Anadilde Eğitim Üzerine

Bugün hem devrimci öğretmen hareketinin, hem de öğrenci gençliğin mücadelesinin önemli taleplerinden biri, anadilde eğitim hakkıdır. Ancak bu talebin içeriğinin nasıl doldurulduğu konusunda tam bir açıklık yok. Bu talebi ulusal sorunun çözümü olarak düşünenlerden, bunu bölücülük, eğitimde ikilik olarak düşünenlere kadar, çok geniş bir yelpaze söz konusu.
Neden anadilde eğitim? Bunu yanıtlayabilmek için dil-düşünce ilişkisini biraz açmak gerekiyor. Dil kavramının değişik boyutlarını düşünmek mümkün. Ancak düşünceyle ilişki söz konusu olduğunda; her türlü bilginin kaynağı olan doğa ve onun üstünde insanın değiştirici eylemi olgusuna bakmak gerekiyor. İnsan kendi hayatını sürdürebilmek için doğa ile bir ilişkiye girer. Bu; doğayı anlama, tespit ettiği yasalar üzerinde onu kendine yararlı olacak şekilde değiştirme, böylece onu kendinden bir parça kılma eylemidir. Çalışma sürecinde doğayla insan, insanla insan arasında kurulan ilişkiler ve bunun ihtiyaçları dilin oluşum ortamını hazırlar. Şu alıntı bize önemli açıklamalar sunuyor: “Dil, sadece insan çalışmalarını akla uygun bir yolda düzenleştirmek, yaşantıyı tanımlayıp yaymak, böylece de çalışma etkinliğini artırmakla da kalmadı, aynı zamanda ayrı ayrı nesnelere belli sözcükler yakıştırarak onları doğanın koruyucu adsızlığından çekip insanların denetimine soktu. (…) Sözcük; nesneyi kavrama, anlama, onun üstünde üstünlük kurma aracıdır.” (1)
Burada dilin oluşması ve bu sürecin, insanlaşma sürecindeki etkilerinin ipuçlarını görmekteyiz. Eğer insanın doğanın kendi akışı içindeki, hayvani alanından çıkışı “iş” ile olmuşsa, dil de bu sürecin hem bir ürünü hem de etkenidir. Dil bütün bir insani etkinliğin aracıdır, çünkü insan etkinliğinin belirleyici unsuru, onun önceden tasarlanmış olmasıdır. Bu işlem dil ile yapılır.
Düşünce, dil malzemesiyle olur. “İnsan aklındaki her düşünce her zaman ancak dil malzemesiyle ve dilin terim ve deyimleri üzerinde doğabilir ve var olabilir. Dilin malzemesinden bağımsız, dilin ‘doğal maddesinden’ bağımsız çıplak düşünce diye bir şey yoktur. ‘Dil düşüncenin doğal gerçekliğidir’ (Marx). Düşüncenin gerçekliği dilde yansır.” (2) Zihindeki bütün işlemler nesnenin kendisiyle değil, onun imgesi ve dildeki karşılığı üzerinde yapılır. Örneğin iki nesnenin ilişkisi düşünüldüğünde direk bu nesneler değil bunlara ad olan sözcüklerle düşünülür. Zaten bu sözcükler o nesnenin bilinir bütün niteliklerini, kendileriyle birlikte taşırlar. Bu konu, bilimlerde daha açık ve anlaşılırdır. Bilim, terimler aracılığıyla yapılır. Bunlar kendi alanı için darlaşmış, kalıplaşmış sadece o bilim için taşıdığı anlam üzerinde sınırları belirlenmiş sözcüklerdir.
Normal şartlarda her insan bir dilde düşünür. Birden fazla dilde düşünmek mümkünse de, birden fazla dili konuşabilmek, daha çok bir dilde düşünüp diğer dile çeviri yapmak anlamına gelir. Dil diğer özelliklerin yanında ulusu ulus yapan ortak özelliklerinden biridir. Eğer ulusların ortak bir ruhi şekillenişinden söz etmek mümkünse bunun aracı yine dildir. Her dil, o ulusun kültürel birikiminin ve ruhsal şekillenişinin bütün unsurlarının taşıyıcısıdır. Her dilde bir sözcüğün anlamı ve çağrışımları; o sözcüğün kaynağı hakkındaki bilgimiz, ona yüklediğimiz özellikler ve o ulusun kültürü içinde özel bir hareket tarzı ile bir bütünlük taşır. Bu nedenlerledir ki, bir dilden bir dile çeviri yapılırken, sözcüğün o dildeki anlamı birebir bulunamaz, çevirmen çevirdiği dilde onu nasıl ifade edeceğini o dilin iç mantık ve hareketine göre belirler.
Anadil demek; bir insanın doğuştan itibaren kendisini içinde bulduğu maddi-manevi bütün bir kültürü bir dil aracılığıyla öğrenmesidir. Belki de burada “öğrenme” sözcüğü dar kalır. Çünkü bu süreç; bilinçaltını da kapsayan, ses dizgesinden nesneler hakkındaki bütün imgelere uzanan bir genişliği içeriyor. Dilbilimciler anadili şöyle tanımlıyorlar: “Büyümekte olan çocuk kendisini, hem ses nitelikleri değişik bir ses dizgesinin, hem de zihindeki evreni belli bir biçime sokan bir düşünce dizgesi olarak başka dillerden ayrılan bir anadilin içinde bulur. Bu dilin seslerini duyarak, yineleyerek, bu ses dizgesinin zihnine yerleştirdiği gibi başka ulusların dillerinden ayrı bir anlama ve anlatma yoluna sahip olan kendi dilinin evrene bakış biçimini, anlatım yolunu da benimser.” (3) Bu öğrendiği dile anadil diyoruz.
Bu nedenlerle bir insanın önce anadilinde baştan sahip olduğu bilgileri derinlemesine işlemesi ve bilince çıkarması gerekir. Zaten eğitimin bir amacı da bu olmalıdır. Yani doğal bir süreçte edindiği bu yeteneğini çözümlemesi ve ihtiyacına göre kullanabileceği bir işlevselliğe ulaştırması gerekmektedir. Düşünme, kavrama ve üretmenin başlangıcı budur. Anadilinde geliştiği oranda başka bir dili öğrenebilir. Böylelikle iki dil arasında kurduğu bağıntılarla iki evreni birbirine bağlayabilir.
Bir insana zorla bir başka dili öğretmek ve başka bir dilde eğitime zorlamak en vahşi baskı türlerinden biridir. Bu ilk elde, insanın iki dil arasında bocalamasına neden olur. Talan edilen dil, talan edilen kişiliğe dönüşür. Eğer eğitimin amacı ona bir şeyler öğretmekse (bu egemenlerin ideolojisi de olsa) bir başka dilde verilen eğitimle sonuç alınamaz. Olsa olsa, öğrenci, belli olayları donmuş kalıplar biçiminde ezberler. Bu da, bu öğrenci başarısızlığa mahkûm edilmiş demektir. Türkiye’de Kürtlerin, Avrupa’da Türk-Kürt-Yunanlı gibi yabancı çocukların geri kalmaları ve geri zekâlı okullarına gönderilmeleri bununla ilgilidir. Prof. Server Tanilli bir yazısında yurtdışındaki çocuklarla ilgili bu durumu şöyle belirtiyor. “İşte yurtdışındaki çocuklarımızın sorunları, sahip oldukları ulusal kimlik ile bulundukları ülkelerdeki eğitimin biçimde ulusal niteliği arasındaki çatışmadan kaynaklanıyor.” (4)
Bu konuda sonuç olarak şunu söylemek gerekiyor. Anadilin yasaklanması ve başka bir dille verilecek eğitim, çocuğun anadil çevresindeki edindiği bilgi birikimini yok saymak ve onu sıfırdan başlatmaktır. Bu yeniden başlatma süreci de eski bilgilerde onu engelleyeceği ve onlardan yararlanamayacağı için onun iki dil arasında çatışma ortamında geri bırakmaktır.
Buraya kadar olan bölümde anadilde eğitimin bir hak olarak neden gerekli olduğunu açıklamaya çalıştık. Bu nedenle mantıksal olanın üzerinde durduk. Bu yönüyle de politikanın dışında bir alan üzerinde bu açıklamaları yaptık. Hedefimiz anadilde eğitimin anlamını kavramayan ve buna ne gerek var diye düşünen insanlara “niye gerek olduğunu” açıklamaya çalışmaktı. Çünkü bu insanlar bilince çıkmış bir tutumla buna karşı çıkmıyorlar.
Anadili ve anadilde eğitimi yasaklayanlar, bu durumu bilmemek gibi masum bir gerekçeyle bu yasakları koymuyorlar. Anadili yasaklayan için, bunun insan üzerindeki olumsuz etkileri ve sonuçları, zaten ulaşmak istediği “o ulusu yok etme” hedefiyle uyum halindedir.
Burjuvazi bir ülkeyi, yerüstü ve yeraltı zenginliklerini talan etmek için işgal eder. Bunu başarabilmek için de baskı aracılığıyla ezilen ulusun dilini, kültürünü asimile ederek, giderek ulusu yok etme hedefine ulaşmaya çalışır. Onun için, oranın tek anlamı sömürü alanı olmasıdır. Burjuvazi, ezilen ulusa uyguladığı tüm baskıyı bir bütün olarak kendi ulusu için yaptığı iddiasındadır. Dil gibi ulusun ortak özelliği aracılığıyla oluşturduğu baskı ona bu imkanı da sağlar. Örneğin, Kürt dili ve kültürünün yasaklanması ve asimile edilmesi Türkçe aracılığıyla yapıldığı için bu Türk halkına bunun kendi adına yapıldığı görüntüsü verir ve burjuva ideolojisinden etkilendiği ölçüde bu baskıyı sahiplenir de. Oysa bu baskı Türk halkının da zincirlerini güçlendirmektedir. Bu etkilerle sıradan bir Türk emekçisi, ben toprağımı böldürtmem der. Kendisi öldüğü zaman gömülecek mezar yeri kadar toprağının olmadığını düşünmez bile.
Bu baskıya daha sağlam bir zeminde karşı durmak gerekiyor. Burjuvazi daha geniş sömürü imkanları için baskıyı uyguluyorsa, bu baskıya iki ulustan işçi ve emekçilerin devrimci mücadelede birleşmesi ve baskı dünyasını yıkmanın bir unsuru olarak değerlendirmek gerekiyor.
Yani bir ulusa yönelik her türlü baskı o ulustan işçi ve emekçileri hedeflediği ve onları modern sınıf çatışmalarının dışındaki bir alanda meşgul ettiği için, ikincisi iki ulustan işçileri birbirine karşı kullanarak onları birbirinden tecrit ettiği için ve bunların sonucu olarak işçi sınıfının içinde kendini bütün özellikleriyle gerçekleştireceği mücadele olan sosyalizm mücadelesinden alıkoyduğu için ve proletarya her türlü baskıya karşı olduğu için; buna karşı durmak gerekiyor. Burjuvaziyi ekonomik ve siyasal olarak güçlendiren bu baskı, onu yıkmanın bir dinamiğidir de aynı zamanda.
Bu baskıya ancak bu temelde karşı çıkmak anlamlı olabilir.

EĞİTİMİN KÜRDİSTAN’A DÖNÜK YÜZÜ
Eğitim son tahlilde bir sınıfın kendi egemenliğini süreklileştirme, meşrulaştırma ve ekonomik ve siyasal olarak bu ilişkileri yeniden üretmek için kullandığı bir araçtır. Daha açık bir deyimle eğitim; burjuvazinin bir yandan kendi ideolojisi doğrultusunda insanları biçimlendirdiği, diğer yandan entelektüel ve ekonomik ihtiyaçlarını karşılayacak seçkinler yetiştirdiği bir kurumdur. Burjuvazi, ekonominin ihtiyaçlarına cevap verecek elemanlar yetiştirmek için, halkı eğitim alanına çekerken, asıl eğilimi halkı eğitimsiz bırakmaktır. Bu nedenle eğitimi, alınması büyük paralar gerektiren bir meta haline getirerek, hem bunun yükünü halkın sırtına yıkar, hem de halkı bunun dışına atar.
Kürdistan’da eğitim anadilde verilmez. Bunun sonucu olarak Kürt halkı eğitimsiz bırakılır. Ya da Kürtler okula gidebilmek için Türkçe öğrenmek zorunda kalır. Böylece burjuvazinin faşist karakterini tamamlayan ırkçı karakterine uygun olarak eğitim, Kürtlerin faşist bir zeminde asimilasyonu için kullanılır.
Kürtçe eğitim olmaması nedeniyle zaten Kürtler eğitimden mahrum edilmiştir. Buna ek olarak oraya okul yapılmaması yoluna da gidilir. Orada yaygın olarak açılan okullar, yatılı bölge okullarıdır. Türk burjuvazisi asimilasyon için iki etkenden yararlanabileceğini düşünüyor. Bunlar; din ve Türkçenin yaygınlaştırılmasıdır. Yatılı bölge okullarında bunların ikisi bir arada hayat buldu. Bunlar aslında Osmanlılar döneminde kurulan “Aşiret Mektepleri”nin Cumhuriyet döneminde yeniden oluşturulmuş biçimleridir. Şu an 119 yatılı bölge okulu mevcut. Bunlar aracılığıyla 119 bin civarında öğrenciye eğitim veriliyor. Son dönemlerde PKK’nın okul yasaklamaları da bahane edilerek bunların kuruluşu yeniden gündeme getirildi. M.E. Bakanı Nevzat Ayaz’ın verdiği bilgilere göre, yeni bütçe planına iki yıl içinde 113 yeni okulun açılması konmuş. Bunlarda 113 bin öğrenci eğitim görecek. (5) Öyleyse bu okulların özelliği nedir? Bunlar ilk ve ortaokulu kapsayan okullardır. Öğrencilerin bulundukları yere değil, merkezlere açılıyorlar. Çocuklar yaşam alanlarından, ailelerinden ve doğal olarak kültürlerinden kopartılarak buralara toplanıyorlar. Sadece derslerde değil, günün 24 saati denetim altında tutuluyorlar. Zaten kendi aralarında da Kürtçe konuşmaları yasaklanıyor. Böylece dilleri ve kültürleri unutturularak, asimile ediliyorlar. Ayrıca özel olarak faşist öğretmenler yerleştirilerek, faşist ideoloji ve zorunlu ibadet gibi uygulamalara maruz kalıyorlar. Buralara öğrenci yazılmak için gönüllü olmak da gerekmiyor. Köyleri dolaşıp çocukları isteseler de istemeseler de yazabiliyorlar. Kısacası buralar devşirme hapishaneleridir, İşte eğitimin Kürt halkına dönük yüzü budur. Anadilde eğitim olmadığından ya eğitimsiz kalmak ya da buralarda asimilasyona maruz kalmak.
Bu amaçla kurulmuş okullar bile, halk hareketinin yükseldiği dönemlerde burjuvazi için tehlike merkezi oldu. İlk devrimci aydın Kürt gençliği burada yetişti. Bu gençler özellikle ’60’ların öğrenci eylemleri içinde kendi ulusal varlıklarının farkına vardılar ve bunun için mücadeleye atıldılar.
Bütün bunlara rağmen geniş yoksul köylü çocukları eğitimin dışında kalmıştır. Kürdistan’da okuma-yazma (bu Türkçeyi bilmeye endeksli medrese eğitimi konumuzu dışındadır) oranı bazı yerlerde örneğin Şırnak’ta olduğu gibi yüzde 50’nin altındadır. Ortalama oran ise yüzde 60 dolayındadır. Bu rakamların uydurma seferberlik diplomalarıyla ne kadar şişirildiği ise bilinmiyor. Halkın eğitimsiz bırakılması Kürdistan’ın mevcut statüsü için gerekli olan pre-kapitalist ilişkilerin devamının da bir gereğidir. Çünkü egemen Türk burjuvazisinin Kürdistan’daki müttefiki ve dayanağı Kürdistan toprak ağalan ve feodal-burjuva ilişkilerdir.

ANADİLDE EĞİTİM KARŞISINDA TUTUMLAR
Kemalist aydınlar ve bunlardan etkilenen öğretmenler, bu talep karşısında tam bir ikiyüzlülük gösteriyorlar. Örneğin, Türkiye’de başta ilkokul olmak üzere İngilizcenin eğitim dili olarak kullanılmasına karşı çıkıyorlar. Gerekçeleri başta belirttiğimiz anadilde eğitimin öğrenme üzerindeki etkisiyle ilgilidir. Bizce bu tepki haklıdır da. Ancak aynı gerekçeler Kürtlerin neden Kürtçe eğitim yapmaları gerektiği konusunda da geçerlidir. Söz konusu Kürtler oldu mu, bu bölücülük olarak suçlanıyor. Kısaca söyledikleri şu: Türkiye’de İngilizce ya da yabancı bir dille eğitim yapılmasın ama anadilde eğitim hakkı talebi de bölücüdür. Oysa sürekli budansa da Türkiye’de Lozan anlaşmasıyla Hıristiyan azınlıklara anadilde eğitim hakkı tanınmıştır. Bu hak Müslüman azınlıklar ve özellikle Kürtler için yasaktır. Çünkü sistem; konum itibariyle, Kürtlerin ulusal uyanışını tehlike olarak görüyor.
Yine bu şoven tutum “eğitimde birlik” ile gerekçelendirilip savunuluyor. Örneğin Ankara yürüyüşünde bazı Eğit-Sen’li öğretmenler; “anadilde eğitim hakkı” sloganına, “eğitimde birlik” sloganı ile cevap veriyorlardı. Üzücü olan; bu tutumun en ileri öğretmen kitlesini kucaklayan Eğit-Sen saflarında bile belli bir yankı bulabilmesidir. Bilinçli ya da bilinçsiz bir kafa karışıklığı var. Eğitimde birlik ya da eski deyimle “Tevhidi Tedrisat” Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde burjuvazinin egemenliğini sağlamlaştırma çabasından doğan bir yönelimdi. Hederi ise; Arap alfabesi ile eğitim, tekke eğitimi gibi dini eğitim kurumlarını dağıtmaktı. Çünkü buralardan kendisine karşı bir direnme sesi gelebiliyordu. Bu, feodalizmle* biçimsel bir hesaplaşma özelliği de taşıyordu. Ancak bu yönelim kısa süreliydi ve dinin devletin denetimine alınmasıyla bir uzlaşmayla sonuçlandı. Gelinen noktada, imam Hatip liseleri, Kuran kursları gibi kurumlarla bu yasa, çoktan beri anlamsızlaşmıştır. Diğer yandan eğitimin anadilde olmasıyla eğitimde birlik, çatışan şeyler değil, bu eğitimin hangi dilde yapılacağıyla ilgili bir sorundur.
Tabii sorunun konulusu böyle değildir. Anadilde eğitim bir dil sorununa indirgenemez. En başta eğitim hangi dilde yapılıyorsa ona uygun dersler olacaktır ve bir bütün olarak o dilin kültürü üzerinde eğitim yapılacaktır. Asıl sorun ise, eğitimin bir bütün olarak demokratikleştirilmesidir. Yoksa aynı içerikte bir eğitim Kürtçeyle yapılsa da eğitimin gerici faşist niteliği değişmez. Belki bu eğitimin demokratikleştirilmesi yönünde bir kazanım olur. Kaldı ki, Kürtçeyle yapılacak bir gerici eğitim daha fazla amacına ulaşır. Anadilde eğitim hakkı genel olarak demokrasinin kazanılması içinde anlamlı olabilecek, bu demokratikleştirmenin de bir unsurudur. Bizim sorunu yukarıdaki tarzda tartışmamızın nedeni, bu tarz yaklaşımın iç tutarsızlığını ortaya koymak içindir. Diğer yandan bunlardan etkilenen bazı öğretmenler eğitimin demokratikleştirilmesine sempati ile bakarken burjuvaziden etkilendikleri için bunun olmazsa olmaz koşulu olan anadilde eğitime karşı çıkıyorlar. Bu bir tutarsızlıktır. Kısacası bunların gözleri Kemalizm tarafından perdelendiği için dünyayı şaşı görüyorlar.
Bir başka tutum. Bir yandan bu hak, bölücü ya da kitlelerin hazır olmaması gibi gerekçelerle “solcu” ilan edilirken, diğer yandan ulusların kendi kaderini tayin hakkının karşılığıymış gibi ele alınabiliyor. Bu reformist çevreler Kürdistan’ın özgürlük sorununu, dil ve kültür sorununa indirgiyorlar. Ardından da anadilde eğitim olunca ulusal sorun çözülür gibi bir yanılgı yaratıyorlar. Çünkü onlara göre Türkiye’de Kürtlere yönelik tek baskı anadillerini özgürce kullanamamalarıdır. Zaten devrimciler halkın birliğinden yanadır.(!) (Hangi zeminde birlik?) Böylece bu hakkı kabul edilebilir kılmak adına aslında kendi reformist yaklaşımlarını kabul edilir kılmaya çalışıyorlar. Şovenizmin baskısına boyun eğiyorlar ve böylece Türkiye devriminin önemli bir dinamiği olan ulusal sorunu düzen içinde çözülebilecek bir dil sorununa indirgiyorlar. Kaldı ki, yazı içinde sık sık vurguladığımız gibi anadilde eğitimin tanınması ve güvence altına alınması genel olarak ülkenin ve bunun bir parçası olarak eğitimin demokratikleştirilmesine bağlıdır. Örneğin Lozan’la Ermenilere, Ermeni okulları açılması hakkı tanındığı halde, son alınan bir kararla yayınlanan genelgeye göre bu okullarda “Ermenice” dersi dışındaki dersler Türkçe okutulacak. Yani faşist diktatörlük altında ne devletin kendi yasaları, ne uluslararası anlaşmalar ne de Çocuk Hakları Sözleşmesi böyle bir güvence sunmuyor. Bunun güvencesi, bu talebi ileri süren hareketin etkinliği ve sürekliliğidir.
Bugün özellikle Kürtler için anadilde eğitim hakkı savunulmalıdır. Ama demokrasiyi, kazanma iddiasında olan bir hareket (ister öğrenci, ister öğretmen hareketi…) bununla yetinemez. Bu hareket, ezilen halkın bağımsız devlet kurma hakkı için mücadeleyi de hedefine, almalıdır. Bağımsız devlet kurma hakkı her ulus için devredilemez bir haktır. Bu hak değil Türkiye gibi faşist diktatörlüğün hüküm sürdüğü bir ülkede, SSCB gibi sosyalizmin kurulduğu, uluslar için en geniş özgürlüğün olduğu bir ülkede bile varlığını koruyan ve anayasada yer alan bir haktır. Türkiye’de bu hak için mücadele edilmeden eksiksiz bir demokrasi mücadelesi yürütülemez ve demokrat olunamaz. Gerçekten demokrat bir hareketin mücadele hedefinin işçi sınıfı partisinin asgari programıyla birleşmesi gerekir.
Burjuvazi, ulusal özgürlük mücadelesi karşısında sıkışınca bunu reformlarla aşma planını zaman zaman tartışmaya açıyor. Bu konuda bile somut adım atma imkânlarına ve samimiyetine sahip olmamaları bir yana bırakılırsa, şöyle bir propaganda yürütüyorlar. Konumuzla ilgili bölümünü alalım.
Tansu Hanım, o bozuk Türkçesiyle buyuruyor ki: “Kürtçe okullar açılsa da kimse bu okullara gitmez. İsterseniz halka soralım. Ben, gittiğim her yerde sordum, kimse istekli değil.” Bir an için bu dediklerinin doğru olduğunu kabul edelim. Kürt halkı vahşi bir asimilasyona tabi tutulacak, varlığı kabul edilmeyecek, dili yasaklanacak… Ardından da bu halka: “Kendi dilinde eğitim yapmak istiyor musun?” diye sorulacak. Bu şartlarda bu baskı ve tahribat altında ve o dili kullanacak alan olmadığından, burada kendi dilinde eğitim yapmak istememesi doğaldır. Asıl sorun bu seçimini, özgür iradesini ortaya koyacak tarzda yapabileceği özgür ortama sahip olup olmamasıdır. İkinci olarak, kimseye doğarken hangi dil ortamında doğmak istediği sorulamadığına göre, böyle bir soru da sorulamaz. Kaldı ki, bu soruyu bir başka şekilde soralım. Türklere böyle bir soru sorulsa kaç kişi Türkçe eğitim yapmak ister? Bugünkü şartlarda epeyce bir kesim çocuğunun İngilizce eğitim görmesini ister. Çünkü Türkiye’de Tansu örneğinde olduğu gibi en iyi işe, en çok emperyalizmin işine yarayanlar gelir. Demek ki, emperyalizmin ekonomik, siyasi ve kültürel egemenliği ve bunun ülke yaşantısındaki sonuçları göz önüne alındığında, insanların böyle bir etki ortamında, İngilizce eğitim yapmak istemeleri anlaşılır bir durumdur. Ama özgür iradelerinin ortaya çıkışı değildir. Bu karşılaştırmada Kürtçenin çok daha eşitsiz şartlara sahip olduğu açık.
Bunlar başbakanın dediklerinin doğru olduğu varsayıldığında söylenebilecek sözler. Ancak Türkiye’de yaşayan herkes, Kürt halkının mücadeleyle bu tuzakları çoktan aştığını ve kendi özgürlüğü için onlarca şehit verdiğini biliyor. Tansu Hanım kendine çok güveniyorsa halka faşist ilhak altında yaşamak isteyip istemediklerini sorsun.
Aslında Tansu Hanım kendi deneyiminden biliyor. Kendisi Amerikan emperyalizminin dili ve kültürü ile yetişerek ‘Amerikanın uşağı’ olmuştur. Kürtleri de kendi uşağı yapmak için aynı yolu kullanıyor.
Son olarak eğitimin yapıldığı dilin ulusal niteliğinden yola çıkarak, eğitimin de ulusal bir nitelik taşıdığı sonucuna varılmam alıdır. Dil-kültür, dil-eğitim arasındaki ilişkide bir etkileşim olsa da ikincilerin içeriği sınıflarca belirlenir. Bu nedenle de sınıfsal bir nitelik taşırlar. Ezilen ulusun burjuvazisi, bütün ulus için ortak olan ve baskı altında tutulan özellikleri gerekçe göstererek kendi taleplerini ve sınıfsal çıkarlarını; bütün ulusun talep ve çıkarları olarak sunar. Bu, giderek kendi için mücadeleyi ve kendi iktidarını, ulusun iktidarı olarak adlandırmaya varır. Bu nedenle de sınıfsal içerik taşıyan eğitim, ulusal biçiminden yola çıkılarak “Milli Eğitim” olarak adlandırılır. Böylece bilinç bulanıklığı yaratılmaya çalışılır. Kemalizm baştan itibaren böyle yaptı. Kürt burjuva milliyetçileri de aynı yoldan gidiyor. Oysa dil; eğitimin bir biçimidir, eğitimin içeriğini belirleyen, sınıfın bugünkü çıkarları ve geleceğe ilişkin projeleridir. Ve doğal olarak bu sınıf, egemen olan sınıftır.
Bitirirken. Bugün genç komünistler okullara yönelik faaliyetlerinde bu haklan kazanılması için mücadeleyi günlük talepler için mücadelenin bir parçası olarak ele almalıdırlar. Bu, bir yandan Kürt öğrencilerin demokratik eğitim mücadelesine ilgisini artıracak, diğer yandan Türk öğrencilerin şovenist etkilerden kurtulmasına zemin hazırlayacaktır. Böylece iki ulustan öğrencileri mücadele içinde birleştirecek ve aradaki tecrit ve önyargıları yıkacaktır. Lenin’in sözleriyle yazımızı bağlayalım: “Bir çocuğun Gürcü dili, Gürcü tarihi vb. dersleri için hükümetten serbest bina, merkez kütüphanede sağlanacak Gürcü dilinden kitaplar Gürcü öğretmenin ücretine devlet katkısı vb. istersek, ne zararlı bir şey savunmuş oluruz, ne de olanaksız bir şey peşinde koşmuş oluruz. Gerçek demokrasi altında, bürokrasi ve ‘Prudonculuk’ tümüyle okullardan kaldırıldığında, halk bunu kolaylıkla gerçekleştirebilir. Ama bu gerçek demokrasi ancak bütün milliyetlerin işçileri birleştiğinde olur.” (6)

KAYNAKÇA
1- Ernest Fisher, Sanatın Gerekliliği, Sf. 40-41
2- J.V. Stalin, Marksizm ve Dil, Evrensel Yay., Sf. 35
3- Ö. Asım Aksoy, Her Yönüyle Dil, TDK Yay., Cilt 1, Sf. 51
4- Server Tanilli, Aktaran Yurtsever Emekçiler Der. Sayı 4, Sf. 11
5- Cumhuriyet Gazetesi, 23 12.1993
6- V.I. Lenin, Gençliğin Durumu, Kara Üniv. Basımevi 1976, Sf. 51

Mart ’94

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑