Bu nasıl marksizm savunusu? – II

SINIF MÜCADELESİ NEDEN BELİRLEYİCİDİR?
Modern burjuva toplumu iki temel sınıfa bölünmüştür. Bu temel bölünmenin iki ana sınıfı burjuvazi ve işçi sınıfıdır. Bu iki temel sınıf arasında küçük burjuvazi, ara tabaka ve katmanlar bulunmaktadır. Bu ara sınıf ve katmanlar, sürekli olarak bu iki sınıfa doğru, tabii ki ezici çoğunluğu işçi sınıfına ve diğer alt sınıflara doğru olmak üzere dağılır. Dağılma ve giderek incelen bir tabaka halinde yeniden oluşma burjuva toplumun temel ozelliklerindendir. Bu temel bölünmenin maddi temeli, üretim araçlarının özel mülkiyeti ve bu temel üzerinde emeğin sermaye tarafından artı-değer elde etmek için ücretli sömürüye tabi tutulmasıdır. Bugünün toplumunun sosyal, ideolojik ve politik tüm mücadeleleri emek ve sermaye arasındaki bu temel ve uzlaşmaz çelişki üzerinde cereyan etmektedir. Bu sınıf mücadelesi bugünün toplumunun her anına damgasını vurmaktadır. Bu durum işçi sınıfının şu ya da bu dönemdedeki mücadelesinin düzeyinden bağımsız bir gerçekliktir. Bu öncelikle şu anlama gelmektedir, her şeyden önce burjuva devleti, büyük burjuvazinin örgütlü gücünü ve sermayenin diktatörlüğünü temsil eder ve burjuva sınıfının çıkarlarını her an her durumda savunmak üzere örgütlenmiştir. Bu devlet, burjuvazinin işçi sınıfına karşı mücadelesini, her durumda, her zaman ve her alanda titizlikle savunur ve geliştirir.
Eagleton’un sınıf mücadelesine ilişkin düşünceleri ise Marksizmin sınıf mücadelesi teorisinin çarpıtılması üzerine kurulmuştur. Eagleton görünüşte sınıf mücedelesinin varlığını ve önemini kabul eder. Ama Marksizmin diğer konularına yaklaşımını burada da gösterir ve sınıf mücadelesinin gerçek anlamını ve içeriğini ustalıkla boşaltır, çarpıtır. O sınıf mücadelesini sedece belirli “anlarla” sınırlamakta, sınıf mücadelesi teorisinin sadece “olayları anlamamıza” yardım ettiğini ileri sürmektedir. Onun şu yaklaşımını hatırlayalım: “Öyleyse sınıf mücadelesi niçin birincil önemde? Marx’ın buna iki cevabı olabilir. Sınıf mücadelesi, ilk bakışta bağımsız görünen pek çok olayı, kurumu ve düşünceyi biçimlendirir; tarihsel bir çağdan başka bir çağa geçişteki çalkantılı dönemde belirleyici rol oynar.”
“Sınıf mücadelesi, ilk bakışta bağımsız görünen pek çok olayı, kurumu ve düşünceyi biçimlendirir” tespitine çok genel bir açıdan yaklaşacak olursak, bunu doğru olduğunu varsayabiliriz. Ancak Eagleton, düşüncelerini bu doğrultu üzerinde geliştirerek, onu gerçekte anlamsızlığa doğru götürür. Sınıf mücadelesine bu genellik içerisinde yaklaşınca aslında şöyle söylememiz gerekir; sınıf mücadelesi, anlamsız ve bağımsız gibi görünen pek çok gelişmeyi ve olayı birbirine bağlar, onların anlaşılmasına yardım eder, sorunun temelinin nerede yattığı, nelerin buradan kaynaklandığı konusunda açık ve net bir anlayış ortaya koyar. Bütün bunların üzerinden ezilen ve sömürülen sınıfa kurtuluş için ne yapması gerektiğini gösterir. Eagleton’un tespiti, sınıf mücadelesini sınırları belli olmayan bir “düşünce biçimlendirmesi”ne indirgemektedir. Marksistler sınıf mücadelesine sadece “tespit etmek” ve olayları anlamak için önem vermezler. Marksistler, sınıf mücadelesine, onu doğal sonuçlarına vardırmak, sınıfsız topluma ulaşmak için önem verirler ve bu amacın gereğini yapmak üzere sınıf mücadelesine kendi ideolojik, politik perspektifleri ile yaklaşırlar. Marksizm açısından sınıf mücadelesinin asıl anlamı ve önemi buradadır.
Eagleton’un sınıf mücadelesine bu sakat yaklaşımı, kendisini, hemen ardından gelen ikinci cümlede zaten açığa vurmaktadır. Sınıf mücadelesine sadece “tarihsel bir çağdan başka bir çağa geçişteki çalkantılı dönemde belirleyici” bir rol verilmektedir. Böyle olunca bugünün burjuva toplumunda hergün her saat cereyan eden mücadeleyi açıklayacak, “düşüncelerimizi biçimlendirecek” bir klavuz aslında elimizde bulunmamaktadır. “Düşünceyi biçimlendirme” ifadesi bir süs olarak, sadece bir “düşünce” olarak kalmaktadır. Marksizmin sadece bir “düşünce” ve “açıklama” klavuzu olmadığı, “dünyayı değiştirme” klavuzu olduğu hatırlandığında, Eagleton’un yukarıdaki tespitinin gerçek içeriği, hangi yanlış düşüncelere yol vermek üzere ortaya sürüldüğü daha iyi anlaşılabilir.
Sınıf mücadelesinin sadece “geçiş çağı”nda belirleyici bir rol oynadığı iddia edildiğinde doğal olarak şu sorular sorulmak zorundadır: Eğer sınıf mücadelesi geçiş çağını hazırlayan bir rol oynamıyorsa, yani bu mücadelenin olağan dönemde toplumsal bir önemi bulunmuyorsa, o zaman “geçiş çağı” gelip kapıya dayanınca, sınıf mücadelesinin belirleyici bir rol oynayabilmesi için ne gibi bir sebep olabilir? Bardağı dolduran, sonra da taşıran nedenler nelerdir? Evrim ve devrim boş sözler midir vb. vb.? Ama gerçek şudur: Eğer işçi sınıfı her günkü mücadelesi ile toplumun ezilen ve sömürülen diğer sınıf ve tabakalarına önderlik yapmamış, bu mücadeleler içerisinde kendi saflarını sıkılaştırıp daha sert mücadelelere hazır hale getirememişse, “çalkantılı dönem” gelip çattığında tarihsel rolünü oynayamayacaktır. Bu durumda devrim sönüp gidecek ya da yenilgiyle sonuçlanması kaçınılmaz olacaktır. Tarih bunun sayısız örnekleri ile doludur. Ve bu örnekler sadece yenilgiye uğramış devrimlerden ibaret değildir. Bu tür yenilgiler yine de sınıf mücadelesi açısından tarihin onurlu sayfalarıdır. Çünkü işçi sınıfı, ezilen kitleler mücadele etmiş, ancak yenilmiştir. Buna karşın, pek çok “çalkantılı dönem” de, sessizce, çürümeyle, burjuvazinin pek çok yol ve yöntemle dizginleri yeniden ele alması ile sonuçlanmıştır. Sosyal demokrasi ya da diğer uzlaşmacı akımlar tam da böylesi dönemlerde sınıf mücadelesini “çürütmüşlerdir.”
Açıkçası, gerçek Eagleton’un göstermek istediğinden tümüyle farklıdır. Sermaye ile emek arasındaki çelişki, emek ile sermayenin bir arada bulunduğu her alanda sürekli olarak devam eder. Emek ile sermayenin doğrudan karşı karşıya olmadığı alanlarda ise etkiler, yansımalar, hareket tarzı, alışkanlıklar ve gelenekler olarak devam eder. Ücretlerinde artış, sosyal haklarında genişleme, şu ya da bu yasanın emekçiler lehine düzenlenmesini isteyen işçiler ve onların örgütleri bu haklarını elde etmek için sürekli bir mücadele yürütürler. Bu mücadeleler, bazen açık sınıf çatışmalarına yol açar, bazen durgun bir dönem yaşanır, bazen de mücadele, sonrasındaki uzlaşmalarla bir düzen kazanır, bazen grev ve gösterilere, bazen barışçıl, bazen de sert biçimler alarak sürer gider. Dahası hükümetler vergiler, teşvikler, toplumun sosyal, ekonomik, politik yaşamına yön verecek farklı yasalar çıkardıklarında, bütünüyle burjuva sınıfın egemenliğini yayma ve pekiştirme peşindedirler. Üstelik bu mücadele sadece ekonomik ve politik alanda cereyan etmez. İdeoloji, din, kültür, sanat, müzik, basın ve yayın bu mücadelenin önemli alanlarıdır ve burjuvazi işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin bilincini sürekli olarak kendi kurduğu düzen lehine biçimlendirmeye çalışır. Bütün bu mücadeleler sürekli olarak devam ettiği, tüm toplumu devamlı olarak ikiye böldüğü içindir ki, “tarihsel anlar gelip çattığında”, işçi sınıfının partisi, diğer örgütleri eğer sürekli olarak bu mücadelelerin içindelerse ancak tayin edici bir rol oynayabilirler ve sınıf mücadelesini doğal “sonucuna”, yani sınıfların tasfiye edilmesine, sosyalizmin kurulması sonucuna ulaştırabilirler.
Yoksa tarihsel anlar, yani bir çağdan diğer çağa geçiş zamanı gelip çattığında, yönetici sınıf, eğer karşısında kendisini tehdit eden örgütlü bir sınıf hareketi yoksa, içine sürüklendiği bunalımdan çıkış yolunu bir biçimde bulacaktır. Üretici güçler tahrip olacak, burjuva ekonomisi yeni bir denge kurarak, yeni bunalımlara kadar yoluna devam edecektir. Yani hiçbir şey kendiliğinden olup bitmeyecektir. Ancak ayrıca vurgulamaya gerek yoktur ki, büyük burjuvazinin egemenliğindeki burjuva toplumu üstesinden gelemediği ve gelemeyeceği uzlaşmaz çelişkileri nedeniyle sürekli olarak bu sonu hazırlar ve yeni bir toplumun koşullarını, araçlarını ortaya çıkarır. Açıkçası, zorunlu olarak bu yöne doğru ilerlemekte olan koşulları ve etkenleri ne değiştirebilir ne de onları engelleyebilir. Bu nedenle işçi sınıfının bağımsız politik mücadelesi tayin edici bir önem kazanmaktadır. Bu yaklaşım, Marksizmi zararsız bir tarih teorisi, olayları açıklamaya yarayan bir klavuz olarak yorumlama çabalarının nesnesi olmaktan çıkarır, onu, işçi devriminin teori ve pratiğini bir arada yürüten bir “praxis”e dünüştürür. Bu, tam da Marksizmin yaşayan, canlı ruhudur. Kolayca anlaşılabilir ki, sınıf mücadelesi bütün bunlar olmadan da cereyan eder. Ama bu mücadeleyi devrime, yeni bir toplumun kuruluşuna götürecek olan işçi sınıfının politik örgütü ve bilincidir. Bu nedenle, her türden burjuva ideologu, liberal sosyalistler işçi sınıfının bağımsız politik mücadelesini –yani kendi partisi ile bu mücadeleyi yönetmesini– uzlaşma ve düzen sınırları içine çekme konusunda azami bir çaba sarfederler. Eagleton’un sosyal demokrasiye ilişkin umudu da tam burada yatar. Ona göre, “belki sosyal-demokrasi” bu çatışmayı kontrol altına alacak, onu söndürecektir vb. Eagleton’un dediği şey, farklı koşullarda, farklı biçimde, hem de trajik bir biçimde yaşanmıştır. Alman sosyal demokrasisi devrimci önderleri –Liebnecht, Lüksemburg– katletme görevini yerine getirerek bu uğursuz görevi yerine getirmişti. Kullandığı yol ise “uzlaşma, çelişkileri yumuşatma” değil, açıkça terör ve şiddet uygulama idi.
Böylesi tarihsel anlarda işçi sınıfının bağımsız politik bir tutumla ortaya çıkması gerektiğinin ileri sürülmesi, komünistlerin bir istek ve temennisinin dile getirilmesi değildir. Bu zorunluluk, burjuva üretim ilişkilerinin başka türlü yok olmayacağı temel gerçeğinden kaynaklanır. Burjuvazi, feodal toplum içerisinde kendi üretim ilişkilerini yaygınlaştırmış, sonra da bir devrimle üst yapıyı, yani devleti ele geçirmiştir. Oysa sosyalist üretim ilişkileri burjuva toplumun içerisinde yeşerip gelişmez. Sadece sosyalizme götürecek üretici güçler ve maddi temel bulunmaktadır. Burjuva üretim ilişkilerinin bir devrimle yıkılması, sömürüyü ortadan kaldıran yeni üretim ilişkilerinin kurulması gerekir. Bu nedenledir ki, sınıf mücadelesi ile bu mücadelenin pratik sonuçlarına ulaştırılması –yani iktidar için mücadele– içiçe girmiş, birbirinden ayrılmamacasına kenetlenmiştir.
“Marksist öğreti, sınıf savaşımının teorisini ve pratiğini tek bir ayrılmaz bütün içinde eritmiştir.”  Sınıf mücadelesine ilişkin yukarıdaki tespitleri yapan Eagleton’un hiç kuşkusuz Lenin’in bu tespitine katılması beklenemez. Bütün diğer “Marksistler” gibi, Eagleton da, Lenin’i Marksizm’den ayırmakta, hele hele Stalin’e öfkeli salvolar yöneltmektedir. Troçki ise, daha sonra kısaca göstereceğimiz gibi, onun favori adamıdır. Zaten kitabını Marx’ın kendince yorumladığı fikirleri ile sınırlamasının nedeni de budur. Biz de Eagleton’un kitabında çizdiği çerçeve içinde hareket ediyoruz ve Lenin ve diğer Marksistleri mümkün olduğunda işin içine katmadan eleştirilerimizi yöneltiyor ve Marx’a bağlı kalarak Marx’ın Eagleton’un yansıtmaya çalıştığı Marx’la bir ilgisinin olmadığını kanıtlamaya çalışıyoruz. Ama yine de bir iki kısa saptama yapmak zorundayız: Eagleton için Lenin’den yukarıda aktardığımız düşünce, bunun, Lenin’in düşüncesi olduğu, Marx’ın bu düşüncede olmadığıdır.
Ancak Marx’ın tüm yaşamı ve ortaya koyduğu pratik tutum Eagleton ve onun gibilerinin itirazını boşa çıkarır niteliktedir. Marx ve Engels, aynı zamanda, büyük birer eylem adamlarıdır. Engels “general” lakabını sadece askeri bilgisi ve tahlillerinden ötürü almamıştır. 1848 devrimlerinde Almanya’da gönüllüler ordusunda subay olarak yaptıklarını hatırlatmak bile yeterli olacaktır. Onlar, her ülkedeki sınıf mücadelesinin sorunları ile doğrudan ilgilenen uluslararası işçi sınıfının önderleri, Alman Partisi’nin politika, taktik ve ideolojilerinin ortaya çıkmasında en fazla katkıyı yapan kişiler, her ülkede işçi sınıfının politik mücadelesi ve örgütlenmesine yardım eden politik ve ideolojik önderler, politik mücadele, yani “pratik zamanı” gelip kapıya dayandığında çoşkuyla buna katılan, ama aynı zamanda ondan teorik sonuçlar çıkaran bir eylemci ve teorisyenlerdir. Açıkçası, işçi sınıfının pratik mücadelesi ve mücadelenin güncel sorunları ile uğraşmayan bir Marx ve Engels portresi çizmek olanaksızdır. Eğer Marksizm, burjuva ideologlarının, liberal sosyalistlerin iddia ettiği gibi, sınıf mücadelesinin güncel sorunları ile uğraşmasa, işçi sınıfının bir eylem klavuzu olarak bu mücadele içerisinde yer almasa, o durumda, zararsız bir tarih, felsefe, ekonomi teorisi olur, alanı “düşünce belirleme” ile sınırlı kalırdı. Çok açıktır ki, bunun anlamı ise, Marksizmin burjuva liberal bir sosyalist teoriye dönüştürülmesidir.

SINIF MÜCADELESİ BİRİNCİL Mİ YOKSA TEMEL Mİ?
Kitaptaki sınıf mücadelesine ilişkin tespitleri irdelemeye devam edelim. Eagleton Marx’ın politik mücadelesine karşı ilgisiz olsa da, onun sınıf mücadelesi ile ilgili tespitlerine “büyük bir önem verir” gözükmektedir. Ancak o, sınıf mücadelesinin Marksist anlayışına çok uzaktır. Marx’tan “toplumların tarihi sınıf mücadeleleri –sınıflı toplumların ortaya çıkmasından itibaren– tarihidir” tespitini aktarırken, bu anlayışı sağından solundan budama çabası içindedir. Marx’ın sözlerini bizler için yeniden yorumlar ve önümüze şöyle bir şey koyar: “Demek istediği insanın tarihinde, sınıf mücadelesinin birinci derecede önemli olduğuydu. Gene de hangi anlamda birinci derecede? Örneğin din, bilim ya da cinsel baskı tarihlerinden nasıl daha önemlidir? Sınıf, zorunlu olarak siyasi faaliyeti harekete geçirici birinci derecede güçlü bir etken değildir. Bu açıdan Marksizmin fazla dikkate almadığı etnik kimliğin rolünü düşünün. Anthony Giddens’e göre ırksal ve cinsiyetçi eşitsizliklerin yanı sıra devletler arasındaki çatışmalar da ‘sınıf sömürüsü ile aynı önemdedir.’”  Giddens gibi burjuva sosyolojisinin günümüzdeki önemli isimlerine dayanan dünya olaylarının bu açıklaması dikkatlice irdelendiğinde, aslında Marksizmin sınıf mücadelesi kavramından geriye pek bir şey kalmamıştır. Marx’ın işaret ettiği sınıflı toplumların temel çelişkisi ve ilişkisidir. Marx’ın yaklaşımında birincil, ikincil, tali vb. nitelemeler bulunmaz. O temel çelişkiye işaret eder ve diğer tüm çelişkilerin bu zemin üzerinde hareket ettiğini, ona bağlandığını, yaşam olanağı bulduğunu, dahası “dinsel ve ideolojik, politik” çatışmalar olarak açığa vuran mücadelelerin aslında bu sınıf mücadelesinin görünüm biçimleri olduğunu açıkça gösterir.
Gerek Marx’ın, gerekse Engels’in, gerekse de genel olarak Marksistlerin sınıf mücadelesine ilişkin genel yaklaşımını şöyle özetlemek olanaklıdır: Hepimiz biliriz ki, toplumsal hayat çelişkilerle doludur; toplum bireyler ve birey gruplarından oluşur ve bu birey ve birey gruplarının her birinin elde etmek istediği şeye sahip olması, diğerleri ile bir mücadeleye girişmesini gerektirir. Tarih, sadece uluslar ve toplumlar arası mücadeleyi değil, ulusların ve toplumların kendi içindeki mücadeleyi de gözler önüne serer. Dünyaya ve çevremize baktığımızda, birbiri ardından gelen barış ve savaş, durgunluk, hızlı gelişme ya da gerileme ya da düpedüz geçici de olsa geriye dönme dönemlerinin olduğunu görürüz. Marksizm, görünüşteki bu “labirent ve kaosu” yöneten yasaların bulanabilmesi için bir klavuz, yani, sınıf mücadelesi teorisini sağlamıştır. Belli bir toplumun ya da toplumlar grubunun bütün üyelerinin çabalarının bütünüyle incelenmesiyledir ki, ancak, bu çabaların bilimsel açıklamasına ulaşılabilir. Bu çelişkili çabalar, her toplumun bölünmüş olduğu sınıfların konumlarındaki ve yaşam biçimlerindeki farklılıktan ileri gelir. Komünist Manifesto “bugüne dek var olan bütün toplumların tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir” (Engels, daha sonra, buna ‘ilkel topluluğun tarihi dışında’ diye bir açıklık getirmiştir) diyerek kesin bir tanımlama ile açıklamıştır. Yani ilk çağlardan bu yana doğru ilerleyecek olursak; özgür ile köle, patrisyen ile plep, senyör ile serf, lonca ustası ile çırak, kısacası, ezen ile ezilen, birbiriyle sürekli karşıtlık içinde bulunmuş, birbirine karşı gizli ya da açık kesintisiz bir mücadele sürdürmüştür. Bu mücadele, ancak, yeni bir toplumun kurulması ve sınıfların bütünüyle ortadan kalkması ile bir sonuca ulaşacaktır. Marksizmin sınıf mücadelesi ile ilgili genel yaklaşımı Komünist Manifesto’dan bu yana genel hatları ile yukarıdaki gibi özetlenebilir.
Açıkça görülmektedir ki, sınıf mücadelesi modern toplum içindeki temel mücadeleyi anlamak açısından bir klavuzdur. Üstelik materyalist tarih anlayışının temellendirdiği sınıf mücadelesi teorisi sadece iki karşıt sınıfın mücadelesini açıklamaz. O, aynı zamanda, maddi çıkar çelişkileri nedeniyle aynı sınıf içerisindeki tabakaların, katmanların birbirleri ile mücadelesini, çelişkilerinin kaynağını, bunların nedenlerini de açıklar ve egemen sınıflar arasındaki çelişkilerin maddi koşullarını da gösterir. Bunu Marx’a dayanarak örnekleyelim. Marx 1852’de Weydemer’e yazdığı ve bir bölümünü daha önce aktardığımız önemli mektubunda, sınıflar, sınıf mücadelesi ve tarihçiler üzerine değerlendirmelerde bulunur. Marx’ın değerlendirmeleri şöyledir:
“..Maliye Bakanı Disraeli, 2 Mart’ta seçmenlerine şöyle yazıyor: ‘Son yıllarda bu krallığın refahı üzerinde çok zararlı etkiler yapmış bulunan sınıf çatışmalarına son vermek için elimizden geleni yapacağız.’ Bu sözler üzerine The Times’ın 2 Mart’taki yorumu şöyle: ‘…eğer bu ülkede sınıfları uzlaşmayacakları derecede bölecek ve adil ve onurlu bir barış için hiçbir seçenek bırakmayacak bir şey varsa; bu, ithal tahıldan vergi almak olacaktır….’” Marx burada şu hatırlatmayı yapıyor: “Şunu anımsatmak gerekir ki, on sekizinci yüzyılda İngiliz aristokrasisi ‘özgürlük’ (ticarette serbestlik) yanlısıydı, burjuvazi ise ‘tekel’den yanaydı.” Aristokrasi feodal toplumun, burjuvazi ise modern toplumun yönetici sınıfıdır. Geçiş dönemlerinde, bunlar bir arada, bir devlet içerisinde bir arada olsalar da, aralarındaki mücadele çeşitli biçimlerde sürer. Açıkçası mücadele egemen sınıfın içerisindeki farklı tabaka ve katmanlar arasında da hüküm sürmektedir. Ayrıca günümüzde tekelci burjuvazi tarafından ezilen orta ve küçük burjuvazinin üst tabakalarının büyük tekellerle olan çelişkisinin maddi temelleri de onların farklı maddi koşullarından ve çıkarlarından kaynaklanmaktadır. Küçük üretici köylülerin büyük kapitalist tekellere karşı mücadelesi vb. hep onların çelişkili ekonomik, maddi koşullarına dayanmaktadır. Üst sınıflar ve mülk sahibi diğer tabakalar arasındaki bu çıkar çelişkisi, sonuçta alt sınıflara da yansımakta, genel olarak sınıf mücadelesinin şiddetini, ritmini, gelişim seyrini etkilemektedir. Modern burjuva toplumda sınıf mücadelesi dendiğinde, doğal olarak ilk akla gelen işçi sınıfı ile sermaye arasındaki mücadeledir ve bu çelişkinin temel çelişki olması nedeniyle bu kavrayışta hatalı bir yön de bulunmamaktadır.
Bütün bunlardan sonra, kesin bir vurgu ile ifade etmek gerekir ki, Eagleton, sınıf mücadelesini gerçek zemininden, maddi koşullarından ve ekonomik temelinden koparmaktadır. “Sınıf mücadelesiyle ilgili nokta, sonucun öngörülemeyeceği dolayısıyla determinizmin tutunacak zemin bulamamasıdır.”  Eagleton’un bir iddiası da budur! Bunlar kulağa hoş gelen içi boş belirlemelerdir. Öyle anlaşılıyor ki, yazarımıza göre sınıf mücadelesi ile ilgili bir öngörüye sahip olmak, dahası sınıfların kendi önlerine kendi yaşam koşullarından kaynaklanan ve mevcut durumu değiştirmek üzere hedefler koyması, bir amaçlarının olması determinist olmakla aynı anlama geliyor. Bir kez daha anlaşılıyor ki, Eagleton’un derdi determinizmi eleştirmek değil, onu üzerinden Marksizme vurmaktır. Oysa Marksistlerin sınıf mücadelesinin nereye doğru gelişeceği ve sonuçta işçi sınıfının üstün gelmesi durumunda nasıl bir düzene geçileceği konusunda bir öngörüleri vardır. Dahası bu öngörüyü gerçekleştirmek üzere mücadeleye atılırlar. Marx asıl dikkatini mevcut toplumun eleştirisi ve onun yıkımı üzerine yoğunlaştırmış olsa da, gelecek sosyalist toplumun nasıl bir şey olacağının bazı ana hatlarını vurgulamaktan kaçınmamış, ama tablonun bütününün somut koşullar tarafından çizileceğini de özenle belirmiştir. Üstelik sosyalizm deneylerinden sonra bu durum bir “öngörü” olmaktan çıkmış, tarihsel bir gerçeklik haline dönüşmüştür. Gerçekte, Marksistlerin, sınıf mücadelesi ve onun hedefleri konusunda öngörü sahibi olmamak, bu mücadeleyi doğal sonuçlarına ulaştırmak üzere mücadele etmemek, yani öngörüyü gerçekleştirmeye çalışmamak gibi bir lüksü de bulunmamaktadır. Marksistler, sınıf mücadelesinin kesin sonucuna ulaşaması için mücadele ederler.
Peki ama belirli bir tarihsel andaki sınıf mücadelesinde öngörülemeyen hiçbir nokta yok mudur? Hiçbir Marksist böyle bir şeyin olabileceğini iddia etmemiştir. Belirli bir ülkede, sınıfların açıkça karşı karşıya geldiği ve çatışmaya girdiği belirli bir anda zafer kesin değildir. Hiçbir Marksist önceden kesin bir zafer vaat etmez. İşçi sınıfının bu mücadeleden galip çıkabilmesi için pek çok koşulun bir arada olması gerekir. Genel politik bunalımın yeterince olgunlaşması, egemen sınıfların eskisi gibi yönetememesi, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istememesi, işçi sınıfının örgütlenme ve bilinç derecesinin düzeyi, ara sınıfların ve ittifakların durumu, hatta son anda öngörülemeyen bazı gelişmelerin olması, uluslararası durum vb.. –bütün bunların hepsi birden sınıf mücadelesinin sonucunu belirler. Zaten bütün bunlar kesin bir zafer için hazır olsaydı, ancak kesin zaferden emin olunca çatışmaya girilseydi, o zaman Marx’ın dediği gibi, “tarihi yapmak çok kolay olurdu.” Ama bütün bunlar Eagleton’un “öngörülemez” dediği şeyden bütünüyle farklıdır ve aslında o, zaman zaman değindiğimiz gibi, burjuva toplumunu hangi toplumun izleyeceği konusunda bulanıklık yaratmaya yönelmiştir, “sosyalizmin garanti” olmadığı konusundaki düşüncelerini temellendirmek üzere bu tespitlerde bulunmaktadır.
Öngörü konusunu farklı bir noktadan ele alacak olursak, Marx’ın Paris Komünü hakkındaki düşünceleri bu açıdan son derece öğreticidir. Marx, Paris halkının ayaklanmaması gerektiğini, ayaklanmaları halinde yenilebileceklerini önceden “öngörür.” Ancak ayaklanma patlak verip Paris işçileri ve halkı kahramanca bir mücadeleye giriştiklerinde onları çoşkuyla destekler, hangi taktikleri izlemeleri gerektiğini belirtir. Paris Komünü yenilgiye uğradığında ise, “ah”, “vah”, “keşke ayaklanmasalardı” gibi laflar etmez. Komün’ün genel bir değerlendirmesini yapar, oradan, devlet için teorik önemi olan çok ciddi sonuçlar çıkarır. Bütün bunlar sınıf mücadelesinin politik koşullarını, taktiklerini ve örgütlenmesini doğrudan ilgilendirir ve Marksizme yaşayan bir mücadele ruhu, canlılık ve gelecek mücadeleler için tecrübe katar.
Eagleton ise, bütün bunlardan belirsizlikler, keyfiyet, tarihin öngörülemeyeceği, sınıf mücadelesinin gelişme yönünün tahmin edilemeyeceği gibi sonuçlar çıkarır. Oysa öngörmek, ayakları yere basan hayaller kurmak, bütün bunlar üzerinden somut gelişmeler konusunda tahminlerde bulunmak, yetenekli her Marksist politikacının vaz geçmemesi gereken özelliklerdir. Örneğin, Türkiye gibi bir ülkede kapitalizm hızla gelişiyor, sanayi siteleri ve organize sanayi bölgelerinde milyonlarca işçi birikiyor ve bunlar vahşi sömürü koşullarında çalışmaya ve sömürülmeye mahkum ediliyorlarsa, buralarda patlamalar şeklinde işçi mücadelelerinin gündeme gelmeyeceğini, ekonomik ve sosyal talepler öne süren bir işçi mücadelesinin gelişmeyeceğini öngörmemek körlük değil midir? Marksistler dahil hiç kimse bu gelişmelerin somut olarak nasıl ve ne zamanda gerçekleşeceğini elbette daha önceden kesin hatları ile bilemez. Ama bu durum işçi hareketini bu yöne doğru geliştirmek için buralarda örgütlenme ve çalışma yapma yapmamanın mazereti olabilir mi? Ya da bazı durumlarda başarısızlığa uğranılması halinde genel amaçlardan vaz geçmeyi haklı çıkarabilir mi? Dahası bu çabalar içerisinde olan sosyalistler “deterministlikle” suçlanabilirler mi?
Marksistler ve onların partileri açısından sınıf mücadelesi koşullarında bu türden yaklaşımlara kesinlikle prim verilemez. İşçi partilerinin sınıf mücadelesini ne yana doğru geliştirmek istediklerinin stratejileri ve taktikleri, örgütlenme ilkeleri hemen hemen bellidir. Sınıf mücadelesinin varlığı, sınıflara keyfi bir hareket özgürlüğü kazandırmaz. Sınıfların genel amaçları açık seçik bellidir. Daha önemlisi, maddi, ekonomik temel, üretici güçlerin gelişme düzeyi bu hareket yönünün sınırlarını belirlemiş, bunun koşullarını ve araçlarını ortaya çıkarmıştır. Bu gerçek genel olarak şu zeminden hareket etmektedir: Günümüz kapitalist toplumunda üretim işçilerin kollektif üretim tarzına dayanmaktadır. Ama bu kollektif üretim tarzının üzerinde kapitalist mülkiyetin özel mal edinme biçimi egemendir. Emek, ücretli emektir ve sermaye tarafından artı-değer elde etmek için sömürülür. Burjuva toplumun genel yapısı budur. Bu durumda gelişmenin yolu ne tarafa doğru olabilir? Sınıf mücadelesinin hedefleri ne olabilir? Bu çelişkinin tek bir çözümü vardır. Bu, kapitalist özel mülk edinme biçiminin yerine kollektif, yani toplumsal mülkiyetin konulmasıdır. Yani toplumsal olarak üretenler, toplumsal olarak da mülk edineceklerdir. Üretim araçları toplumsallaştırılacaklardır. Eagleton’a göre bütün bunları öngörmek determinizmdir! Eagleton’un determinizm eleştirisi kılığında Marksist tarih anlayışına saldırmasının, onu eleştirmesinin sonuçları buralara varmaktadır.
Aslında burada olup bitenin anlaşılması çok zor mudur? Ya da toplumsal gelişmenin yönü herkes için bir sır mıdır? Toplumların gelişmesi bunun böyle olmadığını açık seçik ortaya koyuyor. Yeni bir toplumsal düzene geçmenin ögeleri bizzat eski toplumun bağrında gelişiyor ve olgunlaşıyor. Üstelik bugünün işçisi sadece bir ülke içerisinde kollektif, yani toplumsal bir üretimde bulunmuyor. Üretim süreçlerinin dünya ölçüsünde genişlemesi, tüketimin dünyaya yayılması bugünün işçisini aynı zamanda “evrensel bir üretici” konumuna getirdi, onun üretici güçlerinin evrensel gelişimini sağladı. Bu durum, hem tek tek ülkeler açısından, hem de uluslararası planda işçi hareketinin, sınıf mücadelesinin gelişim yönünü belirliyor. Bu gelişimin kesintiye uğraması, şu ya da bu süreçlerden geçmesi, şurada ya da burada daha erken sonuca ulaşması, bütünüyle sınıf mücadelesinin somut koşulları tarafından belirlenecektir. Kesin olan bir şey varsa, o da şudur ki, işçi sınıfı bir kez ayağa kalktığında, yeni bir toplumsal düzenin temellerini atmaya başladığında ilk müdahale edeceği alan mülkiyet ilişkileridir. Yani işçi sınıfı kendi tepesine yeni bir sömürücü sınıf getirmeyecektir! İşçi sınıfının sosyal-demokrasi gibi sosyal itfaiyecilere kanıp, katlanılabilir sömürü koşullarına razı olmasını ummak ise, ayağa kalkmış işçi hareketinin canlı ruhundan hiçbir şey anlamamak, sosyal-reformist bir beklenti –Eagleton’un ideolojik konumu aslında tam da buna tekabül etmektedir– olacaktır.
Bir toplumda maddi ekonomik koşullar yeterince olgunlaşmamışsa, tarihsel ve toplumsal koşullar tümüyle farklıysa, bir koşul ortaya çıkmış olsa bile, daha ileri bir topluma geçmek olanaklı olmayacaktır. Tek başına sınıf mücadelesi de böyle bir yolun önünü açmayacaktır. Marx’ın Roma’lı Pleplerin durumuna ilişkin verdiği örnek oldukça çarpıcıdır. Plepler, küçük mülk sahibi özgür köylülerdir. Bunlar, süreç içerisinde, büyük mülk sahibi Roma’lı asiller ve büyük mülk sahibi soylular tarafın mülksüzleştirildiler. Ama bunlar, İngiltere’de olduğu gibi proleterleşmediler, “ayak takımına” dönüştüler. Çünkü toplumsal ve tarihsel koşullar, ekonomik temel bütünüyle farklıydı.
Burada yanıtlanması gereken diğer bir soru şudur: Marx bu örneği neden vermektedir? Marksizmi çarpık bir biçimde yorumlayanlar, Marx’ın kapitalizmin başlangıcına ilişkin “tarihsel eskizini” –yani İngiltere’de küçük mül sahibi köylülerin mülksüzleşmeleri ve giderek proleterleşmeleri olgusu– hangi tarihsel koşullar olursa olsun tarihin benzer bir gelişme yönü izleyeceği biçiminde yorumluyorlardı. Marx, işte bunları uyarmak için bu örneği vermiş, buradan “tarihsel-felsefi bir teori” üretmek isteyenleri eleştirmişti. Eagleton kitabında Marx’tan bu alıntıyı yapıyor, ama Marksizme karşı kullanmak, sözde “Marksizm içindeki determinizmi” eleştirmek için. Oysa ortaya konulan, materyalist tarih anlayışının doğrulanması ve kanıtlanmasından başka bir şey değildir. Marx’ın bu yaklaşımının diğer önemli bir yanı, üretici güçlerin bir “seçme özgürlüğünün” olmamasıdır. Yani maddi toplumsal ve ekonomik koşullar çözümü ve gelişme yönünü de beraberinde getirmektedir. Sınıf mücadelesinin içerisinde cereyan ettiği maddi koşulları, ekonomik temeli ihmal ederek tarihsel gelişmeye yön vermeye kalkmak, sınıf mücadelesinden kendi keyfince sonuçlar üretmek şarlatanlıktan başka bir şey değildir. Oysa Eagleton için bu determinizmin ta kendisidir!
Eagleton’un ortaya attığı diğer bir sorun, egemen sınıfların “en parlak dönemlerinde” devrilmesinin pekala mümkün olacağına ilişkin tezdir. Görünüşte bu tez epeyce “devrimcidir” ve kulağa hoş gelmektedir. Eagleton şöyle demektedir: “…Her halükarda eğer siyasi muhalefet yeterince güçlüyse, en parlak döneminde olan egemen sınıfı devirmek mümkün değil midir? Gerçekten üretim güçlerinin duraksamasına kadar beklemek zorunda mıyız?”  Bütün bunlar, kendi iç bağıntıları olmayan, mantık bütünlüğü taşımayan, Marksist devrim anlayışının izini zerre kadar taşımayan büyük bir laf yığınından ibarettir. Eğer Eagleton Marx’ı birazcık anlamış olsaydı, olgunlaşmış bir burjuva toplumunun üretici güçlerin gelişimine zaten engel olduğunu, bugün bu toplumu sarıp sarmalayan çelişkilerin ve çatışmaların tahrip edici derecelere varmasının nedeninin de tam da bu olduğunu, yani üretici güçlerin gelişmesinin engellenmesi olduğunu kolayca anlayabilirdi.
Devrim son tahlilde üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin ürünü olsa da –ki toplumların ileriye doğru dönüşümünün de anahtarı buradadır– devrimin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği bütünüyle somut bir anda objektif ve sübjektif koşulların uygun olması ile ilişkilidir. Daha açık bir ifade ile, belirli bir ülkede belirli bir tarihsel andaki devrimden söz ediliyorsa, bu devrim, ancak uygun ekonomik, politik ve toplumsal koşulların –yukarıda bir kısmının özetlendiği gibi– bir araya gelmesi ile olanaklı olabilir. Yani sömüreni de, sömürüleni de etkileyen ulusal ve uluslararası bir bunalımın söz konusu olması gerekir. Bu tür bunalımların açığa çıkması ise bütünüyle kapitalizmin iç çelişkilerine bağlıdır ve kapitalizm bu bunalımları sürekli üretir. Bu bunalımlar, eğer sermaye egemenliğinin yıkılması ile sonuçlanmazsa, genellikle üretici güçlerin büyük oranda tahrip edilmesi ile sonuçlanır ve üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki temel çelişki çözülmeden kaldığı için yeni bunalımın unsurları mayalanmaya başlar. Yani belirli bir tarihsel andaki ekonomik, politik ve toplumsal koşullarla, bunun bir devrime yol açıp açmayacağı ile, devrimi yapmak için üretici güçlerin “duraksaması” gibi genel bir sorunu birbirine karıştırmak, Marksist politikanın değil, şarlatanca işlerin konusu olabilir.
Hatırlatmak gerekiyor ki, Marksizme eleştiri yönetenler ve saldıranlar, bir süre öncesine kadar, bugünün burjuva toplumunda bilimin teknolojinin geliştiğini, insanların geçmişe göre daha fazla tüketim araçlarına sahip olduğunu, artık “işçi sınıfının zincirlerinden başka” kaybedecek şeyleri olduğunu tekrarlayıp duruyorlardı. Bu, kapitalizmin üretici güçleri hızlı bir tempoda ve engelsiz geliştirmeye  devam ettiğini bir başka biçimde iddia etmekten,  başka bir şey değildir. Buna karşı, Eagleton da bize, “eğer siyasi muhalefet yeterince güçlüyse egemen sınıfı devirmek mümkün değil midir? Üretim güçlerinin duraksamasına kadar beklemeli miyiz?” gibi ilk bakışta epeyce devrimci ve kulağa hoş gelen sözler söylüyor. Buradan ilk önce şu anlaşılılıyor ki, Eagleton kapitalizmin üretici güçleri ciddi olarak geliştirmeye devam ettiği kabul ediyor. Oysa bu titizlikle incelenmesi gereken bir sorundur. Çünkü üretici güçlerin ilerlemesi bütünüyle ve kesin olarak durmamıştır denildiğinde bile kapitalist toplumun iflah olmaz çelişkilerinde bir hafifleme olmamaktadır. Çalışma ve yaşam koşullarının, krizlerin kanıtladığı gibi, bugünün kapitalist sisteminde üretici güçlerin en küçük bir ilerlemesi bile topluma ağır bir fatura çıkarmaktadır.
Ama o, soruna tersten yaklaşarak, üretici güçlerin “duraksamamış olduğunu” kabul ederek, işçilerin kaybedecek şeyleri olduğunu ileri sürenlere üstü örtülü olarak hak veriyor. Demek ki işçilerin üretimi toplumsal olarak yapmaları, buna karşın bu toplumsal üretimin sonuçlarına tek tek kapitalistlerin ya da dev tekellerin özel mülkiyet olarak el koymaları, dahası, bu üretimin gerçekleştirilmesinde kullanılan fabrikaların vb. üretim araçlarının kapitalistlerin özel mülkiyeti olmaları, zaten bu nedenden ötürü bu el koymanın gerçekleştiğini gözardı etmemiz gerekiyor. İşçilerin kaybedecek fabrikaları, büyük toprakları, dev bankaları bulunmuyor. Eğer ortalama bir işçi ailesinin büyük zorluklar sonucu kavuşabileceği bir araba ya da ev işçinin kaybedecekleri arasında sayılıyorsa, bu küçük özel mülklere el koyacağını, işçileri böylece mülksüzleştireceğini ileri süren bir Marksist nasıl bir Marksisttir? Bu günümüzde ancak komedi filmlerinde olur. Ancak günümüz dünya sineması toplumsal gerçekleri konu edinmekten o kadar uzaklaşmış durumdadır ki, böyle bir komedi filminin çevrilebileceği bile şüphelidir.
Elbette sosyalizmin her emekçinin uygarca ve insanca yaşayabileceği bir konut politikası, ulaştırma için toplu taşım araçlarının kullanılmasını temel edineceği bir ulaştırma politikası olacaktır. Ancak bunlar için işçilerin, emekçilerin, küçük mülk sahiplerinin sahip oldukları mevcut arabalarına ve evlerine el konulacağını söylemek çocukça olacaktır. Kapitalistlerin ve büyük zenginlerin üretim araçlarına ve fazladan sahip oldukları tüketim araçlarına elbette el konulacak, onların on evleri varsa dokuzu elbette işçi ve emekçilerin kullanımı için kamulaştırılacaktır. Demek ki sorunu buralardan tartışmak, günümüz toplumunun değiştirilmesi sorununda öncelikli ve temel bir sorun değildir.
Kapitalizm, bilimi, teknolojiyi bir ölçüde geliştirmektedir ve geliştirmek zorundadır. Yoksa uygar buruva toplumunu devam ettirmek olanaklı olmazdı. Ancak bu sorun, yani bilim ve teknikteki kısmi ilerleme, üretici güçlerin gelişmesine küçük ama oldukça sorunlu bir katkı yapmış olsa bile, üretici güçlerin geliştirilmesi sorunu bütünüyle farklı bir sorundur. Üretici güçlerin gelişimi sorunu doğrudan mülkiyet ilişkilerine ilişkin bir sorundur ve bu sorun kolektif üreticilerin, yani işçilerin toplumsal üretimlerinin bir ya da bir grup kapitalist tarafından el konulması, mülk edinilmesi ortadan kaldırılmadan, yani özel mülk edinilme yerine toplumsal mülk edinilme konmadan çözülemez. Genel olarak “toplumsal devrimler çağına” yol açan neden de zaten budur. Proletarya devrimi tarihsel ve toplumsal temel gerekçesini tam da buradan alır.
Kapitalizm koşullarında bilim ve teknikteki her gelişme üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki çelişkiyi derinleştirmektedir. Bunun temel ve basit bir nedeni vardır. Bilim ve teknikteki her ilerleme işçi sınıfının aleyhine kulllanılır ve onun üzerindeki sömürüyü yoğunlaştırır. Başka bir ifade ile teknikteki, makinelerdeki gelişme ile normalde iki saat çalışarak eski sekiz saatlik üretimini gerçekleştiren bir işçi, hala sekiz saat çalışmakla kalmaz, çalışma saatlerinin uzatılması, iş gücünü daha düşük bir fiyata satması için korkunç bir baskı altına alınır. Temel gerçek bu iken, kapitalizmin bu temel sorunda bir “gelişme sağladığını” kim ileri sürebilir ki? Eğer birileri hisse senetli kapitalizmin bu tür sorunları çözdüğünü ileri sürecekse, onlara gerçekleri hatırlatmak yararlı olacaktır. Bugün hisse senetleri bir kapitalistin, ya da kapitalistler grubunun “halka açılmak” adına onları bir kez daha soymasından başka bir anlama gelmemektedir. Bu tarz soyulanlar da genellikle işçiler değil, küçük burjuva tabakalar olmaktadır. Yani kapitalizm koşullarında küçük mülk sahibi mülksüzleşmeye devam etmektedir.
Bugün burjuva üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişmesine yapabileceği tek “ilerletici” katkı, büyük oranda tekelleşmiş kapitalist üretimi bütünüyle devlet tekeli altında toplamaktır. İleri düzeyde gelişmiş tekelci devlet kapitalizmi üretici güçlerin en ileri düzeyde merkezileşmesini ve yoğunlaşmasını beraberinde getirir, üretimin toplumsallaşmasını en üst düzeye çıkarır. Bu ise, sosyalizmi haber veren ve onun güçlerini en ileri düzeyde hazırlayan bir adımdır. Tekelci kapitalizm bu tehlikenin farkındadır ve bitip tükenmeyen özelleştirmeler ve devletleştirmeler döngüsü sadece kapitalist ekonominin gereklerinden değil, aynı zamanda burjuvazinin bu temelden türeyen ideolojik konumundan da kaynaklanmaktadır. Tekelci burjuvazi böylece kendi sınıfsal tabanını tazelemek, burjuva katmanı genişletmek ister. Her durumda üretici güçlerin en küçük ilerlemesi bile oldukça buhranlı ve çatışmalı olmaktadır. Yani burada açıkça vurgulanmak istenen, kapitalizmin genel olarak üretici güçlerin gelişimine engel olduğu, buna rağmen üretici güçlerin küçük ilerlemelere sahip olduğu, ama bu ilerlemenin dönüp kapitalist toplumun üretici güçlerini vurduğudur. Bu nedenle Marksistler kapitalizmin artık üretici güçleri engellediğini tespit ettiklerinde tam da bu duruma işaret etmektedirler. (kapitalizmin ve sosyalizmin üretici güçleri, üretici güçlerin en küçük ilerlemesinin hangi sonuçlara yol açtığı gibi konular yazının üçüncü bölümünde kapitalizm ve sosyalizm karşılaştırması bölümünde daha ayrıntılı yer alacaktır.)

SINIF MÜCADELESİ, İNSANLARIN KENDİ TARİHLERİNİ YAPMASI
“İnsanların kendi tarihlerini kendilerinin yapması” gerçekte ne anlama gelmektedir? Bu belirleme sık sık ve yerli yersiz kullanılmakta, insanların kendi tarihlerini “kendi keyiflerince yaptıkları” bir anlayışa doğru esnetilerek gerçek içeriğinden ve anlamından koparılmaktadır. Eagleton gibiler ise, bu belirlemeyi “Marksizm içindeki determinist eğilime” karşı, “sınıf mücadelesinin sonuçlarına özgürce karar vermenin işareti” olarak selamlamaktadırlar. O halde gerçek nerededir? Marksizm adına bu sorunun yanıtının verilmesi gerekiyor. Kuşkusuz bu belirleme Marx ve Engels tarafından kullanılmıştır. Ama onlar insanların tarihlerini kendilerinin yaptığını söylerken, “tarih yapmanın” genel koşullarını da, materyalist tarih anlayışına bağlı kalarak işaret etmişlerdir. Eagleton ise, Marx’ın söylediklerini iç bağıntılarından ve genel mantığından kopararak yorumlamakta, bizi Marksizm’in aslında tam da bu olduğu konusunda ikna etmeye soyunmaktadır.
Peki bu işin aslı nedir? Marx ve Engels “tarihimizi kendimiz yaparız” derken özünde nereye vurgu yapmışlardır. Şimdi bu sorunun yanıtını almamız gerekiyor: “Tarihimizi, biz kendimiz yaparız, ama her şeyden önce, çok belirlenmiş öncüllerle ve koşullar içinde. Bunlar arasında en sonunda belirleyici olanlar ekonomik koşullardır.” (Engels’ten Bloch’a Mektup) 21(22) Eylül 1890. Burada açıklanması gereken “çok belirlenmiş öncüller ve koşulların” neler olduğu, bunların en sonunda belirleyici olan “ekonomik koşullarla” ilişkisinin niteliğinin ne olduğudur. O halde başlayalım: Eğer tarihimizi kendimiz yapacaksak bir toplumda yaşıyor olmamız gerekir. Üstelik bu toplum sınıflara bölünme derecesinde gelişmiş bir toplum olmalıdır. Toplumsuz ve sınıfsız, sınıf mücadelesiz bir tarih yapmanın olanaksızlığı ortadadır. İnsan topluluklarının kaydedilebilen tarihi toplumların sınıflara bölünmesinden sonra başlamıştır. Marksizm toplumların tarihi sınıf mücadelelerinin tarihidir derken, tam da bu gerçeğin üzerinden hareket etmektedir.
Peki ama toplum nedir? Bu soruyu Marx’a başvurarak yanıtlamak zorundayız. “Biçimi ne olursa olsun, toplum nedir? İnsanların karşılıklı eylemlerinin ürünü. İnsanlar kendileri için şu ya da bu biçimde bir toplum seçmekte özgür müdürler? Asla. insanın üretici güçlerinin belirli bir gelişme aşamasını alırsanız, belirli bir ticaret ve tüketim biçimi elde edersiniz. Üretimde, ticarette, ve tüketimde belirli gelişme aşamaları alırsanız, buna tekabül eden bir aile, zümreler veya sınıflar örgütü, tek sözcükle, buna tekabül eden bir uygar toplum elde edersiniz. Belirli bir uygar toplum alırsanız, uygar toplumun yalnızca resmi ifadesi olan belirli politik koşullar elde edersiniz…..İnsanların kendi üretici güçlerini —ki tüm kendi tarihlerinin temelidir— seçmekte özgür olmadıklarını eklemek gereksiz, çünkü her üretici güc, edinilmiş bir güçtür daha önceki eylemlerin ürünüdür. Üretici güçler, bundan ötürü, pratik insan enerjisinin sonuçlarıdırlar; ama bu enerjinin kendisi insanların kendilerini içinde buldukları koşullarla, o ana dek edinilmiş üretici güçlerle, kendileri varolmazdan önce varolmuş, kendilerinin yaratmadıkları, bir önceki kuşağın ürünü olan toplumsal biçimle koşullandırılmaktadır. Bu basit olgu nedeniyle, yani birbiri ardından gelen her kuşağın yeni üretime hammadde olarak hizmet eden ve bir önceki kuşak tarafından edinilmiş üretici güçlere kendisini sahip bulması nedeniyle, insanlık tarihinde bir tutarlılık doğar, insanın üretici güçleri ve bundan ötürü de toplumsal ilişkileri daha da geliştikçe, insanlık tarihi, her zamankinden daha çok bir insanlık tarihi biçimine bürünür. Böylece, bunun zorunlu sonucu olarak, insanların toplumsal tarihi, onlar bunun bilincinde olmasalar da, kendi bireysel girişimlerinin tarihinden başka bir şey değildir asla. İnsanların maddi ilişkileri, tüm ilişkilerinin temelidir. Bu maddi ilişkiler, maddi ve bireysel eylemlerin içinde gerçekleştiği zorunlu biçimlerden ibarettirler.“
Demek ki “insanların kendi tarihlerini kendilerinin yapması” yukarıda genel olarak çizilen çerçeve içerisinde gerçekleşmektedir. Burada her hangi bir keyfiyete, şuradan buraya doğru rastgele atlamalara yer yoktur. Kuşkusuz insanların kendi tarihlerini genel bir plana göre, ortaklaşa kararlar vererek, kollektif bir biçimde yapacakları zamanlar da –komünist toplum– gelecektir. Ama bu, ancak sınıfların ortadan kaldırılması, insanlığın özgürlükler dünyasına adım atması ile olanaklı olacaktır. Sınıflı toplumlarda ise, insanlar bir önceki toplumdan devraldıkları ekonomik ve toplumsal koşullar içerisinde tarihlerini yapmaktadırlar. Egemen sınıfların gerici amaçlarını gerçekleştirmek üzere gerçekleştirdiği yağma savaşları, bunalımlar, ayaklanmalar ve devrimler aslında emek ile sermaye arasında kesin bir bölünme üzerinde yükselen sınıf savaşlarının bütünüyle dışa vurumundan başka bir şey değildir.
Yukarıdaki mektup, aynı zamanda, daha önce açıklamaya çalıştığımız üretici güçler sorununa da “İnsanların kendi üretici güçlerini —ki tüm kendi tarihlerinin temelidir— seçmekte özgür olmadıklarını eklemek gereksiz, çünkü her üretici güç, edinilmiş bir güçtür daha önceki eylemlerin ürünüdür” diyerek çok açık ve net bir yanıt vermektedir. Eagleton’un bir üretim biçiminden sonra “diğerinin geleceğinin garantisi” yoktur derken, tam da bu gerçeği, yani üretici güçlerin bu niteliğini ve bunun “insanlık tarihine bir tutarlılık vermesi”ni inkar etmekte, Marksizmi karikatürize etmektedir. Şu sözleri hatırlayalım: “… Eğer böyleyse, o zaman artık tarihsel sürecin, belirli bir içsel mantıkla her üretim biçiminin hemen öbürünü izlediği kesin bir ‘lineer’ yol düşünmemize gerek kalmaz. Feodalizme özgü, onu karşı konulmaz bir şekilde kapitalizme dönüştüren bir şey yoktur. Tarihin halısında onu boydan boya geçen tek bir iplik yoktur.”
Kuşkusuz bütün bunlar açıkça zırvalamaktır. Feodalizm aşamasına ulaşmış toplumların hiçbirinde kapitalizme doğru yol alınmadığını kanıtlayacak hiçbir şey yoktur. Eğer bir toplum yok olmamış, başka bir toplum tarafından yutulmamışsa yolu kapitalizme doğrudur. Yok olup yutulmuşsa da, onun içine karıştığı toplum bu yöne doğru ilerleyecektir. Roma’lı Pleplerin örneğinde görüldüğü gibi, kölecilikten kapitalizme geçişin tek bir örneği olmaması gibi, feodalizmden kapitalizme doğru ilerlememenin de tek bir örneği bulunmamaktadır. İçsel ve dışsal etkiler nedeniyle duraksamalar ve gecikmeler olabilse de, feodal topumun açılacağı kapı kapitalizmdir. Genel doğrultu bu yöndedir.
Kuşkusuz özel örnekler de bulunmaktadır. Örneğin sosyalist devrim sonrası, bırakalım feodalizmi, ataerkil ilişkilerin feodal ilişkilerle birlikte yer aldığı Moğolistan örneğini hatırlamak gerekir. Böyle bir Moğolistan’da sosyalizm nasıl inşa edilecektir? Moğolistan önce feodalizme, sonra kapitalizme mi geçirilecektir? Böyle bir durumun saçmalığı ortadadır. Bu soruna Lenin ve Bolşeviklerin verdiği yanıt, “büyük, komşu bir sosyalist ülkenin yardımı ile” sosyalist üretim ilişkilerinin yerleşmesine yardım edilmesidir. Moğolistan sorununun pratik çözümü de bu olmuştur. Marksistlerden dogmatiklik, şematiklik bekleyenler için oldukça şaşırtıcı bir çözüm değil mi? Ama burada tarihsel materyalizmin genel ilkelerine bağlı kalarak, toplumun maddi üretici güçlerinin gelişme düzeyi dikkate alınarak çözülen bir sorun bulunmaktadır.
Buradan toplumların gelişmesine ilişkin genel bir sonuca ulaşmak olanaklıdır: o sonuç şudur; eğer dünyanın her hangi bir yerinde ileri bir toplum biçimi ortaya çıkmışsa, bu durum geriden gelenlerin ulaşmak istediği genel bir “modelin de” ortaya çıkmış olduğunu ifade eder. Bu, sadece kapitalizmin önce İngiltere’de ortaya çıkması, diğer Batı Avrupa ülkelerinin onu takip etmesi örneği ile sınırlı değilidir. Bu örnek, Polinezya’nın, Afrika’nın bazı bölgelerinde varolan kabile yaşamının kapitalizm tarafından bozulacağı, gelişmenin kapitalizme doğru olacağı, eğer içsel ve dışsal etkiler nedeniyle bağımsız kapitalist gelişme olanaklı olmazsa, –ki böyle olması kuvvetle muhtemeldir– bu toplumların ileri kapitalist toplumlar tarafından öğütüleceği anlamına gelmektedir.

RASLANTI VE ZORUNLULUK
Eagleton’un çarpıttığı diğer bir mesele raslantı ve zorunluluk ilişkisidir. Eagleton dünya tarihini raslantılarla açıklamaya epeyce meyillidir. Kendisinin bu eğilimini Marksizm’e maletme uğraşı az değildir. “Marx, siyasi zafer için cesaret ve tutarlığın gerekliliğini vurgulayarak, tarihsel süreçlerde raslantısal olayların belirleyici önemini kabul eder görünmektedir. 1849’da Fransa’da kolera salgınının militan işçi sınıfını kırıp geçirmesi böyle bir örnektir.”  Siyasi zafer için cesaret ve tutarlılığın germesinin raslantıyla ilişkisi nedir? Bu bütünüyle saçma bir yaklaşımdır. En ileri sınıfın partisi olsun, onun öncü kadrosu olsun sınıf mücadelesinin belirleyici anlarında cesaret ve tutarlıklık göstermek zorunda değil midir? Üstelik sadece cesaret ve tutarlılık değil, büyük bir yetenekle sınıfların hareketlerini, politik gelişmelerdeki en küçük oynamaları, sınıfların hareketlerine yön veren olaylardaki en küçük dönüşleri görebilecek kapasitede olmalıdırlar. Eğer bunlara sahip değillerse, hangi önder ya da parti temsil ettiği sınıfın hareketini ileriye götürüp, zorunlu sonuçlarını ulaştırmayı başarabilir ki?
Büyük Ekim Devrimi olanca gerçekliği ile büyük bir tarihsel deneyimdir. Şubat Devrimi’nden sonra her sınıfın farklı politikası ve taktikleri vardır. Geçici hükümet ve Menşevikler dahil pek çok akım Dünya Savaşı içerisindeki Rusya’nın vatan savunması yapmasının doğru olduğunu söyleyip, bu taktiği hayata geçirmeye çaba göstermektedirler. Lenin’in başında olduğu Bolşevikler ise, bütün iktidarın sovyetlere devredilmesini, ancak bundan sonra gerekirse vatanın savunulabileceğini söylemektedirler. Lenin, daha sonra ise Bolşeviklerin iktidarı alması gerektiği ileri sürmüş, tüm partiyi buna hazırlamak için çaba göstermiştir. Bolşeviklerin önderliğindeki Rus işçileri Ekim’de bir devrimle iktidarı almışlardır. Şimdi burada sormak gerekiyor; bütün bunlarda raslantının bir rolü bulunuyor mu? Objektif ve subjektif koşullar son derece olgunlaşmış, Lenin’in önderliğindeki Bolşevikler ve Rus işçileri siyasal mücadelenin sert koşullarında, oldukça oynak ve sürekli değişen bir zemin üzerinde doğru politika ve taktikleri uygulayarak, sadece cesaret ve tutarlılık değil, büyük bir yetenek ve esneklik göstererek devrimi gerçekleştirmşler, iktidarı almışlardır.
Eagleton ise, hepimizi aptal yerine koymakta ve bütün bunların raslantıyla bir ilişkisinin olduğunu iddia etmektedir. Raslantıların büyük tarihsel olayların ana mecrasını ve yönünü değiştirmek gibi bir etkisi bulunmamaktadır. Bazı durumlarda gelişmeleri geciktirebilirler ya da yönünü bir miktar saptırabilirler. Ama genel gelişme olayları yeniden ana mecrasına yerleştirir. Marksizmin önderlerinin raslantı ve zorunluluk üzerine genel yaklaşımı şöyledir: “İnsanlar, kendi tarihlerini kendileri yaparlar; ama henüz, genel bir plana göre, ve hatta belirli, örgütlü, verili bir toplum çerçevesi içinde, bir kollektif istence uyarak değil. İnsanların beklentileri birbiriyle çatışır ve işte tam da bu nedenle bütün bu toplumlar, tümleyeni ve açığa vuranı raslantı olan zorunluluk tarafından yönetilir. Burada kendini raslantı aracılığıyla ortaya koyan zorunluluk, gene sonal olarak ekonomik zorunluluktur. Bu bağlamda üzerinde durulması gereken, büyük adamlar denen sorundur. Şöyle şöyle bir adamın ve tam da ol adamın, belli bir zamanda, belli bir ülkede ortaya çıkışı, kuşkusuz yalnızca bir şanstır. Ama o eğer ortadan kaldırılırsa, ikame edilmesi gereği ortaya çıkar ve bu ikame, iyi ya da kötü, ama uzun zamanda bulunur. Napoléon’u, işte tam da o Korsikalıyı, bizzat kendi savaşlarıyla tükenen Fransa Cumhuriyetinin askeri diktatör olarak gereksinmesi raslantıydı; ama ortada bir Napoléon olmasaydı, onun yerini birinin dolduracak olduğunu, gerek duyulduğu zaman birinin mutlaka bulunduğu olgusu kanıtlamaktadır: Sezar, Augustus, Cromwell, vb.. Marks, materyalist tarih anlayışını keşfettiyse de, Thierry, Mignet, Guizot ve 1850’ye kadarki tüm İngiliz tarihçiler, bu yolda çaba gösterildiğinin kanıtıdırlar; aynı kavramın Morgan tarafından da keşfedilmiş olması, zamanın bu keşif için olgunlaşmış olduğunu ve bu kavramın keşfedilmesinin artık gerekli hale geldiğini kanıtlar.
“Tarihteki bütün diğer olumsallıklar [raslantılar] ve görünürdeki olumsallıklar [raslantılar] için böyledir. İrdelediğimiz alan ekonomiden ne denli uzaklaşır ve salt soyut ideolojininkine ne denli yaklaşırsa, gelişmesinin o denli raslantı gösterdiğini ve eğrisinin o denli zikzak çizdiğini görürüz. Ama eğrinin ortalama eksenini işaretlerseniz, dikkate alınan dönem ne denli uzun ve ilgilenilen alan ne denli geniş olursa, bu eksenin, ekonomik gelişme eksenine o denli yaklaştığını ve o denli koşut olma eğilimi gösterdiğini görürsünüz.”  Gerek genel tarihsel gelişme, gerekse “önemli tarihsel kişilikler” hakkında ortaya konulan bu yaklaşım yeterince açık değil midir? Eagleton, “bazılarının Engels’i son derece determinist olarak gördüğünü” söyler. “Bazılarının” düşüncelerinin arasına kendilerininkileri katma ustası olan Eagleton’da aslında farklı düşünmez. Kendi eğilimi de bundan farklı değildir. Oysa Engels’ten yukarıya aktardığımız pasajlarda determinizmin zerresi bulunmaz. Engels tarihsel gelişmenin hattını tüm açıklığı ile özetlemektedir.
Eagleton’un raslantıya verdiği bu önem onun Troçkizme göz kırpmasının bir sonucu olsa gerektir. Çünkü onun Troçkizm’e ilişkin şöyle bir değerlendirmeye sahip olduğunu biliyoruz: “Marksizmin en verimli akımlarından biri olan Troçkizmi gelişi güzel birkaç değiniyle geçiştirirken de haklı bir noktada durmuyor.”  Peki Troçki raslantı konusunda ne diyor? Tarihçi E.H. Carr kitabında raslantıyı konu edindiği bölümde şöyle bir değerlendirme yapıyor: “… 1923 güzünde Zinovyev, Kamenev ve Stalin’le çatışmasının kritik bir noktasında Troçki’yi eylemin dışına çıkaran bir ördek avı sonucunda üşüterek ateşlenmesi üstüne kendisinin yaptığı yorumu ele alalım: ‘İnsan bir devrimi ya da bir savaşı önceden kestirebilir, fakat sonbaharda bir yaban ördeği avının sonuçlarını önceden kestirmesi imkansızdır.’”  Böyle bir raslantı olmasaydı tarihin akışı değişir miydi? Gerçek tümüyle başka bir yerde duruyor. Tek ülkede sosyalizm tartışmaları, sosyalist inşa ve partide Stalin’in konumu –aslında Troçki’nin kendisininde kabul ettiği Stalin’in parti içindeki gücü ve etkisi– aşağı yukarı işlerin zaten nereye doğru gelişeceğini belirlemişti.
Raslantı sorunu tarihçileri epeyce meşgul etmiş bir sorundur. Tarihin raslantılarca belirlendiğini ileri süren burjuva tarih akımları bulunmaktadır. Kendi tarih anlayışı da sorunlu olmasına karşın, tarihçi Carr bunlara ilişkin şunları yazmaktadır. “Saldırının öteki kaynağı, ünlü, Kleopatra’nın burnu gizemidir. Bu, tarihin geniş ölçüde şansa bağlı raslantılarca belirlenmiş bir olaylar dizisi olduğu ve en raslansal nedenlere bağlanabileceği yolundaki teoridir. Actium Savaşı’nın sonucunu tarihçilerce ileri sürülen nedenler değil, Antonius’un Kleopatra’ya delicesine tutkunluğu belirlemişti. Beyazıt’ın damla hastalığı yüzünden Orta Avrupa’ya ilerlemesi alıkonulduğunda Gibbon –ünlü bir İngiliz tarihçisi– ‘bir adamın tek bir lifine düşecek aykırı bir safranın ulusların felaketini önleyebileceği ya da geciktirebileceğini’ söylemişti. Yunan kralı Aleksandros, 1920 güzünde maymunun ısırması sonuc olarak öldüğü zaman, bu kaza Sir Winston Churcill’e ‘çeyrek milyon insan bu maymunun ısırması yüzünden öldü’ dedirtecek bir olaylar dizisini başlatmıştı.”  Carr, yukarıda aktardığımız Torçki’ye ilişkin bölümü hemen bunların arkasına eklemiştir.
Carr gibi bir tarihçinin Marx’ın bu konuda ne dediğini merak etmemesi olanaksızdır. O Marx’tan şu alıntıyı yapar: “Dünya tarihi içinde eğer raslantıya yer olmasaydı, çok gizemli bir niteliği olurdu. Bu raslantı doğal olarak, gelişmenin genel eğiliminin bir parçasıdır ve öteki raslantı türlerince dengelenir. Fakat, hızlanma ya da gecikme başlangıçtaki hareketin başında bulunan bireylerin ‘raslantı’ya bağlı nitelikleri de içinde olmak üzere bu tür ‘raslantısal ögeler’e bağlıdır.”  Marx’ın yaklaşımı son derece açıktır. Tarihte raslantılar olabilir, ancak bunlar genel eğilimin bir parçasıdırlar ve öteki raslantılarla dengelenirler. Yani raslantılar olayların gelişmesini hızlandırabilir, geciktirebilir, ancak onları engelleyemezler. Raslantı ögesi özellikle kişilerde kendisini daha açık gösterebilir, ancak tarihsel gelişme ihtiyaç olan kişiyi de bulup çıkaracaktır. Türkiye burjuvazisi de emekliliğini bekleyen silik bir general olan Evren’i 12 Eylül darbesinin “lideri” yapmıştı! Oysa ondan önce gelen bazı generaller sırf “darbeci “ eğilimleri nedeniyle tasfiye edilmişlerdi! Okuyucu tam da burada Engels’in tarihsel kişiliklere ilişkin yukarıda aktardığımız düşüncelerini dikkatlice bir kez daha okumalıdır. Raslantıya yol açan “zorunluluk” etkisini büyük bir güçle hissettirir ve temeldeki o “ekonomik zorunluluk” bizim tarihi daha iyi anlamamıza, olayları açıklamamıza yardım eder.
Şimdi tam da burada Troçki’nin şu sözlerinin ne anlama geldiğini irdelemek gerekiyor. “Bütün tarihi süreç, tarihi yasanın raslantısalın içinde kırılmış şeklidir. Biyoloji diliyle, tarihi yasanın raslantıların doğal ayıklanmasıyla gerçekleştiğini söyleyebiliriz.”  Troçki “tarihi yasayı raslantısalın içinde kırdırmakta”dır. Oysa Engels kendini raslantı aracılığıyla ortaya koyan zorunluluktan söz etmektedir. Yani raslantının kendisini zorunluluk içinde kırdırmaktadır! Şunları hatırlayalım: ”İnsanların beklentileri birbiriyle çatışır ve işte tam da bu nedenle bütün bu toplumlar, tümleyeni ve açığa vuranı raslantı olan zorunluluk tarafından yönetilir. Burada kendini raslantı aracılığıyla ortaya koyan zorunluluk, gene sonal olarak ekonomik zorunluluktur.” Eğer tarih Troçki’nin iddia ettiği gibi raslantıların doğal ayıklanması şekliyle açıklanmaya çalışılsaydı, bu tarih çok keyfi ve seçmeci bir tarih olurdu. Troçki’ni kendisi de zaten “ördek avını” seçmiş! Oysa tarihi hareket geçiren yasalar bu iki bölümde açıklayarak kanıtlamaya çalıştığımız gibi tümüyle farklıdır ve bu, bizim tarihi “tutarlılık” içinde anlamamıza yardım eder.

MARKSİZM, ULUS VE KADIN SORUNU
Şunları yeniden hatırlamamız gerekiyor. Marx’ın sınıf mücadelesine ilişkin tespitini ele alarak Eagleton şöyle diyordu: “Demek istediği insanın tarihinde, sınıf mücadelesinin birinci derecede önemli olduğuydu. Gene de hangi anlamda birinci derecede? Örneğin din, bilim ya da cinsel baskı tarihlerinden nasıl daha önemlidir? Sınıf, zorunlu olarak siyasi faaliyeti harekete geçirici birinci derecede güçlü bir etken değildir. Bu açıdan Marksizmin fazla dikkate almadığı etnik kimliğin rolünü düşünün. Anthony Giddens’e göre ırksal ve cinsiyetçi eşitsizliklerin yanı sıra devletler arasındaki çatışmalar da ‘sınıf sömürüsü ile aynı önemdedir… sınıf mücadelesinin, dini inanç, bilimsel keşifler ya da kadınların baskı altında tutulması açısından gerekli temeli oluşturduğunu söyleyemeyiz.’”  Bunlar tek kelime ile demagojidir. Sınıf mücadelesinin olabilmesi için sınıfsal bölünmenin olması, örneğin mülk sahipleri ile mülksüzler bölünmesinin gerçekleşmesi, toplumun bu maddi temel üzerinde şekillenmesi gerekir. Yukarıdaki sorunları hiçbirisini sınıf mücadelesi yaratmamıştır, sınıf mücadelesinin kendisi de bir sonuçtur. Ama bütün bu bahsedilen sorunların çözümünde sınıf mücadelesi belirleyici bir öneme sahiptir.
Bugün genel olarak bir kadın sorunu varsa ve emekçi kadınlar bu sorunda temel yeri tutuyorlarsa, bunun nedeni sınıf mücadelesi değildir. Yapılan bütün bilimsel araştırmalar, en gelişmiş ülkeler de içinde olmak üzere, bugün kadın işçilerin ücretlerinin erkek işçilere göre ortalama yüzde 20 daha düşük olduğunu kanıtlıyor. Bu sonucu ortaya çıkaran sınıf mücadelesi değil, sınıflara bölünmüş bir toplumda kurulmuş olan sermaye egemenliğidir. Marksizmin yaptığı, yapmaya çalıştığı, kadın ve erkek işçilerin ortak mücadelesi ile bu eşitsizliğin ortadan kaldırılması, giderek sermayenin kendisinin devrilmesidir. Sermaye egemenliğinin devrilmesi, kadınlar ve erkekler arasındaki eşitsizliğin maddi temelleri ortadan kaldıracaktır. Kolayca kabul edilir ki, toplumun, özellikle erkeklerin davranış, alışkanlık ve tutumlarından cinsiyet eşitsizliğini kaldırmak daha uzun süre alacaktır. Sorun, bu eşitsizliği besleyecek maddi temelin, hukuksal zeminin, toplumsal gerekçelerin ortadan kaldırılmasıdır.
Kuşkusuz kadınlar üzerindeki tek baskı bu değildir. Kapitalist toplum Engels’in tespitiyle “erkek egemen toplumdur”. Ancak Engels’in feodalizmden çıkıp gelen ve feodal gelenek ve alışkanlıkların yeni toplumun içinde henüz canlılığını sürdürdüğü dönemde bu çarpıcı tespiti yaptığı unutulmamalıdır. Şövalye geleneğinden, senyörlerin “ilk gece hakkına” kadar erkek cinsine üstün ayrıcalıklar tanıyan bir toplumdan gelinen, kapitalist ilişkilerin yerleşmeye başladığı, buna karşın kalıntı olarak eski alışkanlıkların ve geleneklerin yaşadığı, hemen terkedilmediği bir toplumdur bu. Bugün durum kökten değişmese de, 19. yüzyılın son çeyreğine göre epeyce farklılaşmıştır. Özellikle Batılı ve gelişmiş ülkelerde toplumsal, politik yaşama katılma konusunda kadınlar epeyce mesafe almışlardır. Bu ülkelerde kadın sorunu giderek daha dar bir alana doğru sıkışmakta, kadın emeği ve kadınlara özgü diğer sorunlarda olduğu gibi eşitsizlik ve hak talepleri emekçi kadının sorunları olarak daha açık hale gelmektedir.
Buna karşın, geçiş toplumlarında, bu toplumların özellikleri gereği kadınlar çok daha fazla sorunlarla karşı karşıya kalmaktadırlar. Töre cinayetleri, namus cinayetleri, dini baskılar vb., tüm yukarıda sayılan genel baskılara ek olarak kadınların üzerine çökmektedir. Marksistlerin toplumu genel olarak demokratikleştirme, eşitsizliğin ekonomik ve toplumsal temellerine karşı mücadele etme konusunda tutumları çok açıktır. Kadın ve erkek işiçilerin demokratik ve sınıfsal mücadeleye birlikte katılması ve toplumu dönüştürme mücadelesinin başarıya ulaşması için çaba göstermeleri, genel olarak bu sorunun çözülme yolunu ve olanaklarını açıkça göstermektedir. Bunların dışında bir yol bulduğunu iddia edenler elbette vardır. Ama buldukları yolların toplumu kökten değiştirmeye götüren bir yol almadığı, sorunun kaynağını kurutmaya yardım etmediği artık daha iyi bilinmektedir. Yine de bunların platformları doğru olmasa da, demokrasi mücadelesine, kadınların ezilmesine karşı mücadelede sınıf mücadelesinin müttefikleri olduklarını teslim etmek gerekir. Açıkçası, Marksizmin ne kadın sorununa yaklaşımda, ne de bu soruna ilgisiz kalmada Eagleton cephesinden yapılan eleştirileri sineye çekmesi için hiçbir neden yoktur. Marksizm kadına kurtuluşun yolunu göstermektedir ve “kadınlar katılmadan bir devrimin gerçekleşmeyeceği”ni açıkça ilan edenler de Marksistlerdir. Tüm bunlara karşın, Marksistlerin, “kadın sorununu” savunduklarını ve “çözümü bulduklarını” ilan edenlerin peşinden koşması için en küçük bir neden bile yoktur.
Ulus ve etnik sorun konusundaki eleştiriler de bundan farklı değildir. Toplumun sınıf mücadelesi ve bu mücadelenin işçi sınıfının zaferiyle sonuçlanması durumunda köklü olarak dönüşebileceği yaklaşımı nasıl eleştirilmektedir? Ulus ve etnik sorunların, hatta devletler arası çatışmaların daha önemli olduğu yaklaşımıyla! Marksizm ulusların oluşması sürecini maddi temelleri ile açıklamıştır. Feodalizmin tasfiyesi, yeni ve modern ulusların oluşmasının yolunu açmıştır. Ulusun kendisi de ekonomik bir kategoridir! Ulus yükselen kapitalizmin ürünüdür. Burjuvazinin ulusal iç pazarı kurması ve feodal parçalanmışlık ve ayrıcalıkları kaldırarak ekonomik bütünlüğü sağlaması, modern ulusların maddi temelini oluşturur. Peki Marksizm, ulusun oluşması, ulusal birliklerin kurulması konusunda neden eleştiriliyor? Marx ulusa önem vermemiş, sınıf mücadelesine önem vermiş! Modern ulusların oluşumu tamamlanmadan, bu uluslar içerisinde burjuvazi ve işçi sınıfı ayrımı keskinleşmeden hangi sınıf mücadelesinden söz ediliyor? Yeni doğan kapitalist toplumda ancak eski feodal sınıflarla yeni yükselen burjuvazi ve burjuvazinin gölgesinde kalmış köylülükten ve zayıf bir işçi sınıfından söz edilebilir.
Eğer söz konusu olan ezilen uluslar sorunu ise, Marksizm, ezilen ulusların özgürlüğü sorununu sonuna kadar savundu ve savunuyor. Marx, önceleri İngiliz işçi sınıfının İrlanda’nın kurtuluşunu sağlayacağını umut ediyordu. Ama sınıf mücadelesi farklı bir rota izledi. İngiliz işçileri burjuvazinin ve milliyetçi kuşatmanın çemberini yaramadı. Bu arada dünya pazarına egemen olan İngiltere (kuşkusuz İngiliz burjuvazisi), elde ettiği kârların küçük bir bölümü ile kendine bağlı ve işçi sınıfını kontrol edebilen bir işçi aristokrasisi yaratmayı başardı. Marx, somut durumu gördü ve İrlanda’nın bağımsızlığının, ulusal kurtuluşunun İngiliz işçilerinin kurtuluşunun yolunu açacağı tespitinde bulundu. Bağımsızlık ve özgürlük için mücadele eden uluslar her zaman Marksistlerin desteğini almışlardır. Örnekse, Marx ve Engels Polonyalıların özgürlüğü desteklemişler, gerici ulusal hareketlerden ise uzak durmuşlardır. Ama Eagleton gibilerin derdi başkadır. Örneğin şu sözler ona aittir: “Engels…hem proletaryanın, hem de sömürge İrlanda’nın savunucusu olarak, işçi sınıfından bir kadını metres tutmak suretiyle teori ve pratiği birleştirmeye de özen göstermekteydi.” (Mesele, Sf. 52)
Eagleton bunları neden söylüyor? Bu konunun özel bir yanıt gerektirmediği bizce açıktır. Ancak okuyucunun Eagleton’un ne karakterde bir adam olduğunu anlaması bakımından onun bu çamur atmalarının yansıtılması gerekli olmuştur. Engels’in iki kadınla birlikteliği oldu. İkisi de İrlanda’lı idi. Ama ikinci evliliği ilk eşi öldükten sonra oldu! Üstelik ikinci eşi ilk karısının kız kardeşiydi ve Engels’in evinde yaşıyordu! Eagleton bunları böyle saptırarak ve bir çirkeflik içerisinde dile getirek ne yapmayı amaçlıyor olabilir ki? Marksizmin kurucularının bu benzer iftiralara uğramasının sayısız örneği vardır ve Eagleton da her halde bunların sonuncusu olmayacak. Onların özel yaşamları da didik didik edilmiştir. Marksizmin önderlerine saygınlık kazandıran şeyin ne olduğu son derece açıktır. Bu, işçi sınıfının bilimsel dünya görüşünü oluşturmaları, sınıfın pratik mücadelesinin içerisinde yer almaları, dünya devrim mücadelesine öncülük etmiş olmalarıdır. Özel yaşamları zaten sınırlı ve kısıtlıdır. Bu alanı merak eden biyografi yazarları elbette olabilir. Ama bunlar da işlerini dürüst yapmalı, Eagleton gibi adice yönlere sapmamalıdırlar. Marx’a ve Engels’e bugüne kadar çok çamur atılmıştır. Ama uluslararası işçi sınıfı onları Marksizmin kurucuları ve önderleri olarak baş köşeye oturtmuştur ve öyle de kalacaklardır.
Ulusal sorunlar konusunda, Marksistlerin emperyalizme karşı ulusal kurtuluş hareketlerine olan desteğinden uzun uzun bahsetmenin bir gereği bulunmuyor. Bu ülkede Taksim diye bir meydan var ve oradaki heykelde Mustafa Kemal’in arkasında bir Bolşevik general duruyor! Bu generalin adı Frunze’dir. Onun heykelde yer alması, Bolşeviklerin ulusal kurtuluş savaşına desteğini ifade eder. Ne ulusu ne de uluslar arasındaki çatışmaları, etnik farklılıkları Marksistler yaratmamışlardır. Bu tür çatışmaların varolduğu her yerdeyse, Marksistler bu çatışmaların durması, her ulustan işçi sınıfının sermayenin egemenliğine karşı birlikte mücadele etmesi gerektiğini savunmuşlardır. Gerici ulusal çatışmaları, etnik kışkırtmaları desteklemek Marksistlerin işi değildir. Marksistler gerici ulusal ve etnik hareketlerin peşine takılmamakla eleştiriliyorsa, Marksistler böyle davranmaya kuşkusuz devam edeceklerdir. Ancak ilerici ulusal hareketleri desteklemek, ulusların kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmesi gerektiğini savunmak, bu uğurda mücadele etmek de Marksistlerin vaz geçemeyeceği ilkelerdir. Ayrıca bir ulusun hareketi gerici de olsa, Marksistler ezen ulusların, emperyalistlerin ya da her hangi bir dış gücün onlar üzerinde güç kullanmasına, onlara zorla boyun eğdirmeye çalışmalarına da karşı çıkmaktadırlar ve çıkmaya da devam edeceklerdir. Uluslar kendi iç yaşamlarını kendileri düzenlemekte tam bir özgürlüğe sahip olmalıdırlar. Buna karşın, Marksistler, elbette burjuva ulusal hareketlerin peşine takılmayacaklardır. Marksistleri bunu yapmadıkları için ulusların sorunlarına, etnik sorunlara ilgisiz kalmakla suçlayanlar olacaklarsa, onlar kuşkusuz bu suçlamalarına devam edebilirler. Ama Marksistler bu konuda genel ilkelerinden ve görüşlerinden geri adım atmayacaklardır.
Bütün bu gerçeklere karşın, Marksistler, ulusal ve etnik hareketlerin önemsiz olduğunu ne iddia ettiler, ne de pratik olarak böyle davrandılar. Ulusal ve etnik çatışmalar bugünün bölünmüş, parçalanmış burjuva dünyasının ürünleridir ve gerek uluslararası ilişkilerde, gerekse bir ülkenin kendi içerisinde emperyalistlerin ve bölge gericiliklerin at oynattığı alanlardır. Bu çatışma ve bölünmeler işçi sınıfının birliğini ve mücadelesini engelleyebilmekte, bölgesel gerici savaşları kışkırtmakta, dış müdahalelere kapıyı açabilmektedir. Marksistler, farklı uluslardan işçilere, ancak birlikte mücadele etmenin onların uğruna mücadele ettikleri hakların elde edilmesini ve ulusal, etnik sorunların kesin çözümünü sağlayacağını söylemektedirler. Ancak bütün bu çatışmaların sınıf mücadelesinden daha önemli olduğunu iddia edenlere Marksistlerin yanıtı da hep şu oldu ve olmaya da devam edecektir: Sınıf mücadelesi, bu çatışmaların, eşitsizliklerin kaynağını kurutmak için tutulabilecek tek tutarlı yoldur. Sınıf mücadelesinin önemi buradan gelir ve diğer tüm mücadeleleri kendisine bağlamasının asıl nedeni de budur.
Marksistler devletler arasındaki çatışmalara önemli olup olmadığı noktasından bakmazlar. Bu çatışmaların nedeni nedir ve bugün çatışıp, yarın barışan devletler arasındaki politikaya yön veren temel etken nedir? Sorunlu ve sorunsuz zamanlarda bu temel etken değişmekte midir? Bu soruların yanıtları bellidir. Marksistler ekonomik çıkarların, hegemonya ve güç peşinde koşmanın burjuva devletlerin politikasına yön verdiğini ileri sürmektedirler. Bunların böyle olduğunu kanıtlamak için çok özel kanıtlar ortaya sürmek de gerekmez. Güncel birkaç örnekle yetinelim. Irak işgal edilmeden petrolleri paylaşılmıştı. Libya üzerinde İtalya’nın da çıkarlarının savunulacağının garantisini almadan, İtalya, Libya’ya karşı emperyalist harekatı desteklemedi. Afganistan zengin maden yatakları ve Orta Asya’nın kapısı olduğu için talan ediliyor. AB aynı birlik içinde olan Yunanistan’ı soymayı garanti altına almadan yardım etmiyor vb. vb.. Rusya ve Çin’i Suriye’ye karşı bir müdahaleye karşı durduran etken ise, onların Suriye’nin haklarını savunmaları değil, kendi çıkarlarını garanti altına almak istemeleri, en azından rakiplerin bu alanda kesin bir üstünlük sağlamalarına engel olmaktır vb.. Kısacası büyük devletler ve onların tekelleri dünyayı güçlerine göre paylaşıyorlar ve devletler arasındaki ilişkilere bu çıkarlar yön veriyor. Bağımlı ve ezilen halklar ve devletler ise sürekli olarak köleleştirilme tehdidi ile karşı karşıyalar.
Bütün bunların ortaya koyduğu temel bir gerçek bulunuyor. Özel mülkiyet temelinde sınıflara bölünmüş bir toplumda, bütün diğer eşitsizlikler, çatışmalar vb. gelip bu bölünmüşlüğe dayanmaktadır. Sınıf mücadelesi, sadece sömürülen sınıf açısından değil, her türlü eşitsizliğin ve çatışmanın kaynağını da ortadan kaldıracağı için modern burjuva toplumunun temel bölünmesi nedeniyle ortaya çıkan temel bir çatışmadır ve bu temel çelişki çözülmeden diğer çatışmaların kaynaklarını kurutmak, ulusların ve halkların önüne barışçı bir dünya koymak olanaksızdır.
(DEVAM EDECEK)

Bir kongre vaazının ideolojik içeriği

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın AKP’nin Dördüncü Kongresi’nde kürsüde iki buçuk saat kalarak yaptığı açılış konuşması, on yıldır tek başına hükümette olan bu partinin kendi geçmişini ve geleceğe dair “vizyonunu” ilan etmesi bakımından hem AKP hem de medya tarafından önemsendi. Kongre konuşması birçok televizyon kanalından naklen yayınlandı; ardından da, her şeye değinerek hiçbir şey söylememiş olmak, değinilen her konunun gerçeklikle ilişkisinin ideolojik bir hamasetle çarpıtılması bakımından örnek sayılabilecek bu metnin içeriği üzerine yazılı basında bir hayli kalem oynatıldı.
Kongre günü öncesinde, Başbakan’ın ulusun şanlı geçmişinden başlattığı ve parlak geleceğinden söz ederek bitirdiği konuşması ile ilgili, bunun 2007 seçimlerinde olduğu gibi “herkesi kucaklayıcı” bir balkon konuşması olacağına dair bir beklenti oluşmuştu. Bu beklentinin oluşmasında yandaş basının ve liberal yazarların rolü önemli olsa da, asıl olarak Erdoğan’ın kongreden birkaç gün önce verdiği demeçlerin etkisi büyüktü. Daha 2011 seçimleri sırasında Kürt sorununun çözümü konusunda “açılım” dönemindeki söylemlerinden tamamen geri adım atan neredeyse 90’lı yıllardaki şiddet dozunu uygulamaya geri dönen hükümetin başının, müzakerelerin yeniden başlayabileceğine, hatta “İmralı ile görüşülebileceğine” dair sözleri böyle bir beklenti yaratmıştı. AKP’nin hükümetteki onuncu yılında gerçekleştirdiği dördüncü kongresi bu nedenle pür dikkat izlendi. Ama Başbakan Kürt sorununun çözümü konusunda, değil çatışmaların bitirileceğine dair bir irade gösterileceği imasında bulunmak, burnundan kıl aldırmadı bile. Kürt sorununun çözümünü terörle mücadele konusu olarak gördüğünü bir kez daha ilan etti ve “benim Kürtlerim” diye andığı bir kesimi yedeklemeye yönelik “terör ile Kürt sorununu ayıralım” diyen eski teze sahip çıktı. Denebilir ki, halkta yaratılmış Başbakan’dan ikinci balkon konuşması beklentisi hayal kırıklığı yaratmak dışında sonuç vermedi.
Başbakan’ın açıkta kalan kollarının sadece Kürt sorununda değil; ekonomi, kadınlar, kentsel dönüşüm, eğitim, sağlık, Ortadoğu vb. üzerine konuşurken de halkı kucaklamakta cimri olduğu görüldü. Bu kolların kucakladığı kesimler de vardı elbette. Bunlar, Başbakan son on yılda ekonominin nasıl büyük bir yüzdeyle büyüdüğünden, gayri safi milli hasılanın nasıl büyük rakamlara ulaştığından dem vururken, büyüyen pastanın en büyük parçasına el koyan sermaye sahibi kesimler idi örneğin… Kentsel dönüşümde hiçbir ailenin mağdur olmasına izin vermeyeceğiz derken, bu hamasetin gizlediği yıkımdan yükselen rant ve inşaat burjuvazisiydi örneğin. Ya da 2-B yasasını çıkarmakla övünürken, ormanlık arazilerin inşaata açılmasından sonra mal varlığını binlerce kez katlayan Ali Ağaoğlu tipi türedi burjuvalardı. Ve yine örneğin Arap Baharı’nı Türkiye’nin nasıl heyecanla karşıladığını anlatırken, kitlelerin devrimci ayaklanmalarının ardından bölgede kurulan ABD yanlısı yeni diktatörlerdi. Veya sağlıktaki dönüşüm programı sayesinde uluslararası tekellerle ortaklıkları aracılığıyla kurulan büyük hastane zincirlerinden nemalanan AKP bürokratları, yandaşları ve akrabalarıydı. Çoğaltılabilir.
Başbakan’ın metni hızla gelişmiş bir Türkiye tablosu çizerken, bu hükümetin, temsil ettiği sınıfın on yılda kalkınıp palazlanmasına, Türkiye’deki sermaye birikiminin yeni olanaklarının yaratılışına yönelik coşkun bir üslup taşıyordu. Metinde, emekçilerin, ezilenlerin hayatında olumlu tek bir değişimin izi yoktu. Onlara, kala kala, aslında yıllardır söylendiği için değil, koca bir yalan olduğu için anlamı kalmayan “biz kimsenin hayat tarzına müdahale etmedik, etmeyeceğiz” vaadi kaldı. Ki, uluslararası sermayenin Türkiye’deki dolaşımının önündeki hukuki engelleri kaldıran, rantiye burjuvazinin kanatlarını yeni rant alanları yaratarak rüzgârla dolduran, bütün bunları yaparken de işçilerin ve emekçilerin hayatını darmadağın eden bir hükümetin kimsenin “yaşam tarzına karışmadık” beyanı gerçeklikle uyuşmuyordu.
Başbakan’ın yarattığı beklentinin fos çıktığına ilişkin saptamalar daha çok Kürt sorunu üzerine yaptığı değinmeleriyle ilişkilendirildiği için, hayal kırıklığı da daha çok bu sorun üzerinde şekillendi. Türkiye’nin öncelikli ve en acil sorunu üzerine kamuoyu duygusunun, çözülmezse olmaz noktasında şekillendiği bir ortamda böyle bir beklentinin büyüklüğü ile hayal kırıklığının boyutu arasında doğrusal bir ilişkinin olması doğaldır. Ancak Başbakan’ın konuşmasının ruhundan bu metnin okunduğu kongrenin düzenlenişine kadar, hiçbir şey, nüfusun çoğunluğunu içermeye ve kapsamaya ilişkin iyimserlik duyulabilecek tek bir veri sunmadığı gibi, kongre, tam bir dışlayıcı pratik sergiliyordu. Başbakan’ın her kesimi kapsamaya, herkesi kucaklamaya çalışıyor gibi yaptığı her an ise, nesnel gerçeklik tarafından anında tuzla buz oldu. Dini ve etnik milliyetçilik yapmadık, yapmayacağız derken, evleri işaretlenen, huzursuz edilen Alevilerin; işkenceye sıfır tolerans derken, ipliği pazara çıktığı halde emniyet müdürü olarak atanmasında ısrar edilen işkenceci polisin imgesi ister istemez zihinlerde belirdi ve Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkını getirdik derken, bireysel başvurunun artık nasıl imkânsızlaştığı gerçeği Başbakan’ın konuşmasının satırlarının arasından sırıttı.
Kongreye çağırılan konuklar esas olarak Ortadoğu ve Arap Dünyasından seçilmişti. Emperyalizmin yükselen değer haline getirdiği yeni ve eski diktatörler, ABD ile uyumlu olduğu için hükümetin de kıymet verdiği isimler bu kongreye dahil edildi. Konuklardan biri Barzani idi ve onun kongrede Kürtçe konuşma yapması, AKP’nin kendi kırmızı çizgilerini aştığının işareti olarak yorumlandı. ABD’nin Ortadoğu’yu dizaynında bir müttfefik olarak ilan etmesinden, Türkiye’yi onunla dostluğa zorlamasından ve AKP Hükümeti’nin de PKK’yi durdurabilmek için baskı yapabileceğini düşündüğünden, geçmişte kavgalı olduğu Kürt lidere şimdilik büyük bir muhabbet besliyor olması, Kürtçe’nin resmi kurumlarda kullanımı konusundaki siyasi pratiğinde kırmızı çizgilerinin kalktığı anlamına gelmez. Ancak hükümetin pragmatizmi Barzani’den Kürtçe işitmeyi bir zul saymaz, ama mahkemelerde Kürt tutsakların Kürtçe savunma yapmaktaki ısrarlarını sayar. Başbakan, kucakladığı Kürtçe ile kucaklamayacağı Kürtçe arasında Bu kongrede bir sınır çizmiştir.
Kongre’ye çağrılı konuklar arasında Batı’dan kimse yoktu. Bu tercihin, Avrupa Birliği’nin kapısında uzun süre bekletilmiş olmaya tepkiyle, Avrupa Birliği ile ilgili beklentilerin ikinci plana düşmesinden kaynaklı eyvallahı olmamakla ilgili görünür nedenleri olduğu gibi, Türkiye’nin son on yılda, AB’a burun kıvırabilecek cüreti kazanmasına yol açacak biçimde ABD’nin hegemonyasına girmesinin de etkisi vardır. Ki bu hegemonya altında Türkiye, ABD’nin taşeronluğunda Ortadoğu’da etki bakımından İsrail’le yarışacak bir özgüvene sahip olmuş; karşılığında da bir dizi vaatler almış durumdadır. Hükümet Ortadoğu’nun dizaynında ABD’ye yakınlığı oranında rol oynayabileceğine inanmıştır.
Diğer yandan Avrupa Birliği’nden dayatılan ve aslında ABD’nin de IMF ve Dünya Bankası gibi finans kurumları ve uluslararası anlaşmalar aracılığıyla dikte ettiği neoliberal iktisadi ve siyasi düzenlemelerin hayata geçirilmesinin ve bu sayede ülke kaynaklarının uluslararası sermaye birikimine büyük bir hızla açılabilmesinin, yeni birikim alanlarının ve pazarlarının yaratılmasının önündeki siyasi ve bürokratik engellerin bertaraf edilmesi konusunda hükümetin, gelmiş geçmiş benzerlerinin arasında en sadık emperyalizm müttefiki olmasına karşın bu gayretinin AB tarafından takdir edilmiyor olması bu tepkiyi doğurmuş, Ortadoğu’da Yeni Osmanlıcı hayallerinin gerçekleşebilirliğine dair kanısı güçlendikçe Osmanlı İmparatorluğu’nun eski topraklarında at koşturabilme ihtimalini AB’a dahil olmaya tercih etmiştir. Nitekim Kongre’den hemen sonra Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Burhan Kuzu, Türkiye’nin demokratikleşme karnesini içeren AB İlerleme Raporu’nu bir televizyon kanalındaki söyleşi sırasında çöpe atmaya kalktı ve AB’dan sorumlu Bakan Egemen Bağış da “AB’nin kırık aynasının bizim için büyük ölçüde yol gösterici olmaktan uzak bir ilerleme raporunu ortaya çıkardığını görüyoruz” diye konuştu. Bu metinde AB basın özgürlüğü, adil yargılama hakkı, gayrimüslim cemaatler ile Alevilerin kısıtlamaya tabi tutulmadan faaliyet gösterebilmeleri, işkence vb. gibi hükümeti halkın gözünde de köşeye sıkıştıran bazı konular ele alınmış, ancak bunlar hükümetin öncelikleri arasında olmadığından gündeme getirilmiş olması bir rahatsızlık yaratmıştır.
AKP kongresi aynı zamanda hükümetin evrensel kültürün Batıda oluşmuş kodlarını reddettiğinin açık bir ilanı olarak da okunabilir. Muasır medeniyete nasıl ulaşılabileceği konusundaki tartışma eskiden beri sürer ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu çelişkilerinden birisi de bu tartışmadır. İttihat Terakki kadrolarından bir kesiminin “Batı’nın bilim ve teknolojisini almak ama milli kültürü koruyarak ilerlemek” mottosu; AKP’de sermaye birikiminin bütün teknik olanaklarıyla uzlaşmak ancak demokratik birikimi geçmiş yüzyıllara dayanan Avrupa halklarının mücadelelerinin bir prosedür haline gelmesinde rol oynadığı laiklik, azınlık ve insan hakları, adil yargılanma gibi beklentileri “ulusal gerekliliklere” uymadığı gerekçesiyle reddetmek noktasına dönüştürülmüştür. Diğer yandan AB’da son birkaç on yıldır halkların demokratik teamüllerinin püskürtülmesi için yapılanlar ile, insan hakları, azınlık hakları, adil yargılama gibi kavramların “güvenlik devletleri”, “güvenlik Avrupası”nun inşası adına gözden çıkarılmasındaki iki yüzlülük Türkiye’nin kendisine demokrasi paketi kapsamında dikte edilen konuları elinin tersiyle itmesini kolaylaştıran gelişmelerdir ve aslında AB’ın artık içinin çoktan boşaldığı herkesin malumu olan demokratik söyleminin artık hiçbir yaptırım gücünün kalmadığının da göstergesidir. Dolayısıyla İlerleme Raporu’nun hükümet yetkilileri tarafından kızgınlıkla karşılanmasının bir bakıma AB’ın şimdiki ruhu ve yönelimiyle uyum içinde olduğu söylenebilir.
Tam da bu yüzden AKP, bundan böyle doğulu diktatörlerle kolkola yürüyeceğini böyle alenen ilan edebilme zeminini bulurken krizdeki Yunanistan’a ve İtalya’ya, halkın demokrasi taleplerine hiç aldırmadan teknokrat hükümetler tayin eden AB’ın yönelimine uygun bir biçimde piyasanın liberalleşmesinden, ama siyasetin totaliterleşmesinden yana tercihini kullanmıştır. Bu konuda da karşısına kaydadeğer liberal demokrat bir muhalefet çıkamamıştır. Zira piyasanın liberalleşmesiyle siyasetin de liberalleşebileceği, demokrasinin en iyi liberal piyasa ekonomisi içinde tesis edebileceğini savunan, yayan ve iddia eden memleket liberallerinin de olgular karşısında söyleyecek fazla bir şeyi kalmamıştır. Liberal piyasa işleyişinin 2009’dan beri başta Yunanistan olmak üzere ülkeleri nasıl çöküntü bölgesine çevirdiği, AB bu çöküntü bölgesindeki piyasaya “devlet” müdahalesinde bulundukça, hem ülke ekonomisi açısından hem de emekçiler açısından durumun daha vahim bir hal almasına yol açtığı düşünülürse AB’ın artık iki yüzlülüğü ayyuka çıkmış söyleminin, yaptırım gücü zayıflamış, dostlar demokrasi derdinde görsün kıvamındaki dayatmalarının demokrasi adına savunulabilecek hiçbir yanının kalmadığı bu kesimler tarafından da nihayet fark edilmiştir. AKP’nin, kongresinde Yeni Osmanlıcı ideolojik mesajlar veren aile fotoğrafı çektirebilmesini mümkün kılan da sürecin böyle gelişmesi olmuştur.
Bu aile fotoğrafında Başbakan yalanların karşısına başka bir yalanla çıkmıştır. Türkiye’nin gerçek resmi, fotoğrafın gösterdiği ile göstermediği ve Başbakan’ın konuşmasının içerdiği ile gizledikleri; ön planda olan ile arka planda bırakılan arasındaki ilişkiden anlaşılabilir daha çok. Başbakan’ın söylediği her şey, her vaat ve her saptamadan yaptığı çıkarımlar “hayır yalan söylüyor, aslında durum şu” demekten alıkoyacak bir doğruluk ve kesinlik iddiasını yansıtamamaktadır bu fotoğraf.
Özetle metin, Başbakan’ın ifadeleriyle, aslında “ötekileştirmenin”, dışlamanın, kapsamamanın, kendi kafasında resmettiği AKP’ye oy veren yurttaş profilinin geride kalanlara üstün tutulmasının bir kanıtı; AKP’nin stratejik planlarının dışında kalan her şeye esas olarak sırtını döndüğü, cezalandırdığı, fakat bunu, “asla böyle yapmadığı”na yemin ederek yaptığını gösterdiği ideolojik bir metindir.
Konuşmanın bu ideolojik ağırlığı önemlidir. Çünkü tam da ideolojik bir düzlemde, AKP istatistik veriler üzerinde oynayarak çıkardığı sonucu siyasetin hizmetine sokabilir, geçmişle gelecek arasında istediği gibi bir bağlantı ve süreklilik yaratabilir, tarihi yeniden yazabilir, güncel durumda esasen doğru olmakla birlikte gerçekliğin ancak küçük bir parçası olan bir ayrıntıyı gerçekliğin bütününün yerine geçirebilir veya o gerçekliği gizleyebilir. Başbakan bu konuşmasında çağrışımları yönetmeyi tercih etmiştir. Örneğin okullarda bedava kitap dağıtmakla övünmüş, daha önceki hükümetlerin yapmadığı bu hizmeti öne çıkarırken, eğitim sistemindeki özelleştirme üzerine bir şey söylemediği gibi, 4+4+4 sistemine bağlı olarak dindar nesiller yetiştirme eğiliminin altını çizerek, dindar kesimlerin çağrışımlarını harekete geçirmiş, bu sistemin yıkıcı etkisinin yol açacağı teyakkuzu nötrleştirmiştir. Ama diğer yandan, AKP Hükümeti döneminde açılan okul sayılarından bahsederken, kaç tane imam hatip lisesi açıldığından, kaç düz lisenin –velilerin ve öğrencilerin protestosuna rağmen– imam hatipe dönüştürüldüğünden söz etmemiştir. Bu tercihin, AKP kitlesi dışında kalanların tepkisini su yüzüne çıkarmamakla alakalı olduğu söylenebilir. Konuşmanın ideolojik içeriği; sözde sınıfsız, imtiyazsız ve kucaklanan, ama özellikleri hükümet tarafından tasarlanmış muhafazakâr bir kitleyi memnun edecek, ancak bu kitlenin dışında kalanları sessizleştirerek dışlayacak biçimde belirlenmiştir…  Ki bu sessizlik de, tasavvur edilen kitlenin altını çizip olduğundan daha esnemez, değişmez ve kudretli göstererek, bunun dışında kalanların da, yokmuş gibi veya varsa bile nasılsa kaçınılmaz olarak bu ana gövdeye dahil olacak bir potansiyel olduğunu ima ederek, ama o zamana kadar ele avuca gelemeyeceği için Başbakan’ın kollarına alamayacağı sezdirilerek, AKP’nin toplum mühendisliğine katkıda bulunacaktır. Başbakan’ın “benim” sözünün altını çizerek seslendiği Kürtler dışında kalanlar ile, “kimsenin hayat tarzına karışmadık” diye göz kırptığı “endişeli modern” kategorisindeki laik kitle böyle bir kitledir; bir gün ancak imana geldiklerinde, AKP’nin sırat köprüsünden geçme kriterlerini yerine getirdiklerinde kucaklanması muhtemel kitle…

GEÇMİŞLE GELECEK ARASINDA
YENİLGİDEN ZAFERE
Başbakanın konuşması, bir siyasetçiden beklenen konuşmanın özelliklerini taşımaktan ziyade, minberde bir din adamına dönüşen muharebe komutanının vaazı olarak kalmıştır. Sezai Karakoç’un Allah’a yazdığı “Sevgili, en sevgili, Ey sevgili” diye biten şiiriyle başladığı bu vaazda epey uzun zaman tutan bir selamlama bölümü olmuştur. Önce “Rabbe” gönderilen selamdan daha sonra, Ortadoğu’nun isimleri tek tek sayılan bazı kentleri, bölgeleri ve nihayet “bağımsızlık mücadelesi veren” Suriye halkı da payını almıştır. Başbakan, emperyalistlerin beslediği, silahlandırarak desteklediği radikal İslamcı, sözümona muhalif çetelerin oluşturduğu “Özgür Suriye Ordusu”nun adını zikretmekten imtina ederek Suriye halkına genelleştirdiği bir muhalefeti selamlamıştır. Bu muhalefetin Hatay’daki kamplarda konaklatıldığı, gündüz sınırı geçerek Suriye içlerinde çatıştıktan sonra Türkiye’ye geri döndükleri biliniyor. Hükümet’in kampların kapısını medyaya ve siyasetçilere kapatarak saklamaya çalıştığı bu ilişki, “Özgür Suriye Ordusu” komutanlarından kimilerinin teyidi ve iç ve dış basının gayretleriyle ayan beyan ortalığa döküldüğünde, çeteler, ağırlıklı olarak Suriye’ye çekildiler. Esad rejimine karşı Suriye halkının silahlı temsilcileri olarak lanse edilen bu güçlere Türkiye epey yatırım yapmıştı ve komşu ülkeyle savaş şartlarını zorlayan ve BM’yi ve “uluslararası toplum”u ataletle suçlayan, bunu yaparken de, hava sahasını ihlal etmekten yolcu uçağını zorla indirmeye kadar her türlü tacizi uygulayan Hükümet’in bu gözbebeği çetelere özeni hâlâ sürmektedir. Suriye’deki halk muhalefetini de ezip sindiren, tamamen ABD’nin bölgedeki hesapları için taşeron ve piyon olarak kullandığı terörist gruplar, Başbakan’ın nezdinde bağımsızlık mücadelesi veren halk olmuştur! Başbakan, Suriye halkı adına bunları kucaklamıştır bu konuşmada.
Diğer yandan vaazdaki selamlar, Sultan Alparslan, Kılıçarslan, Selahattin Eyyubi, Fatih, Yavuz, Kanuni Sultan Süleyman’dan geçerek, Gazi Mustafa Kemal’e, oradan da Menderes’e ve Özal’a gönderilmiştir. AKP’nin kendisine seçtiği tarihsel süreklilik çizgisi, Cumhuriyet’in Mustafa Kemal’den sonrasını içermez. Aradaki elli yılın vebali CHP’ye kesilmiştir. Mustafa Kemal döneminde yapılanları ise “yakın arkadaşları”nın marifeti olarak gösterip, bir tabuya dokunmanın yol açacağı tepkiden ustaca sıyrılmaya çalışmıştır Başbakan. “Tek Parti” döneminin kötü icraatleri içinde öne çıkardığı ise, dindarlara yapılan baskılar ve darbeci gelenektir. Böylece, devlet ile onun yürütücü organlarından biri olan hükümetler arasında bağımsız bir ilişki varmış gibi, şu anda yürütücülüğünü AKP’nin yaptığı devleti tarihsel günahlarından da aklama yoluna gitmiştir. Aslında bu, AKP’nin her zaman yaptığı bir şeydir ve başta Başbakan olmak üzere AKP kadrolarının da devletten zulüm gören, cezalandırılan, “ötekileştirilen” kesimler arasından geldiğini iddia edebilmesi için başvurulan ideolojik bir dayanaktır. Bu yüzden, AKP, kendisine oy veren ezilen, yoksul emekçilere, “halkın arasından çıkmış, devlete mesafeli bir parti” görüntüsü çizebilmiştir. Çok partili rejimin alameti farikaları Menderes ve Özal’a gösterilen sadakatin de, demokrasinin veya daha genel anlamda halkın seçiminin birer ürünü olmalarından kaynaklandığı imasının verilebileceği ideolojik zemindir, bu. Oysa Erdoğan’ın örneğin Özal’ı kayırmasının demokratik bir tercihle alakası yoktur. Özal’ın imzaladığı, 12 Eylül döneminden az önce çıkarılan, özelleştirmelerin ve sendikasızlaştırmanın ilk yazılı belgesi 24 Ocak Kararları’nın açtığı yolun bugünkü varyantında yürüyen AKP, haklı olarak kendi soy ağacında Özal’la taçlanmıştır. Ve 12 Eylül darbesi olmasaydı, bu kararlar o kadar kolay –ya da hiç– uygulanamayacaktı. Darbelere karşı olan, darbecileri yargılamakla övünen AKP için, 12 Eylül mimarları, başta Özal olmak üzere birer velinimettir doğal olarak. Başbakan’ın Nakşibendi kökenli iki başbakan Menderes ve Özal’a gönderdiği selam, bu başbakanların dinsel yakınlıkları üzerinden konu edinilmiş haliyle, işte bu iktisadi ve siyasi nesep ilişkisini gizlemektedir. Dersim Katliamı tek parti döneminde gerçekleştirildiği için “gerekirse özür dileriz” diyebilen Başbakan’ın gündemine Menderes dönemindeki 6-7 Eylül katliamı hiç girmemiştir. Menderes ile ilgili tek gündemi İnönü zamanında Türkçe okutulmaya başlanan ezanın yeniden Arapça okunur olmasındaki rolüdür ve bunu muhalefet partisini köşeye sıkıştırmak adına sık sık da zikretmiştir. Böylece AKP’nin topluma ve aslında kendisine çizdiği şanlı tarihin bir parçası olarak Alparslan’dan bu yana gelen “Türk büyükleri”nin işlendiği ucuz ansiklopedinin sayfalarında, Özal ve Menderes, resmi kaftan ve kavuk giydirilerek soyutlanmışlardır. Başbakan’ın nezdinde Menderes neredeyse tek parti diktatörlüğüne karşı, Özal da neredeyse 12 Eylül darbesinden sonra kurulan “demokrasinin” zaferinin temsilcisi olarak telakki edilmiştir.
AKP Hükümeti başından beri kendisini demokrasi için verilen büyük kavganın komuta merkezi olarak ilan etmeye özen gösterdi. Uluslararası tekellerin ihtiyacına uygun olarak siyasal, hukuki ve askeri kurumlarda; yani rejimin temel dayanaklarında birtakım düzenlemelere giderken bunu halkı Cumhuriyet dönemi boyunca ezen baskıcı ve statükocu kurumlara yönelik açılmış bir cihad ilan etti ve halkın sahiden de bu kurumlara yönelik nefretini siyasi bir ranta çevirerek arkasına almaya çalıştı. Orduyu, darbe heveslisi generalleri tutuklayarak, hukuk kurumunu üst yargı kurumlarının mevzuatını ve kadrolarını yenileyerek reorganize etmeye çalıştı. Hükümetin ikinci dönemi kurumlara çekidüzen verilmesiyle geçmişti. Bunun oldukça çatışmalı bir süreç olduğu hatırlanacaktır. Ancak yeniden yapılandırma, vaat edildiği üzere halkın her türlü baskıdan ve vesayetten kurtulacağı demokratik bir rejimin tesisiyle sonuçlanmadığı gibi AKP giderek bütün bu kurumları sevk ve idare eden, kimilerinin Ankaralılaşmak kimilerinin devletleşmek olarak tarif ettiği üzere, hesaplaştığını iddia ettiği tek parti diktatörlüğünü kendi bünyesinde yeniden inşa etti. Türkiye’deki siyasal dönüşüm aslında şimdilerde bölgede askeri diktatörlükleri tercih etmeyen, darbeciliğin şimdilik rafa kaldırılmasından yana olan böylece de reorganizasyonu darbecilere karşı açılmış demokratik bir savaş olarak ilan etme fırsatı yaratan emperyalizmin güncel politik çıkarlarıyla uygundur. Ancak bu işlem egemen sınıfın, eski bürokratik ayrıcalıklarından ve rejimin eski işleyişinin mümkün kıldığı rantlardan yararlanmaya devam etmek isteyen “statükocu” kesimleriyle AKP gibi, emperyalizmin yeni ihtiyaçlarını anlayan ve bunu karşılamak için de büyük bir sadakatle işe koyulan kesimler arasında hem alttan alta hem de kamuoyunun gözünün önünde gelişen çatışmalara da yol açmıştır. Askeriye eninde sonunda bu süreçle uzlaşmak zorunda kalacaktı ve siyaset ile silahlı güç arasındaki kavga kanlı muharebelere yol açmadı. Ancak hükümet bu sürecin siyasi rantını sürekli olarak kullandı ve kendisini demokrasi mücadelesini kazanan bir parti olarak sürekli lanse etmeye devam etti. Bunun ardında ise mevcut demokrasi kırıntılarının bile tasfiye edildiği gizlenmeye çalışılıyordu. Kongre’ye yansıyan üslup da bu doğrultudadır.
Başbakan’ın konuşmasının pek çok yerinde zafer ve yenilgi sözcüklerinin geçmesi bir raslantı değildir. Bütün tarihi bir fetih, intikam, uğruna kan dökülen değerlerin çatıştığı bir arena olarak gördüğü, konuşma metninin son cümleleri arasında bir kez daha “Biz yenilgi yenilgi büyüyen bir zaferle geldik” diyerek altını bir kez daha çizdiği bu rövanşist üslup, dini bir içerik taşısa da, her yenilgi ve zafer muhabbetinden sonra sayılıp dökülen icraatlere eklendiğinden, aslında son derece dünyevi çağrışımları vardır. Karikatürize edilirse, bu üslupla şöyle seslenmiştir Başbakan: Biz terörle mücadele ediyoruz, yenilgi yenilgi zaferle geldik; kentsel dönüşümde şehirleri yerle bir ediyoruz, yenilgi yenilgi zaferle geldik; kriz bize uğramadı, ama Türkiye burjuvazisinin kasasını silme doldurduk, yenilgi yenilgi zaferle geldik; termik santrallerle hidroelektrik santralleri kurarken köylülerle çatıştık, yenilgi yenilgi zaferle geldik; yollar köprüler yaptık, böylece otomobiller sattık, TOKi’ye arazileri yağmalattık ve yenilgi yenilgi zaferle geldik; 4+4+4 ile zorunlu eğitimi kaldırdık, gençliği dindarlaştırmak için eğitim reformu yaptık, karşı çıkan öğrencileri ve velilerini dövdük, tecavüzcülere ve kadın öldürenlere mahkemelerde az ceza verilmesini telkin ettik yenilgi yenilgi zaferle geldik…
Başbakan’ın konuşma metninin içeriği burada karikatürize edilmiştir, ama abartıdan kaçınıldığında bile içeriğin tam da böyle kurgulandığı anlaşılacaktır. Konuşmadaki hamaset karikatürize edilemez o zaten bir üslup karikatürüdür. Bu hamasetin malzemesi ise sınırlıdır; bolca şehit edebiyatından beslenir. Alparslan’ın 1071’de Anadolu’ya girişinden bu yana tarih içinde cenklerde, savaşlarda, fetihlerde ölmüş askerlerin şehadetine talep edilen sadakat, eninde sonunda gelip AKP’nin icraatlerine, Başbakan’ın söylemine duyulan sadakate ikame edilir. Daha önemlisi, içerdeki Kürt savaşı ile muhtemel bölge savaşı için gereken şehadeti romantize etmeye yöneliktir bu üslup. Oysa 1071’de Anadolu’ya giren Alparslan’ın, karşısında Doğu Roma İmparatorluğu’nun silah zoruyla karşılaşmadığını yazan dönem vakanüvistleri vardır ki, Alparslan’ın Anadolu’yu yenilgi yenilgi zaferle gelerek ele geçirmediğine şahitlik eder bu yazarlar. Ama bu önemli değildir, önemli olan fetih duygusudur; “komşularla sıfır sorun” gibi derin bir strateji ile yola çıkmışken bir tek komşusuyla geçinemeyen Türkiye’nin bölgede lider ülke olmak için ihtiyaç duyduğu gücü atalarının asil kanından başka bulacağı bir yer yoktur ayrıca. Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire adlı kitabının girişinde şöyle yazar: “Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla yaşayanların beyinleri üzerine çöker. Ve onlar kendilerini ve şeyleri bir başka biçime dönüştürmekle tamamen yepyeni bir şey yaratmakla uğraşır göründüklerinde bile, özellikle bu devrimci bunalım çağlarında, korku ile geçmişteki ruhları kafalarında canlandırırlar, tarihin yeni sahnesinde o saygıdeğer iğreti kılıkla ve başkasından alınma ağızla ortaya çıkmak üzere, onların adlarını, sloganlarını, kılıklarını alırlar. İşte bunun gibi Luther Havari Paul’ün maskesini takındı, 1789-1814 devrimi ardı ardına önce Roma Cumhuriyeti sonra Roma imparatorluğu giysisi içinde kurum sattı ve 1848 devrimi kimi 1789’un kimi de 1793’ün ve 1795’in devrimci geleneğinin taklidini yapmaktan öte bir şey yapamadı… Fransız devriminin partileri ve yığınları kadar kahramanları da Romalı kılığında ve Roma’ya özgü cafcaflı sözler kullanarak, kendi çağlarının ödevini, yani modern burjuva toplumunun meydana çıkması ve kurulması işini yerine getirdiler… Cromwell ve İngiliz halkı kendi burjuva devrimlerine gerekli olan dili, tutkuları ve hayalleri Ahdiatik’ten almışlardı. Gerçek amaca varıldığı zaman yani İngiliz toplumunun burjuva toplumuna dönüşümü gerçekleşince Locke, Habakkuk’un ayağını kaydırıp onun yerini aldı…” (Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Sol Yayınları, çev: Sevim Belli, s.14-15)
Locke’un ayağını kaydırdığı Habakkuk, on iki İbrani peygamberden biridir. İsrail halkının Kalde egemenliği altına gireceğini ve sonradan kurtulacağını haber vermiştir ve bu kurtuluşu, iyinin kötü üzerindeki kesin, son zaferi olarak görmektedir. Marx’ın bu etkili paragrafı, burjuva devrimcilerinin, yapmakta oldukları iş için ihtiyaç duydukları esini nasıl geçmiş zaman kahramanlarından ve dini söylencelerden aldıklarını anlatır. Çünkü bir sosyal dönüşüme toplumsal kesimler kendilerine özgü hoşnutsuzlukların itici gücüyle katılırlar ve çerçevesi net çizilmiş bir gelecek, herbiri farklı saiklerle harekete geçen kesimlerin önderliğe soyunmuş burjuvazinin peşine takılmasını zorlaştırır. Ancak geçmişin idealize edilmesi harekete geçirici bir güç olabilir böyle dönemlerde. Geçmiş ne kadar yüceltilirse, gelecek o kadar zafer vaat eder. Üstelik geçmiş ele avuca gelebilecek kadar ülküselleştirilebilir de, onun ihmal edilen yanları temel hedef açısından yıkıcı sonuçlar doğurmayabilir. Başbakan Erdoğan’ın yaptığı tam da budur aslında. Temsil ettiği sınıfın her zaman yaptığı şeyi, tarihi kendi güncel hedefleri doğrultusunda yeniden yazma işini ele alarak, geçmişten kahraman bir ulus, şahadetin suladığı topraklar projekte etmiştir.
Ama bugün siyaset yapıyorsanız iki buçuk saatlik konuşmanın yarısından çoğu bu şehadet ve zafer vurgusuyla geçemez. Kongre salonunu dolduranlar, ekran başında Başbakanın konuşmasını dinleyenler, iç ve dış basın, güncel sorunlar için Başbakan’ın ne diyeceğini merakla beklerken, kaftanlar, inciler, şiirler, dualar arasında ve at sırtında kimse, söz konusu Erdoğan olsa bile, kimse o kadar kendini kaybedemez. Yine de geçmişin zaferlerinden bugüne intikal etmek o kadar kolay değildir. Bu yüzden tarihten günümüze geldiği anda, Başbakan bir teknokrata veya bir istatistikçiye dönüşmüştür. Rakamlar, hamaset, zafer vaatleri… yenilgi yenilgi geldik ve yine zafere gidiyoruz… Başbakan atalarından miras atın üzerinden iner ve sattığı otomobillerle övünen tüccara dönüşür. Toplum mühendisinin yerini birden bire yollardan, köprülerden, metrolardan, hastane binalarından, TOKİ inşaatlarından bahseden bir mühendis almıştır… Bu mühendisin konuşmasında “çanak çömlek çıkıyor diye inşaatı durduruyorlar” diye Marmaray kazısından çıkan Bizans buluntularına içerleyen, kendi yazdığı tarihe sığmayan halkları gömmeye azimli bir milliyetçide oto yol, üçüncü köprü vb. için yağmalanan ormanlar, parsellenen hazine arazileri de yoktur, sadece yolların kaç kilometre olduğu vardır.
Moğolistan’da açılan Göktürk müzesinden duyulan kıvanç da vardır…Galataport ve Haydarpaşaport dönüşümüne başlayacağız diye övünen bir küresel sermaye zihniyeti vardır da, bu portlar için feda edilmek istenen tarihsel mirasa göz yaşı yoktur…
Ekonomik büyüme rakamlarının miktarı vardır da emekçilerin bu büyümeye rağmen ceplerinin nasıl daraldığı, büyümenin bedellerini nasıl kan ve can pahasına ödeyerek sermaye birikimine malzeme edildikleri yoktur.
Emekçilere istihdam yaratmaktan övünme vardır da; burjuvaziye rant alanı açmak için verilen HES ve baraj inşaatlarında ölen, inşaat alanlarında kurulan konaklama çadırlarında çıkan yangında kavrulan işçiler yoktur. İşsizlik oranının TÜİK’in verilerinde olduğu gibi 8.4 değil, yüzde 14.21, işsiz sayısının da 2 milyon 373 bin değil, 4 milyon 223 bin olduğu; emekçi ailelerinin işsiz nüfus bakmaktan ve işsizliği görünmez kılmaktan helak olduğu bilgisi yoktur.
Bunlar da çoğaltılabilir…
Zaten Başbakanın konuşmasında değindikleri değinmediklerini ifşa etmekten başka bir şeye yaramamıştır. Hamasetin altını çizdiği kütlük, din adamı cübbesinin altındaki teknokrasi, şehadet söyleminin belirginleştirdiği neoliberal ideal, muhazakârlığın koruduğu piyasacılık, şanlı tarih anlatısının güzellediği emperyalizm taşeronluğu bu kongre konuşmasını dinleyenlerde mistik bir aura yaratıldığını düşündürmüş, ama bu dört tarafı savaşlarla çevrilmiş Asya parçasında güncel ve kanlı canlı sorunlarla uğraşan insanoğlu/kızına “bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik” duygusu yaratamamıştır. Bir konuşmada kucaklanma bekleyen iyimserler, AKP akınlarındaki bin atlının toynaklarında ezildiklerini bir kez daha hissederek, işin başa düştüğünü; Kürt sorunundan sendikalaşmaya, sağlıktan eğitime, HES’lerden kentsel dönüşüme, barıştan demokrasiye kadar her konuda insanlığın evrensel birikimini atalarının toynaklarına feda eden bu Hükümet’in icraatine ve söylemine karşı hakikaten işin başa düştüğünü bir kez daha anladılar. Habakkuk’u tahtından deviren bir Locke yeniden dünyaya gelmeyecek artık, yine Marx’ın dediği gibi, iki kez yinelenen tarihsel olaylar, birincisinde trajediyse ikincisinde komedi olur çünkü.
O halde halkı, Başbakan’ın konuşmasının beklendiği balkonların altını doldurmaya çağıran çığırtkanlığın artık inandırıcılığının sonu gelmiştir. Emekçileri meydanlardan, kürsülerden, işyerlerindeki direnişlerden geri çekerek balkonların altına veya beyaz ekranın karşısına çekmeye çalışan burjuva politikacısının, ideologunun kurnazlığının önümüzdeki dönemde nemalanacağı bir zemin kalmadı. Zafer edebiyatı yaparak ülkede demokratik bir rejimin kurulduğu/kurulacağı yanılsaması üretmeye devam eden bir hükümetin başlıca amacının aslında halkı yenilgiye uğratmak olduğu her gün biraz daya açığa çıkıyor.  Öyleyse zaten yenilgi yenilgi gelen, kendisine yeniden yenilgi vaat edilen işçi sınıfının ve emekçilerin kendi zaferleri için balkon altlarında kaybedecek zamanı kalmadı artık. AKP’nin Dördüncü Kongre’sinin kürsüsünü minbere çevirerek orada vaaz veren mücahit-imamın konuşmasının satır arasından çıkan yegâne mesel budur.

Esnek çalışma: bir determinizm hikayesi

Esnek çalışma, çalışma yaşamında son 20 yılda en çok tartışılan konularından birisi. İşsizliği azaltmak, istihdamı arttırmak, kadınların işgücüne katılımını sağlamak, küresel rekabette avantaj sağlamak, piyasanın dalgalı seyrini yakalamak, gelişen teknolojinin gereği gibi gerekçelerle ‘esneklik’ gündeme gelmekte, getirilmektedir.
Esnek çalışma, 2003 yılı Mayıs’ında yasalaşan 4857 sayılı İş Kanunu’nda çeşitli yönleriyle yaşama geçirilmiştir. Ancak, hükümet ve sermaye örgütleri esnek çalışmanın tüm biçimlerinin yasalaştırılması ve uygulanmasını talep etmektedir. Bu çerçevede Avrupa İstihdam Stratejisi’yle uyumlu bir Ulusal İstihdam Stratejisi hazırlanmıştır.
Esnek çalışmanın yaygınlaşmasıyla birden çok politika ekseninde ilerleme öngörülmektedir. Buna göre; birincisi, işsizliğin azaltılması, istihdamın arttırılması, bu kapsamda dezavantajlı grupların işgücüne katılımının sağlanması. İkincisi, küresel rekabet koşullarının ‘gereği’ yapılarak işletmelerin rekabet gücünün arttırılması. Üçüncüsü, hem işverenler hem de işçiler açısından ‘katılıklar’ın son bulması ve çalışma yaşamında çatışmanın yerini işbirliği ve diyaloga bırakması.
Her bir başlık, hem kendi içinde, hem de esnek çalışmayla ilişkisi kapsamında ayrı bir inceleme konusu. Biz bu makalede, esnek çalışmanın 70’li yıllardan itibaren değişen ekonomik, sosyal ve teknolojik nedenlerle zorunlu hale geldiği iddiasını değerlendireceğiz. Bu değişimde özellikle ‘teknolojik gerekçeleri’ konu alacağız. Çünkü, son 30-40 yılda dünyada yaşanan ekonomik ve sosyal değişimler, büyük ölçüde teknolojik gelişme ve yeniliklerle bağlantılı olarak ele alınmaktadır. Öyle ki, bazı görüngüler üzerinden ve yine teknolojik gelişmelere atıfla toplumsal yapı; “sanayi sonrası toplum”, “bilgi toplumu”, “enformasyon toplumu” gibi kavramlarla tanımlanmaktadır.

TEKNOLOJİ
Teknolojinin çeşitli yaklaşımlara göre farklı tanımlamaları yapılmaktadır. Dar bir tanımla, üretime yönelik bilgi birikimi olarak tanımlanabilir. Bilimsel bilgi, mühendislik bilgisi, teknik bilgi ve iş becerisi, makineler, aletler, bunların organizasyonu vb. unsurları içeren teknoloji kavramı başka bir açıdan, “bir mal ya da hizmetin üretimi için gerekli bilgi, organizasyon ve tekniklerin bütünü olarak” tanımlanabilir.
Bilim, teknoloji ve bu alandaki gelişmeler, genellikle kimin kullandığı ve ne için kullanıldığı göz ardı edilerek, tarafsız ve nötr süreçler olarak görülmüştür. Bu görüşün en azından akademik dünyada yaygınlık kazanmasında, liberalizm ve sonrasında neoliberalizmin teknolojiyi üretim sürecine, hatta toplumsal yaşama dışsal ve bağımsız bir olgu olarak kabul etmesi etkili olmuştur. Neoliberal iktisada göre, şirketler, sermaye ve emek gücü bileşimini çeşitli biçimlerde, yani farklı teknolojik düzeylerde kullanabilirler. Oysa, bu kabulün aksine, teknolojinin çeşitli düzeylerinin kullanılmasından çok, en ileri düzeyinin diğerlerine nazaran üstünlük sağlaması söz konusudur.
Teknolojinin tarafsız ve nötr bir ilerleme süreci olarak tanımlanması da, kapitalist toplumda, kimi uygulamaların ‘teknoloji’yle gerekçelendirilmesini kolaylaştırmıştır. Özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra hızlanan teknolojik yenilikler, kapitalizmin çeşitli uygulama ve rasyonalizasyon süreci, ‘teknoloji’ ile meşrulaştırılmak üzere, ideolojik bir argüman olarak kullanılmıştır.
Benzer bir biçimde, günümüzde de, teknolojik yenilik ve gelişmeler, çalışma yaşamının esnekleştirilmesinde karşı konulmaz teknolojik gelişmenin yansımaları olarak ifade edilmektedir.
Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) ve Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası (MESS) Yönetim Kurulu Başkanı Tuğrul Kutadgubilig, esnek çalışmanın gerekçelerini açıklarken, özellikle teknolojik gelişmeleri ve bununla bağlantılı olarak ‘esnek’ üretim sistemlerinin ortaya çıkışını vurgulamaktadır : “Otomasyon yaygınlaşmaya başlamış, bilgisayar kullanımı artmış, esnek üretimin benimsenmesi sonucunda üretim sistemi ve istihdamın alışılagelmiş yapısında önemli ölçüde değişiklikler meydana gelmiştir. Çalışma hayatını düzenleyen yasalar da bu değişimden payına düşeni almış, pek çok ülke mevzuatlarını değiştirme yoluna gitmiştir.”
Yine TİSK görüşünde  şu ifadelere yer verilmektedir: “Kitle haberleşme teknolojisi ve bilgisayar teknolojisinin gelişmesi, işyeri kavramını değiştirmiş, belirli sektörlerde ve belirli nitelikte elemanlar için ev-büro ve işyeri kavramları iç içe geçmiştir.” “İşyerindeki ve iş koşullarındaki değişiklikler klasik, tam zamanlı çalışma ilkesinin yanında çeşitli ve genel olarak ‘esneklik’ olarak adlandırılan yeni çalışma şekillerini ortaya çıkarmıştır. Belirli ve kısmi süreli çalışma, ödünç iş ilişkisi, tele çalışma, esnek süreli çalışma bunlardan bazılarını oluşturmaktadır.”
Önce ve Marangoz’un yaptığı çalışma , küreselleşme ve bilişim teknolojileri alanındaki gelişmelerin işletmelerin esnek çalışma modellerini uygulamasını zorunlu kıldığını ifade ediyor.
Özgener, “Çalışma Hayatında Esnekliğin İşletme Verimliliği Üzerine Etkileri: Karşılaştırmalı Bir Çalışma” başlıklı makalesinde , çalışma hayatında esneklik gereksinimini doğuran temel olguları sıralarken, ilk sırada, ‘küresel rekabet ve hızlı değişen teknoloji’ye yer veriyor. Diğer olgular ise, işsizlik sorunu, katı çalışma mevzuatı, sendikal hareketin doğası, rekabetçi ve dinamik işgücü pazarı olarak sıralanmaktadır. Özgener, çalışma yaşamındaki esnekliğin, yine esas olarak ‘teknolojik’ gelişmelerle ilişkilendirilebilecek ‘bilgi toplumu’na geçiş süreciyle ilgili köklü bir değişimin sonucu olduğunu ifade ediyor.
Daha erken bir çalışmada, M. Ekonomi, esnek çalışma ihtiyacının ortaya çıkışıyla ilgili çeşitli etkenlerle birlikte teknolojik gelişime vurgu yapıyor: “Yaşanan hızlı teknolojik değişim, arz-talep değişiklikleri ve konjonktürel dalgalanmaların olağan hale geldiği bir ortamda işletmeler, değişime uyum sağlayabilmek ve hatta onu yönlendirmek için artık Fordist üretim yapısının benimsendiği tam zamanlı standart istihdam biçimini terk ederek, Post-Fordist üretim yapısının hakim olduğu esnek istihdam biçimlerini benimseme gereği duymaktadır.”
Kamu-İş Sendikası Uzmanı Eryiğit, “Esnek üretim, esnek organizasyon, esnek çalışma” başlıklı makalesinin  sonuç bölümünde, esnek çalışmanın doğuşu ile teknolojik gelişmeler arasındaki ‘bağlantı’ya işaret ediliyor: “Esnek üretim, esnek organizasyon ve esnek çalışma gibi yeni kavram ve yaklaşımlar bilgi teknolojilerindeki gelişmeler; bilgisayarların üretim süreçlerinde kullanışlı ve elverişli olması, buna bağlı olarak genel amaçlı makinelerin özel amaçlı programlar ile çabuk ve çeşitli mal üretimlerini mümkün kılması, müşteri talep ve tercihlerinin çeşitlenmesi ve sürekli değişmesi, şiddetli rekabet gibi iç ve dış çevresel etkilerin işletmeleri zorlaması sonucu meydana çıkmışlardır.”
Doğan, “21. Yüzyılda Esnek çalışma biçimleri ve toplumların iş hayatına uygulanması” başlıklı makalesinde , esnek çalışmayı, esas olarak teknolojik gelişmelerle bağlantılı olarak ele alınan ‘dijital ekonomi’ ve ‘bilgi toplumu’nun kaçınılmaz sonucu olarak ele almaktadır: “Küreselleşme, mal ve fiyat politikalarının liberalleşmesi, teknolojik gelişmeler bizi dijital ekonomiye doğru götürmüştür. … Gelişen dünyadaki bu çalışma biçimleri [esnek çalışma, y.n.] bilgi toplumunun doğal bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.”
Uyanık da , yine esnek çalışma ile yeni teknolojiler arasında güçlü bir ilişki kurmaktadır: “Yeni teknolojilerin üretim sürecine uygulanması üretim surecinin esnekleşmesine neden olmuş, teknolojik değişim sonucu değişen rekabet koşullarına uyum sağlama ihtiyacı esnek üretime geçişi beraberinde getirmiştir.”
Gülsever ise, makalesinde  “Bir birikim rejiminden diğerine geçiş çoğunlukla, teknolojik bir gelişme sayesinde gerçekleşen ve emek gücü değerini düşürebilecek yeni bir üretkenlik artışının, gerçek ücretlerin artmasına da izin vermesine ve böylelikle yeni bir tüketim normu oluşturulmasına bağlıdır.” demektedir.

ÜRETİM SÜRECİNDE TEKNOLOJİK YENİLİKLER
Üretim sürecindeki teknolojik gelişmelerin, başka bir ifadeyle üretim araçlarındaki teknolojik yeniliklerin üretim sürecini, işçi-işveren ilişkisini, işçilerin özelliklerini, istihdamın yapısını, biçimini ve çalışma koşullarını etkilediği genel olarak kabul edilmektedir. Ancak bu etkinin hangi yönde olduğu ve nasıl yaşam bulacağı konusunda hem sonuç hem de yaklaşım bazında ciddi farklılıklar bulunmaktadır.
Elbette üretim sürecinin önemli bir bileşeni olan üretim araçlarındaki değişimin, başta üretim araçlarıyla doğrudan ilişki içindeki işçileri, vasıf, beceri, teknik bilgi düzeyi, üretimdeki yeri gibi konularda etkilemesi olağandır. Tartışma konusu olan, özellikle üretim sürecindeki teknolojik gelişmelerin hangi biçimde yaşama geçirildiği, yine bununla ve makalenin konusuyla bağlantısı içinde, bu değişikliklerin ‘zorunlu olarak’ emekçilerin kazanılmış haklarını ortadan kaldırıp kaldırmayacağı sorunudur.
Öncelikle üretim sürecinde teknolojik yeniliklerden kısaca bahsedilmesinde fayda vardır. 18. yüzyılın sonunda gerçekleşen Sanayi Devrimi’yle birlikte, buharlı makineler üretim sürecinde kullanılmış, manifaktür ve fabrika sistemleri hızla yaygınlaşmıştır. Makineleşme, zanaat ve çok yönlü üretimi, vasıfsız, tek düze ve parçalanmış üretime dönüştürmüştür. Zanaatçı özellikleri taşıyan işçi giderek vasıfsızlaşmış, iş basit parçalara bölünmüş, kadın ve çocuk işçiler kitleler halinde üretim sürecine katılmışlardır.
19. yüzyılın sonunda, makine ile parçalanan üretim süreci, işin organizasyonu açısından ve bir yönetim fonksiyonu olarak, daha da ayrıntılı parçalara bölünmüş ya da bölünme derinleşmiştir. Elbette, burada, Taylor’un üretim organizasyonuna dair önermelerinin kullanılması ile başlayan ‘bilimsel yönetim hareketi önemlidir. Ford otomotiv fabrikasında ilk defa uygulanan bant sistemiyle işin parçalanmasının boyutları daha da üst düzeye çıkmıştır.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan sayısal kontrollü (numeric control) makine sistemleri, üretim sürecindeki önemli gelişmelerden birisi olmuştur. (Bunda Sovyetler Birliği’ndeki bilimsel ve teknolojik gelişmelerin ve bu alanda yapılan çalışmaların büyük bir etkisi olduğunu bilinmektedir.) Esas olarak da, 1970’li yıllardan itibaren mikroelektronik, bilgisayar ve iletişim teknolojilerinin gelişimiyle, çok amaçlı programlanabilir makineler, robotlar ve çeşitli denetim sistemleri üretim sürecindeki yerini almıştır. Ki, günümüzde teknolojik gelişmelerden bahsedildiğinde, esas olarak bilgisayar (ve mikroelektronik) teknolojisinin üretim sürecine dahil edilmesi anlaşılmaktadır. Üretim sürecinde kullanılan yeni teknolojili sistemlere; ileri imalat teknolojisi (AMT), sayısal kontrollü bilgisayarlar (CNC), sayısal kontrollü makineler (NCMT), esnek imalat sistemleri (FMS), bilgisayar destekli imalat (CAM), bilgisayarla tümleşik imalat (CIM), süreç kontrol teknolojisi (PCT), programlanabilir akıllı denetleyiciler (PLC), endüstriyel robotlar örnek gösterilebilir .

TEKNOLOJİ VE KAPİTALİZM
Teknolojik gelişme, hem ürün özelliklerinde yeniliklere, hem de üretim sürecinde teknik gelişmelere yol açar. Elbette teknolojik gelişme ile teknolojik gelişmelerin farklı alanlarda uygulanması birbirine karışabilmekte ve her biri ayrı bir teknolojik ilerleme olarak yorumlanabilmektedir.
Aslında bu ‘karmaşa’ teknolojinin ideolojik işlevleri açısından da gereklidir. Çünkü günümüz kapitalizmi, bilimsel ve teknolojik gelişmelere yapılan vurguyla ‘kapitalist’ değil ‘bilgi’ toplumu ya da kapitalist toplumla sanayi toplumunu bir biçimde eşitleyen ‘sosyoloji’ okulundan yola çıkarak, ‘sanayi sonrası’ (ya da “post kapitalist”, “post endüstriyel”) toplum olarak tanımlanmaktadır .
Dolayısıyla birincisi; teknolojik gelişmelerin bütün bir toplumu kaçınılmaz olarak belli bir yönde (sınıf çatışmalarını ortadan kaldıracak bir biçimde) değiştirdiği ve bu toplumsal değişime uyum sağlamanın zorunlu olduğu, ikincisi; teknolojik değişim de ‘kaçınılmaz olduğu’ndan, günümüz kapitalizminin olası tek seçenek olduğu fikri egemen kılınmak istenmektedir.
Bu ideolojik meşrulaştırma çabasında, günümüz kapitalizminin bazı görüntülerinden yararlanılmakta ve buradan gerçek hayatla ilişkisi kurulmak istenmektedir. Örneğin çeşitli metalardaki yeni özellikler ve teknolojinin uygulanması, metaların özelliğindeki ve bununla bağlantılı olarak günlük alışkanlıklardaki değişim, tüm temel toplumsal ilişkilerde bir değişim olarak sunulmaktadır. Örneğin 3G’li hatta 4G özellikli cep telefonları çıktı ve işçiler buna sahip oldu diye, ne işçi işçi olmaktan çıkmakta, ne de mevcut sınıf ilişkileri değişmektedir. Ancak bu teknolojik ‘reklam’ ve ‘bilgi’ yumağı içinde, internet, sosyal paylaşım siteleri üzerinden iletişim, yüksek özellikli cep telefonları, metrolar, uçakla ulaşım, fabrikalarda yüksek teknolojinin kullanılması gibi örnekler, toplumsal formasyonun temel niteliklerini değiştirmemektedir. Tersine bu teknolojik yenilikler de, kapitalist ilişkilerin bir parçası ve bu ilişkilerin genişletildiği alanlar olarak, yeniden üretilmektedir.
Teknolojik gelişmelerin günümüz toplumunu tek seçenek olarak sunduğu iddiası da, yine açıkça ifade edilmeyen ‘bilinçaltı’ kabullerden birisi haline getirilmektedir. Teknolojik gelişme ve bilimsel araştırmaların sermayenin ihtiyaç duyduğu alanlarda yapılıyor olması, bunun piyasaya kâr amacıyla ve meta biçiminde sunulması, sanki bilimsel gelişme kapitalist toplumun başarısıymış gibi (ya da başka bir toplumsal formasyonda bilimsel gelişme mümkün olamazmış gibi –ki bu, böyle ifade edilmeden) bir algı oluşturulmaktadır. Günümüz dünyasının ‘bilgi toplumu’ gibi teknolojik gelişmeye vurgu yapan bir biçimde tanımlanması, toplumsal yapının teknolojik gelişmelerin otomatik bir sonucu olduğu fikrine dayanmaktadır. Yaratılan ‘teknolojik hegemonya’ içinde, “gelişmelerin kaçınılmaz sonucu da kapitalist toplumdur” fikri işlenmektedir.
Burada ifade edilen, teknolojik gelişmelerin göz ardı edilmesi değil, teknolojik gelişme ile kapitalist üretim biçimi arasındaki karşılıklı ilişkidir. Ancak neoliberal yaklaşımda teknoloji ve toplumun yaşam alanları arasındaki ilişki tek yanlı kuruluyor.
İşte bu tek yanlı teknolojik determinizm, neoliberal politikalara da önemli bir zemin hazırlıyor. Buna göre; tarafsız bir ‘aktör’ olarak teknoloji, sermayenin artık uluslararası hareketini zorunlu kılıyor ve böylece ulusal korumacı politikalar imkansız hale gelmektedir. Aynı yaklaşıma göre, teknolojik gelişmeler, neoliberalizmi ve buna bağlı olarak esnek çalışmayı koşullamaktadır. Oysa teknolojinin günümüz toplumunda ‘tek taraflı’ ve otomatik olarak sermayenin çıkarları doğrultusunda toplumsal yapıyı belirlemesinden söz edilemez.
Ancak böyle yorumlar oldukça yaygındır. Yukarıda ifade edildiği gibi, hem neoliberal politikaların gerekçelendirilmesinde, hem de kapitalist sömürü ilişkilerinin ‘bilgi toplumu’, ‘sanayi sonrası toplum’ gibi tezlerle görünmez kılınmasında kullanılmaktadırlar.
Bu yaklaşımın temelinde teknoloji toplum ilişkisinin mekanist ve determinist bir biçimde kurulması bulunmaktadır. Burjuva toplumbilimcilerin Marxizme mal etmeye çalıştıkları, oysa Marxizmle hiçbir ilişkisi olmayan teknolojik determinizm, toplumsal sınıfları ve sınıf mücadelesini gözardı ettiği gibi, ‘tarafsız’ teknik gelişmeyi tarihin ilerletici gücü sayar.
Bu yaklaşımda; teknolojik ilerlemenin üretici güçler ve onun bileşenlerinden birisi olan üretim araçlarının gelişmesine neden olduğu, böylece üretici güçlerin ve buna bağlı olarak da üretim ilişkilerinin; bütünsel olarak da tüm toplumsal yapının otomatik olarak değişeceği ifade ediliyor. Buna göre, tarihsel değişimin motor gücü, açıkça ifade edilmese de, sınıf mücadelesi yerine teknolojik gelişme oluyor!

TEKNOLOJİ VE SINIF MÜCADELESİ
Teknolojik gelişmelerin üretim sürecine uygulanması, sadece teknik bir olgu değildir. Teknolojik gelişme, aynı zamanda sosyal bir olgudur. Özellikle üretim sürecinde doğrudan bir karşılığı varsa. Bu nedenle, bu tür gelişmelerin sosyal boyutu ve çalışma ilişkilerindeki güçlerin karşılıklı mücadelesi, uygulanma biçimini de etkilemektedir. Teknoloji, üretim süreci ve çalışma yaşamını dışsal olarak etkileyen değil, üretim süreci, çalışma yaşamındaki güç ilişkileri ve sınıf mücadelesi tarafından da etkilenen, yaşam bulması ya da biçimi belirlenen bir olgudur.
Marx, sermaye tarafından, teknolojik gelişmelerin işçi hareketine karşı kullanıldığını, bunun tarihinin yazılabileceğinden bahseder .
Çalışma ilişkilerini ve üretim sürecini köklü bir biçimde etkileyen ve tarihsel olarak kapitalizmin yaygınlaşmasında en önemli faktörlerden birisi olan ‘makine’, teknolojik gelişme açısından ayrıca incelenmeye değerdir.
Makinelerin üretim sürecine girmesiyle, yapılan iş basitleşmiş, üretimin yoğunluğu arttırılmış ve işçi üzerindeki denetim daha da pekiştirilmiştir. Makine, elbette üretim araçlarında önemli bir teknolojik gelişmeye tekabül eder. Ancak, uygulanma zemini, sermayenin işçi sınıfı üzerindeki sömürü koşullarıdır. Marx, makinelerin sermaye haline geldiğinde ortaya çıkan işlevini şöyle anlatır:
“Makineler, sermayenin elinde, belli bir sürede daha fazla emek sızdırmak için sistemli bir şekilde kullanılan nesnel araçlar halini alırlar. Bu iki türlü yapılır: makinenin hızını arttırarak, ve işçiye çalıştıracağı daha fazla makine vererek.”
Makine, aynı zamanda işçiyi denetim aracı olmuş, işçinin hangi hızda ve ne yoğunlukta çalışacağını kapitalist makine aracılığıyla belirlemiştir: “Üretilen miktar aslında makinenin hızına bağlı olduğuna göre, bunları, aşağıdaki koşullara uymak suretiyle en hızlı bir biçimde çalıştırmak, fabrika sahibinin çıkarına olacaktır: makinelerin çabuk yıpranmaktan korunması; üretilen malın kalitesinin korunması; işçinin sürekli olarak göstereceği çabadan daha fazlasını harcamadan hareketi izleyebilecek durumda olması. Fabrika sahibinin çözümlemek zorunda olduğu en önemli sorunlardan birisi, bu nedenle, yukarıdaki koşulları göz önünde bulundurarak makineleri çalıştırabileceği en yüksek hızı bulmaktır.” 
Dolayısıyla, Sanayi Devrimi ile 18. yüzyılın sonunda üretim sürecine giren makineler, çalışma ilişkilerinde ciddi bir dönüşüme yol açmıştır. Makineler, onlarca işçinin yaptığı işin birkaç işçiyle yapılabilmesine olanak sağlamış, işsizliğin artmasında rol oynamıştır. Makineleşmenin sonuçlarına, 19. yüzyılda luddistler, makineleri kırarak yanıt vermişlerdir. Bu, bir bakıma sermayenin teknolojiyi kendi çıkarları doğrultusunda kullanmasına ‘ilkel’ bir tepkiydi.
Sayısal ve mikroelektronik kontrollü makinelerin üretim sürecindeki etkinliğini 1970’li yıllardan itibaren arttırması, elbette hem üretim süreci, hem de çalışma ilişkilerine dair değişikliklere neden oldu. Ancak, üretim sürecindeki teknolojik gelişmeler, ‘kendi içinde’ ya da ‘kendinde’ bir gelişmenin sonucu değildir. Bu, teknolojik gelişmelerin sermaye birikimiyle çok daha yakından bağlantılı hale geldiği günümüz için geçerlidir. Teknolojik gelişmeler, ekonomik ve sosyal hayat başta olmak üzere, toplumsal yaşamdaki neoliberal dönüşümle yakından ilgilidir.
1973-74 yılındaki kapitalist krizle, sermaye, krizin sorumlusu olarak devletin ekonomiye çeşitli müdahale alanlarını gösterdi. Sosyal devlet uygulamaları, sermayenin hareketini ve yatırım alanlarını bir ölçüde sınırlayan düzenlemeler krizin müsebbibi olarak ilan edildiği gibi, neoliberal politikalarla hızla tasfiye edildiler. Süreç, sermayenin hem kâr oranlarını arttırmak, hem de yeni yatırım alanları açmak amacını taşıyordu.
İşte, bu neoliberal politika bütünlüğü, sermayenin ücretleri baskı altına alan uygulamalarının yanı sıra üretimin örgütlenmesine dair de bazı önlem ve değişiklikleri gündeme getirdi. Taşeronlaşmadan belirli süreli iş sözleşmelerine, iş güvencesinin gevşetilmesinden üretimin mekânsal parçalanmasına, yeni çalışma biçimleri adı altında güvencesizlikten genel olarak esnek çalışmanın yaygınlaştırılmasına kadar birçok uygulama, neoliberal politika demetinin bileşeni halinde, uygulamaya konuldu. Temel argüman ise, krize yol açan, bireysel özgürlükleri sınırlayan, piyasanın ‘özgür’ işleyişini engelleyen ‘katılıklar’a karşı ‘esneklik’ idi.
‘Üretim sürecindeki teknolojik yenilikler’ konusu, sermayenin işçi sınıfının kazanılmış haklarına yönelik bu saldırı dalgası ve bu alandaki ‘başarısı’ göz ardı edilerek anlaşılamaz. Çünkü, teknolojik yeniliklerin uygulanma biçimi, yukarıda kısaca ifade edilen ekonomik ve sosyal koşullarda hayat bulmuştur.

ESNEK ÜRETİM Mİ?
Literatürde, başta bilgisayar entegreli programlanabilir makineler ve robotlar olmak üzere, üretim sürecindeki yeni teknolojiler, yeniden programlanabilme ve farklı özellikte ürünler üretebilme özellikleri nedeniyle, esnek üretim sistemleri olarak da tanımlanmaktadırlar .
Fordizm olarak adlandırılan bant sisteminde kitlesel seri üretime dayanan üretim sisteminin çeşitli biçimlerde parçalanması, 1970’lerde krizle birlikte standart üretimin yerini farklı versiyon ve modelleri içeren (farklı tüketici gruplarının talepleri) üretimin almasında, elbette üretim sürecindeki yeni teknolojilerin önemli bir rolü vardır.
Kitlesel seri üretim sistemindeki başlıca değişiklikler şöyle özetlenebilir: Aynı işyeri içindeki üretim, mekânsal olarak parçalanarak, eskiden tek bir fabrikada yapılan üretimle üretilen bazı parçalar tedarikçi şirketler tarafından farklı işyerlerinde yapılmaya başlandı. Merkezi bir fabrika çevresindeki tedarikçi yan sanayi sistemi, kimi alanlarda öyle boyutlara ulaştı ki, kayıt dışı ve ev içi üretim ağı da bu sistemin doğrudan bileşeni haline geldi.
Bir diğer değişim ise, programlanabilir makineler aracılığıyla, aynı makine ile farklı işlemlerin yapılabilmesi ve farklı özellikteki ürünlerin üretilebilmesidir. Bu da, sermayenin rekabette avantaj sağlamak üzere, ‘ürün yenileme’yi daha yoğun bir biçimde kullanmasına neden olmaktadır. ‘Tüketici talebi’ doğrultusunda olduğu ileri sürerek, esasta tüketici talebini yönlendirerek ve ürün farklılaştırmasını pazarda bir avantaja çevirerek kullanan sermayenin uyguladığı üretim sistemi, esnek üretim sistemi olarak tanımlanmaktadır. Esnek üretim, tasarım çalışmaları sonucu büyük bir sabit sermaye yatırımı yapmadan ve hemen hemen aynı makinelerle ürün farklılaştırma olanağı (ve piyasadaki talebe göre şekillenme iddiasını da içeren biçimde) üzerinden tarif edilmektedir.
Bu tanımlamada, ayrıca ideolojik bir yön olduğu söylenebilir. Üretim sürecinde yeni teknolojiler kullanılmakta, ürün farklılaştırması pazarda önemli bir avantaja dönüşmektedir. Ancak, kabaca aynı makinenin farklı ürünler üretmesi (bu esnek üretimle tanımlansa da), çalışma yaşamında esnekliği zorunlu olacağı anlamına gelmez. Dolayısıyla esnek üretim kavramlaştırması, baştan sona ideolojiktir ve sermayenin çalışma yaşamına yönelik esnekleştirme projesi içerisinde işlevsellik kazanmaktadır.

ÇALIŞMA YAŞAMINDA NEOLİBERALİZM
Liberalizmin, literatürde temel düsturu devletin ekonomiye müdahale etmemesidir. Piyasa kendi işleyişi içerisinde maksimum refahı sağlayacak, arz talep dengesi ile işsizlik sorunu da çözülecek. Devletin herhangi bir koruyucu müdahalesi piyasanın dengesini bozar. Bu liberal ütopyaya göre, devletin yoksulluğu azaltıcı önlemleri bile, uzun vadede yoksulluğu arttırmaktan başka bir işe yaramaz.
Tabii, bu dogmatik liberalizm, neresinden tutulsa elde kalacak bir düşünce biçimi olmakla birlikte, 18. yüzyılda feodal devletin bölgeci ve sonrasında merkantilist korumacı yaklaşımına karşı kapitalist ilişkilerin geliştirilmesini öngördüğü için, tarihsel olarak ilerici bir rol oynamıştı. Keza, ilk liberal iktisatçılar da, modern ekonomi politiğin kurucusuydular. Elbette, liberal politikaların işsizlik ve yoksulluğu önlemek bir yana daha da arttırması ve ortaya çıkan krizler, liberalizmin de kendisini reforme etmesine neden oldu. İlk reformasyon, (burjuva literatürde liberalizm karşıtı okul olarak değerlendirilen) Keynesci düzenlemelerdir. Bu, (işçi hareketi ve sosyalizmin baskısı ve diğer ekonomik zorunluluklarla) nispeten liberalizmden uzaklaşan Keynesyen müdahaleciliği bir yana bırakırsak, liberal görüş de, devresel, konjonktürel krizleri kabul etmek durumunda kalmış, işsizliğin de olabileceğini ifade etmiştir.
Böylece 1970’li yıllarda monataristlerle başlayan ve sonrasında çeşitli (anayasal iktisat vb.) akımları bünyesinde toplayan neoliberalizm, yeniden devlet müdahalesine büyük bir karşı çıkışı öğütlerken, toplumun bütün alanlarında piyasanın egemenliğini, eski liberalizmin çıkış dönemindeki ilericiliğinden eser kalmayacak bir biçimde, büyük bir yozlaşmışlık, çürümüşlük ve gericilikle savunmuştur. Fiyat istikrarı adı altında her türlü özelleştirme ve yasal sınırlamalarda mutlak bir esneklik, yine “enflasyonu arttırmayacak düzeyde işsizlik” egemen politika haline gelmiştir.
İşte, çalışma ilişkilerindeki dönüşüm de, bu aynı neoliberal eksende gerçekleşmektedir. Buna göre; işçi ve işveren arasındaki ilişkiye müdahale eden hiçbir kurum (sendika ve devlet kastediliyor) olmamalı. Özgür bireyler olarak işçi ve kapitalist, yine tamamen kendi belirledikleri koşullarda sözleşme yapmalıdır. Böylece işçinin ücreti, toplu sözleşme ve asgari ücrete göre değil işçinin verimine göre belirlenecektir. Kapitalist eğer düşük ücret verirse, işçi işi bırakacak ve kendi verimlilik düzeyine uygun ücret verecek başka bir işi tercih edecek, işçiye düşük ücret veren kapitalistse, yeni bir işçi almak için verimlilik düzeyine göre ücret vermek zorunda kalacaktır.
İşte, neoliberalizmin ideal tablosu budur, ancak gerçek yaşamla hiçbir ilgilisi bulunmamaktadır. Neoliberalizmin önerdiği ‘verimlilik’ temelli performansa göre ücret dayatması ve bireysel sözleşmelerle ücretlerin ve çalışma koşullarının belirlenmesi çabası, hem sendikal örgütlülüğü dağıtmak ve engellemek, hem de ücretleri düşürmek içindir.
Devletin ve sendikaların müdahalesinden bağımsız bir çalışma yaşamı. Bu, iktisadi kuralların politikacılar tarafından değiştirilemeyecek bir biçimde neoliberal ilkeler çerçevesinde anayasallaştırılmasını öngören Anayasal iktisadın çalışma yaşamındaki biçimi olarak da değerlendirilebilir: Kuralsız çalışma yaşamı: ‘Eşit’ bireyler arasındaki ‘özgür’ sözleşmeler!
İşte bu kuralsızlık, çalışma yaşamında işçiyi koruyan ne varsa ortadan kaldırmayı hedefliyor. Sekiz saatlik işgünü, fazla çalışmada fazla mesai ücreti, belirli hafta tatili ve yıllık izinler, işyerinde belirli bir iş tanımı, iş güvencesi, kadrolu ve sendikalı çalışma, belirli bir işyeri vb. tüm haklar ve tanımlamalar ortadan kaldırılmak isteniyor. Çalışma süresinin, günün belirli bir saati başlayıp biten değil, piyasadaki durum ve ihtiyaçları gereği sermayenin başlama ve bitiş saatini belirlediği bir iş zamanı düzenlemesi olarak düzenlenmesi hedefleniyor.
Yine piyasadaki dengesizlikleri gözeten ve işçi sayısını buna göre değiştirebilmeye olanak veren iş güvencesi ve işten çıkarma maliyetinin (mesela kıdem tazminatı) olmadığı sayısal esneklik. Kapitalistin ihtiyacına göre, işçinin yalnızca bir işi değil, birden çok işi yapması, hatta gerektiği dönemlerde başka bir ildeki fabrikada geçici olarak görev yapması. Özel istihdam bürolarıyla işverenin işçiye dair hiçbir sorumluluğun kalmadığı sınırsız bir esneklik. Hatta işsizlik ödeneğinin de ya komik düzeylere düşürüldüğü ya da ortadan kaldırıldığı (yararlanma şartlarının zorlaştırıldığı) bir piyasada, aktif işgücü piyasası politikası adı altında, işsizin sermayenin ihtiyaçları çerçevesinde ‘parasız’ ve hazır olarak yedeklenmesi.
Sermayenin çalışma ilişkilerindeki temel hakları ortadan kaldıran saldırı dalgası, neoliberal yaklaşım altında tam bir kuralsızlığı öngörmekte, sözde eşit bireyler arasında müthiş bir eşitsizliği, sınırsız bir sömürüyü dayatmaktadır.
Çalışma yaşamındaki esnekliğin birçok boyutundan bahsedilebilir. Mesela çalışma statüleri ve biçimlerinde esneklik, çalışma sürelerinde esneklik, ücretlerde esneklik, mekânsal esneklik vb.
İddiaya göre; teknolojik gelişmeler öyle bir dünya yaratmıştır ki, pazar ve teknolojik gelişme yarışı içinde, üretim süreci ve çalışma yaşamı mutlak olarak esnekleşmelidir. Çalışma süreleri esnek olmazsa, pazar yapısına uyum sağlamazsa, bireysel sermayenin yaşama sansı yoktur. Dereli’ye göre ; toplum ve emek piyasaları üzerinde en önemli etkiyi yaratan faktör ise, teknolojik değişimdir. Küreselleşmenin asıl nedeni, teknolojik değişimin hız ve hacminde yaşanan artıştır. “Kapitalin, malların, bilgi ve tüketim-yaşam biçimlerinin ulusal sınırları serbestçe aşarak evrensel bir benzeşime yol açması anlamını taşıyan ‘küreselleşme’nin baskın sebebi, uluslararası ticaretin artışı, serbest piyasa ve neoliberal politikalar değil, iletişim ve bilişim teknolojilerinde kaydedilen büyük ilerlemelerdir.” Öyle ki, 2008 krizi ve Avrupa’da güncel haliyle devam eden ‘borç’ kriziyle birlikte neoliberalizmi de içeren küreselleşme sürecine uyumun, tüm emekçi sınıflar için zorunlu olduğu ve istikrarının ancak bu biçimde sağlanabileceği ifade edilmektedir.

TELE ÇALIŞMA, EVDEN ÇALIŞMA, UZAKTAN ÇALIŞMA
Teknolojik gelişmelerle esnek çalışma arasındaki ilişkinin en kolay ve dolaysızca kurulduğu konulardan birisi ‘yeni’ çalışma biçimleridir. Esnek çalışma kapsamında değerlendirilen uzaktan çalışma, evden çalışma ve tele çalışma gibi çalışma biçimleri, iletişim teknolojilerindeki gelişmenin sonucu olarak görülmektedir. Evet, teknolojik gelişmelerin emekçinin işyeri dışında çalışmasının olanaklarını arttırdığı ve uzaktan da denetlenmesine izin verdiği doğrudur. Örneğin bir firmanın pazarlama bölümünde çalışan bir emekçinin, cep telefonu üzerinden kaç işyerine gittiği, ne kadar dinlendiği, güzergahı dışına çıkıp çıkmadığı gibi konular yakından denetlenebilmektedir.
Teknolojik gelişmelerin çalışma yaşamında bu gibi değişikliklere yol açtığı doğrudur. Başka ve yaygın bir örnek de, bilişim firmalarında çalışan emekçilerdir. Bilişim firmaları, yeni bir yazılım üretmek üzere çalıştırdığı programcı ve mühendislerin tamamını bir işyerinde istihdam etmez. Yazılımın belirli bir bölümünü yazmakla görevli programcı ya da bir bölümünü yazdığında gelir sağlayacak programcı, kendi evinden ve internet bağlantısıyla yapmakla görevli olduğu programı geliştirebilir. Ve programın kendisi, yapılması zorunluluğu ile emekçinin evinde ve günlük yaşamındaki masrafları da (ulaşım, yemek, işyerindeki diğer ihtiyaçlar vb.) kendisine yıkılarak, başlı başına bir denetim sağlamaktadır. Sermayenin bazı özel alanlarda bu gibi çalışma biçimlerini kullandığı bilinmektedir. IBM’in kendisine bağlı çalışanların önemli bir bölümünü işten çıkardığı ve yazılım geliştiren programcılarla iş ilişkisi yerine ticari sözleşme ilişkisi kurduğu bilinmektedir. Geçmişte IBM’e bağlı çalışan emekçi artık bireysel bir üretici olarak kabul edilmekte, böylece IMB, sigorta ve sosyal güvenlik hakkı başta olmak üzere, emekçilerin çalışma ve sosyal yaşamına dair tüm yükümlülüklerden kurtulmayı amaçlamaktadır. Keza, Bill Gates’in ‘bağımsız profesyoneller’ dediği ve her çeşitten işi üstlenmesi beklenen, iş ve işsizlik arasında dalgalanan bu ‘havuz’un ABD’de 25 milyon emekçiyi kapsadığı ifade edilmektedir . Elbette, bu yöntem, özellikle hizmet sektöründe ve belirli çalışma alanlarında kullanılabilir niteliktedir. Örneğin temizlik işinin uzaktan yapılması ya da tekstil üretiminde emekçinin internet üzerinden çalışması vb. söz konusu değildir.
Yeni teknolojilerle ortaya çıktığı ifade edilen tele çalışma, evden çalışma ve uzaktan çalışma gibi çalışma biçimleri, özünde büyük bir yenilik de değildir. Kapitalizmin doğuşundan itibaren, manifaktür sanayinin yanında, bir de ‘ev sanayisi’ hep olagelmiştir. Sermaye, işin niteliği ve boyutu itibarıyla evlerde yapılabilecek işleri, küçük ölçekli üretim araçlarını evlere yerleştirmek suretiyle ya da bunu da doğrudan emekçiye devrederek, üretimi ev içine kaydırmıştır. Özellikle Ege bölgesinde yaygın olan halıcılık, ülkenin her tarafında evlerde yapılan küçük tekstil işleri (düğme takmadan parça birleştirmeye kadar), Antep’te Şam fıstığının kabuğunun mahalle aralarında kırılması gibi örnekler vardır.
Sadece bununla da sınırlı değildir. Kapitalizm henüz egemen üretim ilişkileri haline gelmeden önce de, köylü, bir yandan toprağını ekerken diğer yandan küçük ‘ev sanayi’ kapsamında küçük ölçekli ve daha çok bireysel tüketimine yönelik ürünler üretiyordu. Ancak iş bölümünün ve kapitalizmin gelişimi, bu ev sanayisinin tüccar sermayesinin kontrol ettiği bir meta üretimi haline gelmesine neden oldu. Sanayi kapitalizminin gelişmesiyle, sermaye, ev sanayinin de ‘yeni’ bir temelde gelişmesini sağlayarak, ev içi üretimi de kendisine bağlamasını bilmiştir.
Artık ev sanayisi, tamamen kapitalist üretim sürecinin bir parçası, işyerinde yapılacak işlerin bir kısmının evlere dağıtıldığı, böylece işyerinde işçi çalıştırmanın masraflarının ve yasal sınırlamalarının ortadan kaldırıldığı bir alan haline gelmiştir. Dolayısıyla bugün teknolojik gelişmenin insanlığa büyük bir özgürlük alanı olarak sunduğu ‘evden’, ‘tele’ ve ‘dışarıdan’ çalışma, yeni teknolojik denetleme olanakları bir yana, kapitalizmin doğuşundan bugüne çeşitli biçimlerde varlığını sürdürmektedir.
Ancak sermaye, tam da yeni olanakları kullanarak, hem bu çalışma biçimlerini sanki emekçilere armağan ettiği serbestlik-özgürlük alanı olarak sunmakta, hem de üretim maliyetini azaltarak elde ettiği kârı arttırmak istemektedir.
Elbette bilgi ve iletişim teknolojilerinin gelişmesiyle, özellikle bilgisayar üzerinden yapılan işlerde uzaktan çalışmanın imkanları artmıştır. Ancak kapitalist üretim yalnızca emek gücünün sermayeye biçimsel bir bağımlılığını (sözleşme ile) içermez. Aynı zamanda emekçi üzerinde bizzat kapitalist denetim mekanizmaları da işler. İşin rasyonalizasyonu, işin kapitalist tarafından ve kapitalist yöntemlerle denetlenmesini gerektirir. Örneğin bir İngiliz Hava Yolu şirketi, bilet rezervasyon, kesim işlemleri ve faturaların hazırlanmasını Hindistan’daki taşeron bir şirkete devretmiştir. Bu şirket, bütün iş, bilgisayar ve internet ağı üzerinden kotarılmasına rağmen, emekçileri evden çalıştırmak yerine, bir arada bulundurmayı tercih etmiştir. Çünkü kapitalist rasyonalizasyon, emekçinin kapitalistçe denetlenmesini gerektirir. Emekçinin evden çalışması, iş üzerinden (parça başı sistemdeki gibi) denetlenmesini sağlasa da, tek başına bu yeterli olmayabilmektedir.
İşin kendisinin kapitalist denetimin aracı haline getirilmesi de oldukça önemlidir. Kapitalizmin ilk evrelerinde, fabrikada işçiler doğrudan (ustabaşılar vb.) gözetim yoluyla denetlenirken, yeni denetim biçimleri de gelişmiştir. Elbette iş ve makine her zaman kapitalist denetimin önemli bir aracı olmuştur. Ancak yeni çalışma biçimleri denilen ‘evden’, ‘tele’ ve ‘dışarıdan’ çalışmada, işin kendisi, emekçi üzerinde müthiş bir denetleme ve baskı aracı haline gelmektedir. Emekçi belirli bir işi belirli bir sürede yapmak zorundadır. Ve belki bu işi yapması için, (örneğin yazılımda çözülemeyen bir sorun nedeniyle) günlerce, çalışma saati sınırı olmadan (hatta uyumadan), çalışması gerekebilir. Bu durum, sermaye açısından, yazılımcı emekçileri bir araya getirip onları 8 saatlik işgünü içinde çalıştırmaktan çok daha kârlı olacaktır. İşte bu iki durum arasında, kapitalist, doğrudan denetimle, emek gücü maliyetlerini ortadan kaldırarak emekçiye yıkma arasında bir denge sağlamaya çalışmaktadır ki, burada yapılan işin özgünlüğü de belirleyici olmaktadır. Ancak şurası kesindir ki, yeni olduğu iddia edilen çalışma biçimlerinin ‘teknolojik biçimler’ dışında bir yeniliğinden bahsedilemez.

ÇALIŞMA SÜRELERİNDE ESNEKLİK
Çalışma sürelerinde esneklik, yıllık, aylık, haftalık ve günlük çalışma sürelerindeki, işçi sınıfı mücadelesiyle kazanılmış sınırlandırılmalarının kaldırılmasıdır. 8 saatlik belirli işgünü, gün içerisinde dinlenme araları, belirli hafta tatili ve yıllık izin gibi diğer çalışma ve dinlenme sürelerinin belirsizleştirilmesi, tamamen sermayenin ihtiyaçları çerçevesinde kuralsızlaştırılmasıdır.
Örneğin Ford Otosan’da çalışan işçiler, resmi tatillerde çalıştırıldığında, daha sonra üretimin azaldığı bir dönemde izne çıkarılmak üzere, fazla mesai ücreti almamaktadır. Tüketimin azaldığı bir dönemde üretimi de düşürmek üzere, çalıştırılmayıp (borçlandırılarak) pazarın canlandığı süreçlerde, bunun karşılığında, ek bir ücret almadan fazla mesai yapmaktadırlar. Çalışma gününde fazla çalıştırılarak, bu fazla sürelerin toplanıp karşılığında üretimin azaldığı dönemlerde ‘izin’ verilmektedir.
Evet, pazar dalgalı olabilir. Tüketici eğilimleri değişebilir ve belli bir ürünün üretim planında değişiklik olur ya da ürün modifiye edilerek, başka bir biçimde piyasaya sürülebilir. Bu değişikliklerin emekçinin çalışma saatleri ve ücretlerini belirlemesi, neden mutlak bir zorunluluk olsun? Örneğin işçi sınıfı mücadelesinin yüksek olduğu, sınıf sendikalarının etkisinin hissedildiği bir dönemde, sermayenin işçiye “Şu gün git bugün gel”, “Bugün 4 saat fazla çalış, yarın 4 saat geç gel” gibi çalışma yaşamını kendi kâr hesapları doğrultusunda ve emekçilerin temel haklarını ve yaşam düzenlerini bozacak biçimde değiştirmesi, bu kadar kolay olmazdı.
Dolayısıyla sermaye, çalışma süreleri ve genel olarak çalışma yaşamındaki esnekleştirmede, gücünü, esas olarak, sınıf mücadelesindeki dönemsel gücü ve konumundan, başka bir deyişle sendikaların ve işçi hareketinin gerileyişinden ve ideolojik hegemonyasından almaktadır. Sermayenin bu egemenliği ve sınıfın bu egemenlik karşısında daha önceki kazanımlarının ortadan kaldırılıyor oluşu, teknolojik gelişmenin kaçınılmaz bir sonucu gibi anlatılmaktadır ki, bu tamamen sermayenin saldırıları karşısında ideolojik bir meşrulaştırma sürecidir.
Teknolojik gelişmelerin çalışma yaşamına uygulanmasında belirleyici etken, sınıf mücadelesinin düzeyi ve güncel durumudur, güç ilişkileridir. Eğer işçi sınıfı, sermayenin hamleleri karşısında kendi içinde birlik sağlayamaz ve güçlü bir direnç öremezse, sermayenin devasa ideolojik aygıtlarının de etkisiyle, teknolojinin uygulanışı hatta gelişim biçimi sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda olur. Örneğin mikroelektronik teknolojinin gelişmesi, yazılımlarla yönlendirilen makineler, üretim tekniği ve emeğin verimliliğindeki devasa gelişmeler daha az çalışarak da aynı üretimin yapılabilmesini sağladığından, çalışma saatlerinin düşürülmesi gibi bir rol de oynayabilir, esnekleştirilmesine de olanak sağlayabilir. İşte, burada, teknolojinin nasıl kullanılacağını belirleyen, sınıf mücadelesinin ta kendisidir. Ancak kapitalist üretim ilişkileri çerçevesinde genel eğilim, bu olanakların sermayenin çıkarları yönünde kullanılmasıdır.

ÜRETİMİN PARÇALANMASI YA DA MEKANSAL ESNEKLİK
Coğrafi esneklik, üretimin dışsallaştırılması, uzaklaştırma stratejileri, mekânsal esneklik gibi kavramlar da kullanılmaktadır. En doğru ifade, uzaklaştırma stratejileri olarak kabul edilebilir. Çünkü, söz konusu olan sermayenin, emekçilerin mücadelesini ve elbette kâr oranlarını gözeterek uyguladığı bir stratejidir. Ve böyle bir eğilimden bahsedilebilir. Ancak bu parçalanma biçimsel bir parçalanmadır ve üretim güçlerinin devasa toplumsallaşmasının geldiği aşamanın bir sonucudur. Çünkü üretim, ulaşım ve iletişim teknolojisindeki gelişmeler, bu gelişmelerle birlikte sermayenin daha çok kâr arayışıyla üretim sürecinde yaptığı değişikler, geçmişte daha toplu olan üretim birimlerinde bir ölçüde dağılmaya neden olmuştur. Ancak bu dağılma, tarihin başa sarıp, giderek birbirinin parçası ve bağlantılı hale gelen üretim sürecinin yeninden dağılması anlamına gelmiyor.
Örneğin akstan koltuklara, plastik malzemelerden metal gövdesine, elektronik teçhizatından bütün bunların montajına kadar, tüm işlemlerin bir arada yapıldığı bir otomotiv fabrikası, şimdi yarı mamul maddeleri kendi üretim biriminde üretmeyip dışarıdan temin etme yoluna gidebilmektedir. Bu da, geniş bir yan sanayi ağı yaratmaktadır.
Üretim sürecindeki bu bölünme ve üretimin mekânsal olarak dağıtılması, teknolojik ilerlemenin kaçınılmaz sonucu değildir. Elbette ulaşım ve üretim teknolojisinin geldiği aşamada, Gebze’de üretilen bir parçasının Kocaeli Gölcük’teki Ford Otosan fabrikasına gelmesi çok daha kolaydır. Bu, birinci faktör.
Diğer yandan üretim sürecinin parçalanması ya da coğrafi esneklik, sermaye açısından tek bir üretim merkezinde ve güçlü bir işçi hareketiyle karşı karşıya kalan sermayenin bu hareket karşısında aldığı bir önlem ve savunma mekanizmasıdır. ABD’deki fabrikalarında işçilerin mücadelesi ve örgütlülüğü nedeniyle Ford yönetimin fabrikayı işçi hareketinin daha az geliştiği bölgelere taşıdığı, ayrıca üretimin bazı bölümlerini ana işletmeden ayırdığı bilinmektedir. Sermaye, böylece, üretimin bir kısmını mekânsal olarak dağıtarak ve buralardaki sendikasız işgücüyle işçi hareketinin baskısından kurtulmak istemektedir.
Bir üçüncü faktör de, yine diğerleriyle bağlantılı olarak, doğrudan yarı mamul maddelerin daha ucuza üretiliyor hale gelmesi, ulaşım maliyetinin de düşmesidir. Üretimin bir kısmının mekânsal olarak kaydırılması ve yan sanayi işletmelerine devredilmesi, buralardaki ucuz işgücü ve ölümcül rekabet düşünüldüğünde, yarı mamul madde fiyatları düşürülmektedir. Sendikasız, hatta bazı durumlarda sigortasız çalıştırılan yan sanayi işçilerinin emeği, hem yan sanayideki patronların büyümesine, hem de ana fabrikada elde edilen artı-değerin yükselmesine neden olmaktadır.
Üretimin mekânsal dağılımının başka bir boyutu da işletme ölçeğinin küçülmesidir. Tek bir üretim biriminden yan sanayilere dağıtılan işler, elbette toplamda üretim ağını büyütmekle birlikte, tek tek işletmelerin ölçeğini küçültmektedir. Buradan yola çıkarak, küçük ölçekli işletmelerde yasal olarak iş güvenliğinin dışında kalmasından işçi sağlığı önlemlerindeki muafiyete, işletmelerin denetlenmesinin ‘zorluklar’ından sosyal güvencesiz ve kuralsız çalışmaya kadar, Organize Sanayi Bölgeleri ve genel olarak çalışma yaşamındaki enformelleşme ve esnekleşmeyi teknolojik nedenlere bağlamanın anlamsızlığı da ortadır. Burada, sermayenin hem üretim sürecine hem de çalışma yaşamına yönelik bir stratejik saldırısı vardır, sermaye bu saldırı dalgasıyla, önündeki tüm düzenleyici engelleri aşarak ve bunları yeniden üreterek, çalışma yaşamındaki kazanılmış hakları ortadan kaldırmak istemektedir. Ve bunu bugüne kadar büyük ölçüde başarmıştır.
Dolayısıyla üretimin mekânsal olarak parçalanması, teknolojik gelişimin kaçınılmaz bir sonucu değil, sermayenin işçi sınıfına yönelik saldırı ve artı-değer oranını yükseltme çabasında teknolojik olanaklardan yararlanmasıdır.
Bölümün başında ifade edildiği gibi, üretimin mekânsal parçalanması daha yüksek bir teknik temelde ve daha büyük bir işbölümüyle gerçekleşmektedir. Bu süreçte üretimin toplumsallığı daha yüksek bir düzeyde sağlanmaktadır. Çünkü üretim mekânsal olarak parçalansa da, sadece otomobil fabrikasıyla yan sanayisi arasında değil, bunu da kapsamak üzere, (Türkiye’de üretim yapan bir montaj fabrikasının Çin’deki yarı mamul malzeme üreten fabrika ile ilişkisi) dünya ölçüsünde üretim birimleri birbirine bağlanmış durumdadır. Bir uluslararası tekel, belirli bir ülkenin sınırlarının ötesinde, dünyanın büyük bir bölümünde, hem üretim hem de pazar ağına egemen durumdadır. Üretimin ve dağıtımın boyutları, üretimin toplumsallaşma düzeyi ve iç bağıntısı, bir sektörün başka bir sektörle, yine bir sektördeki işçilerin diğer bir sektördeki işçilerle toplumsal ve içsel bağlantısı tarihte görülmemiş düzeyde ileri boyutlardadır.
Ayrıca üretimin mekânsal parçalanması, yeni toplulaşma eğilimleri ve olguları da ortaya çıkarmıştır. Örneğin Organize Sanayi Bölgeleri ve Serbest Bölgeler, mekânsal dağılımda yan sanayi olarak tarif edilen işletmelerin bir araya toplanmasını sağlamaktadır. Yan sanayinin mantığı gereği, düşük ücret ve ağır çalışma koşulları bireysel fabrikanın derdi olmaktan çıkmakta, sanayi havzalarının ortak özelliği haline gelmekte, işletmenin boyutlarını aşan, dolayısıyla bireysel patronun da sınırlarını aşarak, bir bütün olarak sermaye sınıfına yönelecek bir sınıf hareketinin temellerini de geliştirmektedir. Antep’te farklı fabrikalardan işçilerin ortak taleplerle ve bölgedeki tüm patronlara karşı yaptıkları eylem ve direniş bu açıdan önemli bir örnek olarak görülebilir.

TAŞERONLAŞTIRMA, GEÇİCİ ÇALIŞMA
İşçi sınıfının birliği ve hareketi, sermayenin engellemeye çalıştığı en ciddi ‘tehlike’ye işaret etmektedir: İşçi sınıfı hareketinin birleşme ve güçlenme eğilimi. “Üretimin mekânsal parçalanması” ve bunun salt teknolojik nedenlere indirgenmesi, çalışma yaşamındaki sınıfsal yeniden yapılandırmanın da teknolojik determinizmle açıklanmasını kolaylaştırmaktadır.
TİSK, teknolojik gelişmelerin taşeronlaştırmayı zorunlu kıldığını savunmaktadır:
“Özellikle teknolojide yaşanan gelişmeler sonucu birçok işin yapılması çok daha teknik çalışmayı gerektirmiş ve her işletmenin her konuda uzmanlaşmasının mümkün olmaması nedeniyle, uzmanlık gerektiren işlerin başka işletmeler tarafından yapılması gerekliliği ortaya çıkmıştır.”
Mekansal parçalanmanın sınıfsal niteliğinden bahsettik. Ancak teknolojik nedenlerle açıklanan bir mekânsal parçalanmada bile örneğin taşeronlaştırmaya yer yoktur. Oysa, işin alt işverenlere devredilmesi ve taşeronlaştırmanın yaygınlaşması, esas olarak üretim sürecindeki teknolojik değişimler ve mekânsal parçalanmaya dayandırılmaktadır. Ancak ana fabrikadaki işin bir kısmının yan sanayiye devredilmesi ya da aynı işletme içinde başka bir taşeron şirket eliyle yürütülmesi bir zorunluluk değildir. Teknoloji, böyle bir gelişmeye teknik bir altyapı sağlayabilir. Ancak, üretim sürecinde “taşeronlaşma olacak” diye bir toplumsal kural yarattığı iddia edilemez. TİSK’in yukarıdaki görüşünde bunun zorunlu olduğu ifade ediliyor. Elbette, sermaye açısından böyle bir ‘zorunluluk’ ve eğilimden bahsedilebilir. Bu, kapitalizmde düşen kâr oranları cenderesinde sermayenin artı-değeri arttırma ve rekabetin gereğini yapma zorunluluğu olarak da tanımlanabilir. Önemli olan, bunun, bir sermaye stratejisi ve ihtiyacı olduğunun görülmesidir. Ve sınıf mücadelesinin dayatması, işyeri içindeki farklı statülerin kaldırılmasını sağlayabilir. Hiçbir teknolojik gelişme de bunu imkansız kılmaz.
Taşeronlaştırmanın ilk evrelerinde, özellikle yazılı hukukta (İş Kanunu, 2003, Madde 2), taşeronlaştırmanın, asıl işin dışında ve teknolojik olarak uzmanlık gerektiren işlerde olabileceği belirtilmekle birlikte, bu, başlangıç ve meşrulaştırma aşamasıdır. Taşeronlaştırma uygulamalarında, teknolojik bir uzmanlık veya gerekirlik aranmamakta, en basit ve vasıfsız işlerde bile taşeronlaştırmaya gidilmektedir. Çünkü taşeronlaştırma, üretim maliyetlerinin ve esas olarak emek-gücünün ücret ve sosyal haklarının, örgütlülük düzeyi ve gücünün düşürülmesini hedeflemektedir. Tarafsız bir teknolojik gelişmenin sonucu değildir, tersine teknolojik gelişmelerle ‘tamamen’ bağlantısız sermaye saldırılarından birisidir.
TİSK’in çalışmasında, taşeronlaştırmanın asıl hedefi şöyle ifade edilmektedir:
“Hizmet sektörü ile ilgili işlerin başka firmalardan satın alınması, işletmeler açısından hem maliyet düşürmekte hem çok sayıda işçi çalıştırılmasının dezavantajları olan idari ve bürokratik işlemleri de ortadan kaldırmaktadır. Örneğin işyerinin temizliğinin bir temizlik firmasına verilmesi ya da yemek çıkarma işinin bir yemek şirketine verilmesi gibi.”
İşin taşeronlara dağıtılması, hele aynı iş yerinde başka bir taşeron şirket eliyle yürütülmesi, özel bir teknik gelişmişliği gerektirmemektedir. 19. yüzyılda da sermaye, taşeron çalışmayı yaygınlaştırma eğilimine girmiş, ancak işçi sınıfı mücadelesi sermayenin bu saldırısını bertaraf edebilmeyi başarmıştır. Dolayısıyla, bugün de aynı imkanlara sahip olmakla birlikte, taşeronlaştırma saldırısına karşı herhangi bir aşılmaz ‘teknolojik’ engel bulunmamaktadır.

‘FONKSİYONEL’ ESNEKLİK
Sermaye kendi kavramsallaştırmalarını önce toplumsal bilimlere, sonra da günlük yaşama dayatırken (elbette bu mutlak bir sıralama değildir), mevcut olguları da özenle çarpıtmaktadır. Örneğin programlanabilir makineler ve işyerindeki teknik gelişmelerin, emekçinin birden fazla işi aynı anda yapabilmesine de olanak sağladığı ifade edilmektedir. Evet, emekçi, birden fazla işi teknik gelişmenin sağladığı olanaklarla yapabilir. Hatta geçmişte bir işçi üretim birimindeki 1 makineyle ilgiliyken, 10 makinenin üretiminden de sorumlu tutulabilir.
Tam da bu olgu, üretim sürecindeki teknolojik gelişmelerin, işçilerin çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve çalışma sürelerinin kısaltılması yerine, koşulların daha da ağırlaştırılması ve daha yoğun bir sömürü için kullanıldığını göstermektedir. İşçinin işyerlerindeki iş yükünün artışı da, literatürde, ‘fonksiyonel esneklik’ olarak adlandırılmakta, işçilerin birden fazla işi yapabilmesinin bir vasıflılaşma süreci olduğu ifade edilmektedir.
‘Fonksiyonel esneklik’in sadece patronlara değil işçilere de fayda sağladığı, çünkü vasıfları artan işçinin iş üzerindeki hakimiyetini arttırdığı, patronların da işçiye bağımlılığının arttığı vb. iddia edilmektedir. Oysa, patronların işçiye daha fazla iş yaptırmak, iş yükünü ve yoğunluğunu artırmak, işletme deyimiyle verimliliği arttırmak için aldığı önlemlerin işçiye fayda sağladığını söylemek abesle iştigaldir.
İşçinin aynı işi değil farklı işleri yaptığı, böylece iş yoğunluğundan öte, iş çeşitliliğinin arttığı söylenebilir. İş çeşitliliğinin de arttığı kabul edilebilir. Ancak, işin çeşitliliği artarken yoğunluğu da artmaktadır ki, bu çeşitlilik vasıfsız işlerin toplamı olan bir çeşitliliktir.
Vasıfsız işlerin toplamı vasıflı bir iş yapmaz. Ya da bir işçi daha fazla vasıfsız iş yapınca, üretim sürecine yabancılaşma sorunu çözülmez. Vasıfsızlık ya da vasıflılık tartışması, burjuva literatürde, işçinin işe yabancılaşması sorunuyla birlikte ele alınır. Bu yaklaşımda, birincisi yabancılaşma sorunu tek başına yapılan işe indirgeniyor. İkincisi, yapılan işin, örneğin bilgisayar kullanılması üzerinden vasıflılaştığı iddia ediliyor.
Birincisinden başlayalım. Kapitalist üretim ilişkileri içerisinde emekçinin ürettiği ürüne yabancılaşması, tek başına, yapılan işin somut içeriği (yani somut emekle) ilgili değildir. İşçinin ürüne yabancılaşmasının ana nedeni, aslında kendi emeği ve yine emekçilerin birikmiş emeği (makine, bina, hammadde vb.) ile üretilen bir ürün, fabrikadaki işlem bitip meta haline geldiğinde, tamamen kendine yabancı, mesela yaşadığı semtin çarşısında bir mağazada gördüğü bir ticari mal haline geliyor. Çünkü, emekçinin emeği üründe somutlaşırken, ürün meta haline gelerek emekçiden bağımsız bir öğe dönüşüyor. Böylece emekçinin somut emeği ve ortaya çıkan ürün, artık kapitalist meta üretimi içerisinde, tıpkı diğer metalar gibi emekçinin dışında ve ondan bağımsız hale geliyor.
Dolayısıyla emekçinin ürettiği ürüne yabancılaşması, ürünün meta haline gelmesi, yani ürüne sermaye tarafından el konulması ve artı-değeri gerçekleştirmek üzere piyasada değişime sokulmasıyla ilgilidir. Metalaşmaysa, başlı başına sermayenin üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olması ve bunun vasıtasıyla üretilen ürüne (dolayısıyla artı-değere) el koymasıyla ilgilidir.
Bu nedenle, yabancılaşma, esas olarak kapitalist üretim ilişkileriyle ilgilidir ve bu ilişki biçimi değişmeden da ortadan kaldırılamaz. Yabancılaşma, elbette sadece ürünün meta haline gelerek emekçiden bağımsızlaşması değil, bu nesnel zemin üzerinde, aslında insanlar arasındaki toplumsal ilişkinin metalar arasındaki ilişkiye indirgenmesidir. Marx’ın Kapital’in birinci cildinde  üzerinde durduğu meta fetişizmi, burada tartıştığımız yabancılaşmayla ilgilidir. Makalenin esas konusu açısından böylece özetlemek yeterlidir.
Yabancılaşmanın ikinci yönü ise, emekçinin üretim sürecinin bütününden koparılıp küçük bir bölümüne hapsedilmesidir. Kapitalist ilişkilerin başlangıç aşamalarında elbirliği ile yapılan üretimde ya da henüz zanaatçılığın etkilerinin sürdüğü bir aşamada, işçi üretimin tamamı ya da büyük bir bölümünün bilgisine sahipti. Örneğin bir saatçi, saatin en küçük parçasından gövdesine kadar bütünü montajı, birleştirilmesi gibi ince işleri tek başına yapmaktaydı. Günümüzde ise, emekçiler üretimin yalnızca küçük ve vasıf gerektirmeyen bir bölümünü yapmaktadır.
Dolayısıyla işçiler, çok becerili değil, olsa olsa çok görevli olmuşlardır. Üretimde, hattın farklı noktalarında görev alabilmeleri, işin aşırı standartlaşmasıyla ilgilidir. Örneğin, “Toyota’da bir işçinin günde 6 millik bir yol katederek, 8 dakika 26 saniyelik bir sürede 35 farklı işi başarabilmesi, ancak bu işlerden her türlü maharetin arındırılarak basitleştirilmesiyle, rutinleştirilmesiyle mümkündür. Yoksa, Fordizme özgü aşırı uzmanlaşmanın aksine, emeğin giderek nitelik kazanmasının sonucu değil.”
Bant sisteminde de, işçi, üretimin yalnızca kendi bulunduğu alandaki küçük bir kısmıyla ilgilidir. Örneğin gelen metal parçasına başka bir parçayı kaynakla birleştirmek. Ya da belirli bölgelerdeki vidaları sıkmak. Şimdi bu işe, bant üzerinde bir önceki arkadaşının yaptığı işi kontrol (kalite kontrol), eksik yaptıysa onu tamamlama, boş kaldığı zamanlarda makinenin bakımını yapma, hatta işi bittikten sonra çevresinin temizliğini yapma işleri eklendi diye, işçinin üretim sürecinin tamamının bilgisine sahip olduğu düşünülemez. Tersine, zihinsel emek ile maddi kol emeği tamamen birbirinden ayrılmışlardır. Sadece işlevsel olarak değil, mekânsal olarak da ayrılmıştır. Nike fabrikasının üretim, satış, tanıtım ve reklamcılık bölümünde çalışan 8000 kişi, üretimin yapıldığı Asya’ya belki hayatında hiç gitmemiştir. Asıl üretimi yapan 75 bin fason emekçinin de Asya dışına çıkmış olması, daha düşük bir olasılıktır .
Günümüzde kafa emeği (mühendislik, yöneticilik vb.) ve kol emeği (kaynakçı, montajcı, kalite kontrol vb.) bu kadar bölünmüşken, üretimin tamamının bilgisine sahip olmak mümkün değil denilebilir. Oysa, burada bahsedilen müthiş bir mühendislik yeteneği değil, işçinin üretim süreci hakkında, işleyişi, tasarımı ve hatta yönetimsel işlemler hakkında bilgi sahibi olmasıdır. Elbette bu, ‘fonksiyonel esneklik’ savunucularının ‘verimlilik’ hesaplarının ötesinde ve kapitalist üretim ilişkilerinin kaldıramayacağı bir gelişme düzeyidir. Ki, bu, sosyalist üretim ilişkileri koşullarında kafa emeği ile kol emeğinin birbirine yaklaşması (çelişkinin giderek yumuşaması ve komünizmde ortadan kalkması) anlamına gelir.
Bu açıdan, örneğin işçi, makinesine ilişkin bilgileri ya da ürünün durumuyla ilgili verileri bilgisayar üzerinden merkezi sisteme iletiyor ve burada herhangi bir kullanıcının 2-3 saat içinde öğrenebileceği bir iş yapıyor diye, vasıfsız iş yapıyor olmaktan çıkmıyor. Bilgisayarı kullanabilmek, evet, 200 sene öncesine göre, bir teknolojik ve teknik bilgi temeli gerektirir. Ama günümüzde vasıf düzeyini tanımlamak için bilgisayar kullanımı (kullanıcısı olma) bir anlam ifade etmemektedir. Vasıflılık, günümüz teknolojik düzeyi ve işçinin üretimdeki konumuyla ilgilidir ki, burada işçinin konumunda, vasıflılık açısından köklü bir değişimden bahsetmek mümkün değildir. Tersine, bu teknolojik uygulamalar, işçinin ve işin daha sıkı bir denetimi için kullanılmaktadır. Örneğin General Motors’a ait Saturn Corperation’da, 1200 veri noktası her altı sanayide bir denetlenmekte ve sonuçlar denetmenlere iletilmektedir .

SONUÇ
Günümüzde teknolojik gelişmeler, büyük oranda kapitalist meta üretiminin bir parçası haline gelmiş, bilimsel bilginin üretiminden teknolojik sonuç ve uygulamalara kadar sermaye birikiminin organik bir bileşeni olmuştur. Bu nedenle, dışsal bir teknoloji-kapitalizm ilişkisi (öncesinde de söz konusu olmadığı gibi) mümkün değildir.
Üretim süreci, teknolojik gelişmelerden en çok etkilenen alanlardan birisidir. Bilgisayarın ve mikroelektronik teknolojilerin üretim sürecine dahil edilmesi, elbette emek sürecinde ve çalışma yaşamında da etkili olmaktadır. Ancak bu etki, örneğin daha az emekle, yani çalışma süreleri kısaltılarak daha fazla ürün elde etmeye olanak sağlasa da, sermaye tarafından, daha yoğunlaştırılmış ve hak gasplarına dayalı çalışma koşulları yönünde değerlendirilmektedir. Dolayısıyla teknolojik gelişmelerin uygulanması, sınıflar arasındaki ilişkilerden bağımsız değildir. Onun hangi sınıfın lehine ve hangi biçimlerde yaşama geçeceği, toplumsal ilişkilerin niteliğine ve güç dengelerine göre değişmektedir.
Günümüzde, son 30-35 yıllık sermayenin neoliberal program ve uygulamaları, işçi sınıfının saldırılar karşısında gerekli karşı koyuşu gösterememesi, teknolojik gelişmelerin sermayenin çıkarları doğrultusunda daha hızlı bir biçimde uygulanmasına neden olmuştur. Örneğin ulaşım ve iletişim teknolojisindeki gelişmeler, işyerinin mekânsal parçalanmasını kolaylaştırmış, işçi sınıfının büyük kitleler halinde aynı işyerinde toplulaşmasına karşı bir ölçüde önlem alınmıştır. Ya da işçi hareketinin güçlendiği bölgedeki işyeri, emek gücünün daha ucuz olduğu bölgeye taşınmıştır. Ancak bu da; on binlerce işçinin, ayrı işletmeler biçiminde olsa da, ortak sanayi bölgelerinde toplulaşmasına, işçi direnişlerinin dünyanın en ücra köşelerine bile yayılmasına neden olmuştur.
Keza makinelerdeki gelişim, ürün çeşitliliğini artırmış, reklam ve çeşitli yöntemlerle (bu konuda da teknoloji önemlidir) tüketicinin yönlendirilmesi sağlanmıştır. Ancak bütün bu teknolojik gelişmeler ve bunların sermaye lehine kullanımı; çalışma koşullarındaki ağırlaşma ve esnek çalışmanın emekçilerin kaderi haline geldiğini göstermez. Bu, hem kapitalist üretim ilişkilerinin tek alternatif olmadığı, hem de kapitalizm koşullarında emekçilerin birlik ve mücadelesinin önemi açısından mümkün değildir.
Çünkü, çalışma süresinin esnekleştirilmesi, evden çalışma, çağrı üzerine çalışma, tele çalışma, fonksiyonel esneklik, taşeronlaştırma, kısa süreli çalışma, part-time, belirli süreli iş sözleşmeleri vb. çalışma biçim ve koşulları, sınıf mücadelesinin birebir konusudur. Esneklik uygulamaları, emekçilerin mücadeleleriyle sınırlanabilir, çeşitli yasal düzenlemelerle bir ölçüde güvenceye alınabilir. Dolayısıyla esnek çalışmayı ‘esnek üretim’ modeli tanımlamasıyla, sanki teknolojik gelişimin ‘kaçınılmaz’ sonucu olarak değerlendirmek tam bir çarpıtmadır.
Nasıl ki, 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın ortalarında emekçiler mücadelelerle sermayenin sınırsız sömürüsüne karşı bazı sınırlamalar getirmeyi başarıp bazı hakları elde ettilerse, esnek çalışma düzenlemelerinin de uygulanmasını engelleyebilirler. Esnek çalışma, 19. yüzyıldaki vahşi ve dizginsiz sömürünün günümüze uyarlanmış biçimidir. Emekçiler, esnek çalışmanın ‘eski’ biçimlerine karşı mücadele edip onları bir ölçüde kaldırdıkları gibi, bugün de, benzer ve geçmişteki eksiklikleri de aşan bir mücadeleyle esnek çalışma dayatmalarını çöpe atabilirler. Elbette, sermayenin saldırılarına ve hak gasplarına karşı mücadelede ‘teknolojik’ bir engel bulunmadığı gibi, emekçilerin gerçek kurtuluşu da, kapitalist üretim ilişkilerinin kökten yıkılıp yerine sosyalist üretim ilişkilerinin kurulmasını zorunlu kılmaktadır.

Kürt ulusal hareketinde sübjektivist eğilimler – 2

YÖNTEMİN İFŞAA ETTİĞİ
Gördük ki, kaynağını “doğal toplum”dan alan “ikinci doğa”nın ontolojik özelliği, mevcut gerçek doğa ve onun maddi ilişkinliğinden özerkliğiydi. “Doğal toplum” ilişkilerinin (“toplumsallığı”, “ahlaki politik” oluşu vb.) salt kendi kendinin nesnesi olanözerk “ikinci doğa” olarak kavramsallaştırılmasındaki amaç ise, insan ve toplumla ilgili mutlak bir özün saptanmasıydı. Bu sabit formel kategorinin üretimi bir kere gerçekleştikten sonra, gerisi mantıki olarak kendiliğinden şekillenmekteydi. Artık tarih,”doğal toplum”dan elde edilen bu formel-mantıksal kategoriler (“toplumsal hakikat”, “toplumsallık”, “ahlaki politik toplum” vb.) temelinde tasnife tabi tutulabilirdi. Beş bin yıllık insanlık tarihi bir temel başlığa (“uygarlık”/”uygarlık sistemi” ya da “modernite”) indirgenebilir, alternatifi de “Demokratik Modernite” olarak saptanabilirdi. Çeşitli toplumsal formasyonlar, çeşitli üretim tarzı ve ilişkiler, çeşitli sınıf ve ideolojiler arasındaki ayrım ve farklılıklar, bu tasnifin dayandığı kriterler bakımından tali planda kaldığından, radikal bir düzleştirme de son derece mübah görülebilirdi. Bu tasnif kendi içinde mantıklıydı. Öyle ya; insanın ve toplumun mutlak özü, “doğal toplumun” ilişkilerinde oluşmuştu. “Doğal toplumu” izleyen bütün toplumlar, bu sabit özden uzaklaşma ya da onun tasfiyesi demekti. O halde, bu toplumların (“uygarlık sistemi”nin) temel ilişkileri ve kurumları (örneğin sınıf, iktidar ve devlet gibi) “yapay” ve “doğal olmayan”lar olarak reddedilmeliydi. Görev şimdi, insan ve toplumun bu asıl özü temelinde ve dolayısıyla bu ilişki ve kurumların dışında yeni bir toplum modelini tasarlamaktaydı. İşte, “Demokratik Konfederalizm” modeli ile bu görev, esas itibarıyla yerine getirilmiş sayılmaktaydı.
“Doğal toplum”dan hareketle sabit ve mutlak bir toplum ve insan özü oluşturma, sonra bu öze göre tarihi, insanı ve toplumları değerlendirme… “Bu, a priori yöntem olarak adlandırılan ve bir nesnenin özelliklerini, onları nesnenin kendisinden çıkartarak öğrenmeye değil ama nesnenin kavramından tümdengelim yoluyla çıkarsamaya dayanan eski ve sevilen ideolojik yöntem”i, Engels “Anti-Dühring”de çok net açıklar: “İlkin, nesneden [“doğal toplum” – A.C.] kalkılarak, nesnenin kavramı [“ahlaki politik toplum” – A.C.] üretilir; sonra da tümlük tersine çevrilip, nesne [toplum – A.C.] kendi kopyasına, yani kavramına [“ahlaki politik toplum” – A.C.]” göre değerlendirilir. Nesneye uyması gereken şey kavram olacak yerde, tam tersine, kavrama uyması gereken şey nesne olur çıkar. Böyle bir yöntemle çalışan ideolog, ahlak ve hukuku, insanların, kendilerini çevreleyen toplumsal ilişkilerinden türetecek yerde, kavramlardan ya da toplumun en basit diye nitelenen ögelerinden yola çıkarak türettiğinde, elinde bu marifeti gerçekleştirmek için iki türlü gereç bulundurur: Önce, mantıksal dayanak diye ele alınan soyutlamalarda hala rastlanabilecek değersiz bir içerik kırıntısı. Sonra da, öz bilincinden çıkartıp kavrama sokuşturduğu bir içerik. İdeologumuzun öz bilincinde ise, içinde yaşadığı toplumsal ve siyasal koşulların onaylama ya da yadsıma değeri taşıyan olumlu ya da olumsuz birer yansısından ibaret ahlaki ya da hukuki sezgiler, belki bir de kişisel fanteziler bulunur.
“İdeologumuz istediği kadar dönüp dursun, kapı dışarı ettiği tarihsel gerçek, bacadan tekrar içeri girecektir. O, bütün dünyalar ve bütün zamanlar için geçerli bir ahlak ve hukuk öğretisi önerdiğine inanırken, aslında, kendi çağının tutucu veya devrimci akımlarının, gerçek temelinden koparılmış olduğu için çarpıtılmış, tıpkı lunaparkların güldürücü aynalarındaki gibi baş aşağı çevrilmiş bir yansısını yaratır.”
Ama hemen belirtelim ki, bu sonuç ne bir sürpriz, ne de arkadaşlarımızın “yeni ideolojik paradigma”sının bir orijinalitesidir. Nirengi noktası bilinç veya akıl olan her felsefe, önünde sonunda ahlak felsefesine saplanmak zorundadır. Ahlak felsefesinin yelpazesi oldukça geniştir. Öylesine ki, burada orijinal bir söylemde bulunmak dahi özel bir marifet gerektirir. Örneğin: “Eğer bugün toplum olarak sorunlar yaşıyorsak, toplumsal sorunlarımızı çözemiyorsak, bu ahlaki tutumun yetersizliğinden kaynağını almaktadır.”  Şimdi, kaynağı verilmese, bu söylemin somutta kime ait olduğu bilinebilir mi? Diyanet İşleri Başkanı’na ait olacağı gibi, Papa’nın da ağzından çıkmış olabilir! Kesin olan, yalnızca, bu söylemin sahibinin düpedüz ahlak “felsefesi” yaptığıdır.
Ahlak felsefesi fasit bir daire gibidir: akıl, ahlaka; ahlak hakikate; hakiki ahlak, anlama; anlam yeniden yaratıcısı akla vb. bağlanır durur. Zenginliği, bu kategorilerin sıralanma ve birbirine bağlanma varyantlarından ibarettir. Tabiatıyla, bu dairenin “dışında” bulunan ve aklın kendi eseri “anlamla” buluşmasını bozacak her nesnel öge ve ilişki, “sistem” bozucudur. Bunlar, reddedilmelidir! Nesnel ilişkiler, nedensellik, belirlenimler, ekonomik koşullar, sınıflar, devlet, iktidar, hiyerarşi vb., pragmatik “ret ve kabul ölçüleri”ne vurulur. Bütün “ideolojik paradigma” oluşturucularında olduğu gibi, “yeni paradigma”nın tasarımcıları için de, sanki dünya ve tarih bugüne kadar sadece yanlış yorumlanmış, ve “muhteşem aklın” yeni bir yorumunu, derinlemesine yeniden anlamlandırmasını bekleyen bakire topraklar gibidir.
Gelgelelim, irrasyonel de olsa, her teori, rasyonel açıklanmak zorundadır. Felsefe tarihi, aklın bu açmazıyla boğuşmasından türeyen ilginç örneklerle doludur. “Yeni ideolojik paradigma”nın mitolojik dili, bu açmazı aşma çabasının ilginç bir örneği idi sadece. Ve ileride daha net göreceğimiz gibi, bu yöntem ve düşünme tarzı, tam da, aşmak istediği açmazları büyütmekten başka bir sonuç elde etmemektedir.

KATEGORİLERİN KATEGORİSİ: “AHLAKİ POLİTİK TOPLUM”
“Toplum Neden Ahlaki ve Politiktir?” başlıklı yazıdan devam edelim: “… insanın özü hakkında ne denilebilir? (…) Demek ki, insanın var olabilmesi için toplumsal olması, toplum halinde yaşaması bir tercih değil, zorunluluktur. (…) İnsanların bir araya gelişleri gerçek anlamda öze uygunluk anlamına [demek insanların bir araya gelişlerinin dışında, bir yerde, saf bir öz var! A.C.] gelir mi? Bu toplum halindeki yaşamın en karakteristik özellikleri nelerdir? Biz bu en temel özü, ahlak ve politika olarak kavramlaştırabiliriz. (…) Buradan şuna varıyoruz: insan türü toplum halinde yaşar, toplum da ahlaki ve politiktir.”
Bu saptamaların buradaki tek gayesi, özel bir kategori (“ahlaki ve politik toplum”) üretmektir.  Yoksa söylenen şeylerin somut bir anlamı yok, açıkçası totolojidir. “İnsan türü”nden söz ediliyorsa, zaten “toplum halinden” söz ediliyor demektir. Ya da; ahlaksız toplum mümkün mü? “Ahlaksızlık” dahi ahlakı ön koşar. Şu ya da bu toplumdaki “ahlaksızlık”, yalnızca egemen ahlaka aykırılığı ifade eder, yani bu halinde bile ahlakı varsayar. Ahlak, toplumsal bilincin bir biçimidir. Bilinç ise, “hiçbir zaman bilinçli varlıktan başka bir şey olamaz ve insanların varlığı, onların gerçek yaşam süreçleridir.”  Dolayısıyla asıl olan, ahlakın tabiatı gereği toplumda varlığı değil, toplumsal koşullar ve ilişkilerle bağıntısı nedeniyle, belirliliğidir. Ahlak, her zaman belirli bir ahlaktır. Mutlak bir ahlak yoktur; sınıflı toplumlarda ahlak, her zaman sınıf ahlakı olmuştur (belirli sınıfların belirli ahlak anlayışları söz konusudur). Bu belirliliği de, insanların “sınıfsal konumlarının kaynaklandığı pratik ilişkilerden, eş deyişle, üzerinde üretim ve değiş tokuşta bulundukları ekonomik ilişkilerden” türer.
Kısacası, “ahlaki bir toplum” dediğimizde, henüz somut ve belirgin bir şey söylemiş sayılmayız. Peki ama, her toplumda ahlakın olması, ahlakın kendisinin mutlaklığının bir göstergesi değil mi? Buradaki mutlaklık ama, ahlakın yalnızca formel bir kategori olarak varlığından ibarettir. Açıktır ki, kavramları, onların temelinde bulunan ve yansıması oldukları gerçeklikten ayırdığımız vakit, şeylerin adını/kavramını, şeylerin kendisine dönüştürmüş oluruz. Ve bu noktadan ötesi, yani şeylerin adını ya da tanımını veya adının anlamını değiştirmekle, şeylerin kendisini, yani gerçekliğin kendisini değiştirdiğimizi düşünme gafleti pek uzak sayılmaz!
Peki gerçeklik, öznenin bu kavrama yüklediği anlama uymuyorsa? Uymuyorsa, sübjektivist özne, karşılaştığı bu çelişkili gerçekliği, ret etmek suretiyle kaldıracaktır! Nitekim: “Politikanın toplumsal doğayla olan özsel ilişkisi nedeniyle politika yapmak toplumsal olmak anlamına gelir. Temel işlevi toplumu güzelleştirmek, toplumun yaşamını rahatlatmak ve toplumu geliştirmek olduğundan toplumsal çıkara dayanmayan herhangi bir aktivitenin politika olarak adlandırılması, özsel olarak yanlıştır. Politik olan ahlaki ve toplumsaldır.”
Politika kavramının özünü, önsel bir yöntemle elde etmiş bulunuyoruz. Geriye, gerçek hayatın bu mutlak öze uyup uymadığına bakmak kalıyor. Fakat görülüyor ki, politika yaptıklarını sandıklarımız, politikanın bu özüne uymuyorlar! Realitede politika, “kendi” mutlak kavramına aykırı yürütülüyor! O halde yanıtımız bellidir; bu, politika olamaz: “Dolayısıyla toplumsallığın karşıt kutbunda yer alan ve onun altını oyan hiyerarşik devletçi sistemin yaptıklarına politika denmez. (…) Bu yönüyle devletçi sistemler özünde politika yapmazlar, birbirine yabancılaştırılmış parçaları, örgütsüz kılınmış kitleleri iktidarcı sistemin çıkarları temelinde idare ederler.”
Demek gerçeklik, sadece, ondan türetilmiş kavrama aykırı bir tablo sunmuyor, insanlık; gerçekliğin, kavramların o mutlak ve soyut özüne yabancılaşmasının bedelini de ödüyor! Zira, insanlığın beslenmeden üremeye pek çok sorunu sıralandıktan sonra; “… tüm bu ve benzer sorunların çözülememesinin veya yenilerinin oluşturulmasının temel nedeni, toplumsallaşmadan, onun ahlaki ve politik olan özünden kopmaktır. Ahlak ve politikadan uzaklaşıldığı ölçüde, insan olmaktan da uzaklaşılır.”  (Yine ahlak felsefesine varmış olduk!)
“Demokratik Modernite” yazarları işin biraz kolayına kaçmış olmuyorlar mı? ‘Buna politika denmez’ savıyla işin içinden çıkılabilir mi? “Devletçi sistemin” ya da şu veya bu partinin politikasını, kendi politika anlayışınıza uygun görmeyebilirsiniz. Ama sırf kendimizin sabitlediği bir öze uymuyor diye, bunların politika olmadığısöylenebilir mi?
Politikanın “temel işlevi toplumu güzelleştirmek, toplumun yaşamını rahatlatmak ve toplumu geliştirmek” olduğu söylenmekte. Politikasının bunun tersini amaçladığını iddia eden herhangi bir ciddi parti, politik akım ya da politikacı var mı? Olmaması bir tarafa, bunların, sizin politikaya yüklediğiniz işlevi ve ahlaki söyleminizi dahi imzalamaktan tereddüt etmeyeceğinden emin olabilirsiniz!
Öte yandan, “politika yapmak toplumsal olmak anlamına gelir” denilmekte!? Peki, “toplumsal olmak” somutta ne anlama gelmekte?! Bu toplum sınıflara bölünmüşse, yani farklı ve karşıt çıkarlar toplumu karakterize ediyorsa, “politika yapmak” nasıl ve hangi muhtevayla, kimin çıkarlarını savunarak ya da savunmayarak “toplumsal olmak” anlamını taşıyacak? Bu soyut ve mutlaklığı içinde her sınıfın, her partinin “politika yapması”nın “toplumsal olması” anlamına geldiği açık değil mi? Ve sınıflı toplumlarda, (üstelik “politika”nın o politikayı izleyen sınıfların gerçek motiflerinin bir biçimi olduğu göz önünde bulundurulduğunda), politikalar arasındaki farklılığı ortaya koyabilmek için, şu ya da bu “politika”nın kimin, hangi sınıfın gerçek motiflerini yansıttığının ortaya konulması gerekmez mi? Bunu yapmadan, kendi politikanızın “toplumsal olmak” olduğuna dair savınızı dahi somutlaştıramayacağınız açık değil mi?
Sınıflı toplumların tarihinde, egemen olmak isteyen her sınıf, kendi sınıfsal çıkarlarını toplumun genelinin çıkarına büründürerek lanse etmiştir. Politikasını da buna göre oluşturmuştur. Toplum için, toplumun ortak çıkarları için hareket ettiğini iddia etmiştir, toplum adına söylediklerinin özünde kendi sınıfsal çıkarlarının ifadesinden başka bir şey olmamasına rağmen! Tersinin mümkün olmaması ortadadır sanırız. Örneğin bugün, burjuva partileri dese ki, ‘biz sermayenin çıkarlarının temsilcisiyiz’, ve pratikte de katı bir şekilde sadece ve sadece sermayenin saf çıkarlarını yaşama geçirseler, ne iktidar olabilirler ne de emekçi halktan destek görürler. Bunu yapamayacakları ortadadır.
Fakat tersini yapabiliyor olmaları, yani temsil ettikleri sınıfın çıkarlarını genelin çıkarları olarak gösterebilmeleri neyi kanıtlamaktadır? Sınıflara bölünmüş toplumda, sınıfsal çıkarlar, genellikle saf haliyle değil, gerçekten ortak olan ve bir de ortak olduğu sanılan sorunlar üzerinden, yani “ortaklığın yanıltıcı evrensel biçimi” (Marx) üzerinden dolayımlanarak kendini ortaya koymaktadırlar (zaten bu zemin olmasaydı, egemenlerin her türlü manipülasyonu, propagandası, kısacası ideolojik-politik hegemonyası baştan imkansız olurdu). Çıkar karşıtlıklarının var olduğu bir toplumda, hiçbir sınıf “ortaklığın yanıltıcı evrensel biçimi”ni göz ardı ederek, kendi özel çıkarlarına “genel çıkar” niteliğini veremez. “Genel çıkar” niteliğini veremeden de, iktidar olamaz, iktidarında da kendi özel çıkarlarını yaşama geçiremez.
Şimdi; somut sınıf çıkarlarının bu “genel çıkar” dolayımlı teorik ifadelerini (“politika” ve “işlevi”!) mutlak doğru haline getirmek ve ardından bu mutlak kategorilere tekabül etmeyen gerçekliği de ret etmek biraz basit olmuyor mu? Daha meşakkatli olsa da, tersini; yani gerçeklikle kavramlar arasındaki çelişkili ilişkiyi, gerçekliğin kendisini somut ve derinlemesine irdelemekle anlamaya çalışmak daha akli değil mi?

ÇELİŞKİYE KATLANABİLMEK
Anımsayacağımız gibi, “doğal toplum”da, yani “temel insanlık değerlerinin oluştuğu kök hücre”de , toplum “ahlaki politik”ti. Öyleyse, “ahlaki politik toplum”, toplumun “doğal formu”dur;  “normal hali”dir.  Bu durumda; toplumları, ahlak ve politikayı bu özel kategori üzerinden,”ahlaki politik toplum” kategorisi üzerinden değerlendirmek durumundayız!
Diyalektik materyalizme göre, kategoriler keyfi oluşturulamaz ya da salt sübjektif isimlendirmeler değildirler. Kategoriler, “şey ile kavram, varlık ile düşünme arasındaki yansıma ilişkisini yansıtmaktadırlar.” “Kategori, belirlenimi olarak varlık biçimini içeren düşünme biçimidir.”  “Demokratik Modernite”de, “ahlaki politik toplum” olarak karşımıza çıkan kategori ise, belirlenimi olarak somut varlık biçimini içermeyen, sadece bir düşünme biçiminden ibaret, formel bir kategoridir. Somutlaştırmak istediğimizde, yani somut varlık biçimi temelinde değerlendirdiğimizde, bu formel kategoriden geriye, sadece, sabit kavranan öze uygun Kantçı bir “olması gereken” buyruğu kalmaktadır. Dünya ama, Kant’ın sarih ahlaki kesin buyruklarına pek de aldırış etmeden ve dahası bunlarla büyük bir karşıtlık oluşturarak, dönmeye devam ediyor!
Burada bir parantez açarak, olası bir yanlış anlamanın önünü kesmemiz gerekiyor. Elbette, soyut ve mutlak öz anlayışlarını eleştirirken, radikal bir tarihselciliğe de düşmemek lazım. Şöyle ki: İnsan, aynı zamanda, ussal bir varlıktır. Aristoteles örneğin, insanı “rasyonel hayvan” –animal rationale– olarak da ayırt eder. Us nedir? Us, “değişikliklerin nedenlerini ve şeylerin şekillenişinin şartlarla bağlamlılığını idrak etme ve kavramda bütünü yapılandırma yetisidir.” Bu bakımdan, “nedenlerin, neden ve sonucun, koşul ve neticenin bağlamlılığının idrak edilmesine dayanan ve bu anlayış doğrultusunda bütünün teorik konstrüksiyonunu göz önünde bulundurarak kendi amaçlarını belirleyen eylem ussaldır.”  “Öznelerin yetisi olarak us, nesne dünyasının özelliği olarak potansiyellik, özne ile nesne dünyası arasında olası bir ilişki olarak ussal amaç koyma; bütün bunlar, yeni çağ felsefesinde ‘insanın otonomisi’ olarak tanımlanmıştır. Örneğin Kant, insanın onurunu bu otonomiye dayandırır.”
Ne var ki, böylesi bir “otonomi”nin kuruluşu, usun tarihsel bir süreçte oluştuğu gerçeği dikkate alındığında ancak materyalistçe kavranabilir. Bu tarihsel süreç içerisinde, “türün –üretim ilişkileri– yeniden üretiminin toplumsal örgütlenme biçimleri ortaya çıkmakta ve değişime uğramaktadır. Bu süreç, insanın doğayla metabolizmasının tarz ve biçiminin nasıl cereyan ettiğine –bilim ve teknik ile koşullu üretim tarzına– bağlıdır.”
Başka bir ifadeyle; kuşkusuz, insan gelişiminin aşamaları boyunca oluşan ve giderek insan türünün özellikleri haline gelen manevi değerler bulunmaktadır. Örneğin insan hakları gibi, evrensel hukukta da ifadesini bulan belirli normlar şekillenmektedir. Ya da bu bağlamda Hegel’in “özgürlük bilincindeki ilerleme” saptaması da hatırlanabilir. Dolayısıyla, bizim açımızdan sorun, insan türünün tarihsel gelişimi boyunca, refleksiyon aşamalarında somutlaştırılan, hatta duruma göre de kurumsallaşabilen belirli önsel öz momentlerin varlığı yokluğu değildir. Kaldı ki, bu tür momentlerin varlığını inkar etmek, bugünü mutlaklaştırmak ve geçmişin maddi ve manevi olarak bugüne olan etkisini reddetmek demektir. Bütün mesele, bunların, her defasında insan türünün tarihi sürecinden, onun maddi ilişkilerinden kopartıp mutlaklaştırmaksızın, bu sürecin momentleri olarak kavranmasıdır. Bu bağlamlılık, aynı zamanda ve özellikle, “Demokratik Modernite”de esasta öznel ele alınan “muhteşem akıl” için de geçerlidir.
Parantezi kapatıp devam edelim… Açıktır ki, nesnel çelişkilerden kaçınmak için formel kategoriler düzleminde kalarak gerçekliğe ulaşamayız. Gerçekliğe ulaşabilmek için çelişkilere de katlanmamız gerekir. Katlanmadığımızda, yani çelişkiler karşısındaki tutumumuz ilk bakışta pek erdemli görünen rette kaldığında, ahlak felsefesinin fasit dairesinden çıkmak şöyle dursun, çıkmak ihtiyacını dahi hissetmeyiz. Kuşkusuz, bu dairenin içinde kavramlar, kolaylıkla karşıtları olmaksızın ele alınabilir, kategori ile gerçeklik arasındaki farklılıklar ötelenebilir ve somut belirlenimlerden kaçınılarak hemen hemen her şey birkaç kategoriye indirgenebilir ya da çeşitli toplumlar, sınıflar ve ideolojiler arasındaki niteliksel farklılıklar kolaylıkla düzleştirilebilir. Ama emin olabiliriz ki, bu dairenin “dışındaki” gerçek dünya, yine de bildiğini okumaya devam edecektir.
Belirtmek gerekir ki, kavram ve kategorileri formel ve karşıtlıkları olmaksızın ele alış genel olarak “Demokratik Modernite” makalelerinin bir özelliğini oluşturmakta. Örneğin uygarlık! O yalnızca kötü ve olumsuzdur: “Uygarlık tarihi savaşlar ve katliamlar tarihidir. Savaştan, şiddetten, acıdan, zor ve baskı olaylarından, kan göz yaşı ve tecavüzden bağımsız bir uygarlık tanımı geliştirmek zordur.”  Varsa içinde bir olumluluk, o da “uygarlık sistemi”ne karşı verilen mücadelelerden ibarettir. Oysa, sırf “doğal toplum”dan mutlak ‘natürel özler’ türetmek uğruna, binlerce yıllık insanlık tarihini bu denli tek yanlı ve düzleştirerek ele almak ne kadar doğru olabilir?
Uygarlığın bu tek boyutlu, düzleştirilmiş kavranışın yanlışlığını göstermek için tek başına üretim araçlarının tarihine bakmamız yeterli olacaktır. (Mesele, ‘tabii uygarlık döneminde de gelişmeler olmuştur’ vb. beylik lafların yapılıp yapılmaması değildir! Mesele; uygarlığın çelişik gelişiminin doğrultusunun, ortaya çıkardığı maddi koşulların ve bu koşulların sunduğu olanakların görülmesi; ve olanın kendi karşıtını bağrında taşıdığının anlaşılmasıdır.) Örneğin, özel mülkiyet ile üretim araçları arasındaki ilişkiyi ele alalım. Kaba bir bakışla, kölecilikten bu yana üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin varlığını sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Ancak yakından bakıldığında, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin gereklilikten gereksizliğe doğru geliştiği görülür. Büyük sanayi, bu bakımdan, üretim aracı ile özel mülkiyet arasındaki çelişkiyi sadece uç noktaya taşımamış, aynı zamanda, kendisiyle birlikte özel mülkiyetin de ortadan kaldırılmasının koşullarını yaratmıştır.
Engels’in dediği gibi, “eski kölelik olmasaydı, modern sosyalizm olmazdı”! “Kölelik ve ona benzer başka şeylere karşı genel formüllerle savaşa girişmek ve böylesine bir alçaklık üzerine yüksek bir ahlak öfkesi yağdırmak, pek para etmez. Ne yazık ki, böyle yapmakla, herkesin bildiği bir şeyden, yani bu eski kurumların artık bizim bugünkü koşullarımıza ve bu koşulların bizde belirlediği duygulara uygun düşmediğinden başka hiçbir şey anlatılmış olmaz. Ama bu da, bize, bu kurumların doğuş biçimi, varlık nedenleri ve tarihte oynadıkları rol üzerine hiçbir şey öğretmez. Ve eğer bu sorun üzerine eğilirsek, bu ne denli çelişik ve ne denli aykırı görünürse görünsün, o zamanki koşullar içinde köleliğin ortaya çıkışının büyük bir ilerleme olduğunu söylemek zorunda kalırız. İnsanlığın hayvandan başladığı ve barbarlıktan kurtulmak için barbar, hemen hemen hayvansal araçlara gereksinme duyduğu saptanmış bir gerçektir. Eski topluluklar varlıklarını sürdürdükleri her yerde, Hindistan’dan Rusya’ya değin binlerce yıldan beri en kaba devlet biçiminin, Doğu despotluğunun, temellerini oluştururlar. Ancak bu toplulukların dağıldığı yerlerdedir ki halklar kendilerini geçmişlerdir, ve ilk ekonomik ilerlemeleri de, üretimin köle emeği aracıyla artması ve gelişmesi olmuştur. Sorun açıktır: İnsan emeği zorunlu yaşama araçları ötesinde ancak çok az bir artık sağlayacak denli üretken olduğu sürece, üretici güçlerin artışı, alışverişin yaygınlaşması, devletin ve hukukun gelişmesi, sanat ve bilimin kuruluşu, ancak ve ancak, ister istemez yalın kol emeği sağlayan yığınlar ile kendini çalışmanın, ticaretin, devlet işlerinin yönetimine, daha sonra da sanat ve bilim uğraşlarına vermiş az sayıdaki ayrıcalıklı arasındaki büyük işbölümü sayesinde olanaklıydı. Bu işbölümünün en yalın, en doğal biçimi de, köleliğin ta kendisi idi. Eski dünyanın, özellikle Yunan dünyasının önertileri [tarihsel ön koşulları –A.C.] nedeniyle, sınıf karşıtlıkları üzerine kurulu bir toplumun ileriye doğru gidişi ancak kölelik biçimi altında gerçekleşebilirdi.”
Üretim araçlarının özellikleri, üretici güçlerin ve üretimin gelişmişlik düzeyi, toplumsal işbölümü, ekonomik koşullar, üretim ilişkileri… Engels sanki boşuna nefes tüketmiş; “Demokratik Modernite”den Nuhat Mihriban arkadaşımız işin sırını çoktan çözmüş bile:
“Tarih, sonsuz çoğullukta tecelli eden olayların bir rastlantısıdır. (…) Rastlantıları ahlaka ve değerleri savunmaya yönelterek, onları düzene sokmak bizim elimize kalmış etik bir seçimdir. Ahlaki seçimin getireceği sorumluluk ise belli bir ekonomi politikayı uygularken kendisini belli edecektir. Batılı-aydınlanmacı-modernist bir çizgisel ekonomi-politikayı mı tercih edeceğiz? Yoksa Aryen antikitesinden Kürt demokratik modernitesine doğru evirilen komunalist eğilimleri sürekli saptayarak alternatif bir modernitenin perspektifinden mi hareket edeceğiz?”
Ah-lak! Yine çıkıverdi karşımıza! Fakat işin en acı tarafı, yukardaki satırların sahibinin, Marksistleri “düz-çizgisel tarih anlayışı”na sahip olmakla eleştirmesi! Oysa onunki ne sade: Tarih, … olayların bir rastlantısı! Rastlantılar, adı üstünde, “düz-çizgisel” şemalara sığmaz; nerede peydahlanacakları bilinmez çünkü. Ama sorun değil; en azından ortaya çıktıkları anda onları nereye yönelteceğimizi biliyoruz şimdi! Bu arada arkadaşımızın, rastlantıları pratikte nasıl ahlaka yönelteceğini de merak etmiyor değiliz! Bir de “sonsuz çoğullukta tecelli eden olaylar” var. “Onları düzene sokmak” gerekiyor. Ama anlaşılan bu da sorun değil. Çünkü bu mesele de “bizim elimize kalmış etik bir seçim”in konusu! Bunları başarmakla bir şey yaptığımız sanılmasın, zira “ahlaki seçimin getireceği sorumluluk” kendisini asıl olarak “belli bir ekonomi politikayı uygularken” belli edecektir. Evet; ekonomi politikalar arasında hangisini “tercih edeceğiz” şimdi? Fakat burada sanki etiğimizi bile zorlayacak bir problemle yüz yüzeyiz gibi. Zira kabul edilir ki, ahlaki de olsa, seçim için seçeneklerimiz olmalı. Seçeneklerimiz yoksa, seçimde de bulunamayız. O halde, öncelikle seçeneklerimiz ne? Balta mı, değirmen mi, buhar makinası mı, elektronik makinalar sistemi mi? “Alternatif Modernite”miz için ekonomi politikamızı “tercih ederken”, seçeneklerimiz arasında ne tür hammaddeler var; tunç mu, demir mi, çelik mi, kömür mü? Enerji seçeneklerimiz nelerdir? Ağaç mı, petrol mu, atom enerjisi mi? Bu sorular uzatılabilir. Fakat bu sorular şu soruyu da beraberinde getirmekte: Seçimimiz etiğimize bağlı olacak olmasına da, seçeneklerimiz neye bağlı olacak?! Örneğin dijital teknolojinin bin yıl önce keşfedilmemesini, tarihin, yani “sonsuz çoğullukta tecelli eden olayların bir rastlantısı” olarak mı göreceğiz, yoksa bu rastlantının ahlaka yönlendirilmesinde o yıllarda yapılan yanlış bir tercihle mi açıklayacağız?!
Bu etik tarih anlayışını bir tarafa bırakıp; bir de Marksistlerin “düz-çizgisel tarih anlayışı”na bir göz atalım: “Tarih, her biri kendinden önce gelen kuşaklar tarafından kendisine aktarılmış olan malzemeleri, sermayeleri, üretici güçleri kullanan farklı kuşakların ardarda gelişinden başka bir şey değildir; bu bakımdan, her kuşak, demek ki, bir yandan geleneksel faaliyeti tümüyle değişmiş olan koşullar içinde sürdürür, ve öte yandan, tümüyle değişik bir faaliyetle eski koşulları değiştirir; bu, kurgu yoluyla öyle çarpıtılabilir ki, daha sonraki tarih daha önceki tarihin amacı haline getirilir,  örneğin, Amerika’nın keşfine, Fransız devriminin patlamasına yardım etme amacı atfedilir; dolayısıyla, böylece tarih kendine özgü amaçlar edinir ve ‘diğer kişiler gibi bir kişi’ (yani ‘Öz-bilinç, Eleştiri, Birtek’ vb.) haline gelir, oysa geçmiş tarihin, ‘Belirleme’, ‘Amaç’, ‘Tohum’, ‘Fikir’ gibi terimlerle belirtilmesi, daha önceki tarihin yakın tarih üzerinde meydana getirdiği aktif etkinin soyutlamasından başka bir şey değildir. Bu gelişmenin seyri içinde birbirleri üzerine etki yapan ayrı ayrı alanlar genişledikçe, gelişmiş üretim tarzıyla, karşılıklı ilişkiyle ve bunların doğal sonucu olarak uluslar arasındaki işbölümüyle çeşitli ulusların başlangıçtaki kendi içlerine kapalılıkları yıkıldıkça, tarih de, gittikçe dünya tarihi haline dönüşür.”
Doğrudur; bu tarih anlayışına “düz” denilebilir, çünkü tarihin tinsel semalarında değil, dünyevi düzlüklerinde dolaşıyor; “çizgisel”dir de, çünkü rastlantıların sonsuzluğu karşısında şaşkına dönmüyor, onların dahi nedensiz olamayacağını bilerek gerçek olayların çizgilerini ve izlerini irdeliyor!
Devlet meselesine geçmeden önce, “ahlaki politik toplum” kategorisinin, yani toplumun bu ‘natürel özleri’ ile ilgili akla gelebilecek bir hususa daha değinmemiz gerekiyor. Tarihte çeşitli toplumsal formasyonlarla karşılaşmaktayız. Yine de; toplumla ilgili formasyonlar üstü, yani her insan toplumunda karşılaşabileceğimiz şeylerden söz edilemez mi? Kuşkusuz söz edilebilir ve bunlar hiç de önemsiz değildirler. Örneğin her toplumda; doğayla ilişkiler, ekonomi, üretim ve tüketim, örgütlenme biçimleri, dil ve iletişim, kültür, sanat, kamuoyu vb. olacaktır. Ama bunlar muhtevaları sabit, mutlak özler olarak söz konusu olmayacaklardır. Her birisi ancak; belirli bir ekonomi, belirli bir üretim, belirli bir kültür vb. olarak söz konusudurlar.
“Demek ki, insanların, içinde üretimde bulundukları toplumsal ilişkiler, toplumsal üretim ilişkileri, maddi üretim araçlarındaki, üretici güçlerdeki değişme ve gelişme ile birlikte değişir, değişik bir biçim alır. Üretim ilişkileri bir bütün halinde toplumsal ilişkiler denilen şeyi, toplu- mu, ve özellikle, belirli bir tarihsel gelişme aşamasındaki bir toplumu, özgün, ayırdedici nitelikte bir toplumu oluşturur. Antik toplum, feodal toplum, burjuva toplum, herbiri, aynı zamanda, insanlık tarihinde özel bir gelişim aşamasını belirten bu türden üretim ilişkileri bütününü oluştururlar.”
Örneğin sermaye ya da toprak rantı; bunlar belirli bir toplumsal üretim ilişkisidir. Toprağın ürün vermesi özelliği, o toprağın bir ağaya, kapitaliste ya da bir kolektife ait olmasına bağlı değildir. Bununla birlikte tersi önemsiz değildir, yani toprağın verimliliğinin düzeyi, söz konusu üretim ilişkileriyle alakasız değildir. Dolayısıyla, tek başına toprağın ürün verme özelliğinin altını çizmemin hiçbir önemi yoktur. Zira bu özelliğinin kendini somutta nasıl ve hangi verimlilik düzeyinde göstereceği, hali hazırdaki toplumsal üretim ilişkilerine bağlıdır. Toprak topraktır ama, onlar hakkında somut bir şey ifade eden ve onları birbirlerinden ayırt eden verimlilikleridir, örneğin üzerinde kara saban ya da traktörle mi çalışıldığıdır. Toplumun/toplumların, dilimizin döndüğü kadar anlatmaya çalıştığımız bu kadar temelli ve belirli maddi ilişkileri ortadayken, sabit ve mutlak bir öz olarak, bir taraftan son derece belirsiz, diğer taraftan bütünüyle formel “ahlaki politik toplum” kategorisine sarılmak, koca insanlık tarihini bu kategoriden kopuş ve kaçış olarak açıklamak ve dahası geleceği de onun üzerinde inşa etmeyi tasarlamak işin biraz kolayına kaçmak olmuyor mu?
Kuşkusuz, çelişkilere katlanmak yerine, onlardan “kaçışı” yeğleyen bu anlayış anlaşılamaz değildir: “Politikanın ilkesi iradedir [istenç]. Politik akıl ne kadar tek yönlü ise, bu demektir ki ne kadar gelişmiş ise, o denli iradenin her şeye muktedir olduğuna inanır, o denli iradenin doğal ve tinsel sınırları karşısında kördür, yani o denli sosyal yoksunlukların kaynağını keşfetmekte yeteneksizdir.”
Bu alıntının ardından, iradenin ve “muhteşem aklın” kudretine dair “Demokratik Modernite”den bir örnekle bu konuyu kapatalım: “Toplumların insan kurgulaması inşalar olduğu gerçeği, bizi, gerekli irade ve bilinç gösterildiği takdirde yeni bir toplumsallığın her zaman olanaklı olduğu sonucuna ulaştırır. Yeni toplumsallıkların inşası ancak güçlü zihniyet çalışmasına bağlı olarak gelişir. (…) Ulaşılmak istenen özgür toplum önce zihniyette oluşturulur. Bunun bilinci ve inancı yaratılır. Ondan sonra nasıl yapılacağına dair yol-yöntem belirlenir ve buna göre yapma eylemine girişilir.”
Reçete elimizde! Mazeret yok!

DEVLET VE İKTİDAR VİRÜSÜ
Tahmin edilebileceği gibi, “ahlaki politik toplum” kategorisi, “yeni ideolojik paradigma”nın “devlet” ve “iktidar” anlayışı açısından da özel bir önem teşkil etmektedir. Bu bakımdan, “Ortadoğu’da Zerdüşti Ahlaki Direnişi Güncelleme İhtiyacı” başlıklı makaleden yapacağımız alıntı, bir fikir vermektedir:
“Öcalan ahlaki politik toplumu öz itibariyle iyilik, mutluluk, doğruluk, güzellik, özgürlük, eşitlik ve demokratiklikle ele alıp niteler. Toplumsal yaşam için ahlaki olan iyi ve güzel olandır, yani metafiziktir. Burada hakikat can alıcıdır. Politika hakikat ışığında yol alıp tartışma, katılım, kendi olabilme ve kararlaşma sürecinde anlamı arayıp bulur, fark eder ve özgürlük ile arınır. Dolayısıyla eko-toplumsal yaşam daha çok toplumsal yaşamı savunur, onu devletçi, tahakkümcü, sınıfsal özelliklerinden arındırma mücadelesine girişir. Toplumsal yaşamın varlığı, özgürlüğü ve devamlılığı için ahlaki, politik, entelektüel, tarihi, sosyolojik eğitimle bilinçlendirilmesi olmazsa olmazdır. Bu özünde devrimle mümkün hale gelir. Devrim reel sosyalizm ve ulusal kurtuluş hareketlerinin yapısal yetmezlik olarak yaşanan önce iktidarı, devleti ele geçirip sonra toplumu değiştirmek, dönüştürmek ve topluma devlet, iktidar hediye et demek değildir. Öcalan, iflas eden bu felsefeye, devrimin toplumu yeniden yaratma olgusuna esastan cephe alır. Yeniden yaratmanın pozitivist ve yeni tanrı insan inşa etmekten başka anlama gelmeyeceğini deşifre eder. Dolayısıyla devrimler; ‘toplumu aşırı sermaye ve iktidar yükünden arındırdıkları oranda toplumsal devrim olarak’ alınabilir. Bu özünde ahlaki, politik, ekolojik toplumsal yaşamın kendisi olmaktadır. Bugün toplum kendi sorunlarıyla ilgilendiği kadar dünya sorunlarına eğiliyor. Ve çözüm için yeniden düşünmek diyebiliyorsa, bu da anti-kapitalistliktir. Anti-kapitalistliğin sözde kalmaması, toplumsal yaşamda ete kemiğe bürünmesiyle olmaktadır. Demokratik komünaliteye yol alış böyle olur. Eko-siyasete bugün daha fazla ihtiyaç duyulması da bu nedenle önemlidir.”
Doğrusu, yazarını kutlamak lazım. Bu bir paragrafa o kadar çeşit unsuru eğip bükerek sığdırmış ki, ayıklamak ve düzeltmek için kitap yazmak gerekirdi. Şükür ki, bazı unsurlara, genel hatlarıyla da olsa, daha önceden değinmişiz. Yine de burada, doğrudan değinemeyeceklerimizle ilgili şu notları düşmeden devlet meselesine geçmiş olmayalım:
Hakikat, insanın onu izlemekten başka çaresi bulunmayan, kendi kendini kanıtlayan bir “otomat” değildir.  Hakikat kavramının tarihselliği, diyalektik felsefenin bir aksiyomudur. / Politikanın tam da “hakikat ışığında” (!) en çok yol aldığı toplum, “halk yaşamı ile devlet yaşamının özdeş” olduğu ortaçağ toplumudur. Bu bakımdan, mesele eğer toplumun politik olması ise, ortaçağ toplumu en politik toplum idi.  / Devrim, nesnel bir evrimin sonucudur. Gerçekleştiği günün ertesinde de bitmiş olmaz; kendisini ortaya çıkaran tarihsel koşullar ve maddi belirlenimler, dolaylı ya da dolaysız devam ettiği sürece de sürer. Pozitivist kafanın mühendislik tasarımı hiç değildir; çünkü “dışsal” değil, olandan çıkan olarak olanın içsel uzlaşmaz çelişkilerinin radikal çözüm girişimidir. / İktidarı almaya yeltenecek sınıf, bugünkü halindeki sınıf olamaz. Yeltenişi, bugünkü halinin değişimini varsayıyorsa, toplumsal değişim de salt devrimin sonrasında başlamıyor demektir. /Sosyalizm bir proje olmadığı gibi, bir alternatif (seçenek) konusu da değildir. Kapitalizmin somut ve belirli çelişkilerinin, belirli ve somut çözümünün yegane yoludur. Zaten bu nedenle Marx ve Engels, “şimdiki durumu ortadan kaldıran gerçek hareketi”komünizm olarak adlandırırlar. / Marksizm için anti’ciliğin kendisi değil, karşı olmanın nedeni ve ne için’liği esastır. Bir şeye karşı olma, bir şey için olma momentiyle mantıksaldır. Bunun için doğal olarak her anti-kapitalist sosyalist değildir. / Toplumsal çelişkiler, paradigma anlayışıyla anlaşılamaz ve çözülemez. Paradigma kategorisi, gerçeği mutlak varsaydığından, göreceliğini atlar. Dünyayı modeller olarak tasarlar; bir modelin yerine başka bir modeli koyarak, bilgideki tarihselliği ve derinleşmeyi göz ardı eder. / Toplum sadece “bugün” değil, genellikle “kendi sorunlarıyla ilgilendiği kadar dünya sorunlarına” eğilir. İşin buradaki püf noktası, ona, “kendi sorunları”ndaki “dünya sorunları”nı gösteren dolayımdadır. Tekil ile evrensel birbirinden ayrıştırılarak anlaşılamaz. Genel bağlamlılık, yalnızca tekilin evrensel dolayımlılığında belirlenebilir. “Dolayımın diyalektik yapısını karakterize eden, kendisinin her daim ve her anda bütünü teşkil etmesi, ama sürekli yalnızca tekilin dolayımlılığı olarak görünmesidir.”…
Marksizme yönelik göndermelere bu notları düşmüşken, bir itirazda daha bulunalım. “Demokratik Modernite”de, “toplumsal kurtuluşu devlet olmakta gören anlayışlar ezilenlerin mücadelesine damgasını vurmuşlardır” savı sık sık tekrarlanmaktadır. Bunun, yani “kurtuluşu devlet olmakta” görmenin, en azından Marksizm açısından söz konusu olmadığını vurgulayalım. Mesela denilmektedir ki: “Hatta çoğunlukla devletin aşılması gerektiği ve bir gün mutlaka aşılacağı, ‘tarihin çöp sepetine’ atılacağı ön tespitleri yapılmıştır. Buna rağmen devletin ‘geçici’ olarak kullanılabileceği, hatta kullanılması gerektiği yönünde de tespitler vardır. Bu daha çok devleti bir güç olarak görüp, o gücü ele geçirerek kendi toplumsallığını kurmak için kullanma yanılgısına yol açtığı bir yanılsamadır. Bir anlamda devlete bir örgütlenme biçimi olarak yaklaşılmış, ezilenlerce idare edilirse sömürücü karakterini yitirebileceği sanılmıştır. Fakat tarih devletin bir biçimden ibaret olmadığını, kendi başına bir özne olabileceğini (hegemonik) ve bu niteliğinden dolayı onu ele geçirenlerin, aynı zamanda onun tarafından ele geçirildiğini göstermiştir. Çünkü devlet her zaman göründüğünden daha fazlası olmuştur. Bunun için devlet odaklı her türlü örgütlenme anlayışı toplumsal güçlerin sistem içileşmesine yol açmıştır hep. Devletin toplumsal kurtuluş için araç olamayacağı artık netleşmiş durumdadır.”
Tartışmasızdır ki, devleti  “bir biçimden ibaret” görme Marksizme yabancıdır. Marksistler, sorunu devletin belirli bir biçiminde (yani şu ya da bu devlet biçiminde) değil, aksine devletin kendisinde gördüklerinden, devleti “ele geçirerek kendi toplumsallığını kurmak için kullanma yanılgısına” da düşmezler. Burjuva devlet ele geçirilmez, yıkılır. Dolayısıyla, bu devleti “geçici olarak kullanma” da söz konusu olamaz. Mevcut devletin yerine kurulacak yapı, aslında klasik anlamda “devlet olmayan bir devlet”tir, çünkü görevi kendisini gereksiz kılacak koşulların oluşmasına hizmet etmektir.  Bunun somut olarak ne denli devlet, ne denli devlet olmayacağı, esasta devrimin gerçekleştiği ülkenin toplumsal gelişmişlik düzeyi ve ulusal ve uluslararası karşı-devrimin direniş gücüyle bağlantılıdır. Ama şu açıktır, işçi sınıfı ve emekçi halk, iktidardan al aşağı ettiği sınıfın/sınıfların direnişlerine karşı kendi yeni düzenini korumak zorundadır. Bu sınıflara karşı koyabilmek için kendi zor aygıtına (kendi devletine) gereksinim duyacaktır. Bu gereksinim, “kurtuluşu devlet olmakta görme” gibi ideolojik bir neden ya da “yanılgı”lardan kaynaklanmamaktadır, tersine sınıflı toplum gerçekliğinden doğan bir zorunluluktan ibarettir!
Ancak, işin bu boyutuna aklıselim bakabilmemiz için, öncelikle devleti, “her zaman göründüğünden daha fazlası olmuştur” sözleriyle mistikleştirmemiz gerekir (kabul etmek gerekir ki, Türkiye’de devletin mistikleştirilmesi eğilimlerinin yaygın olmasında, bizdeki imparatorluk devletinin burjuva devletine dönüşmesi sürecinin son derece kendine münhasır özelliklerle cereyan etmesinin özel bir etkisi bulunmaktadır). Bu önemlidir, çünkü devleti mistikleştirmek düşünce tarihi bakımından geriye savrulmak demektir. Nitekim Hıristiyanlık, devleti, teolojiden açıklayıp meşrulaştırmıştı. Fakat Marx’ın da vurguladığı gibi, sonraları; Machiavelli, Campanella, Hobbes, Spinoza, Hugo Grotius, Rousseau, Fichte ve Hegel gibi düşünürler, devleti “insanın gözüyle” değerlendirmeye, onun “doğa yasaları”nı ustan ve tecrübeden hareketle geliştirmeye başladılar. Devlet somuttur; doğası ve nitelikleri Marksistler açısından herhangi bir muammaya yer vermeyecek kadar nettir.
Buradaki söz konusu mistikleşmeyi olanaklı kılan, devletin “kendi başına bir özne olabileceği” savıdır. Ancak burada atlanılan, sorunun şu diyalektiğidir; devletin tam da “kendi başına bir özne olabilmesi”ni sağlayan maddi ilişkiler, onun aslında kendi başına bir özne olmadığının kanıtıdır! Bilindiği gibi, burjuva devlet, “kamusal ile özel yaşam, genel çıkarlar ile özel çıkarlar arasındaki çelişkiye dayanmaktadır”.  Tam da bu ikisi arasındaki çelişkiden ötürü, “ortak çıkar, devlet olarak, bağımsız bir şekil” alır. Yani: Devlet, öncelikle, ortak ve özel çıkarların özdeş olmamasının bir ürünüdür. Ama, özdeş-olmayan’ın (özdeşsizliğin) bir ürünü olarak devlet, bir özdeşlik oluşturmalıdır. Bu bakımdan devletin, özdeş ve özdeş-olmayan çıkarların illüzyonlu özdeşliği olduğu söylenebilir. Ancak, bu illüzyona aldanmamak gerekir. Zira, devletin bu bağımsız görünümü, onun üzerinde yükseldiği nesnel zemine dayanır. Bu zemin, sınıfların çıkarları ve bu çıkarlar mücadelesinin sonucunda bir sınıfın diğer sınıflar üzerinde kurduğu egemenliktir. Marx ve Engels bu nesnel durumdan iki sonuç çıkartmışlardır. Birincisi; “devlet içindeki tüm mücadelelerin, demokrasi, aristokrasi ve monarşi arasındaki mücadelenin, oy hakkı uğruna verilen mücadelenin vb. vb., farklı sınıfların birbirlerine karşı yürüttükleri gerçek mücadelelerin büründüğü yanıltıcı biçimlerinden başka bir şey olmadığı”. İkincisi; “egemen olmak gayretindeki her sınıf, kendi çıkarını yeniden genelin çıkarı olarak sunmak için, her şeyden önce politik iktidarı ele geçirmek zorunda” kalmasıdır. Haliyle, başlangıçta proletarya da “bunu yapmaya mecburdur”; her ne kadar, “kendi egemenliği, eski toplum biçiminin tamamının ve genel olarak egemenliğin ortadan kaldırılmasını gerektirse de”.
Sınıflı toplumlarda devlet, o toplumun bir kurumudur;  arkadaşlarımızın düşündüğü gibi, devlet, toplumun dışında, bir yerlerde, ‘özü kendinde, kendi özünde’ olarak durmuyor. Dolayısıyla devleti salt reddetmek değil; onu var eden, onu gerekli kılan, onu üreten maddi ilişkileri ve toplumsal koşulları ortadan kaldırmak gerekmektedir. Bu da, ne etik bir seçimin, ne de politik ret tutumunun konusudur.”Demokratik Modernite”de ise,‘devlet, iktidar, hiyerarşi’ konularına ilişkin belirtilenlerde bariz bir ret tavrı dikkat çekmektedir. Bir örnek verelim: “Toplumu egemen sistemlerle [yani; kölecilik, feodalizm, kapitalizm –A.C.] tanımlamayı çoğunlukla –haklı olarak– reddederiz. Bunun sebebi kendi toplum anlayışımızın, tanımlamamızın egemenlik ve sınıfsallık içeren ‘iktidar, devlet, hiyerarşi’ vb. olguları kabul etmemesidir.”  Bu cümleler, “yeni ideolojik paradigma”nın gerçeklik karşısında aldığı ve yukarda “çelişkilere katlanmamak” olarak tarif etmeye çalıştığımız tutumun anlaşılması bakımından da somut bir örnektir.
Görüldüğü gibi, ‘iktidar, devlet, hiyerarşi’ vb. olguların bugünkü varlığı reddedilmiyor. Bununla birlikte, kendi toplum anlayışlarının, tanımlamalarının, “egemenlik ve sınıfsallık içeren ‘iktidar, devlet, hiyerarşi’ vb. olguları” kabul etmediği söyleniyor. Anlayışımızın, tanımlamamızın “vb. olguları kabul etmemesi” ne demek? ‘Bizim savunduğumuz toplumda devlet vb. olmayacak’ diyebilirsiniz. Ancak, bu açıklamanın da bir anlamı olabilmesi için, devletsiz bir topluma nasıl varılacağını somutlaştırmanız gerekir. Fakat, olgusal şeyleri, anlayış ya da tanımda “reddetme”, “kabul etmeme”nin anlamı ne? Kuşkusuz, mevcut toplumsal ilişkileri temelden değiştirme diye bir iddiam yoksa, ancak belirli olgularla hemfikir değilsem, o şeyleri “reddedebilirim”, “kabul etmiyorum”, “ben bunları protesto ediyorum” diyebilirim. Açıktır ki, “olguları kabul etmemek”, onları köktendeğiştirme iddiasını baştan taşımamak demektir. Ya da şöyle ifade edelim; olguları kabul etmeme, ancak onları değiştirme perspektifi ve pratiğiyle birleştirilirse protesto ve ret tavrının ötesine geçebilir. Aksi durumda, teorik kabul etmeme, pratikte kabul etmeyle sonuçlanır. Frankfurt Okulu ve özellikle Marcuse örneğinde olduğu gibi!
Marksistlerin devlet ve iktidarı kutsamadıkları, aksine insanlığın aynı zamanda her türlü devlet ve politik “iktidarlaşma”dan kurtulması için mücadele ettikleri açık olsa gerek. Mesele, devletin kendisine “ideolojik ve felsefi olarak” bir “karşıtlık sergileyebilme” de değil. Asıl mesele, esasta şu iki noktada düğümlenmektedir: Birincisi, bu konudaki ret tavrının bağlandığı yer neresidir? Ve ikincisi, “toplumsal yaşamı komünalite zihniyeti ile aydınlatıp” örgütleyerek, devletin objektif varlığından doğan (ve dolayısıyla devletin varlığı itibarıyla göstergesi olduğu egemen sınıfların varlığından doğan) sorunlar, çelişkiler aşılabilir mi?
Alıntımızı hatırlayalım: “… eko-toplumsal yaşam daha çok toplumsal yaşamı savunur, onu devletçi, tahakkümcü, sınıfsal özelliklerinden arındırma mücadelesine girişir.” Peki bu arındırma nasıl mümkün olacak? “Bu özünde devrimle mümkün hale gelir”. Bu “devrim” ama, öyle ‘iktidar alma’ vb. ile olmaz! Devrimler dediğimiz, “‘toplumu aşırı sermaye ve iktidar yükünden arındırdıkları oranda toplumsal devrim olarak’ alınabilir. Bu özünde ahlaki, politik, ekolojik toplumsal yaşamın kendisi olmaktadır.” (abç) Yani, sıfatları belirtilen “toplumsal yaşamın kendisi”, özünde devrimin de kendisidir. Bu “toplumsal yaşam”, “toplumu aşırı sermaye ve iktidar yükünden”, “devletçi, tahakkümcü, sınıfsal özelliklerinden” tedricen “arındırma mücadelesine” girişecek! Üstelik, hiçbir şekilde iktidar ve devleti amaçlamadan ya da onu yıkmaya yönelmeden! Peki, mevcut egemen sınıflar ve onların devleti ne yapacak bu tedrici süreçte? Toplumun kendilerinden arındırılmasını seyredecek mi? “Arındırma mücadelesi”, mücadelenin arındırmasını gündeme getirmeyecek mi? Bu, “öz savunma”nın boyutlanmasını gerekli kılmayacak mı?  Ve bu sonuçta, ister istemez, hangi sınıfın iradesinin, politikasının, çıkarlarının tayin edici olacağı sorununu pratik politik bir sorun olarak karşımıza çıkartmayacak mı?!

DEVLET VE İKTİDAR OLMAYAN “YÖNETİM”
“Eko-toplumsal yaşam” bu “arındırma mücadelesini” pratikte nasıl örgütleyip yönetecek? Okuyalım: “Demokratik Konfederalizm halka dayalı, halkın demokratik yönetim modelidir. Her türden tekelciliğe, sınıflaştırmaya ve bürokrasiye, devletin sömürü, baskı ve istismarına cepheden savaş açar. (…) Demokratik konfederalizm aşağıdan yukarıya demokrasiye dayalı bir halk yönetimidir. İdeolojisinde devlet yoktur. Eşitliğe, özgürlüğe ve demokratik ulusa dayalı olup ahlaki ve politiktir. Taban demokrasisiyle toplumsal yaşam kendi özüne döner. (…) demokratik meclisler, özgür yurttaşlar, ‘özgür yaşamın düzenlenmesini’ oluşturur. Kent meclisleri yerel düşünüp, ulusal, bölgesel ve küresel ölçekte de demokratik tartışmalarla herhangi bir soruna yönelik çözüm politikalarını şekillendirirler. En üstteki konfederal meclis, gelişen bu tartışmaları, kararları ele alıp son biçimini vererek pratik uygulamasına geçer. (…)
“Aşağıdan yukarıya radikal demokrasi, radikal siyasette ‘idareci siyaseti’ alaşağı ederek demokratik toplumsal yaşamı hareketlendirmektedir. Bu noktada reel sosyalizmin toplumsal yaşam pratiği hiç de iç açıcı değildir. (…) Demokratik konfederalizme dayalı toplumsal yaşam hakikati şüphesiz reel sosyalizm örneğinden de zengin dersler alıp, kendi toplumsal yaşam kurgusunu hayata geçirmek için ‘iyi düşünüp iyi uygulamak’ zorundadır.”
“Demokratik Modernite” yazarlarının pek çoğunun sosyalizmle ilgili, piyasada yıllardır dolaşan vülger tezlerin önemli bir kısmını benimsemiş olmaları gerçeğini, konumuzu dağıtmamak için geçiyoruz burada. Bunun yerine ve yalnızca, koca bir yüzyıla damgasını vurmuş bu büyük tarihsel deneyimin ardındançıkarttıkları sonuçlara bakalım.
Deniliyor ki: “Demokratik Konfederalizm halka dayalı, halkın demokratik yönetim modelidir.” Bir “halk yönetimidir”. “Yönetim” kavramı son derece önemlidir burada! Çünkü, “ideolojisinde devlet” olmadığı için, “halk iktidarı” ya da “halk devleti” olamaz.
Günlük söylemle, ‘ne fark eder şimdi’ denilmesin! Çok fark ediyor! Bizzat bu konuyu işleyen “Yabancılaşmada İki Temel Odak; İktidar ve Devlet” başlıklı makaleden bu farkın ne olduğunu öğreniyoruz: “Genellikle yönetim, devlet, iktidar ve hiyerarşi gibi kavramlar sanki aynı şeylermiş gibi kullanılır. Ya da birbirlerinden ciddi farkları yokmuş gibi ele alınırlar. Yani nerede iktidar varsa, orada egemenlik altında olan vardır, doğal olarak da nerede yönetim varsa, orada yönetilenler yani egemenlik altında olanlar vardır.” Oysa bu ele alış yanlıştır, zira: “Halbuki insanlık tarihi durumun hiç de böyle olmadığını, aksine milyonlarca yıl kendi kendini yöneten toplulukların varlığına rağmen son beş-altı bin yıla kadar insanlığın ne devleti ne hiyerarşiyi ne de iktidarı tanıdığını, dahası bunlar olmadan kendilerini en demokratik ortamda, eşitlik ve özgürlük koşullarında yönettiğini göstermektedir. Geçmişe dair gün geçtikçe daha fazla bilgilenen insanlar olarak bu gerçeği bugün daha iyi görüyoruz.”
Geçmişe dair bu bilgiler de çok eski bilgilerdir zaten, ta Engels’in kitaplarında yer almaktadır! Bugüne kadar bilmediğimizi ise, yukardaki cümlenin hemen devamında öğreniyoruz: “O zaman devlet, iktidar ya da hiyerarşi ile yönetim kavram ya da kurumları arasında zorunlu bir bağlantı kurmak, aynı zamanda sistem içine sıkışıp kalmak anlamına gelmektedir. Yani direkt uygarlıkla bağlantılı olan hiyerarşi, devlet ve iktidar kurum ya da kavramlarına olumluluk yüklemek, doğrudan sistem dışına çıkamamak demektir.”
Sanırız “zorunlu bir bağlantı kurmak” ile “olumluluk yüklemek” aynı şeyler olmasa gerek. İki şey arasında “zorunlu bir bağlantı” kurmak, neden zorunlu olarak bu bağlantıya “olumluluk yüklemek” olsun ki? Örneğin, ‘bağışıklık sistemimiz zayıfladığında daha çabuk hastalanırız’ dediğimde, hastalığa olumluluk mu yüklemiş oluyorum? Yani, dostumuzun “yani”si doğru olmamış burada. Ama bu saptamada asıl öğrendiğimiz şey bu değil; yeni olan, “devlet, iktidar ya da hiyerarşi ile yönetim kavram ya da kurumları arasında” zorunlu bağlantı kurmanın ya da devlet vb. kavramlara olumluluk yüklemenin, “sistem içine sıkışıp kalmak”, “doğrudan sistem dışına çıkamamak” olmasıdır! İlginç bir tespit. Sistem dediğimiz ne? Sizin “uygarlık”, bizim kapitalist sistem dediğimiz değil mi? Peki, “doğrudan (!) sistem dışına” çıkmak pratikte nasıl oluyor da, “çıkamamak” durumunu eleştiriyoruz? Yoksa yanlış mı yorumluyoruz? Belki, bu “doğrudan” kelimesi fiili/pratik anlamda değil, yalnızca ideolojik yönüyle kastediliyordur. İdeolojik ise, ama, bu “zorunlu bağlantı kurmak” neden “aynı zamanda sistem içine sıkışıp kalmak anlamına gelmekte”? İdeolojik bakımdan, başka bir yorumlama ihtimali yok mu ki, ikisi arasında bağlantı kurma “aynı zamanda” ve “doğrudan” “sistem içine sıkışıp kalma” anlamını taşıyor?!
Anlaşılan bu ihtimal yok (dolayısıyla iyimser varsayımımız da yanlış!), çünkü hemen devamında deniliyor ki: “Doğal olarak da ne kadar kendimizi sistem dışı ilan edersek edelim ve bu uğurda ne kadar mücadele edersek edelim, sonuçta var olan merkezi sistemin değirmenine su taşımaktan öteye gidemeyiz.”
Yapılacak bir şey yok; özne, tefekkürde “yönetim” kavramını bir kere başka anlamlandırmış ya, sen “devlet, iktidar ya da hiyerarşi ile yönetim kavram ya da kurumları arasında zorunlu bir bağlantı” kurduğun an, sistemin içindesin; ne kadar kendini sistem dışı ilan etsen de, ne kadar mücadele etsen de! Bu kesin konuşmanın ne denli keskin sübjektivizm koktuğunu işin tersini düşündüğümüzde daha rahat anlayabiliriz. Demek ki sırf; “devlet, iktidar ya da hiyerarşi ile yönetim kavram ya da kurumları arasında zorunlu bir bağlantı” kurmadığımda, ve bu kurumlara bir olumluluk yüklemediğimde, “doğrudan sistem dışına” çıkmışım demektir!
Henüz kanıtlanmamış bir saptama üzerinden, fakat ancak kanıtlanmış bir saptamadan çıkartılabilecek bir sonuçla verilen bu öznelci hükmü de geçelim. Yazı, “yönetim” nedir, hangi gelişmenin ürünü olarak ortaya çıkar sorusuyla devam ediyor; ve şöyle yanıtlanıyor: Yönetim; “kısacası topluluğun [“doğal toplum” kastediliyor –A.C.] hiçbir sosyal farklılık olmadan doğal iş bölümüne de uygun olarak tüm topluluk üyelerini ortak ederek kendi kendini idare etmesidir. Burada hiyerarşi olmadığı için hiyerarşik farklılıktan kaynaklı yaşam biçimi ya da kararlara farklı katılım şekli de yoktur.” Ve “doğal toplum”la ilgili malum şeylere dikkat çekildikten sonra: “… yaşamın sürdürülmesinin temel nesnelerinin hepsi topluluğa ait olduğu için buradaki yönetim tarzı ile iktidar arasında hiçbir bağ yoktur”.
Fakat burada bu bağ zaten nasıl olabilirdi ki? “İktidar”ın olmaması doğal toplumun özelliklerinden biri değil mi? “İktidar”ın henüz ortaya çıkmadığı bir dönem için, ‘yönetim iktidar anlamına gelmemiştir’ denilmekte! Bu bir totoloji değil mi? Olan bir şeyin henüz olmayan bir şeyle bağının olmaması, olanın (yönetim) olmayanla (iktidar) “aynı şeyler” olmadığının kanıtı olabilir mi hiç?!
Devamında, iktidar; “mülkleştirilmek istenen şeyler üzerinde güç kullanılarak ya da hile ile sağlanan egemenlik olmaktadır” denilip, “bunun temelinde de güçlü-kurnaz erkek bulunmaktadır” tespiti yapılmaktadır. “Kurnaz-güçlü avcı erkeğin doğal topluma” saldırısı açıklandıktan sonra, aynen şu söylenmektedir: “Bu nedenle yönetim ile iktidar arasında tarihsel bir bağ kurmak iktidar için propaganda değerinden başka bir anlam ifade etmez.”  Allah aşkına, hangi nedenle? “Yönetim ile iktidar arasında tarihsel bir bağ” mı? Hangi “tarihsel bağ”? Buradaki tek tarihsel bağ, “doğal toplum”da” yönetim” vardı, “iktidar” vb. yoktu bağıdır. Ama gördük ki, bu bir totolojiydi. Sonra “uygarlık” çıktı, “doğal toplumun” dokusu dağıtıldı, o “yönetim” de yok oldu. Tamam da; “doğal toplum” döneminde (iktidarsız/devletsiz vb. bir dönemde!) bugünkünden farklı bir “yönetim” anlayışının söz konusu olması, evet bu tarihsel gerçek; bugünün iktidarlı/devletli tarihsel koşullarında kurulacak bir “halk yönetimi” iledevlet/iktidar arasında “zorunlu bir bağlantı”nın olmadığının kanıtı olabilir mi? Denilenin anlamı şu: Kurulacak “halk yönetimi”ne “devlet”, “iktidar” denilemez. Çünkü “doğal toplum”da devletsiz yönetim vardı!! Ama biz “doğal toplum”da değil, bugünün sınıflı, devletli, iktidarlı, hiyerarşili vb. dünyasında yaşıyoruz! “Doğal toplumun” da; ne insanları, ne ilişkileri, ne işbölümü, ne de doğası var artık. Tarihsel olgu bu. Dolayısıyla, kanıtlanması gereken, bugünün sınıflı, devletli, iktidarlı, hiyerarşili vb. dünyasında, bunlar ile yönetim arasında neden bir bağın kurulamayacağıdır. Ve daha önemlisi, bugünün belirtilen koşulları ve ilişkileri içerisinde, nasıl sınıfsız, devletsiz, iktidarsız bir topluma ulaşılacağıdır? Soru ve sorun bu! Ad, kavram değiştirerek, “ideolojisinde devlet yoktur” denilerek, reddetmekle; ne devlet ne iktidar olgusu ortadan kalkmakta, ne de bu duruma ulaşmanın yolu yanıtlanmış olmaktadır. Mesele ama sadece bir olabilirliği savunmak ise, yani ‘devlet her zaman yoktu, devletsiz bir toplum mümkündür’ demek ise, bunu zaten komünistler yüz küsur yıl öncesinde ilan etmişlerdi. Üstelik, bu sömürüsüz-devletsiz topluma (komünist topluma) nasıl varılabileceğini de bilimsel ve gerçekçi bir şekilde, yani spekülasyonlarda bulunmayarak ortaya koymuşlardı.
İktidar kategorisini reddetmenin yetersizliği ortadadır. İktidar, belirli bir güç ilişkisidir. Her ne kadar şeyler arasındaki ilişkiyi kavramlaştırmak soyutlama ediminin eseri ise, bu soyutlamanın şeylerin soyutlaması olduğu, yani ilişkinin maddi ilişki olduğu unutulmamalıdır. Eğer iktidarın reddi, kavramın bir reddi olmayacaksa, iktidarın gerisindeki maddi ilişkilerin, şeylerin iktidarının bertaraf edilmesi gerektiği açık değil mi?
Fakat dostlarımız öyle düşünmüyorlar, sübjektivist bir yaklaşımla yeter ki devlet kavramını reddedelim, doğru yönetim tarifini yapalım diyorlar: “Bugün gündemimize giren ya da genel olarak insanlığın demokratikleşme anlamında bir adım olarak gördüğü öz yönetimler, yerel yönetimler ya da demokratik özerk alanlar kavramı kaynağını işte yukarda değindiğimiz yönetim olgusundan almaktadır. Demek ki bugün biz eğer doğru bir yönetim tarifi ya da gerçeğine ulaşmak istiyorsak, onu kesinlikle toplum dışı, doğal olarak da demokrasi düşmanı olan, esas olarak da yeni egemenlik alanları açma uğruna toplumu yozlaştıran, insanı insanlıktan uzaklaştıran iktidar ve devlet gibi kurum ya da kavramlarla birlikte ele almaktan uzak durmalıyız.”
Demek, doğru bir yönetim tarifi için, yönetim kavramını iktidar ve devlet gibi kurum ya da kavramlarla birlikte ele almamalıyız. Bu kolay, birlikte ele almayız olur biter; fakat ‘tavşan dağa küsmüş, dağın haberi yok’ benzeri bir durumun doğmaması için, mevcut iktidarı, mevcut devleti ne yapacağız? Nitekim aynı yerde, “iktidar alanlarının yaygınlığı”na dikkat çekiliyor ve toplam yedi “iktidar alanı” saptanıyor (siyasal, ekonomik, toplumsal, ideolojik, askeri, ulusal ve küresel iktidar). O halde, bugünün bu gerçekliği içerisinde, “iktidar-devlet gibi virüslerden” nasıl kurtulacağız? “Doğal toplum” romantizmiyle, sınıflar olgusuna “hiç de doğal olmayan yapay toplumsal ilişki”  diyerek mi? Sınıflar, ama bugünün doğası, ve maalesef hiç de yapay görünmüyorlar! 5 bin yıl öncesine göre “yapay” olmaları, sınıfların bugünkü gerçekliğini ortadan kaldırıyor mu? Hatta tersine; bugünün gerçekliği karşısında, “hiç de doğal olmayan”, “yapay” olan, “doğal toplum”un kendisi değil mi?
Vurgulayalım ki, insanın tarih dışı ne bir özü, ne de mutlak “doğal bir toplumu” var. Zaten tam da bu nedenle Marx, Feuerbach Üzerine Tezleri’nin 6.’nda; “insan özü, tek tek bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Bu öz aslında, toplumsal ilişkilerin ansamblidir” der. Toplumsal ilişkiler tarihsel olduğu için, insanın özü de tarihseldir.
Arkadaşlarımız, “uygarlığı” bir paradigma olarak görüyor, karşısına kendi paradigmalarını koyuyorlar; bir modelin karşısına başka bir model dikiyorlar; Modernitenin karşısına “DemokratikModernite”. Ve tarif ediyorlar “Demokratik Modernite”yi: Onun “yönetim modeli”nin; “devlet, iktidar, hiyerarşinin tamamen zıddı ve ahlak değerler üzerinden toplumun kendini özgürce ifade etmesinin adı” olduğunu belirtiyorlar.  Peki, mevcut “Modernite”den “Demokratik Modernite”ye nasıl geçilecek?! İşin bu püf noktası hakkında ise şunları öğreniyoruz: “O zaman insanlığın tüm hastalıklarının merkezinde yer alan iktidar-devlet gibi virüslerden kurtularak dünyayı değiştirmenin mümkün olduğunu her zamankinden daha güçlü haykırırken, bunun ideolojik-örgütsel alt yapısını insanlık tarihinin deneyimlerine yakışan bir şekilde inşa etmenin arayışı içine mutlaka girilmelidir.”
Ne diyelim ki? Bu durumda, onlara arayışlarında başarılar dilemekten başka bir söz düşmez bize…

DEVLET – ENGEL Mİ, DEĞİL Mİ?
Devlet, iktidar vb. konularda kategoriler temelinde bir reddin yetersizliğini gördük. Daha önemlisi ama, bu reddin, gerçekliğin kendisinin reddine götürmemesidir. “Yeni ideolojik paradigma” açısından böyle bir tehlikenin söz konusu olup olmadığını anlayabilmek için, genelde sınıflı toplum gerçekliğinin kendisinden ve özelde de devletin objektif varlığından doğan sorunlara bakmamız gerekir.
Biliyoruz ki artık, “Demokratik Konfederalizm”, “her türden tekelciliğe, sınıflaştırmaya ve bürokrasiye, devletin sömürü, baskı ve istismarına cepheden savaş açar.” Bu savaşa itirazımız yok. Fakat, yine de, sınıflı toplumun gerçekliğinden doğan bazı pratik sorunlara işaret etmek lazım. Günümüzün “uygarlık sistemi”nin iktidar boşluğunu kaldırmadığını düşündüğümüzde; dolayısıyla da işbirlikçi burjuvazinin kendi devlet ve iktidarı ayaktayken; kendisi devlet olmayan, iktidarı da hedeflemeyen “halkın yönetimi”nin, bu savaşı açabilmek için, önce kendisini bir şekilde tesis etmesi gerekecektir. Diyelim ki, burjuvazi ve devleti, kendisinin yanı sıra, ülkenin geneliyle ilgili söz sahibi olmak isteyen ikinci bir “yönetime” daha müsaade etti. Ve yine diyelim ki, “halkın yönetimi”, başka bir şeye değil de sadece “sınıflaştırmaya” karşı savaş açtı. Ve; “kent meclisleri yerel düşünüp, ulusal, bölgesel ve küresel ölçekte de demokratik tartışmalarla herhangi bir soruna [bu durumda, “sınıflaştırmaya” – A.C.] yönelik çözüm politikalarını şekillendir”diler. “En üstteki konfederal meclis, gelişen bu tartışmaları, kararları ele alıp son biçimini vererek pratik uygulamasına geç”ti dedik. Şimdi tabii bilmiyoruz, “sınıflaştırmaya” karşı savaş başlığı altında tam ne anlaşıldığını. Ama bu savaştan, “cepheden” savaş olarak söz edildiğinden, “sınıflaşma”nın kendisinin ortadan kaldırılması düşünülüyor olmalı. Fakat biz daha gerçekçi bir ihtimalden yola çıkalım; diyelim ki, demokratik tartışmalardan, açlık ve yoksullukla mücadeleye kaynak yaratmak üzere büyük kapitalistlerle büyük toprak sahiplerin gelirlerine yüzde 80 oranında vergi koyma kararı çıktı! Bu durumda, egemen sınıfın reaksiyonunu tahmin etmek zor olmasa gerek. İktidar ve devlet onun hizmetinde; zor ve baskı aygıtını bin bir demagojiyle harekete geçireceği kesin. “Halkın yönetimi”ni dağıtmakta tereddüt göstermeyecektir. “Halkın yönetimi”, bu koşullarda hala ‘iktidar/devlet bir virüs, bizim ideolojimiz reddeder bunları, devletle ilgili bir sorunumuz yok’ mu diyecek? Ne yapacak?
Bu tür hipoteze dayalı soruları çoğaltabiliriz. Ama şurası açıktır; sınıflı toplum gerçekliğinin kendisi, yani sınıflara bölünmüş ve bunların birbirleriyle mücadelesinin cereyan ettiği toplum gerçekliği bizzat, iktidar sorununu gündeme getirmektedir. İster reddedin, ister etmeyin; varlık nedeniniz ve ilan etmiş olduğunuz amaçlar doğrultusunda ciddi, dişe dokunur adımlar attığınız anda, iktidar ve devlet sorunu karşınıza dikilmektedir. Ve mesele iktidarı oldu mu, burjuvazinin hiçbir ahlak ve politikayı tanımayacağından emin olabiliriz!
Türkiye’de egemen ve iktidarda olan sınıf esasta işbirlikçi tekelci burjuvazidir (bunlara kapitalist ilişkilerin dışında bulunmayan büyük toprak sahipleri de dahil edilmelidir), devlet de onun devletidir. Bu somut koşullarda, işçi sınıfı ve emekçi halkın çıkarları doğrultusunda bir ekonomi ve siyasetin yaşama geçirilmesi için, burjuvazi ve devleti, son tahlilde aşılması gereken bir engel midir, değil midir? Sorun budur. Engel değildir demekle, ki DM yazarlarının söylediklerinin anlamı budur, hem kendimizi aldatmaktan, hem de emekçi kitlelerde insani toplumsal koşullara ulaşma konusunda ham hayaller yaratmaktan başka bir şey yapmış olmayız. Bu, öte yandan, belirli somut koşullarda (kapitalist toplumda), ancak o koşulların yıkılmasıyla (devletsiz-sınıfsız topluma geçiş aşamasında) gerçekleşme şansı olan adımların atılabileceği yanılgısına düşmek demektir. Ya da ‘demokratik konfederalizmin; burjuvaziyle, onun devletiyle, burjuva toplumundaki sömürüyle, yağma ve talanla bir problemi yoktur’ denilmek gerektir.
Biz, burjuvazinin ve devletinin; iktidarını ayakta tutmak, kâr ve çıkarlarını büyütmek ve savunmak için olanca gücüyle direneceğini söylüyoruz. Ve aynı şekilde, sizin; onun iktidarı altında, ama onun egemenliğinin altını oyacak bir güce, dahası onun egemenliğini anlamsızlaştıracak ve ona karşı bir zor aygıtını dahi gerektirmeyecek (!) düzeyde bir halk örgütlülüğüne, halk ekonomisine ve kurumlarına vb. tedricen ulaşmanıza seyirci kalmayacaktır diyoruz.
Kısacası, iktidar sorunu ve mevcut devletin tasfiyesi; seçenek, ret, kabul etmeme, uzak durma mevzusu değildir. Sınıflı toplum olma gerçekliğimizin dayattığı ve çözmeden program olarak belirlediklerimizi uygulama şansını sunmayan, sonuçta son derece pratik politik bir sorundur. Dolayısıyla, iktidar ve devlet, siz onu sorun olarak görmeseniz de, –tıpkı bugün olduğu gibi– o sizi sorun görüp karşınıza bir sorun olarak dikilecektir. Çünkü sizin belirlediğiniz hedefler ve bu doğrultuda yapmak istedikleriniz (“her türden tekelciliğe, sınıflaştırmaya ve bürokrasiye, devletin sömürü, baskı ve istismarına cepheden savaş”), sizin devlet ve iktidar hakkında ne düşündüğünüzden bağımsız olarak, onları, yani iktidar ve devleti, karşı saldırıya geçmeye mecbur bırakmaktadır.
Kaldı ki, sınıflı toplumda yaşıyor olmamız gerçekliği, devlet ve iktidar sorununu, yukarda ele aldığımız gibi, sadece toplumsal mücadelenin ancak belirli bir safhasında karşımıza çıkartmamaktadır. Ortada uluslararası işçi sınıfının zengin deneyimi durmaktadır. Kabul edilir ki, bu konuda da en ileri deneyim onun tarihsel deneyimleridir. Bu zengin deneyimden doğru sonuçlar çıkartmak mümkün ve gereklidir de. Kitlelerin inisiyatifinin canlılığını koruması, her ne pahasına olursa olsun girişkenliklerinin sürekli gelişmesi, öz deneyimlerine önem verilmesi, kendilerini geliştirecekleri ve daha ileriden sorumluluklar üstlenebilecekleri örgüt biçimlerinin oluşması ve örgütlerinin yaşantısında aktif yer almaları vb. vb.; bu konuda pek çok şey söylenebilir ve söylenmelidir de. Aynı şekilde bugünden, “halkı politikanın direkt içine çeken”, kendi sorunlarını sahiplenmesini, örgütlenmesini ve inisiyatifini geliştiren her türlü devrimci girişim ve çaba desteklenmeli ve ortaklaştırılmalıdır.
Fakat şu açıktır ki; ‘devlet olanlar, aynı zamanda onun tarafından ele geçirilir’ savı hareket noktası yapıldığında, “iktidar-devlet virüsleri”nden gerçekten ve temelli sakınmanın yegane güvenceli yolu, tarih sahnesine çıkmamaktır! Bizim açımızdan ama bu yol, ne önerilebilir, ne de doğrudur.

*
Toparlayalım: “Yeni ideolojik paradigma”da, birincisi; uygarlık, demokrasi, devlet, iktidar, özgürlük, hakikat, ahlak, zeka vb., bütün bu kategori ve kavramlar, tarihsel-toplumsal formasyonlarından ve asıl somut muhtevalarını buldukları maddi ilişkilerinden soyutlanarak ele alınmaktadır. Bu soyutlukta kavram ve kategoriler, formel ve  kendi başlarına, karşıtlıkları içermeksizin oluşturulmakta ve kullanılmaktadır. İkincisi; meseleye doğru ya da yanlış kategorileriyle değil de esas olarak (varoluşsal) “anlamlandırma” olarak bakıldığından, tarih de kolaylıkla bir mite dönüşmekte ya da tarih mitolojik bir dil ve kavrayışla açıklanabilmektedir. Üçüncüsü; bu yaklaşımda, farklılıklar kolaylıkla atlanabilmektedir. Ama farklılığın olmadığı yerde karşıtlık da olamayacağından, tahliller, kolaylıkla, belirli bir politik eksenin (ulusal özgürlük) perspektifiyle uyumlu bir düzleştirmeyle gerçekleşmektedir. Ve dördüncüsü, böylelikle; doğa, toplum ve tarihteki genel bağlamlılık kaybolmaktadır. Genel bağlamlılığın yitimi ise, sadece diyalektiğin “tezahürler dünyası”ndan kovulmasını değil, aynı zamanda nesnellik ve zorunluluk kategorileri “belası”ndan kurtulmayı “mümkün” kılmaktadır. Meseleler, bu durumda; “insanın” ve “zeka”nın “anlamlandırması”, “alternatif” yaratması, “etik bir seçim”de bulunması, eskinin yerine “yeni paradigma”yı oluşturması olarak belirebilmektedir.

SÜBJEKTİVİZM VE İKİ FAKTÖR
Hiç şüphesiz, Kürt ulusal hareketi gibi, bir halk hareketi düzeyine yükselmiş ve anti-emperyalist özelliklere sahip bir hareketin, bugünün koşullarında, sınıfsız, sömürüsüz ve devletsiz bir toplumu hedeflediğini açıklaması önemsiz değildir. Sadece bu genel hedef değil, aynı zamanda; kitlelerin örgütlenmesinin geliştirilmesini, siyasete aktif katılımlarının ilerletilmesini, onların inisiyatifini geliştirmeye açık komün, meclis vb. örgüt biçimlerini gündemine alması, bu doğrultuda ülkenin diğer demokrasi güçleriyle birlikte pratik adımlar atması vb. – bütün bunlar son derece önemli ve değerlidir. Fakat belirtilenlerin bizzat bu denli önemli olması; bunların; belirlenen hedefe varmaya hizmet edecek ve gündeme gelen pratik adımları baltalamayacak, enerji israfına yol açmayacak ve amacından saptırmayacak bir kavrayış ve anlayışla yapılmasını gerektirmektedir. Kürt ulusal hareketindeki sübjektivist eğilimlerin eleştiri konusu yapılması da bu gereklilikten doğmaktadır.
Bu arada, Kürt ulusal hareketindeki sübjektivist eğilimleri, tarihte ortaya çıkan ve yer yer nihilizme varan sübjektivist akımlardan ayırt eden özellikleri de göz ardı etmemek gerekir. Bu özellikler arasında öncelikle şu ikisine dikkat çekilmelidir: Birincisi, ulusal özgürlük mücadelesinin bir halk hareketi olarak nesnelliğidir. Ortada bir halkın onurlu ve büyük fedakarlıklarla gerçekleşen haklı bir mücadelesi vardır. Hiç şüphesiz, ulusal halk hareketinin bu kitlesel ve meşru varlığı; sübjektivist eğilimlerin bu mücadeleyi belirlemesini engelleyen, adeta tashih görevi gören bir faktördür.
İkincisi: Türkiye’deki Kürt ulusal hareketi, ezilen ulusu temsil etse de, objektif olarak Türkiye toplumunun ya da Türkiye’nin politik gerçekliğinin bir parçasıdır. Bu olguda yatılı olan ilişki, yalın olduğu kadar diyalektiktir de. Kürt halkının ulusal baskıya uğraması ve ulus gerçeğinin inkarının Türkiye’deki siyasal rejiminin (ve dolayısıyla bu rejim altında yaşayan Türkiye toplumunun) gerçekliği olması, Kürt halkının özgürlük sorununu, bu siyasal gerçekliğin şu ya da bu şekilde değiştirilip aşılmasının konusu haline getirmektedir. Belli ki, Kürt halkı bu gerçekliğe kayıtsız kalamaz, zira özgürlüğünü engellemektedir; öte yandan, başka bir halkı ezen bir ulus da özgür olamayacağından (ezen ulus olması, demokratik bir toplum olamamış olmasının göstergesidir), Türkiye halkı da bu gerçekliğe kayıtsız kalamaz. Açıktır ki, bugün Kürt halkının bu gerçekliğe kayıtsız kalmaması ve ama Türkiye toplumunun da bu gerçekliği aşmada üzerine düşeni henüz yapamaması, belirttiğimiz nesnel ilişkinin kendisini ortadan kaldırmamaktadır. Kürt halkının özgürlüğü Türkiye demokrasisinin bir sorunudur, fakat yalnızca bir sorunudur. Yani, “Kürt sorunu” olduğu için Türkiye’de bir demokrasi sorunu yoktur, tersine, Türkiye’de demokrasi sorunu olduğu için bir “Kürt sorunu” vardır.
Bu gerçeğin anlamı şudur ki, bugün Kürt halkının ana dilde eğitim ve bölgesel özerklik talebinin karşılanması dahi, demokrasi bakımından oldukça önemli bir kazanımı ifade etse de, tek başına demokrasi sorununun çözümü anlamına gelmeyecektir. Tersinden ise; genel demokrasi sorununun çözülmediği bir Türkiye’de, bu demokratik kazanımın kendisi de güvencede olmayacaktır. Ve bu güvencesizlik, Türkiye halklarını topyekun etkileyecek bir demokrasi sorunudur. Kısacası, Kürt ulusal hareketindeki sübjektivist eğilimleri sınırlayan ikinci faktör de, bu diyalektik ilişkide ifadesini bulan demokrasi mücadelesinin bütünlüğü olgusu, halklarımızın ortak çıkarlarının buyurduğu sorumluluktur. Kuşkusuz, bu iki faktörün varlığı, aynı zamanda, sözü edilen sübjektivist eğilimlerin ilham kaynağı olduğu ve daha da olabileceği bir pratiğin neyi riske soktuğuna da işaret etmektedir.

“KÜRT SORUNU” VE SINIFLAR
Şunu dikkate almamız gerekiyor ki, demokrasi; soyut, sınıflar üstü ve verili toplumsal formasyonlardan bağımsız şekillenmiyor. O, toplumsal formasyonlar ve sınıflar üstü bir kategori değildir; her sınıfın ve toplumun demokrasisi somuttur. “O” demokrasi yoktur! Ve bu bakımdan, tarihte, belirli bir toplumsal formasyon ve devlet biçiminin dışında bir demokrasiyle karşılaşmıyor olmamız bir rastlantı değildir.
Fakat uzağa gitmeye gerek yok. Önümüzde somut bir sorun var. Kürt halkının ulusal özgürlük talebi, son tahlilde, burjuva çağının olağan bir demokrasi talebidir. O halde, bugünün Türkiye’sinde çeşitli sınıfların bu talep karşısındaki pozisyonlarına kabaca bir göz atmakta fayda vardır.
Anımsanacağı gibi, yazımızın birinci bölümünde, kapitalist ilişkilerin nispeten gelişmiş olduğu bir ülkede ulusal sorunun çözümünün geciktirilmiş olmasından kaynaklanan kangrenleşmenin, “Kürt sorunu”nun, başka faktörlerle birleşerek, bu ülkenin başta sosyal sorun olmak üzere temel sorunlarını nasıl kapladığına dikkat çekmiştik. Özelin geneli kaplaması olarak tanımladığımız bu spesifik durumun bir de diğer yüzüne bakalım.
Özelin geneli kaplaması ne kadar güçlü olursa olsun, sonuçta özel, genelin içindeki özel olmaktan çıkmamaktadır. Demek ki, özelin geneli kaplaması durumu, onun bu konumu nedeniyle konjonktürel bir özelliğe sahiptir. Konjonktürel olmayan, genelin özeli koşullandırmasıdır.
Bu ilişkinin Kürtlerin özgürlük mücadelesi bakımından taşıdığı anlama gelecek olursak… Ezilen bir ulus olmakla birlikte, Kürt toplumu da sınıflara bölünmüş bir toplumdur. “Kürt sorunu”nun çözümünün geçikmişliği, başka bir ifadeyle, ulusal sorunun kapitalist ilişkilerin nispeten gelişmiş olduğu bir dönemde hala varlığını sürdürmesi, öncelikle ezilen ulus bakımından şu iki önemli sonucu beraberinde getirmektedir: a) burjuvasından köylüsüne, işçisinden küçük burjuvasına kadar, ezilen ulusun sınıfları giderek daha yoğun bir biçimde nispeten (burada; İran, Irak ve Suriye’deki Kürtlere göre) gelişkin kapitalist ilişkiler içerisinde yer almaktadırlar; ve b) kapitalist ilişkiler sadece bu toplumdaki sınıfsal ayrışmayı derinleştirmiyor, aynı zamanda bu sınıfların her birisinin ulusal özgürlüğün elde edilmesinin yol ve biçimi konusundaki pozisyonlarını da giderek ayrıştırmaya başlıyor; zira gelişen kapitalist ilişkiler, sınıfsal çıkarların da giderek daha fazla olgunlaşmasına neden oluyor. Ve bu, ezilen ulusun özgürlük sorunu bakımından hayati bir önem taşıyan ulusal birliğinin temellerini zorluyor.
Görüldüğü gibi, ulusal sorun ile sosyal sorunun içiçe geçmesindeki bize özgün deformasyon (ve aşağıda göreceğimiz gibi, aynı zamanda potansiyel olanak!) ülke çapında özelin geneli kaplaması olarak yaşanırken, buna neden olan aynı faktörler, ezilen ulusun toplumsal yaşamında genelin özeli kaplaması, yani ulusal özgürlük sorunun giderek sosyal sorun tarafından kaplanmasını beraberinde getirmektedir. Ulusal sorunun çözümündeki gecikmeden kaynaklı bu karakteristik durum (ya da: ulusal sorunun az çok gelişkin kapitalizm koşullarında hala çözülememiş olması olgusu), Türkiye çapında sadece her bir sınıfı şu veya bu ölçüde koşullandırmıyor, aynı zamanda ulusal sorundaki sınıf boyutunu da daha fazla belirginleştiriyor.
Belirtmek gerekir ki, Türkiye burjuvazisi ve devleti tam da bu gerçekliğe dayanarak, Kürtlerin ulusal birliğini Kürt toplumunun her bir sınıfının öz çıkarlarına seslenerek, yani ulusal birliği sınıfsal/sosyal yoldan parçalamaya çalışıyor. Bunda da tümüyle başarısız olduğu söylenemez. Aksine, Türkiye’deki kapitalizmin son 20-25 yılda katettiği mesafe, onun bu yeni olmayan taktiğinin etki derecesini de büyütmüş bulunmaktadır. Ve bilindiği gibi, etki derecesindeki bu büyümeyi esasta iki yönlü değerlendirmeye çalışmaktadır. Birincisi, politik bakımdan, Kürtlerin ulusal özgürlük taleplerini oldukça dar bir alanda tutmak (yani kendi politik egemenliğinin alanını daraltmamak). İkincisi, ekonomik açıdan, Kürt burjuvazisini, kendisiyle rekabete girmesine olanak tanıyacak bir sermaye birikiminden yoksun bırakmak (yani pazar hakimiyetini korumak). Bu arada Türkiye burjuvazisi ve hükümetinin; Kürt işçi ve emekçilerinin iş ve aş taleplerini, ulusal özgürlük taleplerinden feragat etmesine ya da bu yönlü bir mücadeleye destek vermemesi olasılığına bağlaması; daha doğrusu bu konuda hem beklenti yaratan hem de tutum değişimini teşvik eden sosyal şantaj politikası izlediği bilinmektedir.
Kürt burjuvazisi ve büyük toprak sahiplerinin çoğunluğu ise, kendileri için, Türkiye kapitalizminin dışında bir gelecek görmüyorlar. Kürt burjuvazisinin ve toprak sahiplerinin, son derece özel uluslararası ilişkiler ve dengelerin oluşması dışında, yani bugün ve öngörülebilir bir gelecekte, kendi pazarına tümden egemen olmak üzere bağımsız ayrı bir devlet kurma iddiası yoktur. Zaten mevcut ve öngörülebilir koşullarda, sınıfsal çıkarları da bu amaçlı bir mücadeleye önderlik etmesine salık vermemektedir. Tersine: Türkiye burjuvazisiyle işbirliğini geliştirmek, onun bölge ülkeleriyle ticareti ve yatırımlarından pay kapmak, Türkiye’ye akan sıcak para ve yabancı sermaye yatırımlarından daha fazla faydalanmak – kısacası onun sınıfsal çıkarları, ulusal özgürlük sorununun, bu sınıfsal amaçlarını tehlikeye atmayacak bir şekilde çözümünü gerektirmektedir. Bununla birlikte, ulusal özgürlük sorunun bir şekilde çözümü, onun için de kesin bir şarttır. Bu sorunun kangrenleşmiş varlığı, onun gelişimini iki açıdan da, yani hem Kürt olan bir burjuva ve hem de burjuva olan bir Kürt olması itibarıyla engellemektedir. Bu durumu ve ilişkileri, onun Kürt ulusu içerisinde ulusal özgürlük konusunda neden en tavizkar sınıf olduğunu da açıklamaktadır. Öte yandan, Kürt burjuvazisiyle ilgili belirtilenler, özerkliğin onun sınıfsal çıkarlarıyla çelişen bir çözüm olmadığını da göstermektedir.
Hangi ülkeden olursa olsun, burjuvaziyi niteleyen rekabetse, işçi sınıfını niteleyen dayanışmadır. Bu bakımdan vurgulanmalıdır ki, bu bölümün başında dikkat çektiğimiz karakteristik durum, Kürt işçi, köylü ve emekçi kitleleri açısından, aynı zamanda önemli bir olanağa işaret etmektedir. Nesnel ilişkiler bakımından, Kürt, Türk ve diğer milliyetlerden Türkiye işçi sınıfının bu sorun konusunda ortak bir tutuma sahip olmasının koşulları düne göre daha da gelişmiştir. Zira, ulusal sorunda sınıf boyutunun kendisini giderek daha fazla hissettirmesi, başta işçi sınıfı olmak üzere emekçilerin kendi ortak çıkarlarını daha net görmesinin koşullarını genişletmektedir. Bu, ulusal sorunun, Türkiye işçi sınıfının genel sosyal kurtuluş mücadelesini baltalamayacak, tersine ona ivme kazandıracak bir şekilde çözümünün sağlanması bakımından da bir olanaktır.
Bu olanağın gerçeğe dönüşmesinde en büyük sorumluluğun sınıf bilinçli Türk işçileri ve onların sendikal ve politik örgütlerinde olduğu açıktır. Sınıf bilinçli Türk işçileri, Kürt işçileriyle ortak sınıfsal çıkarlarının sözü edilen olgunlaşması olgusundan da hareketle, Kürt ulusal özgürlük mücadelesinin Türkiye’deki demokrasi mücadelesi açısından aslında bir olanak olduğu, ancak bu olanağın gerçeğe dönüşmesinin, en başta kendi bilinç ve örgütlülük düzeyini ve elbette demokrasi mücadelesini geliştirmesine bağlı olduğunu görmek zorundadır. Bunu yapmadığı ya da yapamadığı durumda; başka bir ifadeyle, Kürt ulusal özgürlük hareketinin en başta ana dilde eğitim ve bölgesel özerklik gibi son derece meşru taleplerinin karşılanmaması, dahası geriye çekilmesi veya bastırılması durumunun; sermaye ve gericiliğe moral verip onları daha da azgınlaştıracağını, demokrasi mücadelesine darbe vuracağını ve dolayısıyla başta kendi sınıfsal çıkarlarına zarar vereceğini kavramak durumundadır. Ve yine açıktır ki, onun bu konudaki mücadelesi ne kadar gelişkin olursa, Kürt işçi ve emekçilerinin de ulusal özgürlük mücadelesine işçi sınıfının damgasını vurma, yani bu sorunun demokrasi bakımından en tutarlı ve ileri bir noktadan çözme olanakları genişleyecektir. Böylesi bir durumun ülke çapındaki genel demokrasi mücadelesini daha ileri bir noktaya taşıyacağını belirtmek bile gereksizdir.
Sınıf bilinçli Kürt işçisi açısından ise bu bağlamda önem arz eden temel husus, ulusal birlik ile sınıfsal birlik arasındaki diyalektiği kendi özgüllüğünde doğru anlamak ve ona göre davranabilmektir. Bunun anlamı şudur ki; bir taraftan Kürt halkının ulusal birliğinin parçalanmasına dönük saldırılara karşı durma, ulusal özgürlük talepli mücadelede özellikle Kürt işçi ve emekçilerinin kendi örgütleriyle birlikte daha ileriden rol oynamalarını teşvik etme, ama diğer taraftan da işçi ve emekçileri kendi sosyal ve politik talepleri doğrultusundaki mücadelelerinde örgütleme, onların saflarında sınıf bilincini yayma ve sınıf kardeşleriyle ortak tutum ve hareketini geliştirme görevlerini aksatmamadır. Ulusal uyanış halindeki bir halkın işçi, köylü, gençlik ve aydınlarının daha ileri bir dünya görüşü ve mücadeleye açık olduğundan şüphe duymamak lazım.
Kısacası, ne tür bir demokrasinin gerçekleşeceği, dikkat çekmeye çalıştığımız bu son derece somut sınıf ilişkilerine ve bu ilişkiler içerisindeki sınıflardan hangisinin sonuçta üstün geleceğine bağlıdır. Demokrasi konusunda, tarihsel bakımdan olsun, şu anki somut sınıf çıkarlarının gerektirdikleri bakımından olsun, en tutarlı ve en ileri demokrasiyi işçi sınıfının ve onun doğal müttefiki olan emekçi kitlelerin temsil ettikleri, dolayısıyla öncelikle onların örgütlenmesi, inisiyatifi ve özgüvenlerinin geliştirilmesi gerektiği açık olsa gerek!

*
Sonuç olarak; Kürt halkı açısından bugün şu ya da bu devlet biçimi (sonuçta özerklik de belirli bir devlet biçimidir), somut durum bakımından gerçekçi ve bugünün aklıselim yolu olabilir. Aynı şekilde, bir ulusal hareketin, pratikte pragmatik bir politika izlemesi de anlaşılırdır. “Yeni ideolojik paradigma”nın “ret ve kabul ölçüleri”, bu bakımdan, ulusal mücadelede izlenen politikanın teorileştirilmesidir esasında. Ama sorun şu ki, “yeni ideolojik paradigma”, sadece politikadaki pragmatizmin teorileştirilmesi değil, aynı zamanda bu pragmatik teorinin evrenselleştirilmesidir. Zira iddia şudur: “Modernite-anti modernite ikileminden çıkış yolu olarak ise bir alternatif modernite biçimi olarak Abdullah Öcalan’ın tanımladığı ‘demokratik modernite’ kavramını bir çıkış yolu olarak sunduk. (…) İşte bu noktada Kürt Siyasal Hareketi artık salt bir ulusal direniş hareketi değil, direnişin ortasında ortak-varoluşu ve onun kurumlarını inşa eden bir alternatif-modernite gücüdür.”
Ne var ki, aslında Kürt sorununda savunulabilir spesifik bir çözüm yolunun bu evrenselleştirilmesi doğru değildir. Örneğin Kürtler açısından “kendisi olma”nın önemi ve anlamı ortadadır. Yüzyıllarca ezilen bir ulusun bu özlemi taşıması ve “kendisi olma”nın onun için özgürleşme anlamına gelmesi son derece açık ve anlaşılırdır. Fakat burada, “kendisi olma” ile özgürleşme arasındaki somut belirlenim atlanılmamalıdır. Zira, bir ulusun “kendisi olma”sını özgürlük konusu kılan şey, o ulusun ezilen bir ulus olması olgusudur. Ezilmeyen ulus, ulus olarak, kendisidir zaten.
Bu bakımdan, Kürt ulusunun özgürleşmesinin önündeki spesifik sorunlara bulunan yanıtları otomatikman evrensel doğrular olarak ele almamakta fayda vardır. Spesifik bir durumdaki doğru yanıt, genel ilişkiler ve sorunlar açısından gayet yetersiz kalıp yanlışlara neden olabilir, hatta bu yanlışlar özeldeki doğruyu da tehlikeye atabilir. Şu açıktır ki, ezilen bir ulusun hal ve durumları, koşulları ve ilişkileri temelinde öngörülen “özgürleşme”, “kendisi olma” ve benzeri, “insanın” “özgürleşmesi”, “kendisi olması”, “anlamlaşması”yla özdeşleştirilemez. Bunlar öylesine özdeş değildirler ki, Kürtler ulus olarak özgürleştikleri halde bile, Kürt işçisi, köylüsü vb. kendisi olarak özgürleşmiş olmaz. Kuşkusuz, bu ikisinin birbirleriyle örtüştüğü tarihsel bir süreç yaşanabilir (Türkiye işçi sınıfının önderliğinde gerçekleşen bir devrimde örneğin), yaşanmaya da bilir (Türkiye’deki kapitalist sistemin varlığı koşullarında Kürtler ulusal özgürlüklerini elde edebilir). Ancak, ulusal özgürlük ile sosyal özgürlüğü baştan özdeş kılmak doğru değildir.
Kısacası, bu evrenselleştirme pek çok bakımdan sübjektivist bir anlayış üzerinden yükselmektedir. Ve gördüğümüz gibi, özellikle de devlet konusunda yanılsamalı ve bulanık bir bilince yol vermektedir. İradeci, öznel, somut gerçekliği ve bu gerçeklikteki bütünlüğü dikkat almayan tutum ve pratikler, tam da bu anlayışın yansımaları olarak karşımıza çıkmaktadırlar.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑