SINIF MÜCADELESİ NEDEN BELİRLEYİCİDİR?
Modern burjuva toplumu iki temel sınıfa bölünmüştür. Bu temel bölünmenin iki ana sınıfı burjuvazi ve işçi sınıfıdır. Bu iki temel sınıf arasında küçük burjuvazi, ara tabaka ve katmanlar bulunmaktadır. Bu ara sınıf ve katmanlar, sürekli olarak bu iki sınıfa doğru, tabii ki ezici çoğunluğu işçi sınıfına ve diğer alt sınıflara doğru olmak üzere dağılır. Dağılma ve giderek incelen bir tabaka halinde yeniden oluşma burjuva toplumun temel ozelliklerindendir. Bu temel bölünmenin maddi temeli, üretim araçlarının özel mülkiyeti ve bu temel üzerinde emeğin sermaye tarafından artı-değer elde etmek için ücretli sömürüye tabi tutulmasıdır. Bugünün toplumunun sosyal, ideolojik ve politik tüm mücadeleleri emek ve sermaye arasındaki bu temel ve uzlaşmaz çelişki üzerinde cereyan etmektedir. Bu sınıf mücadelesi bugünün toplumunun her anına damgasını vurmaktadır. Bu durum işçi sınıfının şu ya da bu dönemdedeki mücadelesinin düzeyinden bağımsız bir gerçekliktir. Bu öncelikle şu anlama gelmektedir, her şeyden önce burjuva devleti, büyük burjuvazinin örgütlü gücünü ve sermayenin diktatörlüğünü temsil eder ve burjuva sınıfının çıkarlarını her an her durumda savunmak üzere örgütlenmiştir. Bu devlet, burjuvazinin işçi sınıfına karşı mücadelesini, her durumda, her zaman ve her alanda titizlikle savunur ve geliştirir.
Eagleton’un sınıf mücadelesine ilişkin düşünceleri ise Marksizmin sınıf mücadelesi teorisinin çarpıtılması üzerine kurulmuştur. Eagleton görünüşte sınıf mücedelesinin varlığını ve önemini kabul eder. Ama Marksizmin diğer konularına yaklaşımını burada da gösterir ve sınıf mücadelesinin gerçek anlamını ve içeriğini ustalıkla boşaltır, çarpıtır. O sınıf mücadelesini sedece belirli “anlarla” sınırlamakta, sınıf mücadelesi teorisinin sadece “olayları anlamamıza” yardım ettiğini ileri sürmektedir. Onun şu yaklaşımını hatırlayalım: “Öyleyse sınıf mücadelesi niçin birincil önemde? Marx’ın buna iki cevabı olabilir. Sınıf mücadelesi, ilk bakışta bağımsız görünen pek çok olayı, kurumu ve düşünceyi biçimlendirir; tarihsel bir çağdan başka bir çağa geçişteki çalkantılı dönemde belirleyici rol oynar.”
“Sınıf mücadelesi, ilk bakışta bağımsız görünen pek çok olayı, kurumu ve düşünceyi biçimlendirir” tespitine çok genel bir açıdan yaklaşacak olursak, bunu doğru olduğunu varsayabiliriz. Ancak Eagleton, düşüncelerini bu doğrultu üzerinde geliştirerek, onu gerçekte anlamsızlığa doğru götürür. Sınıf mücadelesine bu genellik içerisinde yaklaşınca aslında şöyle söylememiz gerekir; sınıf mücadelesi, anlamsız ve bağımsız gibi görünen pek çok gelişmeyi ve olayı birbirine bağlar, onların anlaşılmasına yardım eder, sorunun temelinin nerede yattığı, nelerin buradan kaynaklandığı konusunda açık ve net bir anlayış ortaya koyar. Bütün bunların üzerinden ezilen ve sömürülen sınıfa kurtuluş için ne yapması gerektiğini gösterir. Eagleton’un tespiti, sınıf mücadelesini sınırları belli olmayan bir “düşünce biçimlendirmesi”ne indirgemektedir. Marksistler sınıf mücadelesine sadece “tespit etmek” ve olayları anlamak için önem vermezler. Marksistler, sınıf mücadelesine, onu doğal sonuçlarına vardırmak, sınıfsız topluma ulaşmak için önem verirler ve bu amacın gereğini yapmak üzere sınıf mücadelesine kendi ideolojik, politik perspektifleri ile yaklaşırlar. Marksizm açısından sınıf mücadelesinin asıl anlamı ve önemi buradadır.
Eagleton’un sınıf mücadelesine bu sakat yaklaşımı, kendisini, hemen ardından gelen ikinci cümlede zaten açığa vurmaktadır. Sınıf mücadelesine sadece “tarihsel bir çağdan başka bir çağa geçişteki çalkantılı dönemde belirleyici” bir rol verilmektedir. Böyle olunca bugünün burjuva toplumunda hergün her saat cereyan eden mücadeleyi açıklayacak, “düşüncelerimizi biçimlendirecek” bir klavuz aslında elimizde bulunmamaktadır. “Düşünceyi biçimlendirme” ifadesi bir süs olarak, sadece bir “düşünce” olarak kalmaktadır. Marksizmin sadece bir “düşünce” ve “açıklama” klavuzu olmadığı, “dünyayı değiştirme” klavuzu olduğu hatırlandığında, Eagleton’un yukarıdaki tespitinin gerçek içeriği, hangi yanlış düşüncelere yol vermek üzere ortaya sürüldüğü daha iyi anlaşılabilir.
Sınıf mücadelesinin sadece “geçiş çağı”nda belirleyici bir rol oynadığı iddia edildiğinde doğal olarak şu sorular sorulmak zorundadır: Eğer sınıf mücadelesi geçiş çağını hazırlayan bir rol oynamıyorsa, yani bu mücadelenin olağan dönemde toplumsal bir önemi bulunmuyorsa, o zaman “geçiş çağı” gelip kapıya dayanınca, sınıf mücadelesinin belirleyici bir rol oynayabilmesi için ne gibi bir sebep olabilir? Bardağı dolduran, sonra da taşıran nedenler nelerdir? Evrim ve devrim boş sözler midir vb. vb.? Ama gerçek şudur: Eğer işçi sınıfı her günkü mücadelesi ile toplumun ezilen ve sömürülen diğer sınıf ve tabakalarına önderlik yapmamış, bu mücadeleler içerisinde kendi saflarını sıkılaştırıp daha sert mücadelelere hazır hale getirememişse, “çalkantılı dönem” gelip çattığında tarihsel rolünü oynayamayacaktır. Bu durumda devrim sönüp gidecek ya da yenilgiyle sonuçlanması kaçınılmaz olacaktır. Tarih bunun sayısız örnekleri ile doludur. Ve bu örnekler sadece yenilgiye uğramış devrimlerden ibaret değildir. Bu tür yenilgiler yine de sınıf mücadelesi açısından tarihin onurlu sayfalarıdır. Çünkü işçi sınıfı, ezilen kitleler mücadele etmiş, ancak yenilmiştir. Buna karşın, pek çok “çalkantılı dönem” de, sessizce, çürümeyle, burjuvazinin pek çok yol ve yöntemle dizginleri yeniden ele alması ile sonuçlanmıştır. Sosyal demokrasi ya da diğer uzlaşmacı akımlar tam da böylesi dönemlerde sınıf mücadelesini “çürütmüşlerdir.”
Açıkçası, gerçek Eagleton’un göstermek istediğinden tümüyle farklıdır. Sermaye ile emek arasındaki çelişki, emek ile sermayenin bir arada bulunduğu her alanda sürekli olarak devam eder. Emek ile sermayenin doğrudan karşı karşıya olmadığı alanlarda ise etkiler, yansımalar, hareket tarzı, alışkanlıklar ve gelenekler olarak devam eder. Ücretlerinde artış, sosyal haklarında genişleme, şu ya da bu yasanın emekçiler lehine düzenlenmesini isteyen işçiler ve onların örgütleri bu haklarını elde etmek için sürekli bir mücadele yürütürler. Bu mücadeleler, bazen açık sınıf çatışmalarına yol açar, bazen durgun bir dönem yaşanır, bazen de mücadele, sonrasındaki uzlaşmalarla bir düzen kazanır, bazen grev ve gösterilere, bazen barışçıl, bazen de sert biçimler alarak sürer gider. Dahası hükümetler vergiler, teşvikler, toplumun sosyal, ekonomik, politik yaşamına yön verecek farklı yasalar çıkardıklarında, bütünüyle burjuva sınıfın egemenliğini yayma ve pekiştirme peşindedirler. Üstelik bu mücadele sadece ekonomik ve politik alanda cereyan etmez. İdeoloji, din, kültür, sanat, müzik, basın ve yayın bu mücadelenin önemli alanlarıdır ve burjuvazi işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin bilincini sürekli olarak kendi kurduğu düzen lehine biçimlendirmeye çalışır. Bütün bu mücadeleler sürekli olarak devam ettiği, tüm toplumu devamlı olarak ikiye böldüğü içindir ki, “tarihsel anlar gelip çattığında”, işçi sınıfının partisi, diğer örgütleri eğer sürekli olarak bu mücadelelerin içindelerse ancak tayin edici bir rol oynayabilirler ve sınıf mücadelesini doğal “sonucuna”, yani sınıfların tasfiye edilmesine, sosyalizmin kurulması sonucuna ulaştırabilirler.
Yoksa tarihsel anlar, yani bir çağdan diğer çağa geçiş zamanı gelip çattığında, yönetici sınıf, eğer karşısında kendisini tehdit eden örgütlü bir sınıf hareketi yoksa, içine sürüklendiği bunalımdan çıkış yolunu bir biçimde bulacaktır. Üretici güçler tahrip olacak, burjuva ekonomisi yeni bir denge kurarak, yeni bunalımlara kadar yoluna devam edecektir. Yani hiçbir şey kendiliğinden olup bitmeyecektir. Ancak ayrıca vurgulamaya gerek yoktur ki, büyük burjuvazinin egemenliğindeki burjuva toplumu üstesinden gelemediği ve gelemeyeceği uzlaşmaz çelişkileri nedeniyle sürekli olarak bu sonu hazırlar ve yeni bir toplumun koşullarını, araçlarını ortaya çıkarır. Açıkçası, zorunlu olarak bu yöne doğru ilerlemekte olan koşulları ve etkenleri ne değiştirebilir ne de onları engelleyebilir. Bu nedenle işçi sınıfının bağımsız politik mücadelesi tayin edici bir önem kazanmaktadır. Bu yaklaşım, Marksizmi zararsız bir tarih teorisi, olayları açıklamaya yarayan bir klavuz olarak yorumlama çabalarının nesnesi olmaktan çıkarır, onu, işçi devriminin teori ve pratiğini bir arada yürüten bir “praxis”e dünüştürür. Bu, tam da Marksizmin yaşayan, canlı ruhudur. Kolayca anlaşılabilir ki, sınıf mücadelesi bütün bunlar olmadan da cereyan eder. Ama bu mücadeleyi devrime, yeni bir toplumun kuruluşuna götürecek olan işçi sınıfının politik örgütü ve bilincidir. Bu nedenle, her türden burjuva ideologu, liberal sosyalistler işçi sınıfının bağımsız politik mücadelesini –yani kendi partisi ile bu mücadeleyi yönetmesini– uzlaşma ve düzen sınırları içine çekme konusunda azami bir çaba sarfederler. Eagleton’un sosyal demokrasiye ilişkin umudu da tam burada yatar. Ona göre, “belki sosyal-demokrasi” bu çatışmayı kontrol altına alacak, onu söndürecektir vb. Eagleton’un dediği şey, farklı koşullarda, farklı biçimde, hem de trajik bir biçimde yaşanmıştır. Alman sosyal demokrasisi devrimci önderleri –Liebnecht, Lüksemburg– katletme görevini yerine getirerek bu uğursuz görevi yerine getirmişti. Kullandığı yol ise “uzlaşma, çelişkileri yumuşatma” değil, açıkça terör ve şiddet uygulama idi.
Böylesi tarihsel anlarda işçi sınıfının bağımsız politik bir tutumla ortaya çıkması gerektiğinin ileri sürülmesi, komünistlerin bir istek ve temennisinin dile getirilmesi değildir. Bu zorunluluk, burjuva üretim ilişkilerinin başka türlü yok olmayacağı temel gerçeğinden kaynaklanır. Burjuvazi, feodal toplum içerisinde kendi üretim ilişkilerini yaygınlaştırmış, sonra da bir devrimle üst yapıyı, yani devleti ele geçirmiştir. Oysa sosyalist üretim ilişkileri burjuva toplumun içerisinde yeşerip gelişmez. Sadece sosyalizme götürecek üretici güçler ve maddi temel bulunmaktadır. Burjuva üretim ilişkilerinin bir devrimle yıkılması, sömürüyü ortadan kaldıran yeni üretim ilişkilerinin kurulması gerekir. Bu nedenledir ki, sınıf mücadelesi ile bu mücadelenin pratik sonuçlarına ulaştırılması –yani iktidar için mücadele– içiçe girmiş, birbirinden ayrılmamacasına kenetlenmiştir.
“Marksist öğreti, sınıf savaşımının teorisini ve pratiğini tek bir ayrılmaz bütün içinde eritmiştir.” Sınıf mücadelesine ilişkin yukarıdaki tespitleri yapan Eagleton’un hiç kuşkusuz Lenin’in bu tespitine katılması beklenemez. Bütün diğer “Marksistler” gibi, Eagleton da, Lenin’i Marksizm’den ayırmakta, hele hele Stalin’e öfkeli salvolar yöneltmektedir. Troçki ise, daha sonra kısaca göstereceğimiz gibi, onun favori adamıdır. Zaten kitabını Marx’ın kendince yorumladığı fikirleri ile sınırlamasının nedeni de budur. Biz de Eagleton’un kitabında çizdiği çerçeve içinde hareket ediyoruz ve Lenin ve diğer Marksistleri mümkün olduğunda işin içine katmadan eleştirilerimizi yöneltiyor ve Marx’a bağlı kalarak Marx’ın Eagleton’un yansıtmaya çalıştığı Marx’la bir ilgisinin olmadığını kanıtlamaya çalışıyoruz. Ama yine de bir iki kısa saptama yapmak zorundayız: Eagleton için Lenin’den yukarıda aktardığımız düşünce, bunun, Lenin’in düşüncesi olduğu, Marx’ın bu düşüncede olmadığıdır.
Ancak Marx’ın tüm yaşamı ve ortaya koyduğu pratik tutum Eagleton ve onun gibilerinin itirazını boşa çıkarır niteliktedir. Marx ve Engels, aynı zamanda, büyük birer eylem adamlarıdır. Engels “general” lakabını sadece askeri bilgisi ve tahlillerinden ötürü almamıştır. 1848 devrimlerinde Almanya’da gönüllüler ordusunda subay olarak yaptıklarını hatırlatmak bile yeterli olacaktır. Onlar, her ülkedeki sınıf mücadelesinin sorunları ile doğrudan ilgilenen uluslararası işçi sınıfının önderleri, Alman Partisi’nin politika, taktik ve ideolojilerinin ortaya çıkmasında en fazla katkıyı yapan kişiler, her ülkede işçi sınıfının politik mücadelesi ve örgütlenmesine yardım eden politik ve ideolojik önderler, politik mücadele, yani “pratik zamanı” gelip kapıya dayandığında çoşkuyla buna katılan, ama aynı zamanda ondan teorik sonuçlar çıkaran bir eylemci ve teorisyenlerdir. Açıkçası, işçi sınıfının pratik mücadelesi ve mücadelenin güncel sorunları ile uğraşmayan bir Marx ve Engels portresi çizmek olanaksızdır. Eğer Marksizm, burjuva ideologlarının, liberal sosyalistlerin iddia ettiği gibi, sınıf mücadelesinin güncel sorunları ile uğraşmasa, işçi sınıfının bir eylem klavuzu olarak bu mücadele içerisinde yer almasa, o durumda, zararsız bir tarih, felsefe, ekonomi teorisi olur, alanı “düşünce belirleme” ile sınırlı kalırdı. Çok açıktır ki, bunun anlamı ise, Marksizmin burjuva liberal bir sosyalist teoriye dönüştürülmesidir.
SINIF MÜCADELESİ BİRİNCİL Mİ YOKSA TEMEL Mİ?
Kitaptaki sınıf mücadelesine ilişkin tespitleri irdelemeye devam edelim. Eagleton Marx’ın politik mücadelesine karşı ilgisiz olsa da, onun sınıf mücadelesi ile ilgili tespitlerine “büyük bir önem verir” gözükmektedir. Ancak o, sınıf mücadelesinin Marksist anlayışına çok uzaktır. Marx’tan “toplumların tarihi sınıf mücadeleleri –sınıflı toplumların ortaya çıkmasından itibaren– tarihidir” tespitini aktarırken, bu anlayışı sağından solundan budama çabası içindedir. Marx’ın sözlerini bizler için yeniden yorumlar ve önümüze şöyle bir şey koyar: “Demek istediği insanın tarihinde, sınıf mücadelesinin birinci derecede önemli olduğuydu. Gene de hangi anlamda birinci derecede? Örneğin din, bilim ya da cinsel baskı tarihlerinden nasıl daha önemlidir? Sınıf, zorunlu olarak siyasi faaliyeti harekete geçirici birinci derecede güçlü bir etken değildir. Bu açıdan Marksizmin fazla dikkate almadığı etnik kimliğin rolünü düşünün. Anthony Giddens’e göre ırksal ve cinsiyetçi eşitsizliklerin yanı sıra devletler arasındaki çatışmalar da ‘sınıf sömürüsü ile aynı önemdedir.’” Giddens gibi burjuva sosyolojisinin günümüzdeki önemli isimlerine dayanan dünya olaylarının bu açıklaması dikkatlice irdelendiğinde, aslında Marksizmin sınıf mücadelesi kavramından geriye pek bir şey kalmamıştır. Marx’ın işaret ettiği sınıflı toplumların temel çelişkisi ve ilişkisidir. Marx’ın yaklaşımında birincil, ikincil, tali vb. nitelemeler bulunmaz. O temel çelişkiye işaret eder ve diğer tüm çelişkilerin bu zemin üzerinde hareket ettiğini, ona bağlandığını, yaşam olanağı bulduğunu, dahası “dinsel ve ideolojik, politik” çatışmalar olarak açığa vuran mücadelelerin aslında bu sınıf mücadelesinin görünüm biçimleri olduğunu açıkça gösterir.
Gerek Marx’ın, gerekse Engels’in, gerekse de genel olarak Marksistlerin sınıf mücadelesine ilişkin genel yaklaşımını şöyle özetlemek olanaklıdır: Hepimiz biliriz ki, toplumsal hayat çelişkilerle doludur; toplum bireyler ve birey gruplarından oluşur ve bu birey ve birey gruplarının her birinin elde etmek istediği şeye sahip olması, diğerleri ile bir mücadeleye girişmesini gerektirir. Tarih, sadece uluslar ve toplumlar arası mücadeleyi değil, ulusların ve toplumların kendi içindeki mücadeleyi de gözler önüne serer. Dünyaya ve çevremize baktığımızda, birbiri ardından gelen barış ve savaş, durgunluk, hızlı gelişme ya da gerileme ya da düpedüz geçici de olsa geriye dönme dönemlerinin olduğunu görürüz. Marksizm, görünüşteki bu “labirent ve kaosu” yöneten yasaların bulanabilmesi için bir klavuz, yani, sınıf mücadelesi teorisini sağlamıştır. Belli bir toplumun ya da toplumlar grubunun bütün üyelerinin çabalarının bütünüyle incelenmesiyledir ki, ancak, bu çabaların bilimsel açıklamasına ulaşılabilir. Bu çelişkili çabalar, her toplumun bölünmüş olduğu sınıfların konumlarındaki ve yaşam biçimlerindeki farklılıktan ileri gelir. Komünist Manifesto “bugüne dek var olan bütün toplumların tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir” (Engels, daha sonra, buna ‘ilkel topluluğun tarihi dışında’ diye bir açıklık getirmiştir) diyerek kesin bir tanımlama ile açıklamıştır. Yani ilk çağlardan bu yana doğru ilerleyecek olursak; özgür ile köle, patrisyen ile plep, senyör ile serf, lonca ustası ile çırak, kısacası, ezen ile ezilen, birbiriyle sürekli karşıtlık içinde bulunmuş, birbirine karşı gizli ya da açık kesintisiz bir mücadele sürdürmüştür. Bu mücadele, ancak, yeni bir toplumun kurulması ve sınıfların bütünüyle ortadan kalkması ile bir sonuca ulaşacaktır. Marksizmin sınıf mücadelesi ile ilgili genel yaklaşımı Komünist Manifesto’dan bu yana genel hatları ile yukarıdaki gibi özetlenebilir.
Açıkça görülmektedir ki, sınıf mücadelesi modern toplum içindeki temel mücadeleyi anlamak açısından bir klavuzdur. Üstelik materyalist tarih anlayışının temellendirdiği sınıf mücadelesi teorisi sadece iki karşıt sınıfın mücadelesini açıklamaz. O, aynı zamanda, maddi çıkar çelişkileri nedeniyle aynı sınıf içerisindeki tabakaların, katmanların birbirleri ile mücadelesini, çelişkilerinin kaynağını, bunların nedenlerini de açıklar ve egemen sınıflar arasındaki çelişkilerin maddi koşullarını da gösterir. Bunu Marx’a dayanarak örnekleyelim. Marx 1852’de Weydemer’e yazdığı ve bir bölümünü daha önce aktardığımız önemli mektubunda, sınıflar, sınıf mücadelesi ve tarihçiler üzerine değerlendirmelerde bulunur. Marx’ın değerlendirmeleri şöyledir:
“..Maliye Bakanı Disraeli, 2 Mart’ta seçmenlerine şöyle yazıyor: ‘Son yıllarda bu krallığın refahı üzerinde çok zararlı etkiler yapmış bulunan sınıf çatışmalarına son vermek için elimizden geleni yapacağız.’ Bu sözler üzerine The Times’ın 2 Mart’taki yorumu şöyle: ‘…eğer bu ülkede sınıfları uzlaşmayacakları derecede bölecek ve adil ve onurlu bir barış için hiçbir seçenek bırakmayacak bir şey varsa; bu, ithal tahıldan vergi almak olacaktır….’” Marx burada şu hatırlatmayı yapıyor: “Şunu anımsatmak gerekir ki, on sekizinci yüzyılda İngiliz aristokrasisi ‘özgürlük’ (ticarette serbestlik) yanlısıydı, burjuvazi ise ‘tekel’den yanaydı.” Aristokrasi feodal toplumun, burjuvazi ise modern toplumun yönetici sınıfıdır. Geçiş dönemlerinde, bunlar bir arada, bir devlet içerisinde bir arada olsalar da, aralarındaki mücadele çeşitli biçimlerde sürer. Açıkçası mücadele egemen sınıfın içerisindeki farklı tabaka ve katmanlar arasında da hüküm sürmektedir. Ayrıca günümüzde tekelci burjuvazi tarafından ezilen orta ve küçük burjuvazinin üst tabakalarının büyük tekellerle olan çelişkisinin maddi temelleri de onların farklı maddi koşullarından ve çıkarlarından kaynaklanmaktadır. Küçük üretici köylülerin büyük kapitalist tekellere karşı mücadelesi vb. hep onların çelişkili ekonomik, maddi koşullarına dayanmaktadır. Üst sınıflar ve mülk sahibi diğer tabakalar arasındaki bu çıkar çelişkisi, sonuçta alt sınıflara da yansımakta, genel olarak sınıf mücadelesinin şiddetini, ritmini, gelişim seyrini etkilemektedir. Modern burjuva toplumda sınıf mücadelesi dendiğinde, doğal olarak ilk akla gelen işçi sınıfı ile sermaye arasındaki mücadeledir ve bu çelişkinin temel çelişki olması nedeniyle bu kavrayışta hatalı bir yön de bulunmamaktadır.
Bütün bunlardan sonra, kesin bir vurgu ile ifade etmek gerekir ki, Eagleton, sınıf mücadelesini gerçek zemininden, maddi koşullarından ve ekonomik temelinden koparmaktadır. “Sınıf mücadelesiyle ilgili nokta, sonucun öngörülemeyeceği dolayısıyla determinizmin tutunacak zemin bulamamasıdır.” Eagleton’un bir iddiası da budur! Bunlar kulağa hoş gelen içi boş belirlemelerdir. Öyle anlaşılıyor ki, yazarımıza göre sınıf mücadelesi ile ilgili bir öngörüye sahip olmak, dahası sınıfların kendi önlerine kendi yaşam koşullarından kaynaklanan ve mevcut durumu değiştirmek üzere hedefler koyması, bir amaçlarının olması determinist olmakla aynı anlama geliyor. Bir kez daha anlaşılıyor ki, Eagleton’un derdi determinizmi eleştirmek değil, onu üzerinden Marksizme vurmaktır. Oysa Marksistlerin sınıf mücadelesinin nereye doğru gelişeceği ve sonuçta işçi sınıfının üstün gelmesi durumunda nasıl bir düzene geçileceği konusunda bir öngörüleri vardır. Dahası bu öngörüyü gerçekleştirmek üzere mücadeleye atılırlar. Marx asıl dikkatini mevcut toplumun eleştirisi ve onun yıkımı üzerine yoğunlaştırmış olsa da, gelecek sosyalist toplumun nasıl bir şey olacağının bazı ana hatlarını vurgulamaktan kaçınmamış, ama tablonun bütününün somut koşullar tarafından çizileceğini de özenle belirmiştir. Üstelik sosyalizm deneylerinden sonra bu durum bir “öngörü” olmaktan çıkmış, tarihsel bir gerçeklik haline dönüşmüştür. Gerçekte, Marksistlerin, sınıf mücadelesi ve onun hedefleri konusunda öngörü sahibi olmamak, bu mücadeleyi doğal sonuçlarına ulaştırmak üzere mücadele etmemek, yani öngörüyü gerçekleştirmeye çalışmamak gibi bir lüksü de bulunmamaktadır. Marksistler, sınıf mücadelesinin kesin sonucuna ulaşaması için mücadele ederler.
Peki ama belirli bir tarihsel andaki sınıf mücadelesinde öngörülemeyen hiçbir nokta yok mudur? Hiçbir Marksist böyle bir şeyin olabileceğini iddia etmemiştir. Belirli bir ülkede, sınıfların açıkça karşı karşıya geldiği ve çatışmaya girdiği belirli bir anda zafer kesin değildir. Hiçbir Marksist önceden kesin bir zafer vaat etmez. İşçi sınıfının bu mücadeleden galip çıkabilmesi için pek çok koşulun bir arada olması gerekir. Genel politik bunalımın yeterince olgunlaşması, egemen sınıfların eskisi gibi yönetememesi, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istememesi, işçi sınıfının örgütlenme ve bilinç derecesinin düzeyi, ara sınıfların ve ittifakların durumu, hatta son anda öngörülemeyen bazı gelişmelerin olması, uluslararası durum vb.. –bütün bunların hepsi birden sınıf mücadelesinin sonucunu belirler. Zaten bütün bunlar kesin bir zafer için hazır olsaydı, ancak kesin zaferden emin olunca çatışmaya girilseydi, o zaman Marx’ın dediği gibi, “tarihi yapmak çok kolay olurdu.” Ama bütün bunlar Eagleton’un “öngörülemez” dediği şeyden bütünüyle farklıdır ve aslında o, zaman zaman değindiğimiz gibi, burjuva toplumunu hangi toplumun izleyeceği konusunda bulanıklık yaratmaya yönelmiştir, “sosyalizmin garanti” olmadığı konusundaki düşüncelerini temellendirmek üzere bu tespitlerde bulunmaktadır.
Öngörü konusunu farklı bir noktadan ele alacak olursak, Marx’ın Paris Komünü hakkındaki düşünceleri bu açıdan son derece öğreticidir. Marx, Paris halkının ayaklanmaması gerektiğini, ayaklanmaları halinde yenilebileceklerini önceden “öngörür.” Ancak ayaklanma patlak verip Paris işçileri ve halkı kahramanca bir mücadeleye giriştiklerinde onları çoşkuyla destekler, hangi taktikleri izlemeleri gerektiğini belirtir. Paris Komünü yenilgiye uğradığında ise, “ah”, “vah”, “keşke ayaklanmasalardı” gibi laflar etmez. Komün’ün genel bir değerlendirmesini yapar, oradan, devlet için teorik önemi olan çok ciddi sonuçlar çıkarır. Bütün bunlar sınıf mücadelesinin politik koşullarını, taktiklerini ve örgütlenmesini doğrudan ilgilendirir ve Marksizme yaşayan bir mücadele ruhu, canlılık ve gelecek mücadeleler için tecrübe katar.
Eagleton ise, bütün bunlardan belirsizlikler, keyfiyet, tarihin öngörülemeyeceği, sınıf mücadelesinin gelişme yönünün tahmin edilemeyeceği gibi sonuçlar çıkarır. Oysa öngörmek, ayakları yere basan hayaller kurmak, bütün bunlar üzerinden somut gelişmeler konusunda tahminlerde bulunmak, yetenekli her Marksist politikacının vaz geçmemesi gereken özelliklerdir. Örneğin, Türkiye gibi bir ülkede kapitalizm hızla gelişiyor, sanayi siteleri ve organize sanayi bölgelerinde milyonlarca işçi birikiyor ve bunlar vahşi sömürü koşullarında çalışmaya ve sömürülmeye mahkum ediliyorlarsa, buralarda patlamalar şeklinde işçi mücadelelerinin gündeme gelmeyeceğini, ekonomik ve sosyal talepler öne süren bir işçi mücadelesinin gelişmeyeceğini öngörmemek körlük değil midir? Marksistler dahil hiç kimse bu gelişmelerin somut olarak nasıl ve ne zamanda gerçekleşeceğini elbette daha önceden kesin hatları ile bilemez. Ama bu durum işçi hareketini bu yöne doğru geliştirmek için buralarda örgütlenme ve çalışma yapma yapmamanın mazereti olabilir mi? Ya da bazı durumlarda başarısızlığa uğranılması halinde genel amaçlardan vaz geçmeyi haklı çıkarabilir mi? Dahası bu çabalar içerisinde olan sosyalistler “deterministlikle” suçlanabilirler mi?
Marksistler ve onların partileri açısından sınıf mücadelesi koşullarında bu türden yaklaşımlara kesinlikle prim verilemez. İşçi partilerinin sınıf mücadelesini ne yana doğru geliştirmek istediklerinin stratejileri ve taktikleri, örgütlenme ilkeleri hemen hemen bellidir. Sınıf mücadelesinin varlığı, sınıflara keyfi bir hareket özgürlüğü kazandırmaz. Sınıfların genel amaçları açık seçik bellidir. Daha önemlisi, maddi, ekonomik temel, üretici güçlerin gelişme düzeyi bu hareket yönünün sınırlarını belirlemiş, bunun koşullarını ve araçlarını ortaya çıkarmıştır. Bu gerçek genel olarak şu zeminden hareket etmektedir: Günümüz kapitalist toplumunda üretim işçilerin kollektif üretim tarzına dayanmaktadır. Ama bu kollektif üretim tarzının üzerinde kapitalist mülkiyetin özel mal edinme biçimi egemendir. Emek, ücretli emektir ve sermaye tarafından artı-değer elde etmek için sömürülür. Burjuva toplumun genel yapısı budur. Bu durumda gelişmenin yolu ne tarafa doğru olabilir? Sınıf mücadelesinin hedefleri ne olabilir? Bu çelişkinin tek bir çözümü vardır. Bu, kapitalist özel mülk edinme biçiminin yerine kollektif, yani toplumsal mülkiyetin konulmasıdır. Yani toplumsal olarak üretenler, toplumsal olarak da mülk edineceklerdir. Üretim araçları toplumsallaştırılacaklardır. Eagleton’a göre bütün bunları öngörmek determinizmdir! Eagleton’un determinizm eleştirisi kılığında Marksist tarih anlayışına saldırmasının, onu eleştirmesinin sonuçları buralara varmaktadır.
Aslında burada olup bitenin anlaşılması çok zor mudur? Ya da toplumsal gelişmenin yönü herkes için bir sır mıdır? Toplumların gelişmesi bunun böyle olmadığını açık seçik ortaya koyuyor. Yeni bir toplumsal düzene geçmenin ögeleri bizzat eski toplumun bağrında gelişiyor ve olgunlaşıyor. Üstelik bugünün işçisi sadece bir ülke içerisinde kollektif, yani toplumsal bir üretimde bulunmuyor. Üretim süreçlerinin dünya ölçüsünde genişlemesi, tüketimin dünyaya yayılması bugünün işçisini aynı zamanda “evrensel bir üretici” konumuna getirdi, onun üretici güçlerinin evrensel gelişimini sağladı. Bu durum, hem tek tek ülkeler açısından, hem de uluslararası planda işçi hareketinin, sınıf mücadelesinin gelişim yönünü belirliyor. Bu gelişimin kesintiye uğraması, şu ya da bu süreçlerden geçmesi, şurada ya da burada daha erken sonuca ulaşması, bütünüyle sınıf mücadelesinin somut koşulları tarafından belirlenecektir. Kesin olan bir şey varsa, o da şudur ki, işçi sınıfı bir kez ayağa kalktığında, yeni bir toplumsal düzenin temellerini atmaya başladığında ilk müdahale edeceği alan mülkiyet ilişkileridir. Yani işçi sınıfı kendi tepesine yeni bir sömürücü sınıf getirmeyecektir! İşçi sınıfının sosyal-demokrasi gibi sosyal itfaiyecilere kanıp, katlanılabilir sömürü koşullarına razı olmasını ummak ise, ayağa kalkmış işçi hareketinin canlı ruhundan hiçbir şey anlamamak, sosyal-reformist bir beklenti –Eagleton’un ideolojik konumu aslında tam da buna tekabül etmektedir– olacaktır.
Bir toplumda maddi ekonomik koşullar yeterince olgunlaşmamışsa, tarihsel ve toplumsal koşullar tümüyle farklıysa, bir koşul ortaya çıkmış olsa bile, daha ileri bir topluma geçmek olanaklı olmayacaktır. Tek başına sınıf mücadelesi de böyle bir yolun önünü açmayacaktır. Marx’ın Roma’lı Pleplerin durumuna ilişkin verdiği örnek oldukça çarpıcıdır. Plepler, küçük mülk sahibi özgür köylülerdir. Bunlar, süreç içerisinde, büyük mülk sahibi Roma’lı asiller ve büyük mülk sahibi soylular tarafın mülksüzleştirildiler. Ama bunlar, İngiltere’de olduğu gibi proleterleşmediler, “ayak takımına” dönüştüler. Çünkü toplumsal ve tarihsel koşullar, ekonomik temel bütünüyle farklıydı.
Burada yanıtlanması gereken diğer bir soru şudur: Marx bu örneği neden vermektedir? Marksizmi çarpık bir biçimde yorumlayanlar, Marx’ın kapitalizmin başlangıcına ilişkin “tarihsel eskizini” –yani İngiltere’de küçük mül sahibi köylülerin mülksüzleşmeleri ve giderek proleterleşmeleri olgusu– hangi tarihsel koşullar olursa olsun tarihin benzer bir gelişme yönü izleyeceği biçiminde yorumluyorlardı. Marx, işte bunları uyarmak için bu örneği vermiş, buradan “tarihsel-felsefi bir teori” üretmek isteyenleri eleştirmişti. Eagleton kitabında Marx’tan bu alıntıyı yapıyor, ama Marksizme karşı kullanmak, sözde “Marksizm içindeki determinizmi” eleştirmek için. Oysa ortaya konulan, materyalist tarih anlayışının doğrulanması ve kanıtlanmasından başka bir şey değildir. Marx’ın bu yaklaşımının diğer önemli bir yanı, üretici güçlerin bir “seçme özgürlüğünün” olmamasıdır. Yani maddi toplumsal ve ekonomik koşullar çözümü ve gelişme yönünü de beraberinde getirmektedir. Sınıf mücadelesinin içerisinde cereyan ettiği maddi koşulları, ekonomik temeli ihmal ederek tarihsel gelişmeye yön vermeye kalkmak, sınıf mücadelesinden kendi keyfince sonuçlar üretmek şarlatanlıktan başka bir şey değildir. Oysa Eagleton için bu determinizmin ta kendisidir!
Eagleton’un ortaya attığı diğer bir sorun, egemen sınıfların “en parlak dönemlerinde” devrilmesinin pekala mümkün olacağına ilişkin tezdir. Görünüşte bu tez epeyce “devrimcidir” ve kulağa hoş gelmektedir. Eagleton şöyle demektedir: “…Her halükarda eğer siyasi muhalefet yeterince güçlüyse, en parlak döneminde olan egemen sınıfı devirmek mümkün değil midir? Gerçekten üretim güçlerinin duraksamasına kadar beklemek zorunda mıyız?” Bütün bunlar, kendi iç bağıntıları olmayan, mantık bütünlüğü taşımayan, Marksist devrim anlayışının izini zerre kadar taşımayan büyük bir laf yığınından ibarettir. Eğer Eagleton Marx’ı birazcık anlamış olsaydı, olgunlaşmış bir burjuva toplumunun üretici güçlerin gelişimine zaten engel olduğunu, bugün bu toplumu sarıp sarmalayan çelişkilerin ve çatışmaların tahrip edici derecelere varmasının nedeninin de tam da bu olduğunu, yani üretici güçlerin gelişmesinin engellenmesi olduğunu kolayca anlayabilirdi.
Devrim son tahlilde üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin ürünü olsa da –ki toplumların ileriye doğru dönüşümünün de anahtarı buradadır– devrimin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği bütünüyle somut bir anda objektif ve sübjektif koşulların uygun olması ile ilişkilidir. Daha açık bir ifade ile, belirli bir ülkede belirli bir tarihsel andaki devrimden söz ediliyorsa, bu devrim, ancak uygun ekonomik, politik ve toplumsal koşulların –yukarıda bir kısmının özetlendiği gibi– bir araya gelmesi ile olanaklı olabilir. Yani sömüreni de, sömürüleni de etkileyen ulusal ve uluslararası bir bunalımın söz konusu olması gerekir. Bu tür bunalımların açığa çıkması ise bütünüyle kapitalizmin iç çelişkilerine bağlıdır ve kapitalizm bu bunalımları sürekli üretir. Bu bunalımlar, eğer sermaye egemenliğinin yıkılması ile sonuçlanmazsa, genellikle üretici güçlerin büyük oranda tahrip edilmesi ile sonuçlanır ve üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki temel çelişki çözülmeden kaldığı için yeni bunalımın unsurları mayalanmaya başlar. Yani belirli bir tarihsel andaki ekonomik, politik ve toplumsal koşullarla, bunun bir devrime yol açıp açmayacağı ile, devrimi yapmak için üretici güçlerin “duraksaması” gibi genel bir sorunu birbirine karıştırmak, Marksist politikanın değil, şarlatanca işlerin konusu olabilir.
Hatırlatmak gerekiyor ki, Marksizme eleştiri yönetenler ve saldıranlar, bir süre öncesine kadar, bugünün burjuva toplumunda bilimin teknolojinin geliştiğini, insanların geçmişe göre daha fazla tüketim araçlarına sahip olduğunu, artık “işçi sınıfının zincirlerinden başka” kaybedecek şeyleri olduğunu tekrarlayıp duruyorlardı. Bu, kapitalizmin üretici güçleri hızlı bir tempoda ve engelsiz geliştirmeye devam ettiğini bir başka biçimde iddia etmekten, başka bir şey değildir. Buna karşı, Eagleton da bize, “eğer siyasi muhalefet yeterince güçlüyse egemen sınıfı devirmek mümkün değil midir? Üretim güçlerinin duraksamasına kadar beklemeli miyiz?” gibi ilk bakışta epeyce devrimci ve kulağa hoş gelen sözler söylüyor. Buradan ilk önce şu anlaşılılıyor ki, Eagleton kapitalizmin üretici güçleri ciddi olarak geliştirmeye devam ettiği kabul ediyor. Oysa bu titizlikle incelenmesi gereken bir sorundur. Çünkü üretici güçlerin ilerlemesi bütünüyle ve kesin olarak durmamıştır denildiğinde bile kapitalist toplumun iflah olmaz çelişkilerinde bir hafifleme olmamaktadır. Çalışma ve yaşam koşullarının, krizlerin kanıtladığı gibi, bugünün kapitalist sisteminde üretici güçlerin en küçük bir ilerlemesi bile topluma ağır bir fatura çıkarmaktadır.
Ama o, soruna tersten yaklaşarak, üretici güçlerin “duraksamamış olduğunu” kabul ederek, işçilerin kaybedecek şeyleri olduğunu ileri sürenlere üstü örtülü olarak hak veriyor. Demek ki işçilerin üretimi toplumsal olarak yapmaları, buna karşın bu toplumsal üretimin sonuçlarına tek tek kapitalistlerin ya da dev tekellerin özel mülkiyet olarak el koymaları, dahası, bu üretimin gerçekleştirilmesinde kullanılan fabrikaların vb. üretim araçlarının kapitalistlerin özel mülkiyeti olmaları, zaten bu nedenden ötürü bu el koymanın gerçekleştiğini gözardı etmemiz gerekiyor. İşçilerin kaybedecek fabrikaları, büyük toprakları, dev bankaları bulunmuyor. Eğer ortalama bir işçi ailesinin büyük zorluklar sonucu kavuşabileceği bir araba ya da ev işçinin kaybedecekleri arasında sayılıyorsa, bu küçük özel mülklere el koyacağını, işçileri böylece mülksüzleştireceğini ileri süren bir Marksist nasıl bir Marksisttir? Bu günümüzde ancak komedi filmlerinde olur. Ancak günümüz dünya sineması toplumsal gerçekleri konu edinmekten o kadar uzaklaşmış durumdadır ki, böyle bir komedi filminin çevrilebileceği bile şüphelidir.
Elbette sosyalizmin her emekçinin uygarca ve insanca yaşayabileceği bir konut politikası, ulaştırma için toplu taşım araçlarının kullanılmasını temel edineceği bir ulaştırma politikası olacaktır. Ancak bunlar için işçilerin, emekçilerin, küçük mülk sahiplerinin sahip oldukları mevcut arabalarına ve evlerine el konulacağını söylemek çocukça olacaktır. Kapitalistlerin ve büyük zenginlerin üretim araçlarına ve fazladan sahip oldukları tüketim araçlarına elbette el konulacak, onların on evleri varsa dokuzu elbette işçi ve emekçilerin kullanımı için kamulaştırılacaktır. Demek ki sorunu buralardan tartışmak, günümüz toplumunun değiştirilmesi sorununda öncelikli ve temel bir sorun değildir.
Kapitalizm, bilimi, teknolojiyi bir ölçüde geliştirmektedir ve geliştirmek zorundadır. Yoksa uygar buruva toplumunu devam ettirmek olanaklı olmazdı. Ancak bu sorun, yani bilim ve teknikteki kısmi ilerleme, üretici güçlerin gelişmesine küçük ama oldukça sorunlu bir katkı yapmış olsa bile, üretici güçlerin geliştirilmesi sorunu bütünüyle farklı bir sorundur. Üretici güçlerin gelişimi sorunu doğrudan mülkiyet ilişkilerine ilişkin bir sorundur ve bu sorun kolektif üreticilerin, yani işçilerin toplumsal üretimlerinin bir ya da bir grup kapitalist tarafından el konulması, mülk edinilmesi ortadan kaldırılmadan, yani özel mülk edinilme yerine toplumsal mülk edinilme konmadan çözülemez. Genel olarak “toplumsal devrimler çağına” yol açan neden de zaten budur. Proletarya devrimi tarihsel ve toplumsal temel gerekçesini tam da buradan alır.
Kapitalizm koşullarında bilim ve teknikteki her gelişme üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki çelişkiyi derinleştirmektedir. Bunun temel ve basit bir nedeni vardır. Bilim ve teknikteki her ilerleme işçi sınıfının aleyhine kulllanılır ve onun üzerindeki sömürüyü yoğunlaştırır. Başka bir ifade ile teknikteki, makinelerdeki gelişme ile normalde iki saat çalışarak eski sekiz saatlik üretimini gerçekleştiren bir işçi, hala sekiz saat çalışmakla kalmaz, çalışma saatlerinin uzatılması, iş gücünü daha düşük bir fiyata satması için korkunç bir baskı altına alınır. Temel gerçek bu iken, kapitalizmin bu temel sorunda bir “gelişme sağladığını” kim ileri sürebilir ki? Eğer birileri hisse senetli kapitalizmin bu tür sorunları çözdüğünü ileri sürecekse, onlara gerçekleri hatırlatmak yararlı olacaktır. Bugün hisse senetleri bir kapitalistin, ya da kapitalistler grubunun “halka açılmak” adına onları bir kez daha soymasından başka bir anlama gelmemektedir. Bu tarz soyulanlar da genellikle işçiler değil, küçük burjuva tabakalar olmaktadır. Yani kapitalizm koşullarında küçük mülk sahibi mülksüzleşmeye devam etmektedir.
Bugün burjuva üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişmesine yapabileceği tek “ilerletici” katkı, büyük oranda tekelleşmiş kapitalist üretimi bütünüyle devlet tekeli altında toplamaktır. İleri düzeyde gelişmiş tekelci devlet kapitalizmi üretici güçlerin en ileri düzeyde merkezileşmesini ve yoğunlaşmasını beraberinde getirir, üretimin toplumsallaşmasını en üst düzeye çıkarır. Bu ise, sosyalizmi haber veren ve onun güçlerini en ileri düzeyde hazırlayan bir adımdır. Tekelci kapitalizm bu tehlikenin farkındadır ve bitip tükenmeyen özelleştirmeler ve devletleştirmeler döngüsü sadece kapitalist ekonominin gereklerinden değil, aynı zamanda burjuvazinin bu temelden türeyen ideolojik konumundan da kaynaklanmaktadır. Tekelci burjuvazi böylece kendi sınıfsal tabanını tazelemek, burjuva katmanı genişletmek ister. Her durumda üretici güçlerin en küçük ilerlemesi bile oldukça buhranlı ve çatışmalı olmaktadır. Yani burada açıkça vurgulanmak istenen, kapitalizmin genel olarak üretici güçlerin gelişimine engel olduğu, buna rağmen üretici güçlerin küçük ilerlemelere sahip olduğu, ama bu ilerlemenin dönüp kapitalist toplumun üretici güçlerini vurduğudur. Bu nedenle Marksistler kapitalizmin artık üretici güçleri engellediğini tespit ettiklerinde tam da bu duruma işaret etmektedirler. (kapitalizmin ve sosyalizmin üretici güçleri, üretici güçlerin en küçük ilerlemesinin hangi sonuçlara yol açtığı gibi konular yazının üçüncü bölümünde kapitalizm ve sosyalizm karşılaştırması bölümünde daha ayrıntılı yer alacaktır.)
SINIF MÜCADELESİ, İNSANLARIN KENDİ TARİHLERİNİ YAPMASI
“İnsanların kendi tarihlerini kendilerinin yapması” gerçekte ne anlama gelmektedir? Bu belirleme sık sık ve yerli yersiz kullanılmakta, insanların kendi tarihlerini “kendi keyiflerince yaptıkları” bir anlayışa doğru esnetilerek gerçek içeriğinden ve anlamından koparılmaktadır. Eagleton gibiler ise, bu belirlemeyi “Marksizm içindeki determinist eğilime” karşı, “sınıf mücadelesinin sonuçlarına özgürce karar vermenin işareti” olarak selamlamaktadırlar. O halde gerçek nerededir? Marksizm adına bu sorunun yanıtının verilmesi gerekiyor. Kuşkusuz bu belirleme Marx ve Engels tarafından kullanılmıştır. Ama onlar insanların tarihlerini kendilerinin yaptığını söylerken, “tarih yapmanın” genel koşullarını da, materyalist tarih anlayışına bağlı kalarak işaret etmişlerdir. Eagleton ise, Marx’ın söylediklerini iç bağıntılarından ve genel mantığından kopararak yorumlamakta, bizi Marksizm’in aslında tam da bu olduğu konusunda ikna etmeye soyunmaktadır.
Peki bu işin aslı nedir? Marx ve Engels “tarihimizi kendimiz yaparız” derken özünde nereye vurgu yapmışlardır. Şimdi bu sorunun yanıtını almamız gerekiyor: “Tarihimizi, biz kendimiz yaparız, ama her şeyden önce, çok belirlenmiş öncüllerle ve koşullar içinde. Bunlar arasında en sonunda belirleyici olanlar ekonomik koşullardır.” (Engels’ten Bloch’a Mektup) 21(22) Eylül 1890. Burada açıklanması gereken “çok belirlenmiş öncüller ve koşulların” neler olduğu, bunların en sonunda belirleyici olan “ekonomik koşullarla” ilişkisinin niteliğinin ne olduğudur. O halde başlayalım: Eğer tarihimizi kendimiz yapacaksak bir toplumda yaşıyor olmamız gerekir. Üstelik bu toplum sınıflara bölünme derecesinde gelişmiş bir toplum olmalıdır. Toplumsuz ve sınıfsız, sınıf mücadelesiz bir tarih yapmanın olanaksızlığı ortadadır. İnsan topluluklarının kaydedilebilen tarihi toplumların sınıflara bölünmesinden sonra başlamıştır. Marksizm toplumların tarihi sınıf mücadelelerinin tarihidir derken, tam da bu gerçeğin üzerinden hareket etmektedir.
Peki ama toplum nedir? Bu soruyu Marx’a başvurarak yanıtlamak zorundayız. “Biçimi ne olursa olsun, toplum nedir? İnsanların karşılıklı eylemlerinin ürünü. İnsanlar kendileri için şu ya da bu biçimde bir toplum seçmekte özgür müdürler? Asla. insanın üretici güçlerinin belirli bir gelişme aşamasını alırsanız, belirli bir ticaret ve tüketim biçimi elde edersiniz. Üretimde, ticarette, ve tüketimde belirli gelişme aşamaları alırsanız, buna tekabül eden bir aile, zümreler veya sınıflar örgütü, tek sözcükle, buna tekabül eden bir uygar toplum elde edersiniz. Belirli bir uygar toplum alırsanız, uygar toplumun yalnızca resmi ifadesi olan belirli politik koşullar elde edersiniz…..İnsanların kendi üretici güçlerini —ki tüm kendi tarihlerinin temelidir— seçmekte özgür olmadıklarını eklemek gereksiz, çünkü her üretici güc, edinilmiş bir güçtür daha önceki eylemlerin ürünüdür. Üretici güçler, bundan ötürü, pratik insan enerjisinin sonuçlarıdırlar; ama bu enerjinin kendisi insanların kendilerini içinde buldukları koşullarla, o ana dek edinilmiş üretici güçlerle, kendileri varolmazdan önce varolmuş, kendilerinin yaratmadıkları, bir önceki kuşağın ürünü olan toplumsal biçimle koşullandırılmaktadır. Bu basit olgu nedeniyle, yani birbiri ardından gelen her kuşağın yeni üretime hammadde olarak hizmet eden ve bir önceki kuşak tarafından edinilmiş üretici güçlere kendisini sahip bulması nedeniyle, insanlık tarihinde bir tutarlılık doğar, insanın üretici güçleri ve bundan ötürü de toplumsal ilişkileri daha da geliştikçe, insanlık tarihi, her zamankinden daha çok bir insanlık tarihi biçimine bürünür. Böylece, bunun zorunlu sonucu olarak, insanların toplumsal tarihi, onlar bunun bilincinde olmasalar da, kendi bireysel girişimlerinin tarihinden başka bir şey değildir asla. İnsanların maddi ilişkileri, tüm ilişkilerinin temelidir. Bu maddi ilişkiler, maddi ve bireysel eylemlerin içinde gerçekleştiği zorunlu biçimlerden ibarettirler.“
Demek ki “insanların kendi tarihlerini kendilerinin yapması” yukarıda genel olarak çizilen çerçeve içerisinde gerçekleşmektedir. Burada her hangi bir keyfiyete, şuradan buraya doğru rastgele atlamalara yer yoktur. Kuşkusuz insanların kendi tarihlerini genel bir plana göre, ortaklaşa kararlar vererek, kollektif bir biçimde yapacakları zamanlar da –komünist toplum– gelecektir. Ama bu, ancak sınıfların ortadan kaldırılması, insanlığın özgürlükler dünyasına adım atması ile olanaklı olacaktır. Sınıflı toplumlarda ise, insanlar bir önceki toplumdan devraldıkları ekonomik ve toplumsal koşullar içerisinde tarihlerini yapmaktadırlar. Egemen sınıfların gerici amaçlarını gerçekleştirmek üzere gerçekleştirdiği yağma savaşları, bunalımlar, ayaklanmalar ve devrimler aslında emek ile sermaye arasında kesin bir bölünme üzerinde yükselen sınıf savaşlarının bütünüyle dışa vurumundan başka bir şey değildir.
Yukarıdaki mektup, aynı zamanda, daha önce açıklamaya çalıştığımız üretici güçler sorununa da “İnsanların kendi üretici güçlerini —ki tüm kendi tarihlerinin temelidir— seçmekte özgür olmadıklarını eklemek gereksiz, çünkü her üretici güç, edinilmiş bir güçtür daha önceki eylemlerin ürünüdür” diyerek çok açık ve net bir yanıt vermektedir. Eagleton’un bir üretim biçiminden sonra “diğerinin geleceğinin garantisi” yoktur derken, tam da bu gerçeği, yani üretici güçlerin bu niteliğini ve bunun “insanlık tarihine bir tutarlılık vermesi”ni inkar etmekte, Marksizmi karikatürize etmektedir. Şu sözleri hatırlayalım: “… Eğer böyleyse, o zaman artık tarihsel sürecin, belirli bir içsel mantıkla her üretim biçiminin hemen öbürünü izlediği kesin bir ‘lineer’ yol düşünmemize gerek kalmaz. Feodalizme özgü, onu karşı konulmaz bir şekilde kapitalizme dönüştüren bir şey yoktur. Tarihin halısında onu boydan boya geçen tek bir iplik yoktur.”
Kuşkusuz bütün bunlar açıkça zırvalamaktır. Feodalizm aşamasına ulaşmış toplumların hiçbirinde kapitalizme doğru yol alınmadığını kanıtlayacak hiçbir şey yoktur. Eğer bir toplum yok olmamış, başka bir toplum tarafından yutulmamışsa yolu kapitalizme doğrudur. Yok olup yutulmuşsa da, onun içine karıştığı toplum bu yöne doğru ilerleyecektir. Roma’lı Pleplerin örneğinde görüldüğü gibi, kölecilikten kapitalizme geçişin tek bir örneği olmaması gibi, feodalizmden kapitalizme doğru ilerlememenin de tek bir örneği bulunmamaktadır. İçsel ve dışsal etkiler nedeniyle duraksamalar ve gecikmeler olabilse de, feodal topumun açılacağı kapı kapitalizmdir. Genel doğrultu bu yöndedir.
Kuşkusuz özel örnekler de bulunmaktadır. Örneğin sosyalist devrim sonrası, bırakalım feodalizmi, ataerkil ilişkilerin feodal ilişkilerle birlikte yer aldığı Moğolistan örneğini hatırlamak gerekir. Böyle bir Moğolistan’da sosyalizm nasıl inşa edilecektir? Moğolistan önce feodalizme, sonra kapitalizme mi geçirilecektir? Böyle bir durumun saçmalığı ortadadır. Bu soruna Lenin ve Bolşeviklerin verdiği yanıt, “büyük, komşu bir sosyalist ülkenin yardımı ile” sosyalist üretim ilişkilerinin yerleşmesine yardım edilmesidir. Moğolistan sorununun pratik çözümü de bu olmuştur. Marksistlerden dogmatiklik, şematiklik bekleyenler için oldukça şaşırtıcı bir çözüm değil mi? Ama burada tarihsel materyalizmin genel ilkelerine bağlı kalarak, toplumun maddi üretici güçlerinin gelişme düzeyi dikkate alınarak çözülen bir sorun bulunmaktadır.
Buradan toplumların gelişmesine ilişkin genel bir sonuca ulaşmak olanaklıdır: o sonuç şudur; eğer dünyanın her hangi bir yerinde ileri bir toplum biçimi ortaya çıkmışsa, bu durum geriden gelenlerin ulaşmak istediği genel bir “modelin de” ortaya çıkmış olduğunu ifade eder. Bu, sadece kapitalizmin önce İngiltere’de ortaya çıkması, diğer Batı Avrupa ülkelerinin onu takip etmesi örneği ile sınırlı değilidir. Bu örnek, Polinezya’nın, Afrika’nın bazı bölgelerinde varolan kabile yaşamının kapitalizm tarafından bozulacağı, gelişmenin kapitalizme doğru olacağı, eğer içsel ve dışsal etkiler nedeniyle bağımsız kapitalist gelişme olanaklı olmazsa, –ki böyle olması kuvvetle muhtemeldir– bu toplumların ileri kapitalist toplumlar tarafından öğütüleceği anlamına gelmektedir.
RASLANTI VE ZORUNLULUK
Eagleton’un çarpıttığı diğer bir mesele raslantı ve zorunluluk ilişkisidir. Eagleton dünya tarihini raslantılarla açıklamaya epeyce meyillidir. Kendisinin bu eğilimini Marksizm’e maletme uğraşı az değildir. “Marx, siyasi zafer için cesaret ve tutarlığın gerekliliğini vurgulayarak, tarihsel süreçlerde raslantısal olayların belirleyici önemini kabul eder görünmektedir. 1849’da Fransa’da kolera salgınının militan işçi sınıfını kırıp geçirmesi böyle bir örnektir.” Siyasi zafer için cesaret ve tutarlılığın germesinin raslantıyla ilişkisi nedir? Bu bütünüyle saçma bir yaklaşımdır. En ileri sınıfın partisi olsun, onun öncü kadrosu olsun sınıf mücadelesinin belirleyici anlarında cesaret ve tutarlıklık göstermek zorunda değil midir? Üstelik sadece cesaret ve tutarlılık değil, büyük bir yetenekle sınıfların hareketlerini, politik gelişmelerdeki en küçük oynamaları, sınıfların hareketlerine yön veren olaylardaki en küçük dönüşleri görebilecek kapasitede olmalıdırlar. Eğer bunlara sahip değillerse, hangi önder ya da parti temsil ettiği sınıfın hareketini ileriye götürüp, zorunlu sonuçlarını ulaştırmayı başarabilir ki?
Büyük Ekim Devrimi olanca gerçekliği ile büyük bir tarihsel deneyimdir. Şubat Devrimi’nden sonra her sınıfın farklı politikası ve taktikleri vardır. Geçici hükümet ve Menşevikler dahil pek çok akım Dünya Savaşı içerisindeki Rusya’nın vatan savunması yapmasının doğru olduğunu söyleyip, bu taktiği hayata geçirmeye çaba göstermektedirler. Lenin’in başında olduğu Bolşevikler ise, bütün iktidarın sovyetlere devredilmesini, ancak bundan sonra gerekirse vatanın savunulabileceğini söylemektedirler. Lenin, daha sonra ise Bolşeviklerin iktidarı alması gerektiği ileri sürmüş, tüm partiyi buna hazırlamak için çaba göstermiştir. Bolşeviklerin önderliğindeki Rus işçileri Ekim’de bir devrimle iktidarı almışlardır. Şimdi burada sormak gerekiyor; bütün bunlarda raslantının bir rolü bulunuyor mu? Objektif ve subjektif koşullar son derece olgunlaşmış, Lenin’in önderliğindeki Bolşevikler ve Rus işçileri siyasal mücadelenin sert koşullarında, oldukça oynak ve sürekli değişen bir zemin üzerinde doğru politika ve taktikleri uygulayarak, sadece cesaret ve tutarlılık değil, büyük bir yetenek ve esneklik göstererek devrimi gerçekleştirmşler, iktidarı almışlardır.
Eagleton ise, hepimizi aptal yerine koymakta ve bütün bunların raslantıyla bir ilişkisinin olduğunu iddia etmektedir. Raslantıların büyük tarihsel olayların ana mecrasını ve yönünü değiştirmek gibi bir etkisi bulunmamaktadır. Bazı durumlarda gelişmeleri geciktirebilirler ya da yönünü bir miktar saptırabilirler. Ama genel gelişme olayları yeniden ana mecrasına yerleştirir. Marksizmin önderlerinin raslantı ve zorunluluk üzerine genel yaklaşımı şöyledir: “İnsanlar, kendi tarihlerini kendileri yaparlar; ama henüz, genel bir plana göre, ve hatta belirli, örgütlü, verili bir toplum çerçevesi içinde, bir kollektif istence uyarak değil. İnsanların beklentileri birbiriyle çatışır ve işte tam da bu nedenle bütün bu toplumlar, tümleyeni ve açığa vuranı raslantı olan zorunluluk tarafından yönetilir. Burada kendini raslantı aracılığıyla ortaya koyan zorunluluk, gene sonal olarak ekonomik zorunluluktur. Bu bağlamda üzerinde durulması gereken, büyük adamlar denen sorundur. Şöyle şöyle bir adamın ve tam da ol adamın, belli bir zamanda, belli bir ülkede ortaya çıkışı, kuşkusuz yalnızca bir şanstır. Ama o eğer ortadan kaldırılırsa, ikame edilmesi gereği ortaya çıkar ve bu ikame, iyi ya da kötü, ama uzun zamanda bulunur. Napoléon’u, işte tam da o Korsikalıyı, bizzat kendi savaşlarıyla tükenen Fransa Cumhuriyetinin askeri diktatör olarak gereksinmesi raslantıydı; ama ortada bir Napoléon olmasaydı, onun yerini birinin dolduracak olduğunu, gerek duyulduğu zaman birinin mutlaka bulunduğu olgusu kanıtlamaktadır: Sezar, Augustus, Cromwell, vb.. Marks, materyalist tarih anlayışını keşfettiyse de, Thierry, Mignet, Guizot ve 1850’ye kadarki tüm İngiliz tarihçiler, bu yolda çaba gösterildiğinin kanıtıdırlar; aynı kavramın Morgan tarafından da keşfedilmiş olması, zamanın bu keşif için olgunlaşmış olduğunu ve bu kavramın keşfedilmesinin artık gerekli hale geldiğini kanıtlar.
“Tarihteki bütün diğer olumsallıklar [raslantılar] ve görünürdeki olumsallıklar [raslantılar] için böyledir. İrdelediğimiz alan ekonomiden ne denli uzaklaşır ve salt soyut ideolojininkine ne denli yaklaşırsa, gelişmesinin o denli raslantı gösterdiğini ve eğrisinin o denli zikzak çizdiğini görürüz. Ama eğrinin ortalama eksenini işaretlerseniz, dikkate alınan dönem ne denli uzun ve ilgilenilen alan ne denli geniş olursa, bu eksenin, ekonomik gelişme eksenine o denli yaklaştığını ve o denli koşut olma eğilimi gösterdiğini görürsünüz.” Gerek genel tarihsel gelişme, gerekse “önemli tarihsel kişilikler” hakkında ortaya konulan bu yaklaşım yeterince açık değil midir? Eagleton, “bazılarının Engels’i son derece determinist olarak gördüğünü” söyler. “Bazılarının” düşüncelerinin arasına kendilerininkileri katma ustası olan Eagleton’da aslında farklı düşünmez. Kendi eğilimi de bundan farklı değildir. Oysa Engels’ten yukarıya aktardığımız pasajlarda determinizmin zerresi bulunmaz. Engels tarihsel gelişmenin hattını tüm açıklığı ile özetlemektedir.
Eagleton’un raslantıya verdiği bu önem onun Troçkizme göz kırpmasının bir sonucu olsa gerektir. Çünkü onun Troçkizm’e ilişkin şöyle bir değerlendirmeye sahip olduğunu biliyoruz: “Marksizmin en verimli akımlarından biri olan Troçkizmi gelişi güzel birkaç değiniyle geçiştirirken de haklı bir noktada durmuyor.” Peki Troçki raslantı konusunda ne diyor? Tarihçi E.H. Carr kitabında raslantıyı konu edindiği bölümde şöyle bir değerlendirme yapıyor: “… 1923 güzünde Zinovyev, Kamenev ve Stalin’le çatışmasının kritik bir noktasında Troçki’yi eylemin dışına çıkaran bir ördek avı sonucunda üşüterek ateşlenmesi üstüne kendisinin yaptığı yorumu ele alalım: ‘İnsan bir devrimi ya da bir savaşı önceden kestirebilir, fakat sonbaharda bir yaban ördeği avının sonuçlarını önceden kestirmesi imkansızdır.’” Böyle bir raslantı olmasaydı tarihin akışı değişir miydi? Gerçek tümüyle başka bir yerde duruyor. Tek ülkede sosyalizm tartışmaları, sosyalist inşa ve partide Stalin’in konumu –aslında Troçki’nin kendisininde kabul ettiği Stalin’in parti içindeki gücü ve etkisi– aşağı yukarı işlerin zaten nereye doğru gelişeceğini belirlemişti.
Raslantı sorunu tarihçileri epeyce meşgul etmiş bir sorundur. Tarihin raslantılarca belirlendiğini ileri süren burjuva tarih akımları bulunmaktadır. Kendi tarih anlayışı da sorunlu olmasına karşın, tarihçi Carr bunlara ilişkin şunları yazmaktadır. “Saldırının öteki kaynağı, ünlü, Kleopatra’nın burnu gizemidir. Bu, tarihin geniş ölçüde şansa bağlı raslantılarca belirlenmiş bir olaylar dizisi olduğu ve en raslansal nedenlere bağlanabileceği yolundaki teoridir. Actium Savaşı’nın sonucunu tarihçilerce ileri sürülen nedenler değil, Antonius’un Kleopatra’ya delicesine tutkunluğu belirlemişti. Beyazıt’ın damla hastalığı yüzünden Orta Avrupa’ya ilerlemesi alıkonulduğunda Gibbon –ünlü bir İngiliz tarihçisi– ‘bir adamın tek bir lifine düşecek aykırı bir safranın ulusların felaketini önleyebileceği ya da geciktirebileceğini’ söylemişti. Yunan kralı Aleksandros, 1920 güzünde maymunun ısırması sonuc olarak öldüğü zaman, bu kaza Sir Winston Churcill’e ‘çeyrek milyon insan bu maymunun ısırması yüzünden öldü’ dedirtecek bir olaylar dizisini başlatmıştı.” Carr, yukarıda aktardığımız Torçki’ye ilişkin bölümü hemen bunların arkasına eklemiştir.
Carr gibi bir tarihçinin Marx’ın bu konuda ne dediğini merak etmemesi olanaksızdır. O Marx’tan şu alıntıyı yapar: “Dünya tarihi içinde eğer raslantıya yer olmasaydı, çok gizemli bir niteliği olurdu. Bu raslantı doğal olarak, gelişmenin genel eğiliminin bir parçasıdır ve öteki raslantı türlerince dengelenir. Fakat, hızlanma ya da gecikme başlangıçtaki hareketin başında bulunan bireylerin ‘raslantı’ya bağlı nitelikleri de içinde olmak üzere bu tür ‘raslantısal ögeler’e bağlıdır.” Marx’ın yaklaşımı son derece açıktır. Tarihte raslantılar olabilir, ancak bunlar genel eğilimin bir parçasıdırlar ve öteki raslantılarla dengelenirler. Yani raslantılar olayların gelişmesini hızlandırabilir, geciktirebilir, ancak onları engelleyemezler. Raslantı ögesi özellikle kişilerde kendisini daha açık gösterebilir, ancak tarihsel gelişme ihtiyaç olan kişiyi de bulup çıkaracaktır. Türkiye burjuvazisi de emekliliğini bekleyen silik bir general olan Evren’i 12 Eylül darbesinin “lideri” yapmıştı! Oysa ondan önce gelen bazı generaller sırf “darbeci “ eğilimleri nedeniyle tasfiye edilmişlerdi! Okuyucu tam da burada Engels’in tarihsel kişiliklere ilişkin yukarıda aktardığımız düşüncelerini dikkatlice bir kez daha okumalıdır. Raslantıya yol açan “zorunluluk” etkisini büyük bir güçle hissettirir ve temeldeki o “ekonomik zorunluluk” bizim tarihi daha iyi anlamamıza, olayları açıklamamıza yardım eder.
Şimdi tam da burada Troçki’nin şu sözlerinin ne anlama geldiğini irdelemek gerekiyor. “Bütün tarihi süreç, tarihi yasanın raslantısalın içinde kırılmış şeklidir. Biyoloji diliyle, tarihi yasanın raslantıların doğal ayıklanmasıyla gerçekleştiğini söyleyebiliriz.” Troçki “tarihi yasayı raslantısalın içinde kırdırmakta”dır. Oysa Engels kendini raslantı aracılığıyla ortaya koyan zorunluluktan söz etmektedir. Yani raslantının kendisini zorunluluk içinde kırdırmaktadır! Şunları hatırlayalım: ”İnsanların beklentileri birbiriyle çatışır ve işte tam da bu nedenle bütün bu toplumlar, tümleyeni ve açığa vuranı raslantı olan zorunluluk tarafından yönetilir. Burada kendini raslantı aracılığıyla ortaya koyan zorunluluk, gene sonal olarak ekonomik zorunluluktur.” Eğer tarih Troçki’nin iddia ettiği gibi raslantıların doğal ayıklanması şekliyle açıklanmaya çalışılsaydı, bu tarih çok keyfi ve seçmeci bir tarih olurdu. Troçki’ni kendisi de zaten “ördek avını” seçmiş! Oysa tarihi hareket geçiren yasalar bu iki bölümde açıklayarak kanıtlamaya çalıştığımız gibi tümüyle farklıdır ve bu, bizim tarihi “tutarlılık” içinde anlamamıza yardım eder.
MARKSİZM, ULUS VE KADIN SORUNU
Şunları yeniden hatırlamamız gerekiyor. Marx’ın sınıf mücadelesine ilişkin tespitini ele alarak Eagleton şöyle diyordu: “Demek istediği insanın tarihinde, sınıf mücadelesinin birinci derecede önemli olduğuydu. Gene de hangi anlamda birinci derecede? Örneğin din, bilim ya da cinsel baskı tarihlerinden nasıl daha önemlidir? Sınıf, zorunlu olarak siyasi faaliyeti harekete geçirici birinci derecede güçlü bir etken değildir. Bu açıdan Marksizmin fazla dikkate almadığı etnik kimliğin rolünü düşünün. Anthony Giddens’e göre ırksal ve cinsiyetçi eşitsizliklerin yanı sıra devletler arasındaki çatışmalar da ‘sınıf sömürüsü ile aynı önemdedir… sınıf mücadelesinin, dini inanç, bilimsel keşifler ya da kadınların baskı altında tutulması açısından gerekli temeli oluşturduğunu söyleyemeyiz.’” Bunlar tek kelime ile demagojidir. Sınıf mücadelesinin olabilmesi için sınıfsal bölünmenin olması, örneğin mülk sahipleri ile mülksüzler bölünmesinin gerçekleşmesi, toplumun bu maddi temel üzerinde şekillenmesi gerekir. Yukarıdaki sorunları hiçbirisini sınıf mücadelesi yaratmamıştır, sınıf mücadelesinin kendisi de bir sonuçtur. Ama bütün bu bahsedilen sorunların çözümünde sınıf mücadelesi belirleyici bir öneme sahiptir.
Bugün genel olarak bir kadın sorunu varsa ve emekçi kadınlar bu sorunda temel yeri tutuyorlarsa, bunun nedeni sınıf mücadelesi değildir. Yapılan bütün bilimsel araştırmalar, en gelişmiş ülkeler de içinde olmak üzere, bugün kadın işçilerin ücretlerinin erkek işçilere göre ortalama yüzde 20 daha düşük olduğunu kanıtlıyor. Bu sonucu ortaya çıkaran sınıf mücadelesi değil, sınıflara bölünmüş bir toplumda kurulmuş olan sermaye egemenliğidir. Marksizmin yaptığı, yapmaya çalıştığı, kadın ve erkek işçilerin ortak mücadelesi ile bu eşitsizliğin ortadan kaldırılması, giderek sermayenin kendisinin devrilmesidir. Sermaye egemenliğinin devrilmesi, kadınlar ve erkekler arasındaki eşitsizliğin maddi temelleri ortadan kaldıracaktır. Kolayca kabul edilir ki, toplumun, özellikle erkeklerin davranış, alışkanlık ve tutumlarından cinsiyet eşitsizliğini kaldırmak daha uzun süre alacaktır. Sorun, bu eşitsizliği besleyecek maddi temelin, hukuksal zeminin, toplumsal gerekçelerin ortadan kaldırılmasıdır.
Kuşkusuz kadınlar üzerindeki tek baskı bu değildir. Kapitalist toplum Engels’in tespitiyle “erkek egemen toplumdur”. Ancak Engels’in feodalizmden çıkıp gelen ve feodal gelenek ve alışkanlıkların yeni toplumun içinde henüz canlılığını sürdürdüğü dönemde bu çarpıcı tespiti yaptığı unutulmamalıdır. Şövalye geleneğinden, senyörlerin “ilk gece hakkına” kadar erkek cinsine üstün ayrıcalıklar tanıyan bir toplumdan gelinen, kapitalist ilişkilerin yerleşmeye başladığı, buna karşın kalıntı olarak eski alışkanlıkların ve geleneklerin yaşadığı, hemen terkedilmediği bir toplumdur bu. Bugün durum kökten değişmese de, 19. yüzyılın son çeyreğine göre epeyce farklılaşmıştır. Özellikle Batılı ve gelişmiş ülkelerde toplumsal, politik yaşama katılma konusunda kadınlar epeyce mesafe almışlardır. Bu ülkelerde kadın sorunu giderek daha dar bir alana doğru sıkışmakta, kadın emeği ve kadınlara özgü diğer sorunlarda olduğu gibi eşitsizlik ve hak talepleri emekçi kadının sorunları olarak daha açık hale gelmektedir.
Buna karşın, geçiş toplumlarında, bu toplumların özellikleri gereği kadınlar çok daha fazla sorunlarla karşı karşıya kalmaktadırlar. Töre cinayetleri, namus cinayetleri, dini baskılar vb., tüm yukarıda sayılan genel baskılara ek olarak kadınların üzerine çökmektedir. Marksistlerin toplumu genel olarak demokratikleştirme, eşitsizliğin ekonomik ve toplumsal temellerine karşı mücadele etme konusunda tutumları çok açıktır. Kadın ve erkek işiçilerin demokratik ve sınıfsal mücadeleye birlikte katılması ve toplumu dönüştürme mücadelesinin başarıya ulaşması için çaba göstermeleri, genel olarak bu sorunun çözülme yolunu ve olanaklarını açıkça göstermektedir. Bunların dışında bir yol bulduğunu iddia edenler elbette vardır. Ama buldukları yolların toplumu kökten değiştirmeye götüren bir yol almadığı, sorunun kaynağını kurutmaya yardım etmediği artık daha iyi bilinmektedir. Yine de bunların platformları doğru olmasa da, demokrasi mücadelesine, kadınların ezilmesine karşı mücadelede sınıf mücadelesinin müttefikleri olduklarını teslim etmek gerekir. Açıkçası, Marksizmin ne kadın sorununa yaklaşımda, ne de bu soruna ilgisiz kalmada Eagleton cephesinden yapılan eleştirileri sineye çekmesi için hiçbir neden yoktur. Marksizm kadına kurtuluşun yolunu göstermektedir ve “kadınlar katılmadan bir devrimin gerçekleşmeyeceği”ni açıkça ilan edenler de Marksistlerdir. Tüm bunlara karşın, Marksistlerin, “kadın sorununu” savunduklarını ve “çözümü bulduklarını” ilan edenlerin peşinden koşması için en küçük bir neden bile yoktur.
Ulus ve etnik sorun konusundaki eleştiriler de bundan farklı değildir. Toplumun sınıf mücadelesi ve bu mücadelenin işçi sınıfının zaferiyle sonuçlanması durumunda köklü olarak dönüşebileceği yaklaşımı nasıl eleştirilmektedir? Ulus ve etnik sorunların, hatta devletler arası çatışmaların daha önemli olduğu yaklaşımıyla! Marksizm ulusların oluşması sürecini maddi temelleri ile açıklamıştır. Feodalizmin tasfiyesi, yeni ve modern ulusların oluşmasının yolunu açmıştır. Ulusun kendisi de ekonomik bir kategoridir! Ulus yükselen kapitalizmin ürünüdür. Burjuvazinin ulusal iç pazarı kurması ve feodal parçalanmışlık ve ayrıcalıkları kaldırarak ekonomik bütünlüğü sağlaması, modern ulusların maddi temelini oluşturur. Peki Marksizm, ulusun oluşması, ulusal birliklerin kurulması konusunda neden eleştiriliyor? Marx ulusa önem vermemiş, sınıf mücadelesine önem vermiş! Modern ulusların oluşumu tamamlanmadan, bu uluslar içerisinde burjuvazi ve işçi sınıfı ayrımı keskinleşmeden hangi sınıf mücadelesinden söz ediliyor? Yeni doğan kapitalist toplumda ancak eski feodal sınıflarla yeni yükselen burjuvazi ve burjuvazinin gölgesinde kalmış köylülükten ve zayıf bir işçi sınıfından söz edilebilir.
Eğer söz konusu olan ezilen uluslar sorunu ise, Marksizm, ezilen ulusların özgürlüğü sorununu sonuna kadar savundu ve savunuyor. Marx, önceleri İngiliz işçi sınıfının İrlanda’nın kurtuluşunu sağlayacağını umut ediyordu. Ama sınıf mücadelesi farklı bir rota izledi. İngiliz işçileri burjuvazinin ve milliyetçi kuşatmanın çemberini yaramadı. Bu arada dünya pazarına egemen olan İngiltere (kuşkusuz İngiliz burjuvazisi), elde ettiği kârların küçük bir bölümü ile kendine bağlı ve işçi sınıfını kontrol edebilen bir işçi aristokrasisi yaratmayı başardı. Marx, somut durumu gördü ve İrlanda’nın bağımsızlığının, ulusal kurtuluşunun İngiliz işçilerinin kurtuluşunun yolunu açacağı tespitinde bulundu. Bağımsızlık ve özgürlük için mücadele eden uluslar her zaman Marksistlerin desteğini almışlardır. Örnekse, Marx ve Engels Polonyalıların özgürlüğü desteklemişler, gerici ulusal hareketlerden ise uzak durmuşlardır. Ama Eagleton gibilerin derdi başkadır. Örneğin şu sözler ona aittir: “Engels…hem proletaryanın, hem de sömürge İrlanda’nın savunucusu olarak, işçi sınıfından bir kadını metres tutmak suretiyle teori ve pratiği birleştirmeye de özen göstermekteydi.” (Mesele, Sf. 52)
Eagleton bunları neden söylüyor? Bu konunun özel bir yanıt gerektirmediği bizce açıktır. Ancak okuyucunun Eagleton’un ne karakterde bir adam olduğunu anlaması bakımından onun bu çamur atmalarının yansıtılması gerekli olmuştur. Engels’in iki kadınla birlikteliği oldu. İkisi de İrlanda’lı idi. Ama ikinci evliliği ilk eşi öldükten sonra oldu! Üstelik ikinci eşi ilk karısının kız kardeşiydi ve Engels’in evinde yaşıyordu! Eagleton bunları böyle saptırarak ve bir çirkeflik içerisinde dile getirek ne yapmayı amaçlıyor olabilir ki? Marksizmin kurucularının bu benzer iftiralara uğramasının sayısız örneği vardır ve Eagleton da her halde bunların sonuncusu olmayacak. Onların özel yaşamları da didik didik edilmiştir. Marksizmin önderlerine saygınlık kazandıran şeyin ne olduğu son derece açıktır. Bu, işçi sınıfının bilimsel dünya görüşünü oluşturmaları, sınıfın pratik mücadelesinin içerisinde yer almaları, dünya devrim mücadelesine öncülük etmiş olmalarıdır. Özel yaşamları zaten sınırlı ve kısıtlıdır. Bu alanı merak eden biyografi yazarları elbette olabilir. Ama bunlar da işlerini dürüst yapmalı, Eagleton gibi adice yönlere sapmamalıdırlar. Marx’a ve Engels’e bugüne kadar çok çamur atılmıştır. Ama uluslararası işçi sınıfı onları Marksizmin kurucuları ve önderleri olarak baş köşeye oturtmuştur ve öyle de kalacaklardır.
Ulusal sorunlar konusunda, Marksistlerin emperyalizme karşı ulusal kurtuluş hareketlerine olan desteğinden uzun uzun bahsetmenin bir gereği bulunmuyor. Bu ülkede Taksim diye bir meydan var ve oradaki heykelde Mustafa Kemal’in arkasında bir Bolşevik general duruyor! Bu generalin adı Frunze’dir. Onun heykelde yer alması, Bolşeviklerin ulusal kurtuluş savaşına desteğini ifade eder. Ne ulusu ne de uluslar arasındaki çatışmaları, etnik farklılıkları Marksistler yaratmamışlardır. Bu tür çatışmaların varolduğu her yerdeyse, Marksistler bu çatışmaların durması, her ulustan işçi sınıfının sermayenin egemenliğine karşı birlikte mücadele etmesi gerektiğini savunmuşlardır. Gerici ulusal çatışmaları, etnik kışkırtmaları desteklemek Marksistlerin işi değildir. Marksistler gerici ulusal ve etnik hareketlerin peşine takılmamakla eleştiriliyorsa, Marksistler böyle davranmaya kuşkusuz devam edeceklerdir. Ancak ilerici ulusal hareketleri desteklemek, ulusların kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmesi gerektiğini savunmak, bu uğurda mücadele etmek de Marksistlerin vaz geçemeyeceği ilkelerdir. Ayrıca bir ulusun hareketi gerici de olsa, Marksistler ezen ulusların, emperyalistlerin ya da her hangi bir dış gücün onlar üzerinde güç kullanmasına, onlara zorla boyun eğdirmeye çalışmalarına da karşı çıkmaktadırlar ve çıkmaya da devam edeceklerdir. Uluslar kendi iç yaşamlarını kendileri düzenlemekte tam bir özgürlüğe sahip olmalıdırlar. Buna karşın, Marksistler, elbette burjuva ulusal hareketlerin peşine takılmayacaklardır. Marksistleri bunu yapmadıkları için ulusların sorunlarına, etnik sorunlara ilgisiz kalmakla suçlayanlar olacaklarsa, onlar kuşkusuz bu suçlamalarına devam edebilirler. Ama Marksistler bu konuda genel ilkelerinden ve görüşlerinden geri adım atmayacaklardır.
Bütün bu gerçeklere karşın, Marksistler, ulusal ve etnik hareketlerin önemsiz olduğunu ne iddia ettiler, ne de pratik olarak böyle davrandılar. Ulusal ve etnik çatışmalar bugünün bölünmüş, parçalanmış burjuva dünyasının ürünleridir ve gerek uluslararası ilişkilerde, gerekse bir ülkenin kendi içerisinde emperyalistlerin ve bölge gericiliklerin at oynattığı alanlardır. Bu çatışma ve bölünmeler işçi sınıfının birliğini ve mücadelesini engelleyebilmekte, bölgesel gerici savaşları kışkırtmakta, dış müdahalelere kapıyı açabilmektedir. Marksistler, farklı uluslardan işçilere, ancak birlikte mücadele etmenin onların uğruna mücadele ettikleri hakların elde edilmesini ve ulusal, etnik sorunların kesin çözümünü sağlayacağını söylemektedirler. Ancak bütün bu çatışmaların sınıf mücadelesinden daha önemli olduğunu iddia edenlere Marksistlerin yanıtı da hep şu oldu ve olmaya da devam edecektir: Sınıf mücadelesi, bu çatışmaların, eşitsizliklerin kaynağını kurutmak için tutulabilecek tek tutarlı yoldur. Sınıf mücadelesinin önemi buradan gelir ve diğer tüm mücadeleleri kendisine bağlamasının asıl nedeni de budur.
Marksistler devletler arasındaki çatışmalara önemli olup olmadığı noktasından bakmazlar. Bu çatışmaların nedeni nedir ve bugün çatışıp, yarın barışan devletler arasındaki politikaya yön veren temel etken nedir? Sorunlu ve sorunsuz zamanlarda bu temel etken değişmekte midir? Bu soruların yanıtları bellidir. Marksistler ekonomik çıkarların, hegemonya ve güç peşinde koşmanın burjuva devletlerin politikasına yön verdiğini ileri sürmektedirler. Bunların böyle olduğunu kanıtlamak için çok özel kanıtlar ortaya sürmek de gerekmez. Güncel birkaç örnekle yetinelim. Irak işgal edilmeden petrolleri paylaşılmıştı. Libya üzerinde İtalya’nın da çıkarlarının savunulacağının garantisini almadan, İtalya, Libya’ya karşı emperyalist harekatı desteklemedi. Afganistan zengin maden yatakları ve Orta Asya’nın kapısı olduğu için talan ediliyor. AB aynı birlik içinde olan Yunanistan’ı soymayı garanti altına almadan yardım etmiyor vb. vb.. Rusya ve Çin’i Suriye’ye karşı bir müdahaleye karşı durduran etken ise, onların Suriye’nin haklarını savunmaları değil, kendi çıkarlarını garanti altına almak istemeleri, en azından rakiplerin bu alanda kesin bir üstünlük sağlamalarına engel olmaktır vb.. Kısacası büyük devletler ve onların tekelleri dünyayı güçlerine göre paylaşıyorlar ve devletler arasındaki ilişkilere bu çıkarlar yön veriyor. Bağımlı ve ezilen halklar ve devletler ise sürekli olarak köleleştirilme tehdidi ile karşı karşıyalar.
Bütün bunların ortaya koyduğu temel bir gerçek bulunuyor. Özel mülkiyet temelinde sınıflara bölünmüş bir toplumda, bütün diğer eşitsizlikler, çatışmalar vb. gelip bu bölünmüşlüğe dayanmaktadır. Sınıf mücadelesi, sadece sömürülen sınıf açısından değil, her türlü eşitsizliğin ve çatışmanın kaynağını da ortadan kaldıracağı için modern burjuva toplumunun temel bölünmesi nedeniyle ortaya çıkan temel bir çatışmadır ve bu temel çelişki çözülmeden diğer çatışmaların kaynaklarını kurutmak, ulusların ve halkların önüne barışçı bir dünya koymak olanaksızdır.
(DEVAM EDECEK)