Kamu emekçileri hareketi uzun süredir bir durgunluk ve gerileme yaşıyor, işin dikkat çekici yanı bu durumun genel olarak emekçi sınıf ve tabakalara, özel olarak da kamu emekçilerine yönelik ekonomik, özlük, siyasal ve sendikal saldırıların ve hak gasplarının yoğun olarak yaşandığı bir dönemde gerçekleşiyor olması. Memur ücretleri hükümet tarafından IMF direktiflerine uygun biçimde belirleniyor; eğitim emekçilerine dönük “norm kadro” uygulaması bilimsel temelde yapılan bütün eleştirilere rağmen devreye sokuluyor; Kanun Hükmünde Kararname (KHK) veya yasa değişikliği yoluyla memurların iş güvencesi ortadan kaldırılmak isteniyor; sahte sendika yasası gündeme bir getirilip bir geri çekilerek çıkarılmak için adeta uygun an kollanıyor; yeni gündeme getirilen 107 maddelik Doğu ve Güneydoğu planıyla kamu emekçilerine zorunlu hizmet getiriliyor; İstanbul köprü gişelerinde çalışan Enerji Yapı Yol-Sen üyesi enerji emekçileri iş bıraktıkları için 40 milyar lira cezaya çarptırıldılar, aynı konuda 80 milyarlık bir ceza istemi kapıda bekliyor; sürgünlerin ve özlük haklarına dönük hak gasplarının haddi hesabı yok… Liste uzatılabilir ancak bu kadarı bile saldırıların kapsamı hakkında yeterli fikir veriyor.
Görüleceği üzere bu saldırılar öyle yenilir yutulur cinsten değil; ama gelin görün ki, Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) cephesinde ciddi bir karşı koyuş görülmüyor. Deyim yerindeyse basın açıklamalarıyla günü kurtarma tutumu sergileniyor. Saldırılar karşısında tutum alma ve politik gündeme müdahale etme noktasında KESK’in Türk Kamu-Sen’in gerisinde kaldığını söylemek abartı değildir.
KESK üyesi kamu emekçilerinin bu durumdan duyduğu hoşnutsuzluğu belirtmeye bile gerek yoktur. Ne var ki, gerek tabanda, gerekse KESK GYK toplantıları başta olmak üzere sendikal kademe ve zeminlerde sorunun gündeme getirilmesi ve çözümüne yönelik önerilerde bulunulması da şu ana kadar durumu değiştirmeye yetmiş değildir. KESK ve bağlı sendikaların mevcut yönetimleri, “taban mücadeleye hazır değil, sokak eylemlerine eskisi gibi sıcak bakmıyor” türünden gerekçelerle getirilen bu eleştiri ve önerileri önyargıyla kulak arkası etmeyi sürdürdüğü müddetçe de durum değişecek gibi gözükmüyor.
KESK yönetimi hareketteki durgunlukta kendi paylarının olduğunu kabul etmemekte ısrarla direniyor; çok sıkıştığında ise, ya genel geçer şeyler söyleyip topu taca atmaya bakıyor, ya da “suç”u tümüyle tabana yıkma yoluna gidiyor. Tabanın “sorumluluğu”yla ilgili olarak sayılan gerekçelerin içinde en çürük olanı şüphesiz ki, “taban mücadeleye hazır değil” şeklindeki yakınmadır. Ancak, pek çok kere iş bırakarak, Ankara’da Kızılay Meydanı’nı işgal eden, gerektiğinde gaz bombalarına direnen kamu emekçileri, saldırıların bu derecede yoğun olduğu bir dönemde niçin mücadele etmekten vazgeçsin? sorusunun cevabını bir yana bırakalım, Enerji Yapı Yol-Sen üyelerinin özlük ve ekonomik haklarıyla ilgili olarak son dönemde verdikleri mücadele; “Norm Kadro” uygulamasına karşı binlerce Eğitim-Sen üyesinin Ankara’ya gelerek MEB’e yürümesi, SES’e bağlı kamu emekçilerinin eylemleri vb. tabandaki kamu emekçilerinin mücadeleye ne ölçüde hazır olduklarını yoruma yer vermeyecek bir açıklıkta ortaya koyuyor. Ve dahası bu eylemler sendika üst yönetimlerinin bir karar aldıklarında tabanın bu karara uyduğunu gösteriyor.
O halde, kabul etmek gerekir ki; problem KESK’in tabanında değil, tavanındadır. Şüphesiz, durgunluğu tek bir nedene bağlamak doğru değildir. Sınıf güç ilişkilerindeki değişmeler, aktüel politik gelişmeler ve diğer faktörlerin etkileri göz ardı edilmemelidir. Ancak, tartışılması gereken bu gelişmelerin kamu emekçileri hareketi üzerindeki olumsuz etkilerini giderecek çalışmaların ne oranda yapılıp yapılmadığıdır. Ya da yapılan müdahalelerin hangi bakış açısıyla yapıldığıdır. Yaşanan durgunluğun aşılması, kamu emekçileri hareketinin mücadeleci temelde ileriye doğru bir dönüş yapması isteniyorsa bu durum tarihsel ve güncel boyutlarıyla iyi irdelenmelidir.
TARİHE KISA BİR BAKIŞ
Kamu emekçileri sendikal hareketinin yüz yıla varan bir tarihi vardır. Başlangıçta yardım sandıkları ve kooperatifler biçiminde ortaya çıkan örgütlenme çabalarının sendika biçimindeki ilk örneği 1908’de karşımıza çıkmaktadır. II. Meşrutiyetin ilanından sonra hâkim olan “demokratik” ortamda örgütlenme çalışmaları da hızlanmıştır. Ancak, vurgulamak gerekir ki, bu dönem de dâhil olmak üzere, kamu emekçilerinin sendikal örgütlenme çalışmaları hep işçi sınıfından sonra ve esas olarak da onun açtığı yoldan ilerleyerek gelişmiştir.
Cumhuriyet döneminde, 1926 yılında çıkarılan kötü ünlü 788 Sayılı Memurin Muhakematı Hakkındaki Kanun memurlara sendika kurmayı yasaklayan hükümler taşımamasına karşın; memurlar asıl olarak o dönem sahip oldukları sosyal statünün de etkisiyle sözü edilir bir sendikalaşma girişiminde bulunmamışlardır. Durum esas olarak ’60’lı yıllara kadar böyle gelmiştir. Bu dönem boyunca var olduğu kadarıyla örgütlenme çalışmaları, cemiyet, birlik ve dernekleşme biçimindedir.
70’li yıllara gelindiğinde, ülkenin sosyal ve siyasal yaşamındaki gelişmelerin bir sonucu olarak, memurlar sahip oldukları “ayrıcalıkları” artık yitirmişti. Yaşanan mutlak yoksullaşma, memurlar arasında mücadele ve örgütlenme eğilimlerini kışkırtıyordu. ’60-’70 yılların genel toplumsal canlanma ortamında onlarca memur sendikası kuruldu. Ne var ki, öğretmenlerin örgütlendiği Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) dışında bugün hatırlanan ve sonraki mücadele dönemine olumlu birikim devretmiş bir başka örnek yoktur.
’70’li yıllar boyunca, memur örgütlenmeleri dernekler biçiminde gelişti. Ancak, bu dönemin örgütleri TÖB-DER hariç kitlesel karakterde örgütler olmaktan uzak kaldılar. Memur hareketi tam bir parçalanma sürecini yaşadı. Çeşitli politik akımların kendi taraftarlarıyla sınırlı olarak şekillendirdiği memur örgütleri ortalığı kapladı; Tüs-Der, Tüm-Der, Tüm Sağlık-Der, Tüm PTT-Der vb. Bugünkü kamu emekçileri sendikal hareketi, geçmiş dönemin bu olumsuz “miras”ıyla fazlasıyla malûldür.
12 Eylül askeri faşist darbesi bu sürece nokta koydu. Darbe tüm toplumsal kesimlerde olduğu gibi, kamu emekçileri alanında da yıkıcı sonuçlar doğurdu. Çok sayıda memur gözaltına alındı, işkence gördü, tutuklandı, işten atıldı, bütün örgütlenmeleri dağıtıldı. Kamu emekçileri bu süreçte çok büyük hak kayıplarına uğradılar.
MÜCADELEDE YENİ DÖNEM
Gericilik yıllarının karanlık perdesini tarihe “Bahar Eylemleri” olarak geçen eylemleriyle geçmiş dönemlerde olduğu gibi yine işçi sınıfı yırttı. İşçi sınıfı ’80’li yılların ortalarından itibaren 12 Eylül darbesinin etkisinden sıyrılmaya başladı. 12 Eylül darbecilerinin ilk “icraatların” başında 274–275 Sayılı Sendikalar Toplusözleşme Grev ve Lokavt Kanunu ile 1475 Sayılı İş Kanunu’nda işçilerin aleyhine değişiklikler geliyordu. Böylece zaten güdük olan bu yasalar, getirilen kısıtlamalarla daha da güdükleştirilmişti. Bu durum sendika bürokrasisini de oldukça rahatlatmıştı. Sendika bürokrasisi “bu yasalarla grev yapılamaz, hak aranamaz” diyerek değişikliklere sığınıyor; sınıf işbirlikçisi tutumlarına meşruiyet kazandırmaya çalışıyordu. Ancak, işçiler sendika ağaları gibi düşünmüyorlardı. Yasal boyutu ne olursa olsun, haklarını almak için meşru gördükleri yolda ilerlediler. NETAŞ grevini, KARDEMİR ve İSDEMlR grevleri izledi. Peşinden ’89 Bahar Eylemleri geldi ve nihayet işçi hareketinde bir zirve olan büyük madenci grevi ve ’90 1 Mayıs’ı…
İşçi sınıfının ana gövdesinin içinde yer aldığı bu dönemin yığınsal hareketinin özgün yanını, kendisini yasalarla sınırlayan değil, taleplerinin meşruluğuna yaslayan yanı oluşturuyordu, işçi sınıfı, sermaye ve diktatörlüğün yoluna kurduğu tuzağı reddederek, “benim için meşru olan taleplerimin haklılığıdır” diyerek engelleri bir bir aşıyor, yolu düzlüyordu. Öte yandan, işçi sınıfı hareketinin yükseliş içinde olduğu bu dönem Kürt ulusal mücadelesinin de en kitlesel dönemi olarak yaşanıyordu. Kamu emekçileri toplumsal muhalefet hareketinin yüksek olduğu böylesi bir ortamda yeniden sahneye çıktı; dönemin sunduğu moral güç ve psikolojik üstünlükle tarihinin en ileri talepleriyle eylemlere yönelerek kısa bir dernekleşme sürecinden sonra fiili bir tarzda sendikalarını kurdu. Devletin sendikaları yasaklamaya ve kapatmaya yönelik girişimlerini ise kitlesel mücadelelerle püskürttü. Kapatılan sendika binalarına mühürler sökülerek girildi. Kamu emekçileri hareketi, Türkiye sendikal hareketine taze kan taşıdı.
Bu dönemin en olumlu iki özelliğinden ilki hareketin doğrudan işyerlerine dayanması iken, ikincisi ise, ileri ve önder kadrolardaki güçleri birleştirme ve ortak hareket etme tutumudur. Bu tutumdur ki, Eğitim-İş, Genel Sağlık-İş gibi kamu emekçileri içinde aynı işkolunda ayrı ayrı sendikalar olarak örgütlenmeyi öne çıkaran anlayışlara kesin bir darbe indirmiş, onları varlıklarına son verdirerek birleşmeye yöneltmiştir. Yine dönemin hareketinin bu özelliği, ileri kadrolarla (ki bunları o günün yöneticileri olarak saymak gerekir) taban arasında karşılıklı olarak dayanışma duygularını geliştirmiş, güven duygusunu pekiştirmiştir. Bugün grupçuluk, tasfiyecilik, uzlaşmacı bürokratizm biçiminde yaşanan hastalıkların hiçbiri henüz gözükmemektedir. O günün koşullarında farklı bir tutumla ilerlemenin zaten olanağı da yoktur. (Ayrıntı gibi görünecek, ama önemli olan bir etkende, bugünün ÖDP’sinin henüz o sıralarda kendisini kur(a)mamış olmasıdır. Kamu emekçileri hareketi içinde bugün ÖDP’yi temsil eden insanlar o günlerde henüz kendi inisiyatifleriyle hareket ediyorlardı.)
Bu dönemle ilgili olarak vurgulanması gereken bir nokta daha vardır. O da şudur: Ortaya konulan ve “fiili ve meşru mücadele hattı” diye ifade edilen mücadele biçimlerinden yola çıkarak bazı “sol” siyasi çevreler ve daha çok da kamu emekçileri sendikal hareketinin önder kadroları arasında pek çok kişi kamu emekçilerinin sınıf hareketinde öncü bir rol oynadığı/oynayabileceği gibi revizyonist “tez”ler geliştirdiler. Öte yandan yine bu mücadele biçimleri kamu emekçileri hareketinin Türkiye sınıf hareketi ve sendikal hareketine bir armağanı olarak da ifade edilmiştir. Oysa yukarıda da vurgulandığı gibi bu tarz mücadele biçimlerine, hem dünya işçi sınıfı tarihi, hem de Türkiye işçi sınıfı mücadele tarihi sık sık tanıklık etmiştir. Sınıf mücadelesinin teorik ve pratik birikimine aykırı bu gibi “tez”ler halen yer yer çeşitli kesimlerce savunulabilmektedir.
TASFİYECİLİK VE İKİ ÇİZGİ
Kamu emekçileri sendikal hareketi örgütlülüğü kurumsal bir boyut kazanmaya başladıkça “sol”cu geleneksel hastalıklar da baş göstermeye başlamış, başlangıçta yaşam şansı pek bulamayan dar grupçu eğilimler uç vermiştir. KESK Kuruluş Kongresi’ne gelindiğinde ise grupçuluk tam anlamıyla bir tasfiyeciliğe dönüşmüştür. Bu durum baştan beri var olan, fakat hareketin nesnelliği nedeniyle dışa vurmayan örgütlenme ve mücadele anlayışlarından farklılıkları da gün yüzüne çıkarmış, bir bakıma kamu emekçileri hareketinde iki çizginin ilanı olmuştur. Çizgilerden ilki, yığınların inisiyatif ve eylemine dayanarak hakların elde edilmesini temel alırken; tasfiyeci pozisyonda olanlar hakların “görüşmeler” ve “uzlaşmalar” yoluyla elde edilmesini temel almıştır. Pratik tavır alışın gerisinde bir dünya görüşü bulunur, ondan bağımsız değildir. Bu yüzden kamu emekçileri hareketindeki iki çizgi ayrışmasını da, kamu emekçileri hareketi içinde pozisyon tutmuş politik akımların varlığından bağımsız ele almak mümkün değildir. Bilindiği gibi, kamu emekçileri hareketinde başlıca üç politik akımın varlığı söz konusudur. Bunlardan ilki, küçük burjuva liberal akım (ÖDP), KESK ve bağlı sendikalarda yönetim çoğunluğunu elinde bulundurmaktadır.
Öte taraftan, KESK kamu emekçilerinin ancak %10’a varan kesimini örgütleyebilmiştir. KESK’i ilk bakışta “solcuların örgütü” haline getiren bu durum, aynı zamanda KESK’e yönelik “kaba” müdahalelere imkân tanıyan etkenlerin de başında gelmektedir. Uzun süredir KESK’in çizgisi bütünüyle ÖDP’nin politik platformuna endeksli hale gelmiştir. KESK’in “mücadele çizgisi”nde yaşanan zig-zaglar da buradan kaynaklıdır. Zig-zagların bir diğer nedeni de yukarda andığımız üç akımdan biri olan Kürt burjuva reformistlerinin tutumlarıdır. Onlar da Kürt sorunundaki gelişim seyrine bağlı olarak, kamu emekçileri hareketi içindeki güçlerini her seferinde buna göre yeniden yeniden mevzilendirmişlerdir. Örneklemek gerekirse, “İmralı süreci”yle birlikte devlete güçlük çıkarmamak, temel yaklaşım tarzı haline gelmiş, kamu emekçileri hareketi de bu durumdan fazlasıyla etkilenmektedir.
KESK’te yaşanan ittifaklar da bu çerçevede şekillenmiştir, ittifakların temelinde emekçilerin çıkarlarını ilerletmek fikri hiçbir zaman bir kriter olarak ele alınmamıştır; belirleyici olan her defasında dar grup çıkarları olmuştur. Aksi halde seçim süreçlerinin yaşandığı günümüzde devrimci emek hareketine karşı her iki grubun anlaşarak tasfiyeci bir tutum sergilemelerinin mantıklı bir izahı yoktur. Hatırlanırsa, bir dönem önce ÖDP Kürt sorununun güncel seyri nedeniyle Kürt çevrelerine karşı da tasfiyeci bir yaklaşım içindeydi. O günden bugüne köprülerin altından çok sular aktı. Şimdi seçimlerde ittifak temeli “Avrupa Birlikçiliği” ve “demokratik cumhuriyet” yandaşlığı olduğu için; “al gülüm ver gülüm” hesabı ile iki akım yan yanadır. Emek hareketine karşı ise “açıktan ilan edilmemiş” bir tasfiyecilik sürdürülmektedir. Görünür neden ne olursa olsun, gerçek neden ÖDP’nin, söz konusu çizgiyi, sistemin ihtiyaçlarına uygun “sendikal mücadele” anlayışı önünde bir engel olarak görmesidir. Emek hareketinin sendikal mücadele anlayışının tam tersi yönde oluşudur. Son süreçte genel olarak Türkiye sendikal hareketi, özel olarak da KESK hareketi sistemin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden biçimlendirilmek istenmekte; tasfiyeciler de -niyetleri ne olursa olsun- bu operasyonda şu ya da bu ölçüde bir rol oynamaktadırlar. Görüleceği gibi, kamu emekçileri hareketindeki iki çizgi ayrımı, eylemlerin örgütlenmesinde basitçe iki farklı pratik tavır alış olmayıp (emek hareketi sıkça eylem fetişizmiyle eleştirilmektedir), ideolojik-siyasal temelleri olan, oldukça köklü bir ayrımdır. Dolayısıyla, tasfiyeciliğin sonuçlarını sadece emek hareketini yönetim kademelerinden uzak tutmakla sınırlı görmemek; asıl olanın kamu emekçilerinin 10 yıllık mücadele birikimlerini sisteme yedekleme fikri olduğunu anlamak gerekir.
28 ŞUBAT, “DİYALOG” VE AB’YE UYUM
28 Şubat’ın toplumsal yaşamın bütün alanlarına ve kurumlarına karşı bir “hizaya getirme ve yeniden düzenleme” operasyonu olduğu biliniyor. Sınıf hareketi ve sendikal alan da bu operasyonun temel hedefleri arasındadır. Türk-İş, DİSK, Hak-İş’in o dönem oynadığı rol göz önüne alındığında bu olgu çok daha çarpıcı biçimde ortaya çıkmaktadır. KESK bu süreçte doğru bir tutumla işçi konfederasyonlarından farklı bir çizgi izleyerek kendisini bu olayların dışında tutmuştur. Ancak, KESK yönetimi pratik olarak ayrı durmayı başardığı bu gelişmelerden ideolojik-siyasal planda fazlasıyla etkilenmiştir. Bu etkilenme KESK’in çizgisine birebir yansımış, hak alıcı yaklaşımlar ötelenirken, “protestocu tarz” egemen hale gelmiştir. Devletle girilen “diyalog süreci”nin tohumları da bu dönemde ekilmiştir.
Dolayısıyla, hükümet ve devlet cenahıyla girilen “diyalog süreci” de dâhil gidişat öyle rast gele bir seyir izlememiştir. Tersine bilinçli bir biçimde KESK yöneticileri tarafından süreç kışkırtılmıştır. “KESK’in görüntüsü fazla sert, bunu biraz yumuşatmak gerekir” diyerek işe başlanmış, giderek emekçi düşmanı Yaşar Okuyan için “bakan iyi niyetli” denilmiş, ipin ucu TBMM’den çıkmaması için binlerce memurun “sahte sendika yasası istemiyoruz” diyerek gaz bombalarına direndiği sendika yasa tasarısını “sahte değil, eksik sendika yasası” demeye kadar varmış, gerektiğinde eylemler iptal edilmiştir. Verilen mesaj açıktır: “Biz haylaz çocuk olmaktan vazgeçtik”. 28 Şubat’ın KESK gibi mücadeleci bir örgüt karşısında başarısıdır bu.
Görünen o ki, ÖDP çizgisindeki KESK yönetimi sistemle ve düzenle birleşen bir hatta ilerlemeye karar vermiştir. Sendika genel kurullarında, işleyen tekere kim çomak sokma potansiyeli taşıyorsa tasfiyeye uğratıldı ve bu süreç KESK Genel Kurulu’na kadar devam edeceğe benziyor. Yelkenler “Avrupa Birlikçiliği” ve “demokratik cumhuriyet”çilik rüzgârlarıyla şişirilerek, fiili ve meşru mücadele hattından adım adım uzaklaşıldı.
Gelinen noktada hükümetin emekçi düşmanı saldırgan politikaları ve onun kaynakları da KESK yönetimi açısından fazla bir şey ifade etmiyor. Onlar, Avrupa Birliği’ne girilince her şeyin düzeleceği hayallerini “ince yöntemler”le yaymaya devam ediyorlar. Bunu en çok da AB karşısında “hayırhah” bir tutum takınarak, “Emeğin Avrupası’nı örgütlemek”ten dem vurarak yapıyorlar. AB içinde emeğin Avrupası fikri, cafcaflı ama gerçekte Avrupa gericiliğinin açtığı platformda ‘at oynatmak’tan başka bir şey değildir. O yüzden de bu saikle hareket eden bir KESK’ten, IMF’ci hükümetin politikalarına karşı tutarlı mücadele vermesi zaten beklenmemelidir. Zira IMF’nin arkasındaki ABD’den sonraki en büyük güç Avrupa Birliği’dir. IMF politikaları, aynı zamanda Avrupa Birliği politikalarıdır. Dolayısıyla, AB savunucularından AB’ye karşı mücadele vermesini beklemek fazla iyimserlik olur.
AB’ye karşı çıkmadan anti-emperyalist olma bizim “cin solcular”ımızın bir başka yeteneğidir! Emperyalizme karşı mücadele sorunu “solculuk”la fazlasıyla malûl KESK yönetiminin yumuşak karnını oluşturmaktadır. Hele ki, “demokratik cumhuriyet”i kurmayı doğrudan ABD ve AB’den bekleyen Kürt reformistleriyle girdikleri ittifak nedeniyle bu durum fazlasıyla nazik bir hal almıştır. O nedenle, grevli toplusözleşmeli sendika hakkını garanti altına alan yasal bir düzenleme dâhil tüm sorunların çözümü için ILO ve “Kopenhag Kriterleri”ne bel bağlama tutumu giderek KESK’te hâkim tutum haline gelmektedir. Yapılan her basın açıklamasında söze “Avrupa Birliği sürecine girdiğimiz bugünlerde” klişesiyle başlanması tesadüf değildir. Öte yandan, “Emeğin Avrupası”nı kurmaktan bahsederken, aynı çabayı Türkiye emekçi hareketinin tarihinde ilk defa ortak bir zeminde emekçilerin birleşmesini başaran Emek Platformu için göstermemek KESK yöneticilerinin nasıl bir sendikal hareket arzuladığını gösteren bir başka örnektir.
DEMOKRASİ SORUNU VE DERİNLEŞEN BÜROKRATİZM
KESK’in, yöneticileri eliyle içine atıldığı bu süreç, zaten baştan beri var olan kitleselleşme ve demokrasi sorununu daha da büyütmüş, KESK’e bağlı sendikaların pek çok şubesini tabela örgütü haline düşürmüştür. Kamu emekçilerinin sendikal örgütlenme mücadelesine atıldığı ilk yıllarda varlığı pek hissedilmeyen bu problemler, sendikal harekette kamu emekçilerinin çıkarları değil de, sendikaları “yöneten”lerin politik örgüt çıkarları egemen hale geldiği oranda hissedilmiş, yığınlar mücadelenin dışına düş(ürül)meye başlamıştır. Emekçi yığınlar karar mekanizmalarından dışlanarak, “yığınlar adına” hareket edildiği için KESK kitleselleşeceği yerde giderek kan kaybetmektedir.
Ancak, KESK yöneticilerinin “garip” iddialarından biri de kitleselleşme sorunu üzerinedir. Onlara göre, “zırt-pırt eylem yapıldığı için kitleler sendikadan soğumaktadır”, dahası “devlet de sendikalarla diyaloga bu nedenle girmemekte”dir. Sonuçta önerdikleri, mücadele etmemek, eylem yapmamaktır. Oysa mücadele edildiği zaman bir kitleselleşme sorunu yaşanmadığı 20 Aralık ’94, 16–17 Haziran ’95 ve daha bir dizi eylemde görülmüştür. KESK’in o zamanki üye sayısı 300 bin iken 20 Aralık ’94 eylemine 1 milyonun üzerinde kamu emekçisi katılmıştı. Peki, neydi bu orandaki kamu emekçisini eyleme sürükleyen etken? Elbette ki, kamu emekçilerinin somut ve acil taleplerinin doğru tarzda formülasyonu ve bu temelde önerilen eylem çizgisi…
Kitleselleşmenin önündeki engellerden bir diğeri; KESK’e egemen olan geleneksel sol siyaset tarzıdır, “ilerici memur, gerici memur” gibi ayırımlara günlük dilde sıkça vurgu yapan KESK, Emek Platformu gibi bir oluşuma sırf “Kamu-Sen’de yer alıyor” gerekçesiyle girmek istememiştir. KESK, Kamu-Sen kontra örgüttür diyedursun, kendisi de sıradan memurun gözünde “solcuların örgütü” pozisyonundadır. O nedenle, büyük iddialarla başlatılan “üye kampanyalarından soyut söylemin ötesinde ortaya bir şey konulamadığı için istenilen sonuç bir türlü alınamamaktadır.
Sendikal demokrasi ise biçimsel bir görünüm arz etmektedir. Tüzük bakımından karar organı olan KESK GYK’sı işlevsiz hale getirilmiştir. GYK toplantılarında GYK üyelerinin ne söylediği önemsiz haldedir; varsa, yoksa sendika genel başkanlarının söyledikleridir. Onlar da örgütlerinin genel eğilimini savunsalar ya da toplantıya o görüşleri taşısalar belli oranda anlaşılır diyelim. Ama durum hiç de böyle değildir. Genel başkanların çoğu örgütlerinin görüşlerini değil, kendi kişisel görüşlerini taşımaktadırlar. Zorunlu kalınarak alınan GYK kararları ise sonradan MYK’da istenilen şekle sokulabilmektedir. Kısaca, hareket tepeden istendiği biçimde “kontrol” edilmektedir.
Demokrasinin en temel ölçütü katılımdır. (KESK’in bugünkü çizgisine muhalefet eden pek çok kesim de demokrasi sorununda bir bilinç çarpıklığı içinde bulunuyor. Bu kesimler sendikal demokrasi sorununu sadece temsili organların seçiminde izlenen seçim yönteminde ya da daha açık bir ifadeyle yönetim organlarında yer alıp almamayla ölçen bir yaklaşım sergiliyorlar. Elbette yönetim organlarının belirlenmesinde izlenen tutum demokrasi sorununda belli oranda bir ölçü vermektedir, ancak, asıl ölçüt emekçi yığınların karar süreçleri dâhil her aşamada katılımı ve söz sahibi olmalarıdır. Bunun sağlandığı koşullarda, yönetim organlarının seçiminde “al gülüm ver gülüm” değil, sosyal pratik içindeki objektif kriterler rol oynayacaktır.) Yığınların sendikal karar mekanizmalarının dışına itildiği bir zeminde demokrasinin “d”sinden bile bahsedilemeyeceği gibi, alınan kararların hayata geçme şansı da yoktur. Nitekim KESK yönetimi son zamanlarda alınan eylem kararlarına tabanın uymuyor diye sık sık şikâyet etmektedir. Ama KESK yönetimi dönüp bir kere bile “aldığım bu kararlara tabanın iradesini ne ölçüde kattım” diye kendisine sorma ihtiyacı duymamıştır; dahası her seferinde “taban mücadeleye hazır değil” diyerek işi pişkinliğe vurarak topu taca atmıştır. Sanki yığınları mücadeleye başkaları hazırlayacak! Belirtmek gerekir ki, bu tip yaklaşımlar klasik burjuva bürokratik sendikal anlayışın tipik yansımasıdır ve her geçen gün KESK’i daha çok kuşatmaktadır.
Grupçuluk illeti KESK’in başına bu anlayışın sonucunda musallat olmuştur. KESK’e bağlı sendikaların son seçimlerinde ortaya çıkan tablo grupçuluğun hangi düzeylere vardırıldığını gösteren bir ibret tablosudur.
Tablo, KESK’te yönetim çoğunluğunu elinde bulunduranların “sulta”sını gelecekte de devam ettirebilmek için mevcut “tepe kontrolü”nü yeterli görmediklerini, ek önlemlerle mevzilerini tahkim etme ihtiyacı içinde olduklarını göstermektedir. ÖDP’nin kamu emekçileri hareketi içindeki sözcülerinin, seçimlerde aşırı derecede grupçu tutum almalarını eleştirenlere, kendi tutumlarını mazur göstermek için söyledikleri “KESK Kongresi’nde istediğimiz tüzük değişikliğini sağlayacak delege çoğunluğunu garanti altına almamız için başka yol yok” sözlerinin anlamı budur. Hedeflenen tüzük değişikliklerinin başında, Kamu Emekçileri Sendikaları Şubeleri Platformu gibi dinamik sendikal oluşumları dağıtarak yerine, Türk-İş ya da DİSK’teki gibi Bölge Temsilcilikleri oluşturma fikri geliyor. Öteki değişiklikler ise, KESK GYK üye sayısını azaltmak, KESK ile bağlı sendikalar arasındaki ilişkiye yeni düzenlemeler getirmek vb. Görüldüğü gibi aşırı merkeziyetçi bir yaklaşım söz konusudur. Politik, örgütsel platformunu “demokrasi”, “çoğulculuk”, “azınlık hakları” üstünden oluşturan ÖDP’nin, bu kavramları kendi çıkarına geldiği müddetçe savunduğu, tersi durumda, katı bir merkeziyetçilikle hareket ettiğinin göstergesidir bu. KESK yönetiminin öteden beri Kamu Emekçileri Sendikaları Şubeleri Platformu’ndan rahatsız olduğu biliniyor. Bunun nedeni, kamu emekçileri hareketinin tepeden bloke edilmesi girişimlerinin, bu oluşum vasıtasıyla önemli oranda boşa çıkarılıyor olmasıdır.
ÖDP kamu emekçileri sendikal hareketine karşı giriştiği bu “örtülü operasyonca HADEP ve Kürt çevrelerini yedekleyerek amacına varmak istiyor. Bu oyuna alet olanlar HADEP’le de sınırlı değil. Oportünizm ve liberalizm üzerine mangalda kül bırakmayan dergi çevreleri de bu büyük oyunun küçük figüranları durumundadır. (Şüphesiz gelinen noktada ÖDP ve HADEP’in “kutsal ittifak” oluşturmalarında üzerinde hareket ettikleri ideolojik-politik platformun aynılığı gibi nedenler de vardır.) ÖDP kamu emekçileri hareketindeki geleceğini, çeşitli tüzük ve yönetmelik değişiklikleriyle sendikal hareketi “zapturapt altına almak”ta görüyor. Böyle bir amaç güttükten, dahası buna uygun pratik adımları bir bir attıktan sonra kalkıp, “KESK’in büyütülmesinden, bunun için “KESK’teki güçlerle işbirliği yapmaya hazırız” sözlerinin beş paralık bir değeri yoktur. ÖDP’liler KESK’teki son kongre süreçlerinde izledikleri tasfiyeci tutuma yönelik eleştiriler karşısında kargaları güldürecek cinsten açıklamalar yapıyorlar: “Biz kimseye karşı tasfiyeci bir yaklaşım içinde değiliz, ha! EMEP”liler mi? Onlar kendilerini tasfiye ediyorlar”. Bu komik, ama bir o kadar da mide bulandıran bir yaklaşımdır.
Parti içindeki “iktidar” kavgasına bağlı olarak ÖDP içinden belli grup ve anlayışları da KESK’ten tasfiye etmekte bir sakınca görmeyenlerin EMEP’i tasfiye etmeye çalışmasında şaşılacak bir yan yoktur. Parti içinde parti bu olsa gerek!
Önemli olan ÖDP’nin bu sorunda ne dediği değil olguların dilidir; o da ÖDP’nin küçük dükkâncı mantığından hareket ettiğini, “az olsun, ama benim olsun” dediğini söylemektedir. Yığınların sendikal eylemin dışına itilmesinin, bürokratik mekanizmaların gün gün geliştirilmesinin nedeni hep bu “bloke ve kontrol etme” ihtiyacıdır. Eğer, böyle değil de itiraz ettikleri gibi “mücadeleden yana her gelişmeyi destek” veriyorlar ise; en mücadeleci sendika olan Enerji Yapı Yol-Sen İstanbul Şubesi ve Genel Merkez yönetiminin iş yapamayacağı daha baştan belli olanların eline geçmesi için ÖDP’lilerin soldan sağa herkesle birleşmesine ne demeli?
ÖDP’nin nasıl bir KESK istediğine ilişkin son örnek: KESK yöneticileri 20 Aralık ’94, 16–17 Haziran ’95 ve 5 Mart ’98 eylemleriyle övünüp dururlar. KESK’in kitleselleşmesi için sıçrama noktası olabilecek bu eylemlerle elbette ne kadar övünülse azdır. Ancak, bu eylemler sonucu ortaya çıkan gelişmeler ÖDP’nin politik çıkarları gereği planladığı “gelişim çizgisi”ne uymayıp yığınların inisiyatif ve çıkarlarına doğru yöneldiği için, bu görkemli eylemlerin ardından her seferinde ilk yaptıkları şey eylemleri geri çekerek yatıştırmak olmuştur. Bugün ise bu tür eylemlerden “besmele görmüş şeytan” gibi kaçarak, kendilerine bir daha böyle “uğursuz günler” yaşatmayacak bir KESK yapılanması peşindedirler.
GÜVEN BUNALIMI
KESK, bürokratik eğilimler geliştiği ölçüde tabanla ilişkisi kopan bir örgüt hüviyetine bürünmüştür. Bu yüzden en ciddi sorun üye ilişkileri alanında yaşanmaktadır. Üyeler, KESK yönetimine (elbette ki doğal olarak bağlı sendika yönetimlerine de) olan güvenlerini tümüyle yitirmiş durumdadır. Bu nedensiz değildir. Yığınlar kendi pratik deneyleri sonucunda bu noktaya gelmişlerdir. Çünkü KESK sermayenin yoğun saldırılarının hiçbirine yanıt verememiştir. Hükümetin ücret dayatması birebir uygulanmakta, özlük haklarının çiğnenmesinin, sürgün ve kıyımların ardı arkası kesilmemektedir. Grevli toplu sözleşmeli sendikal hak talebi KESK’in mücadele gündeminden bizzat yöneticilerin ilgisizliği sonucunda düşmüş, ancak, hükümetin bu konuda bir saldırısı olduğu an gündeme girer olmuştur. Özelleştirme uygulamaları haberleşme, enerji, sağlık gibi işkolları başta olmak üzere kamu emekçileri alanına da sıçramış, gelgelelim KESK yönetimi bırakalım karşı bir mücadele örgütlemeyi özelleştirmeye karşı somut bir politika dahi oluşturamamıştır. KESK genel söylemlerin ötesine bir türlü geçememiş, küçük de olsa kalıcı hak temelinde somut hedefler ortaya koyarak kitleleri motive edememiştir. KESK, sermayenin çok yönlü saldırıları karşısında aciz içinde bir görüntü sergilemiş, politik gündeme müdahale edememiş, bu alanda Türk Kamu-Sen’in dahi arkasına düşmüştür. KHK için Cumhurbaşkanı’ndan duyulan beklenti, sahte sendika yasası için emekçi düşmanı Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Yaşar Okuyan’a yapılan “rica ziyareti” üyelerinin gözünde KESK’in otoritesini yaralamış, sendika yöneticileri günlük mücadele seyri içinde sıradan üyenin çok çok gerilerine düşerek, öncü rolünü oynayamamıştır. KESK yönetimi, yığınların talep ve beklentisini karşılayacak ciddi bir mücadele platformu oluşturup, bunun etrafında yığınları seferber edecek bir çalışma yürütme yerine, AB sürecinden, Cumhurbaşkanı ve hükümetten “beklenti” içine girmeyi tercih etmiş, yığınları da bu temelde edilgen bir konumda tutan bir hatta ısrar etmiştir. Tabii ki beklenticiliğin sonu her seferinde hüsran olmuş ve bunun yol açtığı zararları kamu emekçileri etinde kemiğinde hissetmiştir. Bu konuda çok şeyler söylemek mümkün, ancak bu kadarı bile yığınların KESK yönetimine güven duymamaları için yeterli bir fikir vermektedir. Ancak, burada karşımıza çıkan asıl tehlike, tabandaki emekçiler içinde KESK yöneticilerine duydukları güvensizlikten hareketle giderek sendikal örgüte ve örgütlülüğe güven duymama eğiliminin güçlenmesidir. Ve bu “güven bunalımı” diğer bütün sorunları neredeyse ikincil plana itmiştir.
KESK’te yaşanan bu sorunlar, toplumsal muhalefet hareketi saflarında yaşanan genel durgunluğun ötesinde bir etkiyle kamu emekçileri hareketindeki durgunluğu beslemekte, kamu emekçilerinin yıllara yayılan mücadeleler sonucu ortaya çıkardığı birikimi tahrip etmektedir. Zaman ilerledikçe, bir dönem önce sorunların çözümünde çare olabilecek şeyler de çare olmaktan çıkmakta, dinamik ve birikimlerin tahrip olmasına bağlı olarak çözüm imkânları da sınırlanmaktadır. Bu yüzden, KESK’e ilişkin olarak yapılacak ne varsa bu durum göz önüne alınarak bir an önce yapılmalıdır.
İŞYERİ ÇALIŞMASININ ÖNEMİ
Kamu emekçileri sendikal hareketinin yaşadığı başlıca sorunlar yukarıda aktarılmaya çalışıldı. Zaten duyarlı her emekçi bu sorunların neler olduğunu aşağı yukarı biliyor. Ancak, yine de bir özet yapmak gerekirse, KESK;
— Gün geçtikçe kan kaybeden, tabanla bağı kopmuş, üyelerinin güven duymadığı,
— Kamu emekçilerinin iyimser bir rakamla ancak beşte-birini örgütleyebilmiş, kitleselleşme sorunu yaşayan,
— Sermaye ve hükümetin saldırılarına yanıt veremeyen çaresiz, aciz içinde,
— Üyelerinin ve diğer emekçilerin birleşik gücüne güveneceği yerde AB sürecinden gelecek “demokratik açılımlar”a bel bağlayan bir örgüt konumundadır.
Bu hale gelmiş bir KESK’i hükümet ve sermayenin ciddiye almasını kimse beklememelidir. Nitekim hükümet de kamu emekçilerini ilgilendiren kararları bir bir alıp devreye sokarken, lütfen babından dahi olsa KESK’e bilgi verme ya da danışma ihtiyacı duymamaktadır. KESK’in bu duruma düşmesinde KESK ve bağlı sendikaların yönetimlerini elinde bulunduran ÖDP ve HADEP çevresinin düzenle olan ilişkilerinde ideolojik ve siyasal planda geçirdikleri “rehabilitasyon süreci” etkili olmuştur. Önümüzdeki dönem itibariyle bu politik akımların tutumlarında köklü bir dönüşümün olmayacağı düşünüldüğünde, kamu emekçileri sendikal hareketinin geleceği gerçek anlamda emek hareketinin alacağı tutuma bağlanmıştır. Ancak, emek hareketinin kamu emekçileri alanındaki temsilcilerinin de mevcut pozisyonlarıyla bu görevin üstesinden gelemeyecekleri açıktır. Öyleyse, en başta emek hareketinin temsilcileri kendi pozisyonlarını gözden geçirmek durumundadırlar. Kamu emekçileri sendikal hareketi mevcut seyrini aynen devam ettirecek ise, KESK ve bağlı sendikaların yönetimlerinde olup olmamanın çok da önemi yoktur. Bu sözlerden hareketle kimse sendika yönetimlerinde olmanın önemini küçümsediğimizi düşünmemelidir. Dediğimiz odur ki, kamu emekçileri sendikal hareketinde devrimci bir dönüşüm için kalkış noktası öncelikle bilinen “gruplar arası uzlaşı”yla yönetim kademelerinde yer edinmekten çok işyerleri temelinde yapılacak çalışmalar olmalıdır. Yoksa bugüne kadar olduğu gibi bir yandan büyük laflar edip, öte yandan sosyal pratik içinde eleştirdikleriyle benzeşen bir tutumla bir yere varmak mümkün değildir. Yönetim kademelerinde bulunmamaktan hareketle, “olanak yok” bahanesine sığınmamak gerekir. Yönetimlerde bulunmanın sağladığı olanakların önemi şüphesiz ortadadır, ancak toplumsal siyasal gelişmeler her gün önümüze bir dizi olanak sunmaktadır, asıl olan bu olanaklardan ne ölçüde yararlanıldığıdır.
Kamu emekçileri sendikal hareketine kaynaklık eden taleplerden hiçbiri ciddi anlamda karşılanmamıştır. Dahası kanun hükmünde kararname yoluyla memurların iş güvencesi de ellerinden alınmak istenmektedir. Hükümet kararname yoluyla yeni maaş ayarlamaları yaparak bürokratlarla tabandaki memur arasındaki maaş farkını bürokratlar lehine 9 kata çıkarmıştır vb. Bu gibi saldırılar ve daha pek çok olgu kamu emekçileri içinde mücadele eğilimini kışkırtmaktadır. Tüm bunların her biri kamu emekçileri yığın hareketinin örgütlenmesinde birer olanaktır. Ancak, sosyal ve siyasal saldırıların yarattığı hoşnutsuzluk, yığınların bilincindeki yansımaları, yığınların örgütlülük, bilinç ve kararlılık seviyeleri hesap edilmeden “kör parmağım gözüne” misali oluşturulacak taktik mücadele platformlarının da hayat bulmayacağı aşikârdır. Bir inatlaşma ile her durumda “haydi eyleme” demenin bir âlemi yoktur. Zira sermaye ekonomik ve sosyal planda bir saldırı yöneltirken, zor ve şiddet aygıtını da devreye sokmaktadır. Buna, burjuvazinin devasa propaganda aygıtlarıyla hayaller yayarak yığınları beklentiye sürüklediğini de eklemek gerekir. Tıpkı AB sürecinde olduğu gibi. Zorun, şiddetin ve “beklenticiliğin” zihinlerde yarattığı tereddütleri gidermenin yolu, ancak onun yarattığı duygunun üzerinde bir karşı duygunun zihinlerde yaratılmasından geçmektedir. Bu ise, işyerlerinde yığınlar arasında burjuvazinin propagandasını alt edebilecek düzeyde günlük, kesintisiz bir aydınlatma faaliyeti yürütmekle mümkündür. Aksi tutum tam bir kendiliğindenciliktir. Nitekim saldırıların bunca yoğun yaşandığı bir zamanda, yığınlar harekete geçmiyorsa bunun başta gelen nedeni, yığınlar içinde gerekli çalışmaların yapılmamasıdır. Enerji ve sağlık işkolunda son dönem sürdürülen mücadeleler ve alınan sonuçlar bu bakımdan fikir vermektedir.
Kamu emekçilerinin acil talepleri etrafında bir mücadele örgütlendiği ve yığınlar bu mücadeleye seferber edilebildiği oranda bu gidişat tersine çevrilebilecektir. Bilinmelidir ki bu ancak işyerlerinde, kamu emekçileri içinde günlük, kesintisiz, istikrarlı bir çalışma yürütmekle mümkün olacaktır. Kamu emekçileri hareketinin mücadele tarihi bu tutumla hareket edildiği her durumda reformizmin yenilgiye uğratıldığına defalarca tanıklık etmiştir. Yığınların örgütlü gücü karşısında küçük burjuva liberalleri ve Kürt reformistlerinin girecekleri “manevralar” kendi ayaklarına dolanacaktır. Bu çaba gösterilmeden, KESK yönetiminin reformistliğini eleştirmenin bir anlamı olmayacağı gibi kamu emekçileri sendikal hareketi içinde iki çizgiden bahsetmenin de bir anlamı yoktur. KESK’in geleceği asıl olarak burada düğümlenmiştir.
Ekim 2000