“Rusya Yurttaşlarına!
Geçici hükümet, görevden alınmıştır. Devlet iktidarı, Petrograd işçi ve asker temsilcileri sovyetinin organı olan ve Petrograd işçileri ve garnizonunun başında bulunan askeri devrimci komitenin eline geçmiştir. Halkın uğruna savaştığı dava: Demokratik barışın hemen önerilmesi, toprak sahiplerinin toprakları üzerindeki mülkiyet hakkının kaldırılması, bir Sovyetler hükümetinin kurulması davası, kazanılmıştır. Yaşasın işçilerin, askerlerin veköylülerin devrimi!”
Petrograd İşçi ve Asker
Temsilcileri Sovyetine Bağlı
Askeri Devrimci Komite
25 Ekim 1917, sabah saat 10:00
(7 Kasım)
İnsanlık tarihinin önemli dönüm noktalarından birisini bu küçük duyurunun ifade ettiği söylenebilir.
Petrograd’ın işçi ve asker temsilcileri Sovyetleri, Kerensky hükümetini neredeyse kansız bir devrimle devirip yerine Sovyet hükümetini kurduklarında yalnızca Rusya değil, tüm insanlık tarihi açısından büyük bir dönüşüm başlıyordu. Ve insanlığın yüz yıllardır çözemediği sorunları, Sovyet iktidarı çözmek üzerine devralıyordu.
İşçi sınıfı ve emekçiler, toplumu yönetme konusunda burjuvazinin özel bir yeteneğe sahip olmadığını Ekim devrimiyle gösterdiler. 1871 Paris Komünü’nün kısa süreli işçi iktidarını saymazsak, tarihte ilk kez, sömürülenler iktidara geldiler. Emekçilerin, devleti yönetme yeteneğine sahip olmadığı iddialarının burjuva liberal bayağılıklar olduğunu Ekim devrimiyle kanıtladılar.
Kapitalist sömürü düzenine son veren, halklar arasında barışı tesis eden, yoksulluk ve işsizlik sorununu kısa sürede çözüp; bilim, teknoloji, sanayi, eğitim, sağlık, kültür vb. alanlarda dünyanın en gelişmiş ülkelerinden birini yaratan Ekim Devrimi’nin üzerinden tam 94 yıl geçti. Rusya’da toplumsal yapıyı kökten değiştiren Ekim Devrimi, tüm dünyadaki toplumsal yaşamı da derinden etkiledi. Kapitalist toplumlardaki güç dengelerini değiştirerek, burjuvaziyi reforma zorladı. Dünya ölçüsünde etki sahibi olan Ekim Devrimi, aynı zamanda kendi dönemini ve sonrasını etkileyen, hatta dolaylı olarak günümüzü de etkilemeye devam eden yaşayan bir tarihtir.
Ekim Devrimi’nin güncelliği bir yana, olasılık dahilinde olduğunu dahi kabul etmeyen burjuvazinin, hâlâ Ekim Devrimi’ne saldırıyor olması da oldukça manalı. Çünkü burjuvazi, kendi iktidarını tehdit eden tek alternatif olarak işçi sınıfı ve onun iktidarını, toplumsal düzeni olan sosyalizmi karalamak için topyekûn bir mücadele halindedir. Tabii bütün bunlar, burjuvazi açısından ideolojik mücadelenin parçası. Burjuvazinin, kendi iktidarını korumak üzere gerçekliği çarpıtması, bunu devasa propaganda ve kitle iletişim araçlarıyla yığınlara sunması kaçınılmazdır. Böylece, en temel toplumsal gerçeklerin bile sanki öyle değilmiş gibi sunulmaları üzerine kurulu bir ideolojik hegemonya mücadelesi vermektedir. Burjuvazinin gerçek ve görünüm arasındaki çelişkiye dayanarak, bu karşıtlığı en ince biçimlerle en uç noktaya çıkarma çabasının önündeki en büyük engel de yine gerçeğin kendisi olmaktadır.
Bu gerçeğin kendisi ise, insanlığın önüne yeni Ekim devrimlerini getiriyor. Elbette, bu, ‘tarih’ adındaki soyut bir öznenin insan yığınlarının karşısına ‘işte size sosyalizm, bundan başka da çare yok’ demesiyle değil; kapitalizmin temel çelişkilerinin giderek keskinleşmesi ve kapitalizmi yıkacak güçler, deneyim ve bilginin birikmesiyle olmaktadır.
*
Her türden liberal ideologa göre; üzerinden 94 yıl geçen Ekim Devrimi bir nostalji. Buna göre, devrimler, hele sosyalizm ya da işçi sınıfının iktidarı gibi hedeflerle devrim iddiası, olsa olsa gençlik heyecanları. Zaten iç içe geçmiş küresel ilişki ağında, tek ülkede devrim gerçekleşmesi de mümkün değil! Olsa olsa dünya ölçüsünde örgütlenmiş sosyal hareketler çeşitli reformlarla kapitalizmin vahşi yüzünün değişmesine katkıda bulunabilirler. Yoksa Rusya’da sosyalizm deneyi yaşanmış, “reel sosyalizm” denilen bir ‘gerçeklik’le insanlar baskı altına alınmış ve bir bütün olarak insanlık bu durumdan ders çıkartıp, kapitalizmin zaaf ve zararlarına rağmen insanlığın tercih edeceği tek alternatif olduğunu görmüşken, sosyalizm mücadelesi mümkün olmaktan çıkmıştır, kapitalist propagandacılara göre!
Serbest piyasa ve sözde bireysel özgürlük tutkunu liberaller ve küreselleşmecilere göre, sosyalizmin gerçekleşmesi mümkün değil. Böyle diyorlar! Ama gerçekleşmesi ‘mümkün olmayan’ sosyalizmin gerçekleşemeyeceğini anlata anlata bitiremiyorlar. Olası ve olanaklı olmayan bir toplumsal sistemi neden bu kadar dillerine doladıklarıysa açık olsa gerek.
Açıklığın bir yanı da kapitalist ekonomik krizler. Kapitalizmin, bir gün burada, diğer gün şurada iç içe geçmiş finansal, sınai ve ticari vb. yönleriyle yaşadığı, siyasi alana da sirayet eden devrevi krizleri bir yana bırakalım. Bunların, söylenti, tüketici güvensizliği, borsa spekülasyonu vb. değişik sebeplerden meydana geldiği propagandasını da şimdilik tartışmayalım. Krizlerin geçici ve üretimin ve kuşkusuz mülkiyetin kapitalist niteliğiyle ilgisiz ve piyasa dışı etkenler ve müdahalelerle açıklanmalarını da bir kenara bırakım. 1929 iktisadi buhranından bu yana kapitalizmin geçirdiği en büyük kriz olarak kabul edilen 2008 buhranının bir kez daha gösterdiği ve “artık sosyalizm öldü”, “kapitalizmden başka seçenek yok”, “elveda proletarya” diyenlerin ne yaparlarsa yapsınlar gözlerden saklayamadığı gerçek; kapitalizmin, tekellere kaynak aktarımı olmadan, yani olağan piyasa koşullarının devam etmesiyle bile kendini sürdürmekten aciz bir sistem olduğudur.
Kapitalizmin krizlere rağmen varlığını sürdürmesi, teoride, neoliberallerin savunduğu gibi piyasa mekanizmasına müdahale edilmemesinden değil, tersine işlemez hale gelen ve artık kendilerini sürdüremez olan piyasa güçlerine, piyasanın dışından ama piyasanın hizmetindeki kaynaklardan destekler sunulmasıyla sağlanmaktadır. Belki, kapitalizm bu “koltuk değnekleri”ni bir süre sonra atıp, yeniden yürümeye başlayacaktır. Ama her tökezleme, eğer işçi sınıfı ve emekçiler, bu tökezlemeleri onu yenmenin vesilesi haline getiremezlerse, ancak onu yenemeyenlerin daha büyük sömürüsüyle birlikte yeni bir ‘iyileşme’ye dönüşecektir.
2008 Krizi’nden sonra dünyanın birçok ülkesinde, hatta tek tek ülkelere bırakılmayıp dünya genelinde konsensüslerle uluslararası tekellere sağlanan ve trilyon dolarları aşan kaynak aktarımıyla varlığını sürdüren kapitalizm, bu kaynakları da yine emekçilerden, onların doğrudan veya dolaylı sömürüsünden elde etmiştir. Kriz, kârlarını –başlıca kapitalist üretim pazarlardan daha hızlı büyüdüğü için tıkanan– piyasa koşullarında gerçekleştiremeyen tekellere, olağan kârlarının üzerinde bir ‘gerçekleşmeyi’ piyasa dışı yollardan sağlamıştır.
Velhasıl, kapitalizm, piyasa işlerliğinin önüne engeller dikildiği koşullarda değil, tersine, neoliberallerin istedikleri gibi, eğitimden sağlığa, sosyal güvenlikten konut ve ulaşım gibi toplumsal hizmetlere her alanın, hatta en basit insani ilişkilerin bile piyasa açıldığı bir dönemde, sözde ‘piyasa dışı’ güçlerin giderek toplumsal yaşamdan kovulması için büyük büyük adımların atıldığı bir süreçte, neoliberal iddiaya göre tam da kapitalizmin krizlerinden kurtulmuş olması gereken bir dönemde krize girmiştir. “Krizsiz kapitalizm”in imkansızlığı, kapitalizmin mantıklı, makul bir sistem olmadığı, piyasa sistemini ayakta tutmak için trilyonlarca doları bir avuç tekelci kapitaliste aktarmanın bir yerde kaçınılmaz olduğu gün ışığına bir kez daha çıkmıştır.
Sovyetler Birliği’nin dağılıp sözde tek kutuplu dünyaya geçildiği ve “Yeni Dünya Düzeni” ile barış ve refahın tüm yerküreye yayıldığı global bir sürecin vaat edildiği bir dünyada, savaşlar, açlık, yoksulluk, sosyal hakların gasp edilmesi ve krizler bir türlü bitmek bilmemiş, kapitalizm, insanlığa vaat edilen ne varsa tersini gerçekleştirerek, vaat edilenlerdense gerçekte elde olan ne varsa onları da ortadan kaldırarak ilerlemiştir. Böyle bir dünyada kapitalizmin insanlara vaat edeceği bir şey kalmamıştır.
Burjuva ideologlar, kapitalizm savunucuları ne söyleseler insanları inandırabilirlerdi? Savaşlar bitecek dense mi? Tersine, bunu demek ve barış vaadi vermek bir yana, emperyalist kapitalizm savaşların daha da süreceğini, sözde uluslararası terörizme karşı mücadelenin artarak devam edeceğini söylüyor. Hedefe de İran, Suriye, Kuzey Kore ve daha birçok ülkeyi koyuyor.
Kapitalizm; refah, sosyal hak, daha fazla ücret, daha iyi bir yaşam mı vaat ediyor? Bunları vaat etmek bir yana, neoliberal ideologlar dünyada hangi ülkede bir sorun varsa, bunları, o ülkede sömürülen yığınların elinde kalan en küçük hakkı bile ortadan kaldırmanın vesilesi haline getiriyorlar. Yunanistan örneğindeki gibi, kapitalist krizin, altından kalkılmaz borçların sebebini, kamu kesiminin nispeten geniş olmasına, ücretlerin yüksekliğine, sosyal hakların mevcudiyetine bağlıyorlar. Bu haklar olmasa, insanların ücretleri daha düşük olsa, emekçilerin kalan kısmı da devlet güvencesinden yoksun çalışsa, ne borç ne dert, ne tasa olurmuş! Neoliberallerin mantığı böyle işliyor; emekçiler ne kadar kötü koşullarda çalışır, esnek çalışma biçimleriyle onların hak ve hukuku ne kadar ortadan kaldırılırsa, ekonomi o kadar iyi işleyecek, dertler de bitecektir! Yani, neoliberaller, emekçilere daha iyi yaşam koşulları bile vaat edecek durumda değiller. Tersine, refahın, emekçilerin –eski mücadelelerinin ürünü– ‘mevcut’ refahlarından vazgeçmeleriyle geleceğini iddia ediyorlar!
Burjuvazinin belki de en çok kullandığı ve içini boşalttığı kavramların başında demokrasi geliyor. Burjuvazi, demokrasiyi, halkın kendi kendini yönetmesi ya da siyasal yönetim aygıtlarına katılması anlamından uzaklaştırıp, dört ya da beş senede bir yapılan seçimlere indirgiyor. Seçimlerde oy dağılımından sonra ortaya çıkan tablo demokrasi oluyor. Ama bu demokraside ne geri çağırma hakkı var, ne de halk iradesini gösterdiğinde politikaları kendi çıkarlarına uygulatabilme şansı . Birçok ülkede seçimle iş başına gelen hükümet, emekçi düşmanı politikaları uyguladığında, halkın büyük bir tepki ve öfkesine maruz kalıyor. Ama sermayenin çıkarlarına bin bir bağla bağlanmış bulunan hükümetler, halkın büyük öfkesine rağmen, halk düşmanı politikaları uygulamaktan geri durmuyor. Demokrasi ise, bir sonraki seçimlerde bu partilerin “iktidar”dan düşmesi ve yerine başka bir sermaye partisinin gelmesine indirgenmiş durumda. Bu tabloyu bozacak bir işçi sınıfı hareketi ve partisi gelişip güçlendiğinde ise, demokrasi teraneleri de acilen rafa kaldırılıp, işçi hareketini ve onun partisini bastırmak için elden gelen yapılıyor.
En gelişmiş demokrasilerin bulunduğu ülkelerde dahi, demokrasinin özü, halk yığınlarının siyaset araçlarından uzak tutulması ve iktidarın sermaye ile olan bağlarının sıkı sıkıya korunması, burjuvazinin siyasal egemenliğinin her yol ve yönteme başvurularak garanti altına alınmasıdır. Ekonomik güç ile siyasal iktidar arasındaki bağlantıya zarar vermediği sürece bireysel ve kolektif hakların tanınması, halkın bu hakları kapitalizm koşullarında olabildiği kadarıyla kullanmasında –en azından olağan koşullarda– problem yoktur.
Ancak, kapitalizmin içinde bulunduğumuz bu dönemi, olağan olmaktan çıkmaktadır. Eşitsizliğin, işsizlik ve yoksulluğun alabildiğine ve dünyanın her köşesinde arttığı günümüzde, bireysel ve kolektif hakların kullanımı, en demokratik ülkelerde bile “teröre karşı mücadele” ya da güvenlik gerekçeleriyle engellenmektedir. Zaten, ülkemizde bu hakların kullanımını, haşa, hiçbir emekçi doğru düzgün görmemiştir. Kolektif hakların uygulanması bir yana, yıllardır hakları için mücadele eden Kürt halkı bireysel kültürel haklarını dahi doğru düzgün edinebilmiş değildir.
Daha da uzatılabilir…
Görünen köy kılavuz istemez. Söylenenler abartı ya da eğilimden ibaret değildir, ama genel olarak kapitalizmin günümüzdeki, hatta iyimser haliyle görünümüdür. Kapitalizm gerçeği, burada ifade edilenden çok daha vahşi ve kanlıdır. Savaşlar, mafya, uyuşturucu ve kadın ticareti, çocuk istismarı, zorla el koymalar, cinayetler vb. olgular kapitalizmin kaçınılmaz bileşenleridir. Kapitalizm bunlarsız olamadığı gibi, bu insanlık dışı ilişki biçimlerini milli gelir hesaplarına dahil edilen birer ticari faaliyet alanına dönüştürmüştür.
İşte Ekim Devrimi’nin üzerinden 94 yıl geçtikten sonra dünyanın hali bu. Kapitalizmin insanlığa sunduğu ve vaat ettiği gerçeklik böyle. Buna rağmen, Ekim devrimlerinin bittiği, insanlığın tek seçeneğinin –insanın doğasının gereğinin(!)– kapitalizm olduğu söylenmektedir. Dünyada yüzyıllardır çözülemeyen açlık sorununun kapitalist silah ticaretine ayrılan bütçenin bir bölümüyle çözülebilmesi mümkünken, kapitalizmin mantıklı bir sistem olduğu söylenmektedir. Kapitalist ilişkilerin daha fazla açlık ve yoksulluk üretmesini “insanın doğası”yla açıklamak ve sanki insanlığın büyük bir kısmı keyif içinde yaşıyormuş ya da insanlık kendine eziyet etmekten zevk alıyormuş gibi bir sonuca varmak da pek mantıklı görünmemektedir. Söz konusu adaletsiz ve kanlı düzenin insanın ve insanlığın değil, ama sömürücü sınıfların çıkarları ve doğası gereği olduğunu bizzat burjuva sınıflar ve onların ideologları bilmektedir.
Tam da yok ettikleri doğa ve talan ettikleri toplumda; insanlığın önüne başka bir seçenek ve arayış koymasını istememelerindendir, Ekim Devrimi’ne düşmanlıkları. Bu nedenledir, Ekim Devrimi’ni bir avuç maceracının darbesi olarak tanımlamaları. Ve bu “maceracıların diktatörlüğü”ne indirgemeleri sosyalizmi!
Burjuvazinin her türlü yol ve yöntemi kullanarak insanlığın tarihsel birikim ve kazanımı olan ne varsa, onu ortadan kaldırıp daha fazla kâr etmek üzere ömrünü uzatma uğraşı olabilir. Burjuvazi bunu yapabilir. Emekçileri daha fazla sömürüp, daha fazla kar elde edebilir. Bunu bir süre daha son sınırına kadar götürebilir. Bunu yaparken, ilerici olan ne varsa, kendini kaybetmişçe saldırıp, büyük bir kara propaganda eşliğinde sosyalizm ve Ekim Devrimi’ni yerebilir. Ama yapamayacağı şey, insanlığın, 94 sene öncesinde gerçekleştirdiği Ekim Devrimi’nin yenilerini yapmak üzere yola koyulmasını engellemektir. 94 sene öncesini yeniden, önce zihinlerde üretip yaşama geçirmek üzere arayışa girmesine taş koymak –işte burjuvazi bunu yapamaz.
Tarihin hiçbir döneminde, egemen sınıflar ezilen sömürülen yığınların hayalleri ve geleceğe dair ütopyalarını ortadan kaldıramamışlardır. İşçi sınıfının “ütopyası” ise boş bir hayal ya da zihinsel bir kurgudan ibaret değildir. Kapitalizmin uzlaşmaz çelişkilerinden gücünü alır. Giderek genişleyen ve büyüyen bir toplumsal güce, yani işçi sınıfına dayanır. Bu güçlü zemin, aynı zamanda burjuvazin varlığının gereğidir; dolayısıyla burjuvazinin asla yok edemeyeceği yeni Ekim devrimlerinin zihinsel ve pratik koşuludur.
Dünya üzerinde, kapitalizm nerede egemen olduysa, o yöre ve bölgede Ekim Devrimi’nin güncelliğinden bahsedilebilir. Ancak, her devrim, ekonomik toplumsal koşulların olgunluğunun yanında siyasal koşulların da uygunluğunu gerektirir. Egemen sınıfların eskisi gibi yönetemez, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmeyi kabul etmez durumda olmaları, Ekim Devrimi’nin koşullarındandır.
Kapitalizmin yarattığı toplumsal felaketler karşısında arayış içerisine giren büyük emekçi kitleleri için alternatif pek fazla değildir. Ya kapitalizmin ve ona içsel olan sömürü ve baskının biçimsel bazı değişikliklerle varlığını sürdürmesi ya da insanlığın birikimiyle uyum içerisinde toplumsal güçlerin planlanıp yoksulluğun, işsizliğin ortadan kaldırılması ve kardeşçe yaşamın kapısını açacak bir toplumsal düzenin örgütlenmesi.
Sömürü düzeninin saldırılarının ve buna öfkenin dünya genelinde artma eğilimde olduğu günümüzde yeni Ekim devrimlerinin emekçiler için somut bir gündem haline geleceği açıktır. Üzerinden 94 yıl geçmesine rağmen Ekim Devrimi, emekçilerin ve ezilen hakların yolunu aydınlatmaya devam ediyor.