Kasım ayında Fransa’da gerçekleştirilen 2. Avrupa Sosyal Forumu’nda tartışılan ağırlıklı konulardan birini sosyal forumun üzerinde bulunduğu platform, forumun işlevi-işleyişi, geleceği ve perspektifleri oluşturdu. Bu tartışma yeni değil ve görüldüğü kadarıyla önümüzdeki dönemde de şiddetlenerek sürecek.
Son birkaç yıldan beri toplanagelen sosyal forumların, sosyal açıdan olduğu kadar, ideolojik ve politik açıdan da homojen bir yapıya sahip olmadıkları biliniyor. Yanı sıra, sosyal forumların resmen ilan edilmiş platformları da bulunmuyor. Buna karşın, sosyal forumların platformlarına ve işlevlerine, buralardaki tartışmalara damgasını vuran anlayış ve politikalar var. Tartışma, oldukça geniş bir yelpazede; hem forumlarda etkili olanların kendi arasında ve hem de bunlarla diğer kanatlar arasında yürüyor.
Mevcut sosyal forumlar hangi sınıf, tabaka ya da kesimlere yaslanıyor ve nasıl bir siyasal platform üzerinde bulunuyorlar? Günümüzün sınıflar mücadelesinde; emperyalist tekellerin ve hükümetlerinin saldırılarına karşı mücadelenin örgütlenmesinde nasıl bir yere ve role sahipler? Sosyal forumlarla ilgili yürütülen tartışma, bu çerçevede hangi anlama sahip?
ATTAC’TAN SOSYAL FORUMLARA SÜRECİ
Sosyal forumun platformunun, nasıl bir işleve sahip olduğunun ve forumun geleceğiyle ilgili tartışmaların daha iyi anlaşılması açısından, önce forumun geçmişine; kuruluşundan bugüne kadarki sürecine kısaca göz atmakta yarar var. Attac, hem DSF’nin (Dünya Sosyal Forumu) ve hem de Avrupa’daki sosyal forumların ilk oluşumlarında olduğu gibi, bugün de bu platformlarda özel bir ağırlığa sahip. Bu nedenle önce kısaca Attac üzerinde duracağız.
Atac (Halka Yardım Olarak Tobin Vergisi İçin Eylem), l998 yılı içerisinde Fransa’da, burjuva liberal bir çizgiye sahip olan Le Monde Diplomatik Gazetesi çevresinin girişimiyle kuruluyor. ‘90’lı yılların ortasında Fransa’da patlak veren güçlü grev ve gösteri dalgasının ve yine ‘97’de “Asya Kaplanları”ndan başlayarak yayılan ekonomik kriz ve sonuçlarının, Attac’ın kuruluşunda etkili olduğu vurgulanıyor, ki bu doğrudur. Ancak bu “etki”, Attac’ın taleplerine ve platformuna olumlu anlamda bir etkiye karşılık düşmüyor. Bir “sivil toplum örgütü” ya da “yurttaş girişimi” olduğu belirtilen Attac’ın, başlıca talebi, aynı zamanda onun kuruluş gerekçesini de oluşturan, spekülatif sermayenin vergilendirilmesidir.
Başlangıçta, Fransa ile sınırlı kalan Attac, sonraki yıllarda yaygınlaşmaya ve özellikle değişik Avrupa ülkelerinde oluşmaya başladı. Bir tepki hareketi olarak ortaya çıkan Attac, sosyal ve siyasal açıdan homojen bir karakter taşımıyor. Fransa’da ve oluştuğu diğer yerlerde, eski solcu, çevreci, sosyal demokrat, hümanist kesimlerden burjuva liberal aydın çevrelerin yanı sıra, ağırlığını öğrenci gençliğin oluşturduğu; mevcut gidişata ve saldırılara tepkili küçük burjuva tabakalar içerisinde sınırlı bir etkiye yolaçtı. Kısa bir dönem, yeni oluştuğu bazı ülkelerde, bir biçimde bir arayış içinde olan, örgütsüz ve dağınık duyarlı öğrenci gençlik çevreleri arasında, etrafında toparlanılan bir çekim merkezi olur gibi gözüktüyse de, bu fazla sürmedi. Ve, son bir-iki yıldır söz konusu bu kesimler açısından da, olduğu kadarıyla “çekiciliğini” yitirmiş gözüküyor.
Kendini “hareketin hareketi” ya da bir “çatı” olarak da lanse eden Attac’a, bireylerin yanı sıra, siyasal partiler dışındaki örgütler de üye olabiliyor. Ve bazı ülkelerde Attac’a üye örgütler listesine bakıldığında, yüz binlerce üyeye sahip sendikaların adına da rastlamak mümkün. Ancak bunun, Attac’ın sendikalar ve diğer yığın örgütleri üzerinde güçlü bir “otorite” ya da “harekete geçirici gücü büyük” olan bir örgüt olmasıyla uzaktan-yakından bir alakası yok. Bu, sadece, işbirlikçi sendika merkezlerinin Attac’a egemen olan liberal anlayışı ve lobici çizgiyi paylaşıyor olduklarına işaret ediyor. Ayrıca, sendikal hareketin taleplerini olabildiğince daraltma ve içini boşaltmada ve yine saldırılar karşısında sessiz kalmada Attac üyeliği, işbirlikçi sendika merkezleri açısından bir “saçak altı” olma işlevi de görüyor.
Spekülatif sermayenin vergilendirilmesinin yanı sıra, “finans piyasalarının denetimi ve IMF, DB vb. gibi finans kurumlarının demokratik düzenlenmesi” talepleri, Attac’ın faaliyetlerinin merkezi konularını oluşturuyor. Ancak, bu ağırlık konularının yanı sıra, olduğu her ülkede, kendi içindeki güç ilişkilerine de bağlı olarak, bağımlı ülkelerin borçlarının silinmesi, kamu hizmetlerinin ve sosyal sigortaların özelleştirilmesine karşı çıkılması gibi konular da Attac’ın talepleri arasına girmiş bulunuyor. Birçok ülkede Attac’a egemen olan liberal kanat, buna, “Attac’ı ortaya çıkaran gerekçelerden uzaklaşıldığı takdirde etkisizleşileceği” gerekçesiyle, itirazda bulunuyor!
Sosyal Forumlar: 2001 yılı’nda, Brezilya-Porto Alegre’de, “Dünya Ekonomik Forumu’na alternatif” olma iddiasıyla toplanan 1. Dünya Sosyal Forumu (DSF), esas olarak, Brezilya İşçi Partisi ve yanı sıra da Fransız Attac’çıları ve Le Monde Diplomatik Dergisi çevresi tarafından organize edildi. Ve, o tarihten bu yana, iki “Dünya” ve iki de “Avrupa” sosyal forumu gerçekleşti. Görünürde, siyasi partiler, sosyal forumlara ve örgütlenmesine katılamıyor. Ancak bu, sadece görünürde böyle. Brezilya’da da, İtalya ve Fransa’da da Attac’ın yanı sıra, belli siyasal parti ve örgütler, forumlara katılan değişik inisiyatif ve kitle örgütlerindeki ağırlıklarına dayanarak, esas belirleyen durumunda oldular.
Hiçbir açıdan homojen olmayan sosyal forumlara, çok farklı alanlardan, sosyal ve siyasal çevrelerden katılım oluyor. Ancak, örgütlerin temsilcileri ve değişik siyasal örgüt çevreleri bir yana bırakıldığında, buralara katılanların ağırlığını, ana kitlesini –en azından İtalya ve Fransa açısından böyleydi– bir ölçüde aydın kesim ve ama esas olarak da gençlik (öğrenci gençlik) oluşturuyordu. İşçilerin “ilgisi”, büyük ölçüde, sendikalarda aktif olan dar bir kesimin katılımı ile sınırlı oldu.
Katılımda, politik yelpaze oldukça geniş. Çok değişik konularda iki yüzü aşkın toplantının yapıldığı Fransa’da olduğu gibi, farklı ideolojik-politik görüşlere sahip konuşmacıları dinlemek mümkün. Ancak, organizatörlerin forumların “gücü” ve “zenginliği” olarak propaganda ettikleri “çoğulcu yapı”, bu forumlara belirli anlayış ve politikaların damgasını vurmadığı anlamına gelmiyor. Yapılan sosyal forumların tümünde ağırlıklar aynı olmasa, bileşime ve koşullara bağlı olarak, ağırlık konuları ya da vurgularda farklılıklar olsa da, forumlara esas olarak, “sağı” ve “solu” ile, burjuva liberal ve sosyal demokrat-reformcu anlayış ve politikalar damgasını vuruyor.
Düzenleyicileri ya da savunucuları sosyal forumların yapısını ve işlevini nasıl açıklıyorlar? Kendisine daha sonra da başvuracağımız, Fransa Attac’ın ve DSF’nun tanınan kişilerinden Bernard Cassen , DSF’nun, “ilk temel prensipler belgesinde, kendini, kesinlikle bir birlik olarak değil, aynı zamanda, hem bir alan ve hem de bir süreç olarak tanımladığını” belirtiyor.
Bu şu anlama geliyor: DSF ya da kıta-ülke sosyal forumlarının bir bağlayıcılığı bulunmuyor; bir başka deyişle, sosyal forumların karar alma, dokümanlar ya da açıklamalar yayınlama durumu yok. Sosyal forumlar, savunucularına göre, “neoliberal kürselleşmeyi reddeden tüm toplumsal güçlerin bir araya geldiği, karşılıklı tecrübelerin aktarıldığı, görüş ve öneriler üzerinde tartışıldığı, diyalogların geliştirildiği …bir alan”dır.
Almanya Attac’çılarından İmmanuel Wallerstein’a göre, sosyal forumlarda bir araya gelenlerin ortak hareket noktası, “çoğulculuğu savunmak ve hiyerarşik olmayan bir sistem karşıtı hareket olmak”tır. Buradaki, “sistem karşıtı hareket olmak”la anlatılanın, kapitalist sistem karşıtlığı değil, “neoliberal küreselleşme” karşıtlığı olduğu açıktır.
Küçük bir azınlık bir yana bırakıldığında, sosyal forumlara egemen olan anlayış ve akımların, kapitalist sisteme itirazlarının olması bir yana, bunların önemli bir bölümünün “neoliberal” olarak adlandırılan, emperyalist burjuvazinin güncel saldırı politikalarına itirazları da, hem güdük ve hem de ikiyüzlücedir.
“KÜRESELLEŞME KARŞITLIĞI” NEREYE KADAR?
Porto Alegre’deki l. DSF’nda, organize edenlerin ve konuşmacıların büyük bölümünün üzerinde hemfikir olduğu konu, dünyanın “Washington modeli”ne göre şekillendirilmesine karşı çıkılmasıydı.. “Washington modeli”ne karşı çıkılırken, yerine “alternatif” olarak ne öneriliyordu? Sözü edilen dönemde, aynı zamanda DSF Konsey Üyesi olan Bernard Cassen, “dünya ekonomisinin politik olarak yönlendirilmesinin hem olanaklı ve hem de zorunlu olduğunu” ve bunun için de “gelişmekte olan ülkelerin AB ile birlikte … güç haline gelmeleri gerektiğini” söylüyor. Yani adres gösterilmiş olunuyor: “Washington modeli”ne karşı “AB modeli”!
Devam edelim: Yine Porto Alegre’de yapılan 2. DSF Toplantısı’nda, üzerinde ağırlıkla tartışılan konulardan birini, “Ticaretin ve sermaye akışının bütün toplumlara eşit yarar sağlayacak şekilde nasıl düzenlenebileceği?” sorusu oluşturuyor. Attac, buna ilişkin olarak, BM’in denetiminde 2 fon kurulmasının talep edilmesini öneriyor…
Almanya, Attac ya da sosyal forum örgütlenmelerinde, Fransa ve İtalya gibi ülkelere göre geriden seyrederken, liberal-solcu Alman yazarları ise, bu hareketlerin ideologluğuna-teorisyenliğine soyunmuş gözüküyorlar! Almanya Attac’ından ve ‘Attac’ kitabının yazarlarından Harald Schumann: “Pazarların, şirketlerin ve bilgi akımının sınırsızca birbirlerinin içinde erimesi, gerçekten de insanlığın yoksul ve zengin ayrımını aşarak savaşların nedenlerini ortadan kaldırma potansiyelini barındırır… Güney ülkelerine bir sermaye ve teknoloji transferinin, azgelişmişliğin aşılabilmesi için her türlü devlet yardımından daha çok katkı sağlayabileceğini gösterdi” diyor. Ve devam ediyor: “Ödeme bilançosu krizlerinin ve kalkınma kredilerinin yönetimi gibi temel görevler için İMF ve Dünya Bankası vazgeçilmezdir. Küresel bütünleşme, ortak kuralların belirlendiği küresel siyasi kurumlar olmadan gerçekleşemez.”
SPEKÜLASYON KARŞITLIĞIYLA SINIRLANMAK
Devamlı, sorunlara “dar sınıfsal açıdan bakılmaması gerektiğini” vaaz eden “sivil toplumcu” papazlar, özellikle bağımlı ülkelerin sanayilerinin, tarımlarının, doğal kaynaklarının, kısacası tüm zenginliklerinin uluslararası tekeller ve emperyalist ülkelerce sınırsızca yağmalanmasını, “Pazarların, şirketlerin ve bilgi akımının sınırsızca birbirinin içinde erimesi” olarak gösteriyorlar. “Birbiri içinde erime”nin yutulma ya da bağımlı ülkelerin emperyalist ülkelerce bir anlamda sömürgeleştirilmesi anlamına geldiği ortadayken, bu, aynı zamanda “yoksulluğun ve savaşların son bulmasının yolu” olarak da gösteriliyor.
Kapitalist-emperyalist sistem koşullarında, sömürünün, yağma ve talanın daha fazla derinleşmesinden öte bir anlama gelmeyen “küresel bütünleşme” savunucularının, IMF ve DB gibi kurumları “vazgeçilmez” görmeleri de kaçınılmazdır. Bu, kendi mantığı içinde, tümüyle tutarlıdır. Ancak, görüşün kendi içinde tutarlı olması, “küresel bütünleşme”nin, neden yukarıda sözü edildiği gibi değil de, tam tersi sonuçlara yol açtığını açıklamıyor?
Kapitalist-emperyalist sisteme ve IMF, DB, DTÖ gibi kurumlarına karşı yükselen tepkilere göğüslerini siper eden bu liberal çevre, varolan durumun ve ortadaki sonuçların nedeni olarak, yanlış politikalar izlenmesini gösteriyorlar. “Yanlış politikalar” terk edilir; sermaye hareketleri ve esas olarak da spekülatif sermaye hareketleri ve “vergi vahaları” denetim altına alınır ve de, IMF, DB, DTÖ gibi kurumlardaki “demokratik olmayan” işleyiş düzeltilirse, sorun büyük ölçüde çözülmüş olacaktır. Yani, esas olarak “spekülatif sermaye” ve söz konusu kurumların “anti-demokratik” yapısı-işleyişi, görünürde “sanık” sandalyesine oturtulmuştur!
Burada bir parantez açmak istiyoruz: Spekülatif sermayeyi, “bağımsız” ve “kendi başına” bir sermaye türü imiş gibi gösterme çabası, hemen tüm burjuva, küçük-burjuva liberal çevrelerin ortak özelliklerinden biridir. Bu, tekelci kapitalizmin ve onun rantiyeci-tefeci karakterinin aklanması amacıyla, gerçeklerin ters-yüz edilmesi, baş aşağı dikilmesidir. Spekülatif sermaye, azami kâr peşinde koşan sermayenin, faaliyeti esnasında aldığı biçimlerden sadece biridir. Banka sermayesi ile sanayi sermayesinin iç-içe geçerek mali sermayeyi oluşturduğu tekelci kapitalizm koşullarında, kendi başına bir sanayi sermayesi, banka sermayesi ya da spekülatif sermaye yoktur. Bir dönem sanayi üretiminde faaliyet gösteren aynı sermayenin, tümü veya bir bölümüyle, bir diğer süreçte spekülasyon yapmak üzere döviz veya değerli kağıtlar borsasında faaliyet göstermeye başlaması, –aynı şey tersinden de söylenebilir– işin doğası gereğidir. Tekelci sermayenin, hangi alana ne hızda akacağını; bir biçimden diğerine hangi hızda ve ne ölçüde dönüşeceğini belirleyen, tekelci kapitalizmin hareket yasası olan azami kârı gerçekleştirme hedefidir.
Tekrar konumuza dönersek; spekülatif sermayeyi, tek başına tüm olup-bitenlerden sorumlu gibi göstermek, küçük burjuva alıklığı olmadığı ölçüde, yoğunlaşan saldırı politikaları ile birlikte kapitalist-emperyalist sistemi aklama ve hakkında boş ve zararlı hayaller yayma çabasından öte bir anlam ifade etmiyor.
“GÜNEY-KUZEY” TARTIŞMASI VE AB MODELİ
IMF, DB gibi kurumların Washington’un etkisinden kurtarılarak, “demokratik bir işleyişe” kavuşturulabilmesi için, sandalye ve oy dağılımının gelişmekte olan ülkeler lehine yeniden düzenlenmesi savunuluyor. Böylece, söz konusu kurumlar, “Güney’in kalkınması”, “Güney ile Kuzey arasındaki ekonomik ve ticari ilişkilerin daha adil bir duruma gelmesi” ve “finans krizlerin önüne geçilmesi” yönünde bir politika izler hale geleceklerdir! Bu görüşün, sadece hayal yaymak maksatlı olduğunu söylemek doğru olmayacaktır.
Yukarıda aktarıldığı üzere, bu görüşleri savunanlar, aynı zamanda bunun için “Güney”in, Washington’a karşı AB’ni desteklemeleri ve onunla birlikte hareket etmeleri gerektiğini de öneriyorlar! ABD’ye karşı “Avrupa modeli”ni savunanlar, Fransa’daki ASF toplantılarında olduğu gibi, “Avrupa’nın ABD’nin gölgesinden çıkarak daha aktif politik bir rol oynaması gerektiğini” söyleyebiliyorlar. Bu, niyetin de ötesinde objektif olarak, ABD ile mücadelede “AB’ne yedekleme” politikasıdır.
“Güney”in önüne AB’ni destekleme görevini koyan(!), sosyal forumlar içindeki bu çevre, sosyal hareketin önüne de, ileri sürülen talepleri elde etmenin yolu olarak, hükümetleri verdikleri sözleri tutmaya zorlamayı koyuyorlar. Bunun için, yaptıkları ve yapılmasını önerdikleri başlıca şey, hükümetler ve kurumlarla “diyalog” ve “lobi çalışmaları”dır!
B. Cassen, 2. ASF’daki bir konuşmasında şunları söylüyordu: “Biz ebedi olarak muhalefette kalamayız. Düşüncelerimizi hükümette olanlara götürmeliyiz. Belki bir gün bu düşünceler mevcut yapıların bir parçası haline gelecektir.” Bir başkası, “artık Attac sözcülerinin çağrılmadığı hiçbir G.8’ler, Kalkınma Siyaseti, Finans Piyasaları ve özelleştirme tartışması olmuyor” diye böbürleniyor ve bunu “artık büyük bir moral otorite haline gelindiği”nin örneği olarak sunuyor.
“Büyük moral otorite olarak değer verilen” ve “muhatap” kabul edilenlerin, aynı zamanda, AB Komisyonu da dahil olmak üzere, değişik resmi ve mali çevrelerce parasal yönden desteklendiklerini de belirtelim.
AB’Cİ OLMAYANLARIN SINIRLILIKLARI
Kendini, yine “neoliberal küreselleşme karşıtlığı” ile tarif eden, ancak bu kesime göre nispeten daha “solda” duranlar, savundukları talepler ve politik tutum itibari ile, bazı konularda bu kesimden ayrılıyorlar. Daha çok, –üzerlerinde taşıdıkları isimlerden bağımsız olarak– sol sosyal demokrat ve küçük-burjuva sosyalizmi eğilimlerine sahip olan bu kesimler, “Washington modeli”ne alternatif gibi gösterilen “Avrupa modeli”ni benimsemiyorlar. Mevcut saldırılara karşı çıkarken, daha geniş sosyal, ekonomik, siyasal, kültürel hakların olduğu bir “Sosyal Avrupa” talebini ileri sürüyorlar. Lobici bir politika yerine, talepler için yığınların harekete geçirilmesini savunuyorlar.
Haliyle bu çevrelerin de, “küreselleşme” olarak nitelediği kapitalizme bir itirazı yok. Bilinç bulandırmak ve yanılsama yaratmak maksadıyla ortaya atılmış uyduruk bir kavram olan “Neoliberal küreselleşme” diye niteledikleri, üstündeki örtüsü alınmış çıplak kapitalizme belirli itirazlar var. Aslında, bu kesimlerin itirazlarına ve ileri sürdükleri taleplere bakıldığında, bunların büyük ölçüde, tekellerin ve hükümetlerinin, önceden olduğundan çok daha fazla küçük ve orta burjuva tabakaları da etkileyen saldırılarıyla bağlantılı olduğunu görmek mümkün.
Soruna sınıflar ve sınıflar arası mücadele perspektifinden bakmaktan uzak olan bu kesimler, önemli ölçüde “sivil toplumcu” görüşlerin etkisi altında. Homojen olmamakla birlikte, küçük burjuvazinin ikili karakteri; bir yandan tekellerin yoğunlaşan saldırılarından duyulan rahatsızlık, diğer yandan da sistemle olan bağlar, bu çevrelerin politikalarında ve taleplerinde yansıyor. Bunların birçok konudaki görüş ve önerilerini karakterize edenin eklektizm ve belirsizlik olması da buradan geliyor.
“BİR BAŞKA DÜNYA” VE “YENİ” PERSPEKTİFLER
Attac’ın ve sosyal forumların eylemlerinde yaygın olarak atılan sloganlardan birini, “Bir Başka Dünya Mümkündür!” sloganı oluşturuyor. Bu “bir başka dünya”, nasıl bir dünya olacak? Slogan bunun yanıtını vermiyor ve bununla sadece, bugün mevcut olandan “farklı bir dünya”nın mümkün olduğu söylenmiş olunuyor. Aslına bakılırsa bir şey de söylenmiyor. Ve slogandaki bu “belirsizlik”, tümüyle bilinçli olarak tercih edilmiş görünüyor. Bu slogan ya da sloganın üzerinde yazılı olduğu bayrak, hem değişim isteyen kesimleri –özellikle de gençlik kesimlerini– etrafında toparlayabilecek ve hem de onlara bir ufuk sunmayacak; ‘nasıl bir değişim’ sorusuna yanıt vermeyecek bir özellik taşıyor.
Sosyal forumların ve sosyal hareketlerin alternatifleri ve gelecek perspektifleri tartışılırken, aslında bu “Bir başka dünya”nın nasıl olacağına yanıt aranıyor. Açıktır ki, yığın hareketi geliştikçe ve “yeni bir dünya özlemi” güçlendikçe, “alternatif strateji” arayışları daha da yoğunlaşacaktır.
Başta bu nedenle, Sosyal Forum’a ya da ‘sosyal hareketlere’ perspektif ve alternatif strateji arayışı içine giren burjuva reformcuları, işe, işçi sınıfına ve sosyalizm davasına saldırı ile başlıyorlar:
“1848-1968 arası dönem, iktidarı ele geçirip, ‘dünyayı değiştirme’ stratejileri iflas etti… Hemen tüm ülkelerde iktidara gelindi.. Ancak, bu strateji tam da zaferi noktasında iflas etti.” (İmmanuel Wallerstein)
“19-20. Yüzyılda iflas etmiş stratejiler yeniden canlandırılamaz” (Joachim Bischof-Richard Detje)
Almanya’nın, “Sosyalizm” isimli bir dergide de yazan bu sol sosyal demokratları, işçi sınıfının, sömürücü kapitalist sınıfı alaşağı ederek, iktidarı alma stratejisinin “yeniden canlandırılamayacak” biçimde “iflas etmiş olduğu”na hükmettikten sonra, kendi “yeni toplum stratejilerini” açıklıyorlar:”Dayanışmacı bir uygarlık”!
Peki, nedir-nasıldır bu “Dayanışmacı uygarlık” ve bunun “kapitalist uygarlık” tan farkı nedir?
“Geleneksel olarak, sosyalist-komünist stratejinin anahtar sorunu, özel mülkiyet sorunuydu. Wallerstein, haklı olarak bunun önemini görelileştiriyor ve belirleyici olanın; kuruluşların kârsız karakterleri ve bu anlamda yaratılan toplumsal değerle bunların bölüşümü arasındaki ilişkinin açıklanması olduğunu; anahtar sorunun bu olduğunu söylüyor.” (J.B-R.D)
Belirleyici olanın, “kapitalist özel mülkiyet sorunu” değil de, “bölüşüm sorunu” olduğu, sosyal demokrasinin ve burjuva reformizminin bilinen geleneksel görüşüdür. Ve, kapitalist özel mülkiyete dokunmadan, bu ilişki üzerinde yükselen “bölüşüm sorunu”nun esaslı olarak çözülebileceği iddiası, kapitalist sistemi koruma altına alma çabasından öte bir değer taşımıyor: “Dayanışma uygarlığı” olarak sunulan “toplum modeli”, kapitalizmin “biraz dayanışmacı olanı” ya da “dayanışmacı kapitalizm”den başka bir şey değil. Kısacası, sosyal foruma ya da toplumsal harekete, “alternatif strateji” olarak “uygar-dayanışmacı bir kapitalizm modeli” sunuluyor!
SOSYAL FORUMLARIN GELECEĞİ VE TUTUM
Attac ve sosyal forum türü örgütlenmeler, hem bileşenleri ve hem de perspektifleri ve politik platformları itibariyle, ağırlıklı olarak, küçük burjuva tabakalara ve onların eğilimlerine tekabül eden politik platformlardır. Liberali ve “radikali” ile, küçük-burjuva ve burjuva reformcu akımların, kendi politik platformlarını, “bütün muhalefetin alternatif platformu” gibi sunma çabasını, toplumsal hareketin ve gerçek muhalefetin omurgasını oluşturan işçi ve emekçi yığınların yedeklenmesine dönük bir politika ve çaba olarak da değerlendirmek gerekiyor.
Bir yandan saldırıların yoğunlaştığı, diğer yandan da işçi hareketinin ideolojik ve politik olarak zayıf olduğu özgün koşullarda ortaya çıkan ve henüz birçok açıdan “belirsizlik”le malul olan ve olabildiğince de böyle kalmayı tercih eden sosyal forum türü tepki hareketlerinin geleceği, bir yönüyle, önümüzdeki dönemde ne yönde ve nasıl bir gelişim göstereceklerine de bağlı olacaktır.
Bu platformların, tekellerin ve hükümetlerinin saldırılarına karşı mücadeleyi ilerleten bir işlev kazanmaları, yerelleşmelerine; ortak talepler etrafında geniş toplumsal kesimlerin mücadelesinin örgütlenmesine hizmet edecek bir platforma kavuşmalarına bağlı olacaktır. Ki, bir anlamda gelecekleri de buna bağlı olarak şekillenecektir!
Buraya kadar söylenenlerden, değişik kıta ve ülkelerde ortaya çıkan bu türden platformlara ilgisiz kalınması gerektiği ya da kalındığı gibi bir sonuç çıkmıyor, çıkartılmaması gerekiyor. “İlgi”nin, izleme ve eleştiri ile sınırlı kalamayacağı da açıktır.
Sosyal forumlar, üzerinde durulan ideolojik, politik, örgütsel vb. açılardan sahip oldukları bütün zayıflıklara ve yetmezliklere karşın, sonuçta tekellerin ve emperyalistlerin yoğunlaştırdıkları saldırı politikalarına karşı, sınırlı ve birçok açıdan güdük de olsa, politik bir tepkiyi ve karşı çıkışı ifade ediyorlar. Ve böyle olduğu içindir ki, ağırlığını gençliğin oluşturduğu belirli bir kitleyi de harekete geçirebiliyorlar. Ayrıca şuna da işaret etmek gerekiyor: Tekellerin ve hükümetlerinin saldırılarının giderek şiddetlendiği ve şiddetleneceği dikkate alındığında, hükümetlerle diyalog yanlısı lobici güçlerin ve politikaların bu hareket üzerindeki etkilerinin giderek zayıflayacağını söylemek yanlış olmayacaktır ki, bu günden bile, bunu gözlemek mümkündür.
Devrimci işçi hareketi ve partisi bu konudaki tutumunu şekillendirirken, şu iki şey üzerinden hareket etmektedir: Birincisi ve en önemlisi, ideolojik, politik, örgütsel, her açıdan işçi sınıfı hareketinin bağımsızlığının korunması ve geliştirilmesidir. Bu, somut sorun açısından şu anlama geliyor: sosyal forum türü sınıf dışı hareketlerin, hem perspektif ve hem de politik platform olarak işçi sınıfını ve hareketini etkilemesine; hareket üzerinde etki kurmasına ya da var olan etkilerine karşı mücadele etmek. İkincisi: Kendi bağımsız politikaları ve faaliyeti üzerinden, bu türden hareketlerde, zayıf da olsa var olan olumlu yanı, saldırılara karşı mücadelenin güçlendirilmesi perspektifi ile desteklemek ve olabildiğince ilerletmeye çalışmaktır ki, bir yaklaşım olmanın ötesinde, devrimci işçi partisinin pratik tutumu da buna uygundur.
DiPNOTLAR
1 Bu verginin ‘Tobin Vergisi’ olarak adlandırılması, 70’li yıllarda spekülatif sermayenin %0,1 oranında vergilendirilmesini öneren ABD’li bir ekonomistin isminin James Tobin olmasından ileri geliyor.)
2 Reformcu bir parti olan Brezilya İşçi Partisi, hükümette bulunuyor ve cumhurbaşkanı da bu partiden
3 Katılımcılarını, ağırlıklı olarak Brezilyalıların yanı sıra Fransızların oluşturduğu bu ilk DSF’nun davetlileri arasında Fransa’dan sekiz bakan ve çok sayıda milletvekili, Chirac’ın özel bir temsilcisi ve yine DB’nın bir temsilcisi de bulunuyordu.
4 Bernard Cassen, Le Mond Diplomatik Genel Yayın Yönetmenliği görevinin yanı sıra, uzun dönem, kurucularından olduğu Fransa Attac Başkanlığı ve yine DSF Konseyi üyeliği görevinde bulunmuş. “Neo-liberal küreselleşme” karşıtı hareketin ideologlarından.
5 Kararlar alma, dünya ya da bölgesel konseylerin yetkisindedir. Politik partilerin sosyal forumlara resmen katılamayacakları da, DSF Konseyi’nin kararları arasında bulunuyor. Peki Konseyi kim belirliyor? DSF Konseyi, seçimle değil, atama usulü belirlenmiş ve Brezilyalılar ile Fransızlar burada etkili durumdalar.