Tarımla sanayi ilişkisi üzerine yapılacak bir inceleme öncelikle azgelişmiş bir ülkenin bağımsız bir gelişme yoluna girmek için izlemesi gereken sanayileşme stratejisini saptamak bakımından önem taşıyor. Ancak konuyu daha da güncel kılan bir dizi gelişme daha var. Özellikle son dönemde kendi varlık koşullarını emperyalizme bağımlılıkta bulan Türkiye’nin egemen sınıfları ve onların hükümeti, ülkenin tarımını yok etmeye yönelik emperyalist planı büyük bir kararlılıkla hayata geçirmeye çalışıyor. Ve 1999 Aralık ayında IMF’ye sunulan niyet mektubuyla niyetlerini açık seçik ortaya koymuş bulunuyorlar; Tarımsal desteklemenin adım adım tasfiyesi, bu amaçla destekleme fiyatlarının, girdi ve kredi sübvansiyonlarının giderek aşağıya çekilmesi… Tüm bunlar yıllardır burjuva politikacıları tarafından her fırsatta dile getirilen “Türkiye’nin bir tarım ülkesi değil sanayi ülkesi olması gerektiği” yolundaki propagandanın nihai hedefini ortaya koyuyor. Ve ekonomide tarımın rolü ve öneminin azalmasıyla sanayileşme arasında dolaysız bir ilişki olduğu yanılsaması yaratılarak, tarımın tümüyle tasfiyesine zemin hazırlanıyor.
Yıllardır yürütülen politikalarla, tarımı dışa bağımlı hale getiren, değerli tarım arazilerini, doğa düşmanı emperyalist tekellerin talanına açan, uygulanan fiyat politikasıyla, köylülüğü açlık sınırına iten burjuva hükümetleri, tüm bunların sanayileşmenin olmazsa olmaz şartları olduğunu ileri sürüyor. Burjuva politikacılarının en kurt olanı, cumhurbaşkanı olduğu dönemde, bir devlet fidanlığının emperyalist bir tekele tahsis edilmesini eleştirenlere, sanayi için oturduğu köşkün bahçesini dahi vereceğini ilan etmesi daha hafızalardan silinmedi. Yıllardır ortalıkta “barajlar kralı” demagojisiyle dolaşan ve ucuz bir köylü popülizmini siyasi kariyerinin basamağı yapan Demirel, değişmemişti şüphesiz. Değişen, Demirel gibilerinin sözcüsü olduğu emperyalist kapitalizmin ihtiyaçlarıydı. Yani tarımın giderek yok edilmesiyle, Türkiye gibi ülkeleri emperyalizme bağlayan halkanın sağlamlaşması arasında yakından bir ilişki var. Dolayısıyla, burjuvazinin sanayileşmenin zorunlu bir sonucu olarak gördüğü bu gelişmenin, nasıl bir çarpıtma içerdiğini anlamak için, tarım ve sanayi ilişkisinin doğasını anlamak, bunun için de tarihsel bir inceleme yapmak zorunlu hale geliyor.
* * *
Tarımın tasfiyesine zemin hazırlamak amacıyla yürütülen propagandanın aksine kapitalist üretim tarzının ilk nüvelerinin boy verdiği 16. yüzyıldan başlayarak, günümüze kadar bütün ekonomilerde tarımla sanayi arasında organik, birbirini besleyen bir ilişki söz konusudur. Bu bakımdan özellikle yaşadığımız yüzyılda tarım ve sanayi ilişkisi azgelişmiş ve bağımlı ülkelerde iktisadi büyüme ve kalkınma tartışmalarında anahtar rolü oynamıştır. Ancak bu tartışmalarda, büyük ölçüde emperyalizmin belirlediği, aşağıda ele alacağımız stratejiler baskın çıkmıştır. Öte yandan sanayileşmede nasıl bir strateji izleneceği ve bu stratejide tarımın yeri saptanırken, tarımda üretim koşullarının doğa koşullarına bağlı olması, sermaye devir süresinin sanayiye göre uzun olması ve mevcut sermaye birikimi kaynaklarının kısıtlı olması vb. nedenler de, tarımsal gelişmenin göz ardı edilmesine neden olmuştur.
Açıktır ki; sanayi devriminin ortaya çıktığı 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ekonomide tarım ve sanayinin payı en önemli gelişme ve kalkınma ölçütü haline gelmiştir. Eğer bir ülkenin iktisadi yapısında tarımsal üretim ağır basıyorsa, o ülkenin azgelişmiş; tersine sanayi ağırlıktaysa, gelişmiş olduğu sonucuna ulaşılmaktadır. Bu durumu açık bir biçimde yansıtan ölçütler ise üretilen gelirin içinde tarımın ve sanayinin payları, istihdamın bu iki temel sektör arasındaki dağılımı, ülkenin dış ticareti içerisinde tarım ve sanayi ürünlerinin payı olarak sıralanmaktadır. Bu ölçütler yalnızca iktisadi yapının gelişmişlik düzeyini değil aynı zamanda, kapitalizm koşulları altında, uygulanan iktisadi modelin özellikleri, dışa bağımlılığın derecesi, kentleşme ve daha bir dizi sosyal ve ekonomik olgu hakkında fikir vermektedir.
Bu yazıda, tarım ve sanayi arasındaki ilişkiyi, Batı kapitalizminin öncü ülkesi İngiltere’de yaşanan iktisadi ve toplumsal dönüşümü temel alarak, genel çizgileriyle incelemeye çalışacağız. Buradan, tarıma dayalı bir ekonomik yapıdan sanayi devrimine uzanan süreçte, tarım ve sanayi arasındaki iktisadi ilişkiyi anlamayı amaçlıyoruz. Ancak bilindiği gibi kapitalist sistem altında, ülkeler arasında eşitsiz gelişme söz konusudur. Kapitalist dünya, gelişmiş ve azgelişmiş, emperyalist ve onlara tabi olan ülkeler biçiminde bölünmüştür. Bu yüzden, tarım ve sanayi ilişkisini, sadece yeni sanayileşen azgelişmiş ülkelerin kendi içsel dinamikleri açısından değil, bu ülkelere azgelişmişliği dayatan emperyalist dünya sisteminin yaşadığı dönüşümleri de göz önünde tutarak değerlendirmeye çalışacağız.
KAPİTALİZMİN DOĞUŞU VE İLKEL BİRİKİM
Kapitalist ekonominin en önemli özelliği meta üretimine dayanmasıdır. Meta üretiminin mümkün olabilmesi için ise sermayeye ihtiyaç vardır. Sermayenin oluşumu, sermaye birikimi adı verilen süreci zorunlu kılar. Bu birikim, sermaye aracılığıyla üretilen artı değerin, tekrar sermayeye eklenerek daha fazla sermaye elde edilmesiyle sağlanır. Sermaye birikimi, artı değerin varlığını; artı değer ise kapitalist üretimi zorunlu kılar. Kapitalist üretim ise meta üreticisi kapitalistin elinde daha önceden büyük bir sermaye ve emek-gücü kitlesinin bulunmasını öngörür. Bir kısır döngü gibi görünen bu hareketin çözümlenebilmesi için kapitalist birikimden önce, bu üretim tarzının sonucu değil, çıkış noktasını oluşturan bir ilkel birikimin varlığını kabul etmek gerekir. İlkel birikimin kendisine düşen rolü yerine getirebilmesi için ise elde edilen parasal servetin sermayeye dönüşmesi gerekir. Ancak,
“Üretim ve geçim araçları nasıl kendiliğinden sermaye değilse para ve metalar da kendiliklerinden sermaye değildir. Bunların sermayeye dönüşmeleri gerekir. Ama bu dönüşümün kendisi ancak belli koşullar altında olabilir, yani birbirinden çok farklı türde iki meta sahibinin yüz yüze ve temas haline gelmesi gerekir. Bir yanda başkalarına ait emek-gücünü satın alarak ellerinde bulunan değerler toplamını artırmak isteğinde bulunan, para, üretim aracı ve geçim aracı sahipleri; öte yanda kendi emek-güçlerini, dolayısıyla emeklerini satan özgür emekçiler. İki anlamda özgür emekçiler; Çünkü bunlar, ne köleler, sertler vb. gibi üretim araçlarının ayrılmaz bir parçasıdırlar, ne de mülk sahibi köylüler gibi üretim araçlarına sahiptirler; demek ki bunlar, kendi üretim araçları bulunmayan, böyle bir engel ve yükten kurtulmuş kimseler olmalıdırlar.” (K. Marx, Kapital, C. 1, Sol Yayınları, Ankara, 1997, s. 678.)
Bu koşullar altında ilk nüveleri oluşmaya başlayan kapitalist üretim tarzının kökenleri 16. yüzyıla dayanmaktadır. Bu döneme kadar, Batı Avrupa’da feodal üretim tarzı hâkim durumdadır. “Kapitalist toplumun ekonomik yapısı feodal toplumun ekonomik yapısından doğup gelişmiştir. Bu ikinci toplumun da çözülmesiyle birincinin öğeleri serbest kalmıştır.” (K. Marx, aynı eser, s. 679.) Feodal üretim tarzının iktisadi yapısını; kentlerde, kapalı lonca ekonomisi içerisinde faaliyet gösteren zanaatkarlar kitlesinin denetimindeki imalat sektörü; kırda ise senyöre tabi serflerin, belli bir malikane içerisinde, senyör topraklarını belli bir rant karşılığında işlediği, geçimlik tarımsal ekonomi karakterize etmektedir. Feodal toplumun çözülmeye başlamasıyla kapitalist üretim tarzını belirleyen en temel iki öğe serbest kalmıştır. Bunlardan ilki parasal sermayenin ortaya çıkması diğeri ise emek-güçlerini satışa çıkarmaktan başka yolu olmayan mülksüz emekçilerin, yani proletaryanın ortaya çıkmasıdır. Bu koşulların sağlanmasından sonra kapitalist birikim kendi yasaları doğrultusunda işlemeye başlamıştır;
“Kilise mallarının yağmalanması, devlet mülkünün hileli yollardan ele geçirilmesi, ortak toprakların çalınması, feodal ve klan emlakinin gasp edilerek başıboş bir terör havası içinde modern özel mülkiyet haline getirilmesi, ilkel birikimin birçok sevimli yönteminden birkaçıydı. Kapitalist tarım için gerekli alan ele geçirilmiş, toprak, sermayenin bir parçası haline getirilmiş ve kent sanayileri için gerekli (özgür ve yersiz yurtsuz) proletarya sağlanmıştı.” (K. Marx, aynı eser, s. 696.)
Bu gelişmelerin sonucunda, 15. yüzyılın son otuz yılından başlayarak, sermayeyi kendisi yatıran ve bunu ücretli emekçi çalıştırarak çoğaltan, artı ürünün bir kısmını parasal ya da ayni (ürün karşılığı) olarak toprak (soylusuna) ödeyen bağımsız, kapitalist çiftçi ortaya çıkmıştır. Bu dönemden itibaren ortak toprakların gaspı, bu çiftçinin elindeki hayvan sürülerinin büyük ölçüde çoğalmasını sağladığı gibi toprağın işlenmesi için neredeyse hiç masraf etmeksizin gübre elde etmesini de kolaylaştırdı. Uzun vadeli kira sözleşmeleri ile kendisini garanti altına almış olan bu çiftçi, 16. yüzyılda Amerika kıtasından gelen değerli maden akışıyla paranın değerinin düşmesinin ücretleri düşürüp, [tahıl, yün, et gibi] tarımsal ürünlerin fiyatlarını artırması sayesinde para sermayesini çoğalttı. Böylece toprak soylusuna ödediği kira da önemsiz hale geldi. Böylece bu çiftçiler, emekçilerin ve toprak beyleri sınıfının sırtından zenginleştiler. Öte yandan aynı dönemde kent tüccarları da, feodal malikânelerin alımı için yoğun bir faaliyet içindeydi. Toprağa yapılan bu yatırım genellikle spekülatif amaçlı ya da kiraya vererek rant elde etmeye yönelik olsa da sermayenin toprağın iyileştirilmesine yatırıldığı, mülkün ücretli emekle kapitalist bir çiftlik olarak işlendiği durumlara da rastlanıyordu. (M. Dobb, Kapitalizmin Gelişimi Üzerine İncelemeler, Çev F. Akar, Belge Yayınları, İstanbul 1982, s. 112.)
İngiltere’de tarımsal nüfusun mülksüzleştirilmesi, kentlerdeki imalat sektörüne, lonca kuruluşlarından tamamen bağımsız ve loncaların koyduğu engellerin bulunmadığı bir proleter kitlesi sağlamıştır. Bununla birlikte, tarımsal nüfus azaldığı halde, toprak eskisi kadar, hatta daha fazla ürün vermeye devam etmiştir. Çünkü tarımda üretim ilişkilerinin değişmesiyle, işleme yöntemleri gelişmiş, elbirliği ve üretim araçlarının yoğunlaşma derecesi artmış, ücretli tarım emekçileri daha sıkı çalıştırıldığı gibi, (çitleme faaliyetleri nedeniyle) kendileri için işledikleri alanlar azalmıştı.
Tarımsal nüfusun bir kısmının serbest hale getirilmesinin bir diğer önemli sonucu, bunların daha önceki beslenme araçlarının da serbest (piyasaya tabi) hale gelmesiydi. Bundan böyle her türlü değer, manifaktür sahibi kapitalistin elinden ücret biçiminde alınmaya başlanmıştır. Bu durum aşağıda ayrıntılı biçimde değerlendireceğimiz, iç pazarın oluşumu sürecini hızlandıran bir rol oynamıştır. Geçim araçlarının ve hammaddelerin meta halini almasıyla, geçmişte bunları kendisi üretip kendisi tüketen köylü ailesi, artık, manifaktür tarafından üretilen mallara bağımlı hale gelmiş ve genişleyen iç pazarın tüketici kitlesinin bir parçası olmuştur. Manifaktürün bu malların üretimi için ihtiyaç duyduğu tarımsal nitelikli girdiler ise gelişen kapitalist çiftçi tarafından sağlanmaya başlamıştır.
Sanayi Devriminin neden başka bir ülkede değil de İngiltere’de ortaya çıktığı konusundaki tartışmaların üzerinde birleştiği ortak nokta, sanayi devrimini önceleyen yıllarda, bu ülkenin büyük bölümünde, toprak sahibi köylülüğün ortadan kalkmış olmasıdır. 1750’li yıllara kadar İngiltere’de tarımsal arazilerin yaklaşık dörtte üçü büyük toprak sahiplerinin eline geçmiştir. Bu yıllarda İngiliz toprak mülkiyetinin yapısı şu şekildedir:
“Birkaç bin toprak sahibi, bunların topraklarını kiralayan on binlerce kiracı çiftçi, bu kiracı çiftçilerin toprağı işlerken emeklerini kiraladığı ve zamanlarının büyük bölümünde emeklerini kiraya veren yüz binlerce tarım işçisi, uşaklar ve çok küçük mülk sahipleri.” (E.J. Hobsbawm, Sanayi ve İmparatorluk, Çev. B.Sina Şener, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 1998, s.27.)
Bu tablo, tarımda, geçimlik tarımsal faaliyetle sınırlı küçük mülkiyetin tasfiye edilmiş olduğunu, tarımdan sanayiye aktarılacak geniş bir işgücünün ortaya çıktığını ve toprak mülkiyetinin merkezileşmiş olduğunu gösteriyor. Toprak mülkiyetindeki bu merkezileşmenin temelini, 16. yüzyıldan başlayarak giderek artan çitleme faaliyetleri oluşturmuştur. Çitleme, mevcut tarımsal araziler ile kullanıma açılan boş arazilerin, kapatılarak, önemi giderek artan yünlü ticareti için geniş koyun otlaklarına dönüştürülmesine dayanıyordu. Böylece sanayileşme için gerekli önkoşullardan en önemlisi sağlanmış, tarımda kapitalist üretim ilişkileri yerleşik bir nitelik kazanmıştır. Bu sürecin önkoşulları, parasal sermaye birikimi ve serbest işgücünün ortaya çıkmasıyla sağlanmıştır. Ancak bu ülkede sanayileşmenin ortaya çıkışını anlamak için önemli bir dizi etkenin daha altını çizmek gerekiyor. Bu etkenler;
a) İç pazarın oluşumu
b) Dış pazarın oluşumu
c) Devletin üstlendiği rol
şeklinde üç ana başlık altında ele alınabilir. (E. J. Hobsbawm, aynı eser, s. 39–40.)
Bu etkenlerden iç pazarın oluşumu, tipik olarak, bir dizi koşulun sağlanmasına bağlıdır;
a) Nüfusun artması ve bu yolla, sanayinin ihtiyaç duyduğu talebin oluşumu için tüketici kitlesinin (ve tabii ki üretici kitlesinin de) artması,
b) Özellikle tarımda kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesi ve mevcut imalat sektörünün (manifaktür) yaygınlığı ile bağlantılı olarak halkın para dışı gelirlerden parasal gelirlere doğru kayması,
c) Kişi başına ortalama gelirin artmasıyla talep yapısının gelişmesi,
d) Ve son olarak, eski tür imalat ürünleri ve ithal mallarının gelişen sanayi ürünleri tarafından ikame edilmesi.
Tüm bu koşulların şu veya bu biçimde gelişmiş olması kapitalist iç pazarın oluşumu açısından belirleyici bir önem taşımaktadır.
Kapitalist sanayileşmenin tipik ülkesi İngiltere’de, sanayi devrimini etkileyen bir diğer önemli etken ise geniş ve yaygın bir dış pazarın oluşmasıdır. Dış pazarın oluşumu sanayileşme açısından büyük bir atılım sağlamıştır. Bu süreç Komünist Manifesto’da açık bir biçimde özetlenmiştir;
“Amerika’nın keşfi, Afrika’nın gemiyle dolanılması, yükselen burjuvaziye yeni bir alan yarattı. Doğu Hint ve Çin pazarı, Amerika’nın sömürgeleştirilmesi, sömürgelerle alışveriş, mübadele araçlarında ve genel olarak metadaki artış, ticarete, gemiciliğe, sanayiye görülmemiş bir yükselme getirdi ve böylece de yıkılmakta olan feodal toplumun içindeki devrimci öğeye hızlı bir gelişme sağladı.” (K. Marx – F. Engels, Komünist Parti Manifestosu, Çev: Yılmaz Onay, Evrensel Basım Yayın, 2. Basım, İstanbul Haziran 1999, s. 47.)
Dış pazarın oluşumunda coğrafi keşifler sonucu, Akdeniz ticaret yollarının önemini kaybetmesi belirleyici olmuştur. Ancak bu durum yalnızca bir başlangıç noktasıdır. Dış pazarlar, sömürgeleştirilen ülkelerin, pazar oluşumuna uygun bir işbölümü ile görevlendirilmeleri sonucu oluşturulmuştur. Bu işbölümünün bir ayağı sömürgeleştirilmiş ülkelerde (özellikle Latin Amerika’da) Afrika’dan getirilen kölelerin çalıştırıldığı büyük ölçekli tarımsal çiftliklerdi (plantasyonlar). Bunlar, İngiltere’deki imalat sektörü için gerekli tarımsal hammaddeyi sağlıyordu. Öte yandan, burada üretilen imalat ürünleri sömürge ülkelerde pazarlanıyordu. Sanayi Devrimini önceleyen yıllarda ve sanayi devriminin ilk yıllarında, imalat sektörünün itici gücünü büyük ölçüde tarımsal girdilere dayanan gıda ve tekstil (özellikle pamuklu dokumacılık) sektörleri oluşturuyordu. Dolayısıyla toprak üzerinde denetim kurmak büyük bir önem taşıyordu. Dış pazarların oluşumunda sömürgeleştirmenin yanı sıra bir diğer önemli etken ise savaştı. Savaş ve sömürgeleştirme yoluyla birçok ülkenin iç pazarındaki rekabet ortadan kaldırılıyor ve bu pazarlar tümüyle ele geçiriliyordu. Bu noktada devletin rolü büyük bir önem kazanıyordu. Devlet, burjuvalaşan soyluların elinde, dış pazarların ele geçirilmesinde etkin bir rol oynuyordu.
Tüm bunlardan sanayi devriminin öncü ülkesi olan İngiltere’de sanayileşme sürecinde tarımdaki dönüşümün belirleyici bir rol oynadığını görmüş bulunuyoruz. Sanayi devriminin bu ülkede ortaya çıkmasını sağlayan bir dizi koşul tarımsal yapıdaki dönüşüm tarafından elverişli hale getirilmiştir. Özetleyecek olursak; bu sürecin ortaya çıkması öncelikle tarımda, kendine yeterli, kapalı, geçimlik bir ekonominin hâkim olduğu (ekonomi politiğin kavramlarıyla ifade edersek; değişim değerinin değil, kullanım değerinin ön planda olduğu), feodal sistemin çözülmesi ve tarımda kapitalist üretimin hâkim hale gelmesiyle ortaya çıkmıştır. Ve tarımsal metaların, ticaret sermayesi yoluyla pazarlanması, tarımsal nüfusun topraklarının çitlemelerle gasp edilmesi, parasal sermaye oluşumunda önemli bir görevi yerine getirmiştir. Sanayi Devrimine giden yolda, gerekli serbest emek-gücünün sağlanması da yine tarımda kapitalist ilişkilerin yerleşmesinin bir ürünüdür. Yine gördüğümüz gibi, sanayi devriminin öncü sektörleri olan gıda ve tekstil sektörleri büyük ölçüde tarımsal girdilere dayanan sektörlerdir. Bu gelişmelerin incelenmesi, günümüzün azgelişmiş toplumlarının sanayileşme sorunlarına bire bir yanıt veren bir içerik taşımamakla birlikte, tarımsal yapı ile sanayi arasındaki organik ilişkiyi anlamak bakımından büyük bir önem taşımaktadır.
TÜRKİYE VE DİĞER AZGELİŞMİŞ ÜLKELER
Sanayi Devriminin ortaya çıkışında tarımın sermaye birikiminde oynadığı rol burjuva iktisatçılar tarafından çağımızda azgelişmiş ülkelere, sanayileşmede uygulamaları gereken klasik strateji olarak önerilmiştir. Tarımın sanayileşmede oynadığı rol açık olmakla beraber bu öneri, özellikle II. Dünya Savaşı’nın ardından oluşan emperyalist düzenin ihtiyaçları doğrultusunda, azgelişmiş ülkeleri tarıma dayalı bir uzmanlaşmaya razı etmek için önemli bir ikna aracı olarak kullanılmıştır. Öncelikle vurgulamak gerekir ki, bir dizi tarihsel gelişme sonucu sanayileşmede ilk sırayı alan Batı Avrupa ülkelerinin izlediği tarihsel şemanın, azgelişmiş ülkeler tarafından taklit edilmesi mümkün değildir. Çünkü Batı Avrupa kapitalizmi, bir dizi gelişme yanında, bu ülkelerin sömürgeleştirilmesi, yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin yağmalanması ve insanlarının kökleştirilmesi yoluyla gelişmiştir. Dolayısıyla bu ülkelerin sanayileşmek için azgelişmişliğin tarihsel sorumlusu olan sömürgeci ve emperyalist kapitalizmi “taklit etmesi” değil, onun tahakkümünden sıyrılmaya çalışması gereklidir.
Azgelişmişliğin temel nedeni sömürgecilik ve emperyalizm olmakla beraber, kimi içsel nedenleri de vardır. Sanayileşme öncesinde tarım toplumu olan Batı Avrupa ülkelerinin kapitalistleşme ve sanayileşme ikilisi gerçekleştirdiğini görmüş bulunuyoruz. Bunu başaramayan diğer ülkeler, 18. yüzyılın ikinci yarısında ve 19. yüzyılda, ya sömürgeleştirilmiş (Hindistan ve Endonezya) ya da geri ve bağımlı tarım toplumları durumuna düşmüşlerdir. Bu geri ve bağımlı toplumları, Latin Amerika ülkeleri ve Asya ülkeleri olarak ayırmak doğru olacaktır.
Latin Amerika ülkelerinde, Amerika kıtasının keşfinden itibaren, Colomb öncesi uygarlıklar yıkılmış yerlerini özgül yapılar almıştır. Bu yapılar köle ve yarı köle ilişkileri temelinde oluşan değerli maden ve plantasyon ekonomileridir. Bu özgül yapılar Batı Avrupa’nın sanayileşmesinde belirleyici roller üstlenmişler, deyim yerindeyse bu gelişmenin bir parçası olmuşlardır. Dolayısıyla bu ülkelerde geri kalmış tarım ekonomilerinin varlığı, büyük ölçüde, dışsal nedenlerin (sömürgeciliğin) belirlediği öze tarihsel koşulların bir ürünüdür. Öte yandan, içlerinde Çin, İran ve Osmanlı İmparatorluğu’nun bulunduğu bazı Asya ülkeleri, geçmişte ileri tarım toplumları olmalarına rağmen, bu ülkelerde sömürgeciliğin, ekonomilerini yemden yapılanmaya yöneltecek bir yıkıma yol açmadığı görülmektedir. Sözgelimi Osmanlı İmparatorluğu açısından, özellikle 19. yüzyıldan itibaren Batılı kapitalist devletlerin etki ve baskıları, kapitalistleşme süreci önünde ciddi bir engel oluşturmakla birlikte, bu devletin özgül üretim tarzından kaynaklı içsel engeller de kapitalist sanayileşmenin başarılmasında olumsuz bir rol oynamıştır. Bu içsel engellerin en önde geleni, devletin başlıca iktisadi etkinlik olarak savaşı görmesi nedeniyle büyük bir bedel tutan askeri harcamaları karşılamak için alınan ağır vergiler ve bu vergilerin, acil nakit ihtiyacı nedeniyle iltizam sistemine devredilmesidir. Bu durum, parasal servetin sanayileşmeye öncülük edecek ellerde birikmesine engel olmuştur. Öte yandan yine vergisel nedenlerle, lonca sisteminin direnişinin kınlamaması ve bunun yanı sıra Batı kapitalizminde proleterleşmeyi sağlayan köylülük içindeki farklılaşmanın, mültezim sistemi tarafından engellenmesi, bağımsız kapitalist çiftçinin ve bir emek-gücü kitlesinin ortaya çıkışını engellemiştir. Bağımsız çiftçinin ortaya çıkamamasının bir diğer sonucu ise tarımda verimliliği artıracak yatırımları yapacak sermaye birikiminin oluşamamasıdır. (S. Gürsel, Osmanlı Toplumu ve Kapitalizm, YAPIT, sayı 46, 1983, s. 29–36.) Osmanlı’da tarımın üretken temelini, devlet mülkiyetinde olan küçük toprakları işleyen aile işletmesi birimleri oluşturmuştur. Tarımdan elde edilen artığa ise, devlet tarafından atanan yerel bürokratlardan sultana kadar, hiyerarşik bir biçimde oluşturulan karmaşık bir idari sistem aracılığıyla el konulmaktadır. Bu sistemin istikran ve sürekliliği, köylünün özgür bir üretici birim olarak kalmasına; yerel bürokratın ise bağımsız bir ekonomik serveti ve siyasi gücü bulunmayan bir kişi olmasına bağlıdır. Buna ek olarak, Osmanlı hukuk sisteminde toprağın el değiştirememesi, tarımda büyük ölçekli üretimi engelleyen bir başka etken olarak ortaya çıkmıştır. (R. Margulies ve E. Yıldızoğlu, Tarımsal Değişim: 1923–1970, E. A. Tonak ve I. C. Shick (der), “Geçiş Sürecinde Türkiye” içinde, Belge Yayınları, İstanbul, 1998, s. 286.) Var olan büyük ölçekli çiftlikler ise tarımın yapısını dönüştürecek bir ağırlık ve etki kazanamamıştır. Dışsal etkenler ise daha çok ticaret aracılığıyla ortaya çıkmıştır. 19. yüzyılda özellikle Batı Anadolu’da dünya pazarıyla artan bütünleşme sonucu, tarımın ticarileşmesi hızlanmış, bu durum toprak ve üretim süreci üzerinde, gayrimüslim tefeci ve tüccar sermayesinin denetiminin artışına neden olmuştur. Bu dönemde Batılı kapitalist ülkelerin hammadde ihtiyacı nedeniyle Osmanlı tarımına ilgileri artmış, kapitalistleşme önündeki içsel engellere emperyalist sömürü de eklenmiştir.
Osmanlı Devletinde tarımdaki küçük köylü işletmelerinin egemen olduğu yapı, Cumhuriyet dönemine büyük ölçüde devredilmiştir. Cumhuriyeti kuran kadrolar, yerli ticaret burjuvazisi ve toprak ağaları sınıflarının temsilcisi olduğu için tarımın kapitalist sermaye birikimini mümkün kılacak biçimde yeniden yapılandırılması mümkün olmamış, yalnızca Aşar’ın kaldırılması gibi adımlarla yetinilmiştir. Türkiye’de kapitalist sanayileşmenin temellerini atmak bakımdan özel bir önem taşıyan 1930’lardaki devletçi sanayileşme döneminde de tarımın yapısına dokunulmamış, dolayısıyla tarımdaki Osmanlı mirası günümüz Türkiye’sinin tarımsal yapısını belirlemiştir.
Tarımsal yapı, Türkiye’nin II. Dünya Savaşı’nın ardından BM, NATO, IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlara üye olmasıyla başlayan emperyalizme bağımlılık sürecinin 1950’de iktidara gelen Demokrat
Parti döneminde yerleşik hale gelmesiyle Dünya Bankası tarafından çerçevesi çizilen uluslararası işbölümüne tâbi hale gelmiştir. II. Dünya Savaşı’nın ardından ABD hegemonyasında oluşan “Yeni Dünya Düzeninin dayattığı bu işbölümü, burjuva ekonomi politiğinin en önemli ayaklarından birini oluşturan “karşılaştırmalı üstünlükler teorisi” doğrultusunda azgelişmiş ülkelerin tarımsal ürünlerin üretimi ve ihracatı konusunda uzmanlaşmalarını öngörüyordu. Bununla öncelikle savaştan büyük bir yıkımla çıkmış bulunan Avrupa ülkelerinin besin ihtiyacının karşılanması hedefleniyordu. Ama temel amaç savaşın ardından oluşturulan IMF, Dünya Bankası ve GATT gibi kurumlarla, emperyalist tekellerin denetiminde, ülkeler arasındaki eşitsizlik ve sömürü ilişkilerini tahkim eden bir sistemin kurulmasıydı. Bu sistemin temel özelliği azgelişmiş ülkeleri tarımsal ürün ihracatı ile sınırlandırarak, bunların bağımsız bir ekonomik gelişme yoluna girmelerini engellemek ve savaş sonrasında yeniden yapılanan Batılı kapitalist ekonomiler için dış pazar ve yayılma alanları oluşturmaktı. Bu yolla azgelişmiş ülkeler sanayileşme konusunda ihtiyaç duydukları sermaye mallan açısından emperyalizme bağımlı kılınıyor, ekonominin ihtiyaç duyduğu yatırımların emperyalist merkezlerde belirlenmesi ve bu yatırımların finansmanının yine aynı merkezin elindeki dış borç kanallarıyla yapılması sonucu bağımlı bir gelişme stratejisi izlemeleri zorunlu hale getiriliyordu. Tümüyle iç pazarı hedefleyen bu stratejide sanayi yatırımları, uluslararası tekeller ve yerli “ortakları” tarafından gerçekleştiriliyor ve yüksek gümrük duvarlarıyla korunan sanayi, emperyalist tekellere devasa karlar sağlıyordu. (Türkiye’de Sabancı ve Koç Grupları esas itibariyle bu dönemde emperyalist tekellerle kurdukları ortaklıklar sonucu bugünkü güçlerine ulaşmışlardır. Bu dönemde özelikle otomotiv ve dayanıklı tüketim malları alanında kurulan bu ortaklıklar, tümüyle yabancı yatırımlar olmalarına rağmen yerli isimlerle ortaya çıktılar. O nedenle haklı olarak bu sanayiye montaj sanayisi adı veriliyordu.) Tarım alanında ise bu işbölümünün tahkim edilmesi için Dünya Bankası tarafından makineleşme ve sulama amaçlı baraj yapımı için kredi veriliyordu. Buna rağmen Türkiye’de 1950’lerden başlayan bu dönem boyunca gelişen büyük burjuvazi, çoğunluğunun kökeninde tarım ürünleri ticareti olduğu halde kapitalist tarımdan uzak durdu. (Örneğin, Sabancı Grubu Adana yöresinde, Karamehmetler ise Mersin yöresinde etkili tüccarlardı.) Tarımla öncelikle tekstil ve gıda gibi sektörlere ucuz, düzenli ve kaliteli girdi sağlaması bakımından ilgilendi. Tarımın, sanayinin ihtiyaç duyduğu yedek işgücünü sağlama niteliği ise tarımdaki kapalı yapı nedeniyle uzun yıllar burjuvazinin istediği sonuçları veremedi. 1980 öncesi dönemde uygulanan strateji gereği, yer yer çiftçi lehine sonuçlar doğurabilen bölüşüm ilişkileri nedeniyle sanayiye yönelen yedek işgücünün sağlanmasında sorunlar yaşandı. Bu durum burjuvazi tarafından, yüksek ücretlerin nedeni olarak görülmüştü. Kente göçün yoğun olduğu 1980 sonrası dönemde ise bu durum sorun olmaktan çıktı. Diğer yandan 1980’e kadar geçerli olan bu modelde, tarım kesimi ekonomik modelin dayandığı iç pazar açısından önemli bir tüketici kitlesi oluşturuyordu. Ve en önemlisi, büyük ölçüde yatırım malları ithalatına dayanan modelin devamı için gerekli döviz tarımsal ürünlerin ihracatından sağlanıyordu. (M. Sönmez, Büyük Burjuvazi ve Tarım, 11. TEZ, sayı 7, İstanbul, 1987, s. 230–237.) Bu strateji, içlerinde Türkiye’nin de bulunduğu azgelişmiş ülkelerin, tarımsal ürün ihracatının böyle bir strateji için gerekli dövizi sağlamaması sonucu içinden çıkılmaz bir dış borç yükü altına girmesine neden oldu. Bu gelişme, emperyalist kapitalizmin 1970’lerde durgunluk ve enflasyonla ortaya çıkan bir bunalım içine girmesinin ardından uluslararası düzende ortaya çıkan yeniden yapılanma arayışını hızlandırdı. Ve emperyalist kapitalizm tarafından strateji değişikliğine gidildi. Bu değişikliğin en temel özelliği, azgelişmiş ülkelerin “ihracata dayalı sanayileşme” stratejisi adı altında emperyalizmin merkezlerinde biriken ve hareket arayan devasa mali sermayenin dolaşım ihtiyacına, uluslararası tekellerin her türlü mal ve hizmetin serbestçe dolaşması talebine yanıt veren ve en önemlisi uluslararası düzeyde emeğin kazanılmış haklarına karşı pervasız bir saldırıyı içeren yeni uluslararası düzene katılmalarıydı. Bu dönem mal ve sermaye hareketlerinin serbestleşmesi sloganıyla azgelişmiş ülkelerin tarımını yok eden en önemli gelişme GATT görüşmeleri ile geri ülkelerin tarımsal ürünlerini dış rekabete karşı koruyan gümrük duvarlarının indirilmesi oldu. Böylece son 20–30 yılda, tarımda kendine yeterliliğin öneminin farkına vararak kendi tarımsal yapılarını ve tarımsal verimliliği, büyük mali destekler ve teknolojik yatırımlarla geliştiren emperyalist ülkeler azgelişmiş ülkeleri bu alanda da kendilerine bağımlı hale getirmeye başladılar. Bunun sonucunda, ekonomik yapıları büyük ölçüde tarıma dayalı olan azgelişmiş ve bağımlı ülkelerin tarım sektörleri büyük bir yıkıma uğratıldı. Emperyalizm tarafından bu ülkelere dikte edilen programlarla, tarıma verilen destekler azaltıldı, tarım ürünlerini ve üreticiyi, dünyadaki fiyat dalgalanmalarından koruyan ve yerli üretimi teşvik eden gümrük duvarları indirilerek, tarımda dışa bağımlılık hızlandırıldı. Ve tarımsal üretim azaltıldı. Türkiye özelinde 1980 sonrasında uygulanan bu neoliberal politikalar sonucu, devletin tarıma girdi sübvansiyonu ve kredi desteği giderek azaltıldı, tarımda ithalat adım adım serbestleştirildi ve tarım alanlarının önemli bir kısmı, verimli tarım alanları üzerinde çarpık ve plansız bir biçimde kurulan sanayi tesisleri nedeniyle kullanılamaz hale getirildi. Böylece, 1980’li yıllar boyunca, geçmiş dönemde % 3,5 olan tarım sektörünün büyüme hızı yan yarıya azalarak % 2’ye düştü. Bu politikalar sonucunda üretici köylülük büyük bir yoksullaşma girdabına itildi ve tarım alanları diğer yeraltı ve yerüstü zenginlikleriyle birlikte emperyalistlerin talanına açıldı. Öte yandan 1980 sonrasında Türkiye’de burjuvazi tarımsal girdilere dayanan gıda ve tekstil alanında önemli yatırımlar yapmasına rağmen, modern kapitalist tarıma ilgisiz kalmaya devam etti. Bu durum tarımda verimliliği azaltan, küçük ölçekli yapının, ağırlığını sürdürmesine neden oldu. Ancak son yıllarda, giderek artan bir şekilde emperyalist tarım tekelleri ve “yerli” büyük grupların, GAP bölgesi ve diğer tarım alanlarına, göz diktikleri görülüyor. Bu yatırımlar, tarımsal üretimi geliştirecek, tarımı modernleştirecek bir içerik taşımıyor. Aksine, emperyalistler, birçok azgelişmiş ülkede yaptıkları gibi, toprağı 5–10 yılda kullanılamaz hale getiren tekniklerle tarıma son öldürücü darbeyi vurmayı planlıyorlar.
Tarımdaki büyük çöküşe rağmen Türkiye’de tarıma dayalı nüfus ve istihdam yapısı varlığını, büyük ölçüde devam ettiriyor. 1927–1990 döneminde tarımsal nüfusun toplam nüfus içindeki payı % 75’ten % 41’e düşerken, 1935 yılından bugüne tarımsal işgücünün toplam istihdam içindeki payı, % 80’den % 43’e gerilemiştir. Diğer yandan tarımın milli gelir içindeki yeri Cumhuriyetin ilk yıllarında % 40 civarında iken bu oran günümüzde % 15 olarak hesaplanıyor. Yani, Cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana, tarımsal işgücü, yarı yarıya azalırken, tarımın milli gelir içindeki payı yaklaşık üçte bir oranında düşmüştür. Bu, tarım kesiminin giderek yoksullaştığını gösteriyor. Bu durumu, iç ticaret hadleri gibi daha sağlıklı bölüşüm göstergelerinden de izlemek mümkündür. Tarımın ekonomideki ağırlığını gösteren bir diğer ölçüt olan tarımsal ürünlerin ihracat içindeki payı açısından 1980 dönüşümü önemli rol oynamış; 1980 yılında % 80 olan tarım ürünlerinin toplam ihracat içindeki payı, 1995 yılında % 10’a gerilemiştir. Yani burjuvazinin istediği olmuş, Türkiye bir tarım ülkesi olmaktan “kurtulmuştur”. Ama bir sanayi ülkesi de olamamıştır. 1980 yılından bu yana, emekçilerin sırtından verilen bin bir türlü teşvike ihracat içindeki payı artmasına rağmen, sanayinin milli gelir içindeki payı halen % 25 civarındadır. (A. Şahinöz, Tarım Sektörü, A. Şahinöz (der), “Türkiye Ekonomisi Sektörel Analiz” içinde, Turhan Kitabevi, Ankara, 1998, s. 90, 100.) Sanayinin yapısı ileri kapitalist ülkelerde son 20 yıldır gerçekleşmeye başlayan yapısal dönüşümün çok uzağındadır. Ve ağırlıklı olarak geri ve ithal teknolojiye dayalı küçük ölçekli işletmelerden oluşmaktadır. Yani Türkiye ekonomisinde milli gelirin % 60’ı hizmetler sektörü denilen, turizm, bankacılık, ticaret, gibi herhangi bir değer üretmeyen alanlardan kaynaklanmakta, mevcut sanayi ise dünya piyasalarında rekabet edecek bir yapıya sahip bulunmamaktadır. Bu durumun temel nedeni ekonominin dışa bağımlı yapısıdır. Bu yapı ekonominin bağımsız bir sanayileşme stratejisi uygulamasının önünde en büyük engeldir. Ve hiç kuşkusuz, böyle bir sanayileşme stratejisi, burjuvazi ve onun devleti tarafından yaşama geçirilmeyecektir. Çünkü emperyalizm, bağımlı ülkelerde, böyle bir strateji uygulamaya niyetlenebilecek olan ulusal burjuvazi kategorisini tarihin dışına itmiştir. Türkiye burjuvazisi de, ortaya çıkışı, gelişme özellikleri ve faaliyetleri açısından emperyalist tekellerin taşeronu olarak şekillenmiştir. Kimi “iyi niyetli” aydınlarca sanayileşme konusunda kendisinden öncülük etmesi beklenen devlet ise öteden beri tüm varlığıyla, emperyalizmin ve onun “yerli” işbirlikçilerinin hizmetindedir. Dolayısıyla ülkenin tarımı ve sanayisinin, dengeli, yeni teknolojileri hayata geçiren ve halkın çıkarlarına uygun bir biçimde gelişmesi ancak işçi sınıfının öncülüğündeki bir halk iktidarının işi olabilir.
Ağustos 2000