mutluluk

 

Büyük Ekim Devrimi, tarihte tek tek insanların, ülkemizin ve tüm dünyanın yaşamında eşine rastlanmamış bir dönüm noktasıdır. İnsanlık tarihinde meydana getirdiği tüm dönüşümleri tek tek saymak olanaksızdır.

Ancak ne kadar garip görünse de, devrimin son hedefi, onun tüm zafer ve kazanımlarının sonucu olan bu değişimlerin yasaları hakkında çok az şey biliyoruz; insani mutluluktan pek az bahsediyoruz. Mutluluğumuzu sık sık hatırımıza getirmiyor, onu coşkunluk ve minnettarlıkla anmıyor değiliz, ama onun hakkında, devrimin diğer kazanımları hakkında olduğu kadar kesin ve emin konuşmaya henüz alışamadık.

Böylesi bir mutluluk anlayışımız bize tarihsel geçmişimizden miras kalmıştır. İnsanlar, oldum olası, yaşamlarının salt acılı yanları üzerinde durmaya özen gösterdiler. Uzun zamandan beri insanlar, dertlerini ve hastalıklarını, ekonomik buhranlarını ve sefaletlerini, kırgınlıklarını ve aşağılanmalarını, felaketlerini ve mutsuzluklarını enine boyuna analiz etmeyi ve en ince ayrıntısına kadar anlatmayı ve tanımlamayı öğrendiler. Gerek yaşamlarında, gerekse edebiyatta böyle hareket ettiler. Geçmişteki edebiyat, aslında insani mutsuzluk üzerine yapılmış bir muhasebedir. Oysa buna karşın, aynı özenle, aynı derece yoğunlaşmayla ve aynı yetkinlikle insani mutluluğu analiz ve tasvir etmiş tek bir kitap bile gösteremeyiz.

Bazı yazarlar zaman zaman mutluluktan söz ediyorlar, ama bu, mutluluğun daima en basit ve herkese açık olan biçimidir, tabiat ananın bir ürünü olan aşktır. Böylesi bir mutluluk için iki varlığın birbirlerine eğilim duyması teorik olarak yeterlidir. Görünen o ki, daha fazlasına yoktur.

Yazarların böylesi bir mutluluğu anlatma arzusu kuşkusuz vardı,… ancak bunun için uygun renklerden yoksundular. Bu alanda tek bir yazar bile sıradan ortalama bir başarının ötesine gidemedi. Yazarlar, aşk mutluluğunu; onun asıl canlı ve kalıcı işleyişini, sadece mutluluğa duyulan özlemi değil, mutluluğun ta kendisini de sıkıcı ve tekdüze biçimde anlattılar.

Yazarlar, sıradan bir aşk mutluluğunu bile anlatmada nasıl da zorlandıklarının farkındaydılar; ancak bu acizliklerini okurlarına ne itiraf edebiliyorlardı ne de etmek istiyorlardı. Bu yüzden de, en muhteşem aşk mutluluğunu bile, anlatımlarında daima usta oldukları bir yığın yeni üzüntü, acı ve engellerle karartmayı yeğliyorlardı. En coşkun aşk hikayesi olan “Romeo ve Jüliet”, aynı zamanda en hüzünlü hikayedir.

Okurların buna asla tepki duymadıklarını, hatta acının anlatımına daima öncellik tanıdıklarını da bu arada tespit etmek gerekir. Tek kelimeyle, insan, oldum olası, mutsuzlukta ve acılı olaylarda uzmandı; o, daima mutluluktan tek bir söz bile edilmemiş türden eserleri sevdi. En çok sevdiğimiz ve içimizi en çok dağlayan edebiyat eserleri bile, mutluluğa kavuşma olayından ara yollara saparak uzak duruyorlar ya da Puşkin gibi şu tespitle yetiniyorlar:

“Ve meğerse mutluluk o kadar olası,

o kadar yakın olabilirmiş ki.”

Lermontov, Dostoyevski, Gogol, Turgenyev, Gonçarov ve Çehov’un gerek satırlarında, gerekse satır aralarında o kadar az mutluluk var ki. Mutluluğun çok nadir de olsa, Puşkin’in yakınına yanaştığı oluyor, ancak narin harika imge, hemen yaşamın bir kasırgası tarafından bir çırpıda silip süpürülüyor.

Peki ama bunun sebebi ne? Geçmişteki edebiyatın tümü, niçin mutluluğu, yani insanın şu doğası gereği daima yöneldiği ve aslında onun için yaşadığı şeyi anlatamadı ve anlatmak istemedi?

Niçin sanat türlerinin kavram dağarcığında dram ve tragedya, yani elem tarzı var da, sevinç teması için bir tarz yok? Neşeli ve şen olmak istediğimizde, burlesk ya da komedi seyrediyoruz, yani adam yerine bile koymadığımız insanların hareketleriyle eğleniyoruz. Niçin idil*, sefil arka avlularda, eski püskü şeylerin arasında sararıp soldu?

Bazı yazarlar öyle ileri gidiyorlar ki, mutluluğun, bizzat doğası gereği sanatsal yaratımın teması olamayacağını savunuyorlar; zira çatışmaların ve çelişkilerin oyunu olmaksızın böyle bir yaratım mümkün olamazmış.

Bu sorun, şüphesiz ciddi ve titiz bir araştırmayı gerektirir. Temelini yalnızca Ekim Devrimi’nin ortaya çıkardığı yeni mutluluk biçiminde bulan bazı önseziler, daha şimdiden dile getirilebilir. Bu yeni tarzda insan sevincinin yeni özelliklerini ve yasalarını görüyoruz, tarihte bununla ilk kez karşılaşıyoruz. Bilhassa bu yeni özellikler, mutluluk hakkındaki eski düşüncelerimizi temelden değiştirmemize ve edebiyatın bu konuya niçin böylesine soğuk durduğunu anlamamıza olanak tanıyor.

Varsayalım ki, Onegin ve Tatyana’da mutluluk sadece olası değildi, aksine gerçek haline geldi. Ancak bu mutluluğun, roman kahramanlarının öznel duyumları karşısında ne kadar muhteşem olsa da, sanatsal yaratıcılığa konu olacak değerde olmadığının sadece bizler değil, Puşkin de farkındaydı. Onegin ve Tatyana figürleri, insan olarak acı çektikleri ve tam anlamıyla huzura kavuşamadıkları sürece sanat açısından değerli olabilirler. Kaldı ki, bu çifti en iyi durumda ne bekliyordur? Hiçbir haklı gerekçesi olmayan bir zevkin, donuk, izole edilmiş dünyası, esasen ahlaksız asalak bir yaşantı.

İlerici edebiyat, hatta aristokrasininki bile, diğer insanların sömürülmesi ve acı çekmesi üzerine kurulmuş bir mutluluğun resmini çizecek kadar pervasız değildi. Böylesi bir mutluluk, bunu yaşayanlar açısından hoş bir şeyi ifade etse bile, sanat tarafından yargılanmaya mahkumdu her zaman. Zira böylesi bir mutluluk, en ilkel hümanizmin ilkeleriyle bile çelişmekteydi. Bir film, sahte kostümleri nasıl kaldıramazsa, gerçek sanatsal edebiyat da kapitalist toplumun ahlak anlayışını kaldıramaz.

İşte bu sebeple, edebiyat, zenginliğe dayanan bir mutluluğu anlatamadı. Ancak, sefalet içindeki bir mutluluğu da dile getiremedi; çünkü böylesi bir idil, riyakarlık olmadan var olamazdı. Sanat, herhangi bir gerçek sanat, hiçbir zaman insanların eşitsizliğini açıktan açığa savunamadı.

Sınıflı toplumda yaşam, eşitsiz bir mücadelenin yaşamıdır, zorun ve zora karşı direnişin tarihidir. Bu şemada insani mutluluk için öylesine sınırlı ve şüpheli bir yer kalıyor ki, sanatsal yaratıcılıkta bundan söz etmek, toplumsal anlamı olmayan şeylerden söz etmek anlamına gelir.

Zenginlik üzerine kurulmuş olan mutluluk, tamamen özel ve belli ölçüde de saklı, gizli bir “tüketimin” konusuydu. Bu “tüketim”, insanlararası eşitsizlikten ötürü bir basamak bile olsa altta olanların kıskançlığını ister istemez kışkırtmak zorundaydı. Acımasız bir sömürü toplumunda bireyin hayatı, ezenin alaycı yaşamı ile ezilenin yine aynı alaycı ve tiksindirici yaşamı arasında yalpalanmaktaydı, ve bu yüzden mutluluk daima alaycılığın belli bir öğesini içinde barındırmaktaydı.

Ancak Ekim devrimi, ilk kez, dünya tarihinde gerçek, esasen temiz ve saf bir mutluluğun doğuşunu sağladı. Ekim günlerinden bu yana henüz yirmi yıl geçti ve ülkemizde bu mutluluk, gözümüzün önünde günden güne daha yoğun ve içten bir şekilde gerçekleşiyor. Zamanımızda, sadece aşk mutluluğundan, yani geçmişteki yazarların herhangi bir şekilde söz etmeye çalıştığı mutluluğun şu tek, kaçınılmaz yedeğinden söz etmek ne kadar gülünçtür.

Bizim mutluluğumuz, Sovyet yurttaşının oldukça karmaşık, ama son derece de zengin duygularının bütünlüğüdür. Bu bütünlükte, aşk sevinci de soluk alır. Bu sevinç yalıtılmış değildir, çünkü asıl ve doğal anlamını yitirmemiştir, aksine bütün özellikleriyle alevlenmekte, gerçek ve güçlü ateşiyle yanmakta ve herhangi bir ailenin yoksul kulübesinde insanların acılarını dindiren bir uyuşturucu işlevi görmemektedir.

Ne var ki, Sovyet mutluluğumuz çok daha geniş kapsamlıdır. O, sanatçılar için şüphesiz en onurlu konu olmasına karşın, genç sanatımızın onu anlatmaya henüz muktedir olmadığı kadar büyüktür.

Bizim için; kibirlilikleri ve merhametsizlikleriyle sokaklarımızda dolaşan semiz kan emicileri bundan sonra görmememiz; sömürücülerin lüks sarayları, lüks arabaları ve gösterişlerini, dalkavuk sürüleri satılmış kalemleri ve yaltakçılarıyla bütün bu tiksindirici ikinci sınıf asalak yığınını; yağmalanmış, soyulmuş, garazla kötürüm haline getirilmiş halk kitlesini görmememiz ve ümitsiz, isimsiz yaşam çizgilerini tanımıyor oluşumuz bile mutluluk anlamına geliyor. Fakat mutluluğumuz, bütün bunları artık yarınlarda da görmeyeceğimizden de kaynaklanıyor. Mutluluk, bu bataklıktan sıyrılmış olan perspektifimizin genişliğinde yatıyor.

Bu, olağanüstü bir mutluluktur; fakat biz bu mutluluğa çoktan alıştık bile. Bu yirmi yıllık görkemli alışkanlık; işte insanın çoğunlukla farkına varmadığı da bu esenliktir.

Ancak biz bu mükemmel zenginlikten çok daha fazlasına sahibiz. Ekim’in yirmi yılı, bize sadece özgürlüğü değil, özgürlüğün meyvelerini de sundu.

Mutluluktan gurur duyulabildiği için, mutlu olmayı tam anlamıyla öğrendik. Biz, çalıştığımız ve yarattığımız, kazandığımız ve mücadele ettiğimiz zaman mutlu olmayı öğrendik. İnsani topluluğun sevincini tanıdık; bir zenginin komşuluğunun beraberinde getirdiği çekince ve iltimasların olmadığı bir topluluk olma sevincini. Bilgiyle mutlu olmayı öğrendik, çünkü bilgi artık haydutların imtiyazı olmaktan çıktı. İstirahatta mutlu olmayı öğrendik, çünkü dinlenmeyi kendilerine özgü bir ayrıcalık olarak görenlerin asalak avareliğini yanı başımızda görmüyoruz artık. Ülkemizi düşünürken mutlu olmayı öğrendik, çünkü bu ülke artık bize ait, efendilerimize değil. Disiplinde nasıl bir güzelliğin ve neşenin yattığını biliyoruz şimdi. Zira bizim disiplinimiz özgür hareket etmenin yasasıdır, ezenlerin keyfiyetinin yasası değil artık.

Her duyumumuzda insanları ve insanlığı düşünme yatar ve bu yüzden mutluluğumuz sadece sosyal değil, aynı zamanda tarihsel bir olgudur da. Ve sadece bu yüzden, bezdirici rastlantı ve geçiciliğin belirtilerinden arınmış mutluluğumuzun, bugüne kadarki insan yazgılarının ezeli çöpçatanı olan kaderle hiçbir ilişkisi kalmamıştır.

Mutluluğumuz asla tanrının Sovyet yurttaşlarına bahşettiği bir lütuf değildir. O, çetin savaşlarda mücadele edilerek kazanılmıştır ve sadece bize, sınıfsız toplumun dürüst ve yiğit fertlerine aittir. Bu nedenle, ülkemize yerleşmek isteyen herkese nasip olacak şey değildir bu. Sadece sömürünün bulanık sularında yüzmeyi bilenler, bizim mutluluğumuzdan nasiplerini alamazlar…

Sovyet mutluluğumuzun yasaları sabırlı ve temelli bir araştırmayı gerektirir. Ancak bunun için endişelenmemize gerek yok; zira tüm dünyanın aksine genel yasamız, devlet yasamız, nihayetinde mutluluğun yasasıdır.

Edebiyatımız yaşamımızı dile getirmek için uygun araçları ve ifade biçimlerini şimdi bulmak zorundadır. Gelinen yerde ilk adımlarını atmış sayılır.

 

Kaynak:

 

Çeviren:


* Makale, Makarenko’nun, “Eserler”inden (Cilt VII, sf. 39-44) Süheyla Özer tarafından çevrilmiştir.

* idil – Genellikle kırsal çevrede özellikle çobanların ama aynı zamanda alt sınıfların yaşamlarına dair komik, huzurlu, gönül açıcı resim veya durum.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑