öğrenmek, en ısrarlı şekilde öğrenmek – şimdi görev budur. Bilimin devrimci gençlik tarafından fethedilmesi – Yoldaşlar şimdi ihtiyacımız olan budur.”14

Kapitalist toplumlarda eğitim, burjuva sınıfın egemenliğini sürdürmesinin ve zenginliğini arttırmasının bir aracı işlev görüyordu. Okullar, toplumsal ilerlemenin karşısında gerici bir sınıf olan burjuvazinin çıkarlarını korumak için çağdışı, skolâstik bilgilerin vaaz edildiği kurumlar olarak yapılanmakta; dolayısıyla kitabi bilgiler ile halkın çıkarları arasında bir uçurum bulunuyordu. İşçi sınıfı ve emekçi halkın iktidarına dayanan Sovyet sisteminde ise eğitim, Lenin ve Stalin’in işaret ettikleri gibi, emekçi halk yığınlarının emperyalist-kapitalist sisteme karşı mücadelesinin ve baskısız, sömürüsüz yeni bir yaşamı inşa edip geliştirmesinin bir aracı, geleceği kazanmak için olmazsa olmaz bir silahtır. SSCB’de bu ihtiyacı temel alan bir okul ve yaşamın her alanını kapsayan bir eğitim politikası geliştirilip uygulanmıştır.

Sovyetler Birliği’nde eğitim devlet eliyle yürütülür, laiktir ve 7–15 yaşları arasındaki bütün çocuklar için zorunludur. 1936 Anayasası’nda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği yurttaşlarının eğitim hakkı şöyle tanımlanmıştır: “Bu hak genel ve ücretsiz yedi yıllık öğrenim, on yıllık öğrenimin geniş olarak gelişmesi, yüksek ücretsiz eğitim, yüksek okullarda çalışmalarında üstünlük gösteren öğrencilere verilen devlet bursları sistemi, okullarda ana dilinde öğretim yapılması, fabrikalarda, devlet çiftliklerinde, makine ve traktör istasyonlarında ve kolektif çiftliklerde ücretsiz mesleki, teknik ve tarım eğitimi yoluyla elde edilir.”15

Sovyetler Birliği’nin ulusların dil ve kültürlerinin geliştirilmesi ve ana dilde eğitim konusunda attığı adımlar karşısında emperyalist-kapitalist ülkeler bile hayranlık ve takdirlerini gizlememişlerdir. Ekim devriminin ardından, Çarlık despotizminin her türlü haklarını inkâr ettiği halklara kayıtsız-koşulsuz kaderlerini tayin hakkı verilmiş; Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) bu hakkın kullanımı sonucunda 15 cumhuriyet ve bunlara bağlı 16 özerk (muhtar) cumhuriyetten oluşmuştur. Sovyetler Birliği sınırları içinde konuşulan 130’a yakın dilin konuşulması önündeki engelleri kaldırarak, her cumhuriyete eğitim ve öğretimde kendi dilini kullanma hakkı verilmiştir. O güne kadar hiçbir alfabe ve yazı diline sahip olmayan halklar için, dilbilgisi kitapları, sözlükler hazırlanmış ve kendi dillerinde ders kitapları yayımlanmıştır. “1917 devriminden sonra düzinelerce dil grupları kendi edebi dillerini geliştirdiler ve bu dillerle yüz binlerce kitap yazıldı. 1930 yılında Sovyetler Birliği’nde, ilkokullarda 70 değişik dil kullanılmaktadır. Uluslar ve azınlıkların kendi bölgelerinde tarihi, sanat eseri ve olaylara bakışları tamamen serbesttir. Ayrıca kendi anadilleriyle kendi ülkelerinde yüksek öğrenim yaparlar. Rusça, eğitimin belirli kademesinden sonra kurumlarda yer alır ve öğretilir16 Sovyetler Birliği’nde ders kitapları birçok ulusal dilde basılmasına rağmen, içerik olarak aynı idi. Bu durum, sosyalist kültür (ve eğitimin) biçim olarak ulusal ve içerik olarak sosyalist olmasının; Sovyet sınırları içinde işçi ve emekçi halk tabakalarının çıkarına dayanmasının bir sonucu ve aynı zamanda eğitimde eşitlik ilkesinin bir gereği idi. 2000’li yılların Türkiye’sinde devletin, Kürt halkının ana dilde eğitim talebini eğitimin birliğini bozacak ve karşılanması mümkün olmayan bir talep olarak değerlendirmesi ile SSCB’nin bu alandaki uygulamaları, eğitim ve kültürün gerici sınıflar tarafından egemenliğin bir aracı olarak kullanılması ile halkların bütün ilerici değerlerinin geliştirilmesi çabasının hizmetine sunulması arasındaki farkın sonuçlarını göstermektedir.

SSCB’de okul sisteminde zorunlu eğitim aşamasından önce yuvalar (3–4 yaşları arası), anaokulları (5–6 yaşları arası) yer alır. Ardından dört yıllık ilkokul (7–10 yaşları arası ve zorunludur), birinci devre orta öğretim (11–13 yaşları arası ve zorunlu) aşaması bulunmaktadır. Bu zorunlu aşamadan sonra öğrenciler fabrika okulları, tekhnikumlar, öğretmen enstitüleri veya ikinci devre orta öğretim okullarından birine yönlendirilir. Eğitimin bu aşamasından sonra üniversiteler ve yüksek enstitüler ve sonraki aşamada ise araştırtma enstitüleri ile mezuniyet sonrası programlar yer alır.

Okul Öncesi Eğitim: SSCB’de kadın-erkek eşitliği ve kadının sosyal yaşama katılması yönünde atılan adımlar, küçük çocuklar için mahalle, fabrika ve kolektif çiftliklerde yaygın olarak çocuk yuvalarının kurulmasını gerektirmiştir. Yuvalardaki çocuklar dikkatli bir tıbbi gözetim altında tutulurlar ve beden çalışmaları, uygun büyümeyi sağlamak için bilimsel bir şekilde planlanır. Bu yuvalar aynı zamanda annelerin eğitilmesi görevini yürütür; çocuk sağlığı ve gelişimi konusunda annelere bilgi, danışmanlık ve rehberlik hizmetleri sunar ve ayrıca süt dağıtım merkezleri olarak işlev görür. “Her ne kadar okulöncesi teşkilat henüz 3 ilâ 6 yaşlarındaki çocukların hepsini kapsayacak kadar yaygın değilse de, dikkatle planlanmış olup yabancı gözlemcilerin lehte yorumlarına mazhar olmuştur.”17 Yuvalar, aynı zamanda SSCB genelinde çocuk ölümlerinin kontrol altına alınmasında belirleyici bir rol oynamışlardır.

Anaokulları da annelerin çalışma saatlerine göre düzenlenmiş, ama gerektiğinde yatılı olarak hizmet veren okullardır. Öğretmenler ile anne-baba arasında yakın bir ilişki ve işbirliği bulunur. “Sovyet eğitimcileri, günün birçok saatinde öğretmen annenin yerini almak mecburiyetinde olduğu için, bir şefkat ve mutluluk atmosferinin yuvanın ve anaokulunun üstün niteliği olması gerektiğinde ısrar ederler. Öğretmene, her çocuğa bir fert olarak davranması ve her çocuğun okul gününü mutlu bir yaşantı haline getirmesi konusunda talimat verilir. Öte yandan, çocukların birbirlerine yardım edecek şekilde bir arada yaşamayı öğrenmeleri gerektiği en önemli bir husus olarak düşünülür; oyunlar, faaliyetler, özel oyuncaklar ve gereçler çocuklara birlikte mutlu olarak yaşamayı öğretmek üzere tasarlanır.”18 Çocuklar, matematiğin basit unsurlarını ve okuma-yazmanın ilk aşamasını anaokullarında öğrenir.

İlköğretim: Dört yıllık ilkokul ve üç yıllık ortaöğretim aşamasından oluşan ilköğretim SSCB’de eğitimin zorunlu aşamasını oluşturmaktadır. İlk dört yılda öğrenciler; okuma dersleri, uygulamalar(gösteriler), çevre gezileri ve deneyler yaparak öğrenimlerini tamamlar. Üretim eğitimi (politik atölye dersleri) beşinci sınıfta başlar. Politeknik eğitimi genellikle okula yakın olan bir fabrikada, sanayi tesisinde, kolektif çiftliklerde veya okulun atölyesinde yapılır. Eğitimin bu aşamasında çocukların matematik, fen ve sosyal bilimler ile modern politika konusunda temel eğitimi alması sağlanır.

SSCB’de çocukların çok yönlü gelişimini sağlamak ve çeşitli ihtiyaçlarını karşılamak üzere çocuklar tarafından yönetilen çeşitli öğrenci birlik ve kulüpleri de bulunmaktadır. 1936 yılında SSCB Eğitim Komiserliği’nin davetlisi olarak Rusya’ya giden Türk eğitimciler heyetinden Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, ziyaretleri ile ilgili hazırladığı raporda bu konudaki gözlemlerini şöyle anlatmaktadır: “Mektepde ve cemiyet içinde, her yerde, gençliğe en büyük kıymeti veren, onun bedenî ve fikrî inkişafına (gelişimine) çalışan ve bilhassa ona inkılâbın esas gayelerini ve bu inkılâbda kendisine düşen vazifeyi öğreten muhtelif teşkilat vardır. İzci teşkilatı, sanat ve güzel sanatların muhtelif şubelerinde ve diğer herhangi bir ilimde daha küçük yaştan itibaren çocuğun fiilen ve metodik çalışmasını temin eden çocuk kulüpleri, çocuk okuma salonları, çocuk bahçeleri, çocuk hastane ve sanatoryumları bu nevi müesseslerdir.”19 Ayrıca, bunlarla birlikte, bütün okullarda öğrencilere ücretsiz öğle yemeği de dağıtılmaktaydı.

Orta Dereceli Okullar: Eğitimin zorunlu aşamasından sonra öğrenciler, yeteneklerini ölçmeye ve yönelimlerini öğrenmeye yönelik sözlü bir sınava tabi tutulurlar. Bu sınavın amacı öğrencinin geleceğini belirlemesine yardımcı olmaktır. Çünkü SSCB’de, “çocuğun ilerde gireceği meslek tipini seçmek üzere kendisine ve velisine özgürlük tanınmasına büyük ölçüde önem verilmiştir.20 SSCB’de fabrika okulları, tekhnikumlar, öğretmen enstitüleri ve ikinci devre ortaöğretim okulları olmak üzere dört tip orta dereceli okul bulunmaktaydı.

Fabrika okulları, zorunlu eğitim aşamasından sonra fabrikalarda veya kolektif çiftliklerde çalışmaya giden gençlerin eğitiminin sürdürüldüğü okullardı. Bu öğrenciler ya günde normal saatlerden az çalışarak ya da haftanın bazı günleri izinli sayılarak eğitimlerine devam ediyorlardı. Bu okullarda okuyan öğrenciler hem işleriyle ilgili eğitim alıyor, hem de çok yönlü gelişimlerini sağlayacak bir eğitim alıyorlardı.

Tekhnicum okulları, yetişmiş teknik eleman ihtiyacı duyulan alanlarda eğitim veren teknik okullardır. Tekhnicumlarda, ihtisas derslerine ek olarak üst orta dereceli okulun genel eğitim programı uygulanırdı. Tekhnicumların hangi alanlarda açılacağı ve sayıları Sovyet ekonomisinin planlamaları ile doğrudan bağlantılı idi. Bu okulları bitirenler ya ihtisas alanlarında teknik eleman olarak işe başlar veya istemeleri halinde eğitim gördükleri alanla ilgili bir üniversite/yüksek okula devam edebilirlerdi.

Eğitim enstitüleri, okulöncesi ve ilköğretim okulları için öğretmen yetiştiren okullardı. Hıfzı V. Velidedeoğlu’nun SSCB gezisiyle ilgili raporunda enstitülerle ilgili şu bilgiler aktarılmaktadır: “Pedagoji Enstitülerinden Moskova’daki (Bubnof Pedagoji Enstitüsü’nü) ziyaret ettik. Bu Enstitüde bilhassa nazarı dikkati celb eden cihet (özellikle dikkat çeken taraf) kütüphanesinin mükemmelliği ve talebenin büyük konferans salonunda Türk Muallimler Heyetine karşı gösterdiği heyecanlı tezahürat olmuştur. Koridorlarda talebenin buldukları köşeciklerde kemali ciddiyetle kitap okudukları da göze çarpacak derecede idi. (…) Orta mekteplerde yaptığımız ziyaretler esnasında rastlanan bazı genç hocaların çok güzel metotlarla çalıştıklarını gördükçe, işbu Pedagoji Enstitülerinin, Sovyetler Birliği’nin kültür hayatında oynamağa namzet (aday) oldukları büyük rolü tesbit ve müşahede etmemek kabil değildir.”21

İkinci devre ortaöğretim okulları, üniversitelerin çeşitli alanlarına yönelik eğitim veren bir nevi geçiş okulları konumundaydı.

Yüksek Öğretim (Üniversite ve Yüksek Okullar): SSCB’de eğitimin diğer aşamaları gibi yüksek öğrenim de parasızdır. Öğrenciler, ortaöğretim aşamasındaki mesleki tercih ve yönelimleri doğrultusunda üniversiteye yerleştiriliyordu. Üniversitelerde, ortaöğretim aşamasını çeşitli nedenlerle bitirememiş ama eğitime devam etmeye uygun genç işçi ve köylüleri üniversite eğitiminden yoksun bırakmamak için oluşturulmuş, ‘İşçi Fakülteleri’ de bulunuyordu. Üniversite eğitimi, bilimin her alanında uzmanlar ve eğitimciler yetiştirmek; bilim, sanayi, teknik, sosyal ve siyasal konularda çalışma yürüterek işçi ve emekçilerin ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel düzeylerini yükseltmek amacına hizmet etmektedir. Üniversitelere bağlı fakültelerde bilimin çeşitli alanlarında uzmanlar yetiştirilirken, yüksek teknik okullarında da fabrika ve diğer üretim alanları için uzmanlar yetiştirilmiştir. 1933 yılında ağır sanayi, ziraat ve ulaşım komiserliklerine bağlı 395 yüksek teknik okul bulunmaktaydı. “Yüksek Teknik Mektebinden mezun olan teknisyen sade nazarî malumatla(teorik bilgilerle) değil, en basit işlerden en muğlâk (karmaşık, anlaşılması zor) işlere kadar amelî malumatla da mücehhez (donanmış) olarak yetiştirilmiş olduğu için, fabrikada veya herhangi bir teknik müessesede kendisine verilen işi hiç yadırgamamakta ve oraya çabucak intibak etmektedir. Bu münasebetle kaydetmek lazımdır ki, Sovyetler her sahada işin pratik ve en kısa ve bittabi en verimli yollarını aramak, tecrübe etmek ve bir mahalde vardıkları iyi neticeleri bütün Sovyet Rusya’ya teşmil etmek (yaymak) için çalışmaktadırlar. (…) Sovyetler’in gayesi bütün maddi ihtiyaçlara müteallik (bağlı) eşyanın istihsalâtını (üretimini) mümkün olduğu kadar çoğaltmak olduğu için, işbu yüksek mektepler tesis edilirken, istihsalâtda geri kalmış sahalar nazarı itibara alınmakta ve Sovyetler Birliği’nin diğer sahalardaki umumî istihsalat yekûnu ve memleketin ekonomik vaziyeti göz önünde tutulmaktadır. Bu planlı usûl sayesinde herhangi bir ilim ve fen şubesinde mütehassıs elemana şiddetle ihtiyaç varken, diğer bir şubede ihtiyaçtan fazla eleman bolluğu meydana gelmesine imkân bırakılmamaktadır.”22

Üniversite öğrencileri, eğitimlerinin önceki aşamalarında katıldıkları öğrenci kulüpleri, Genç komünist birlikleri içindeki faaliyetlerini, üniversite eğitimi sırasında da devam ettirir; tiyatro, müzik, spor gibi etkinliklerin yanı sıra ülke ve dünyanın çeşitli meseleleri konusunda faaliyetlere katılırlar. Üniversite eğitimi için başka illerden gelen öğrenciler, öğrenciler için yapılmış öğrenci evlerinde kalırlar. Ayrıca öğrencilerin % 80-90’nına çeşitli burslar verilmekteydi. 1958’den önce Sovyetlerde 7000 meslek okulu, 3750 teknik okul, 39 üniversite ve 730 yüksek enstitü bulunuyordu.23

Sovyet eğitim sisteminde ‘her yaşta eğitim’ ilkesi geçerliydi ve bu kapsamda akşam okulları, mektupla eğitim kurumları ile yetişkinlere yönelik eğitim veren kurumlar bulunmaktaydı. 1958’den önce SSCB’de ülkenin her tarafına yayılmış bulunan okullar ile eğitim sorunları önemli oranda aşılmıştı. Bu tarihte okuma-yazma bilenlerin oranı % 98.5’e çıkmıştı. Sovyetlerin bu başarısı burjuva eğitimciler tarafından da “Üstünde düzinelerce milliyet gruplarının yaşadığı çok uzaklara yayılmış bir imparatorlukta okuma yazma bilmezliğin kırk yılda tasfiyesi çok büyük bir başarıdır.24 sözleriyle kabul ve takdir görmüştür.

Sovyetler Birliği’nde, halkın eğitim ve kültür seviyesini yükseltmek için hiç bir kapitalist ülkede eşi benzeri bulunmayan çalışmalar yapılmıştır. Sovyetlerde 1928 yılında 570 gazete basılmakta ve bu gazetelerin yıllık basış adedi 5 milyara yaklaşmaktaydı. Basılan kitap sayısı da 253 milyonu buluyor ve bu rakamlar her yıl katlanıyordu. Aynı tarihlerde (1930), ülkede 35 bin sinema vardı. Fransız diplomat Dö Monzi, SovyetlerBirliği’nin bu alanlarda kat ettiği gelişmeleri, “kitap ve gazete konusunda Rusya’nın ihtiyaçları kelimenin tam manasıyla tahdit edilemez (sınır konulamaz) haldedir25 sözleri ile ortaya koyuyordu.

.

SOSYALİST EĞİTİM VE ‘YENİ İNSAN’

SSCB’nin eğitim politikalarının geneli üzerinden bir değerlendirme yapıldığında; yaşamın ve üretimin her alanıyla birleşmiş, kolektif bilincin geliştirilmesine ve bireylerin her türlü yeteneğinin açığa çıkarılıp geliştirilmesine hizmet eden ve halkın ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, sanatsal çok yönlü olarak, yaşam ve bilinç düzeyinin sürekli daha ileriye götürülmesine dayanan bir eğitim anlayışı olduğu söylenebilir. Krupskaya, çocukların eğitimi ile ilgili yazdığı bir makalesinde, Sovyet eğitim sistemi ile burjuva eğitim yöntemi arasındaki farkları şöyle açıklamıştır: “Sovyet eğitim sistemi, her çocuğun yeteneğini, etkinliğini, bilincini, kişiliğini ve insani özünü geliştirmeyi amaçlar. Eğitim yöntemimizin burjuva halk okullarındaki yöntemlerden değişik olmasının nedeni budur ve bu yöntemler, burjuva çocuklarının eğitimine uygulanan yöntemden tamamen farklıdır. Burjuvazi çocuğunu her şeyin üstüne koyan, onu kitlelere karşı çıkan bireyler olarak yetiştirmeye çalışır. Komünist eğitim yönteminde biz, çocuklarımızın her yönden gelişmesinden yanayız, – biz onları fiziksel ve ahlak bakımından güçlü bireyler yapmak istiyoruz. Özel mülkiyet tutkusu ile bireyci olmamalarını öğretiyoruz. Kolektife karşı çıkmayan, tersine onun gücünü oluşturan ve onu daha ileri düzeylere yükseltenler olarak yetiştiriyoruz. Çocuğun kişiliğinin en iyi ve en mükemmel olarak sadece bir kolektifte gelişebileceğine inanıyoruz. Çünkü kolektif, bir çocuğun kişiliğini yok etmez, tersine eğitimin niteliğini ve içeriğini geliştirir.26 SSCB’de çocukların çok yönlü gelişip yeteneklerinin açığa çıkarılması ve kolektif bir bilinçle yetişmeleri için ‘genç öncü birlikleri’ kurulmuş; bu birlikler geleceğin sosyalist kadrolarının yetiştirilmesi bakımından birer okul görevi görmüştür. “Genç Öncü Örgütü; üyelerine neşe ve üzüntünün paylaşılmasında kolektif ruh ve alışkanlıkları aşılamakta, kolektifin çıkarlarını kendi çıkarı olarak görmeyi, kolektifin üyelerini kendisi gibi görebilmeyi öğretmektedir. Örgüt, kolektif davranışları, yani kolektife inisiyatifini kullanarak ve kolektifin görüşüne saygı duymayı onlara öğreterek, kolektifin isteğini kendi isteğinden önde tutarak, birlikte ve örgütlü bir tavırla çalışma ve hareket etme yeteneğini geliştirir. Son olarak, çocukların komünist bilincini, insanlığın mutluluğu için savaşan işçi sınıfının, uluslararası proletaryanın muazzam ordusunun üyeleri olduklarını kavramalarına yardım ederek artırmıştır.27 Sosyalizmin inşası ve geleceğin sınıfsız, sömürüsüz komünist toplumunun kurulması, ancak böylesi bir anlayışla yetişmiş yeni kadrolarla, yeni insanlarla mümkün olabilirdi. Lenin, 1920’de Moskova’da yapılan Üçüncü Komsomol Kongresi’nde, “Gençliğin ve Komünist Gençlik Birlikleri’nin görevleri sorununa yaklaştığımda, bu görevlerin tek bir kelimeyle ifade edilebileceğini söylemek zorundayım: Görev öğrenmekten ibarettir28 diyerek, eğitimin yeni kadroların yetiştirilmesindeki önemine dikkat çekmişti. Çünkü, sosyalizmin zaferi ve komünist toplumun kuruluşunu, ancak sosyalist eğitim almış ve sınıf çıkarlarına bağlı devrimci bir ahlakla yetişmiş yeni kadrolar, yeni insanlar yaratabilirdi: “Biz, bizim için insan toplumu dışında düşünülen ahlak anlayışı yoktur diyoruz; bir yalandır bu. Bizim için ahlak anlayışı, proletaryanın sınıf savaşımı çıkarlarına bağlıdır.(…) Bize ahlaktan söz ettikleri zaman biz, bir komünist için tüm ahlakın, bu tutarlı dayanışma disiplininde ve sömürücülere karşı yığınların bilinçli savaşımında olduğu yanıtını veriyoruz. Öncesiz sonrasız ahlaka inanmıyor ve ahlak üzerindeki bütün masalların yalanını herkese duyuruyoruz. Ahlak insan toplumunun daha yukarı yükselmesine, emek sömürüsünden kurtulmasına yarar.”29

Kapitalizmde, sistemin sömürü ve eşitsizliğe dayalı olması nedeniyle her geçen gün daha fazla insan yıkıma sürüklenir. Sokak çocukları, hırsızlar, uyuşturucu ve alkol bağımlıları, bu sistemin ‘kötü çocukları’ olarak hep dışlanır. Bunları bu yaşam koşullarına sürükleyen nedenler, kapitalist sistemin yarattığı eşitsizlikler sorgulanmaz; toplum için bir tehdit olarak görülen/gösterilen bu unsurlara karşı polisiye tedbirler geliştirilir. Ama sistemin çarkları “suç” ve “suçlu” üretmeye devam eder…

Kapitalist kültürün; kapitalist ilişki ve yaşam biçiminin bir sonucu olarak ortaya çıkan sokak çocukları, suç işlemiş çocuklar, sosyalizmde dışlanmaz, yeniden topluma kazandırılır. Makarenko, Yaşam Yolu adlı eserinde, sokak çocuklarının eğitilip topluma kazanılması amacıyla oluşturulmuş toplulukları ve bu toplulukların elde ettiği başarıları anlatır. “Pek çok şey oldu ve pek çok şey unutuldu. İlkel kabadayılıklar, hırsız argoları ve çekilen çileler, hep geçmişte kaldı. Topluluğun Rabfak’ı (işçi üniversitesi -yyk) her bahar bir sürü öğrenci gönderiyor daha üst eğitim kurumlarına, yakında bu üniversitelerden birer mühendis, doktor, tarihçi, yerbilimci, havacı, gemici, radyo operatörü, eğitbilimci, müzikçi, aktör ve şarkıcı olarak çıkacaklar. Her yaz bu yeni aydınlar işçi kardeşlerini –tornacıları, frezecileri, kalıpçıları görmeye gelirler, büyük bir yürüyüş yaparız sonra.(…) Volga yöresinde de yürüdüler, Kırım’da, Kafkaslar’da da yürüdüler, Moskova’ya, Odesa’ya, Azak kıyılarına da gittiler…30

Sovyetler Birliği’nin kuruluş sürecindeki bütün zorluklara rağmen, on yıl gibi kısa bir sürede ekonomi, bilim, kültür ve sanatın her alanında emperyalist-kapitalist sistemin karşısında onunla rekabet edebilecek bir düzeye ulaşmasında yeni kadroların belirleyici bir rolü olmuştur. Yeni sosyalist kadrolar, yaşamın ve üretimin her alanında mevcut düzey ve kapasiteleri zorlayarak; gerçekleştirdikleri kültürel ve teknik atılımlarla toplumun hep daha ileriye gitmesini sağlayarak, kapitalizmde örneği olmayan ‘yeni insan’ tipinin temsilcileri olmuşlardır. Stalin, sosyalist yarışmanın en güzel örneklerini ortaya koyarak, üretimin çeşitli alanlarında ‘devrim’ler gerçekleştiren ve yeni insan tipinin ilk örneklerinden birini oluşturan Stahanovist hareket ile ilgili yaptığı bir konuşmada, bu hareketin, dolayısıyla yeni insanın neden ancak sosyalizmde ortaya çıkabileceğini şöyle anlatır: “Bizde, insanlar, sömürücüler için, asalakları zengin etmek için çalışmıyorlar, ama kendileri için, kendi sınıfları, kendi toplumları, işçi sınıfının seçkinlerinin iktidarda olduğu Sovyet toplumu için çalışıyorlar. Ve bunun içindir ki, bizde çalışmanın toplumsal bir kapsamı vardır – çalışma bir onur, övünç konusudur. Kapitalist düzende çalışma özel, kişisel bir niteliğe bürünür. Eğer sen daha fazla üretmişsen daha fazla al ve istediğin gibi yaşa. Kimse seni tanımaz ve hiç tanımak istemez. Sen kapitalistler için çalışırsın, onları zengin edersin. Ama başka türlü olabilir mi? Eğer sana iş vermişlerse, bu, sömürücüleri zengin edesin diyedir. Razı değil misin? – Haydi, git işsizlere katıl, sana nasıl iyi geliyorsa öyle yaşa, ot gibi – biz daha uysallarını buluruz. Ve işte kesinlikle bu yüzdendir ki, kapitalist düzende insanların çalışmasının yüksek bir yanı yoktur. Bu koşullar içinde, bir Stahanovist harekete yer olamayacağını kavramak kolaydır. Sovyetler düzeninde işler bambaşkadır. Burada, çalışan insan yüceltilir. O, sömürücü için çalışmaz, ama kendisi için, kendi sınıfı için, toplumu için çalışır. Burada, çalışan insan kendini terkedilmiş ve tek başına hissetmez. Tersine, çalışan insan, bizde, ülkesinin özgür bir yurttaşı, bir çeşit herkesin tanıdığı saygın bir kişi hisseder. Eğer iyi çalışır ve topluma verebileceğini verirse, o bir emek kahramanıdır ve ün ve onurla kuşatılmıştır. Ancak bu koşullarda stahanovist hareketin doğabileceği apaçıktır.”31 Yine Stalin, Stahanovist hareketin, bu yeni insan tipinin özelliklerini ve rolünü şu sözlerle ortaya koyar: “Gerçekten, Stahanovist yoldaşları daha yakından gözlemleyiniz. Nedir bu insanlar? Bunlar, özellikle, işlerinde şaşmazlık ve özen örnekleri veren, çalışmada zaman etkenini değerlendirmesini bilen, yalnız dakikaları değil, saniyeleri de saymasını öğrenmiş olan genç ya da orta yaşlı erkek ve kadın işçilerdir, kültürlü ve teknikte derinleşmiş adamlardır. (…) Stahanovistlerin, bizim sanayiimize yenilik getirenler oldukları, Stahanovist hareketin sanayiimizin geleceğini temsil ettiğini, işçi sınıfının gelecek teknik ve kültür atılımını tohum halinde kendinde taşıdığı, önümüzde, daha yüksek bir emek verimliliğinin ipuçlarına, sosyalizmden komünizme geçmek için ve kafa emeği ile kol emeği arasındaki karşıtlığı ortadan kaldırmak için zorunlu olan bu belirtilere ulaşmamıza olanak verecek tek yolu açtığı açık değil mi?32

Kapitalizmde, bireysel çıkarlara dayanan ve emekçiler arasında bölünmeye ve sermayenin sömürüsünün arttırılmasına hizmet eden bir rekabet anlayışı yerine sınıfın ve toplumun çıkarlarını, çok yönlü gelişme ve refahı amaçlayan ;’sosyalist yarışma’yı geliştiren yeni kadrolar, SSCB’nin her alanda dev adımlarla ilerlemesine öncülük ettiler. Okullardaki eğitimleri sırasında komünist örgüt ve birliklerde yer alan parti ve komsomolun bu genç kadroları, 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda da, Sovyet topraklarını işgal eden faşist ordular karşısındaki savunma savaşının en ön cephesinde yer aldılar. Sovyet topraklarındaki savaş, sadece sosyalist vatanın değil; faşist işgal ve tehdit altındaki bütün halkların kurtuluşu için belirleyici bir öneme sahipti. İnşa sürecinin en önünde yer alan komünist kadrolar, faşizme karşı savaşta ortaya koydukları tutum ve kahramanlıklarıyla, Nazilerin bozguna uğratılmasında önemli rol oynadılar. Sadece savaşın ilk aylarında cepheye giden parti üyesi sayısı bir milyon yüz bini aşıyordu. Savaş için bir dönüm noktası olan Stalingrad’ta, Nazilere karşı kadın erkek, genç yaşlı bütün halk, sokak sokak, ev ev çarpışmalara katıldı. Yüz binlerce asker, binlerce tank ve uçağa rağmen, Naziler, Stalingrad direnişini kıramadılar. Bir Alman subayı, “Volga’ya ulaşmamıza sadece bir kilometre var, fakat bu bir kilometre için yapılan savaş bütün Fransa’nın ele geçirilmesi için yapılan savaştan daha uzun sürdü33 diyerek, Sovyet halkının direnişi karşısındaki şaşkınlığını belirtiyordu. Naziler, Stalingrad’ta 700 bin asker, bin tank ve bin dört yüz uçak kaybetti. Stalingrad halkı, sosyalist yurtseverliğin; devrimci fedakârlık ve kahramanlığın, emperyalist kapitalist sistemin en barbar, en gerici ve en saldırgan güçlerine karşı direnme gücünü ve zafere olan inancını bütün dünyaya göstermiştir.

SSCB, sosyalist eğitim ve komünist ahlakla yetişmiş, yaşamın her alanında öne çıkan milyonlarca kadronun, geleceğin sınıfsız toplumunun kurucusu ‘yeni insan’larının yetiştiği; sosyalizmin önemli ve zengin bir deneyimi olarak tarihteki yerini almıştır.

SONSÖZ

Sovyet sisteminin, eğitim, kültür ve sanatın bütün alanlarında elde ettiği başarılar, Komünist parti ve komünist gençlik örgütünün (komsomol) kadrolarının önderlik ettiği; işçi sınıfı ve emekçi halk yığınlarının sosyalist inşa ve ilerleme için her alanda ve her yaşta öğrenme ve öğrendiklerini uygulama yönünde birlik ve dayanışma ruhuyla fedakârca çalışmasının ve öte yandan sosyalist devletin bütün olanaklarının halkın yeni bir yaşam, yeni bir dünya kurma mücadelesinin ihtiyaçlarını karşılayıp, bu mücadelenin başarısı için seferber edilmesinin sonucudur. Eğitim ve bilimin sermayenin hizmetinde olduğu ve bilginin üretim sürecinin bir girdisi, bir meta haline getirildiği emperyalist-kapitalist politikalar karşısında sosyalizm; bilim, kültür ve sanatın halkın çıkarları için kullanılmasını savunur. Sovyetler Birliği, bu hakkın her yaşta en yaygın şekilde kullanılmasının olanaklarını yaratarak, emperyalist-kapitalist barbarlık karşısında, insanlığın bütün ilerici değerlerinin mirasçısı olmuş; bizlere bugün için yol gösterici olan, zengin bir birikim ve deneyim bırakmıştır.

Bugün, SSCB’nin eğitim, bilim ve kültür alanındaki başarı ve uygulamaları, neo-liberal ideologlar için rasyonel değildir. Çünkü, onlara göre devletin olanaklarının, eğitim ve bilimin halkın çıkarı ve ihtiyaçları için değil; sermayenin çıkarları için kullanılması rasyoneldir. Dolayısıyla, bugün için ‘eğitim hakkı’ mücadelesi, eğitim ve dolayısıyla bilimin, kimin (hangi sınıf ve katmanların) çıkarı için kullanılacağı mücadelesidir. Emperyalist-kapitalist sistemin neo-liberalizm ile, işçi sınıfı için daha fazla sömürüyü ve halklara köleliği dayatan politikalarına karşı, işçi sınıfı ve emekçi halkların ‘halk için eğitim, halk için bilim talebi etrafında birleştirilmesi, “halkın eğitimi olan gerçek eğitim için devrimci savaşım, işçi sınıfı partisi, devrimci sınıf ve halk güçlerinin önünde, bu mücadelenin seyrini belirleyecek; daha güçlü ve daha sağlam savunulması gereken önemli bir görev olarak durmaktadır.

DİPNOTLAR

1) Fuat Ercan, Neo-Liberal Eğitim Politikalarının Anatomisi İçin Alternatif Bir Çerçeve, www.metu.edu.tr

2) Nuray E. Keskin, Eğitimde Reform, Kamu Yönetimi I. Ulusal Kurultayı- 18-19 Aralık 2003, İnönü Ünv. Malatya

3) Age

4) Eğitim-Sen, 2006-2007 Eğitim Öğretim Yılı Başında Eğitimin Durumu, www.egitimsen.org.tr

5) DB Türkiye Direktörü Andrev Vorking, Türkiye’de Eğitim Reformu, 27 Aralık 2005, Hacettepe Ünv.

6) GAP Bölgesi’nde Eğitim Raporu, 2002- www.gap.gov.tr

7) Nuray E. Keskin, age

8) DB Türkiye Direktörü Andrev Vorking, Türkiye’de Eğitim Reformu, 27 Aralık 2005. Hacettepe Ünv.

9) Age

10) Age

11) Lenin, Gençlik Üzerine, Sol Yayınları.sf. 33

12) Age, sf. 41

13) Dö Monzi, Bolşeviklik, Çev: Haydar Rifat, sf. 398, İst-1932

14) Stalin, Lenin-Stalin, Gençlik Üzerine, Evrensel Basım Yayın, sf. 134-135

15) Türkkaya Ataöv, Sovyetler Birliği Devlet İdaresi, sf. 99-100., Ank-1961

16) www.anadil8k.com’dan aktaran Özgür Politika Gazetesi, 17 Mart 2002

17) J. F. Cramer-G. S. Browne, Çağdaş Eğitim, sf. 447-448, MEB Basımevi, İst. 1977

18) Age, sf. 404-405

19) Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’ndan Akt: Prof. Dr. Ersoy Taşdemirci, 1936 Yılında Sovyet Rusya’da Yüksek Öğretim Hakkında Hazırlanmış Bir Rapor, Erciyes Ünv.

20) J. F. Cramer-G. S. Browne, Çağdaş Eğitim, sf. 415

21) Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Age

22) Age

23) J. F. Cramer-G. S. Browne, Çağdaş Eğitim, sf. 398

24) Age,Sf. 447

25) Dö Monzi, Bolşeviklik, sf. 401

26) N. K. Krupskaya, Eğitim Üzerine, Yorum Yayınları, sf. 146-147

27) Age, sf. 132

28) Lenin, Yönetmeyi Nasıl Öğrendik? Evrensel Basım Yayın, sf. 89-90

29) Lenin, Gençlik Üzerine, Sol Yayınları, sf. 225-227

30) Anton S. Makarenko, Yaşam Yolu, II. Cilt, Payel Yayınları, sf. 497

31) Stalin, Leninizmin Sorunları, Sol Yayınları, sf. 610-611

32) Age, sf. 606-607

33) Sosyalizm Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, cilt. 3, sf. 945

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑