Gençliğin anti-emperyalist mücadeleye kazanılması ve yeni dönem

İçerisinde bulunduğumuz süreç, bundan önce de sıkça yazılıp çizildiği üzere, toplumun tüm kesimlerinde olduğu gibi onun en dinamik unsuru olan gençlik cephesinde de yeni bir dönemin işaretlerini vermiştir. 11 Eylül’den bu yana gelişen zaman zarfında, Irak işgali ile bardağı taşıran emperyalizm; daha öncesinde sürekli öne çıkardığı, desteklediği ve merkezinde yer aldığı kurum ve kuruluşları bir kenara iterek (bilindiği üzere emperyalizm ayak bağlarını hiç sevmez) pervasızca saldırıya geçmiş, gerçek yüzünü bir kez daha tüm somutluğuyla göstermiş, kendisini teşhir etmiştir. 90’ların başında refah, barış, demokrasi iddialarıyla “Yeni Dünya Düzeni”ni ve onun ebediliğini ilan edip sosyalizme öldü diyenler, kendi köleci uygarlık ve ideolojilerinin çürümüşlüğünü ve ölüme mahkumluğunu yaşamaya başladıkları ve  tüm dünya kamuoyunun bunu hissettiği bir sürece girmişlerdir. Burada uzun uzadıya tarımda, sanayide, enerjide, sağlıkta, eğitimde uygulanan politikaları ve bu politikaların dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarına dayattıklarını açıklama gereği yoktur. Bu yazıda amaçlanan, bugüne kadar uygulanan politikalara ve yaratılan köleleştirici koşullara karşı sistematik ve sürekli bir çalışmanın az çok yürütülmüş olmasına rağmen, neden daha öncesinde değil de savaş sürecinde binlerin, milyonların sokağa döküldüğünü, grevlerin ve kitlesel eylemliliklerin örgütlenebildiğini ve asıl olarak yüksek öğrenim gençliği cephesinde 80’lerden bu yana süregelen durgunluğun, sessizliğin kırılma noktasına geldiğini incelemek; gençliğin anti-emperyalist mücadeleye kazanılmasında yeni dönemle kastedilenin ne olduğunu açabilmektir.
Gençlik, hiçbir zaman egemenlerin vazgeçemeyeceği, sıkça kullanılan “gençliği kazanan geleceği kazanır” söylemine uygun davranmaya özen gösterdiği ve buna uygun politikalar uyguladığı, uygulamaya da devam etmekte olduğu bir kesim olmuştur. Ancak bütün şirin gözükme çabalarına rağmen, işbirlikçi egemenlerin gençliğe sunabildiği tek şey; belirsiz, kaygı dolu bir gelecek, üniversite sonrasında saflarını kabartacakları bir işsizler ordusu, bilimden ve fırsat eşitliğinden oldukça uzak bir eğitim olagelmiştir. Bütün bunlar, elbette, sisteme karşı bir tepkiyi alttan alta örmüş, fakat 80’lerden bu yana gel-geç yükselişlere karşın süregelen durgunluğu, sessizliği ve sistemin dayatmış olduğu bana neciliği ve bireyciliği kırmaya yetmemiştir. Yemekhane zamlarına, üniversiteleri bilimden, halktan ve özgürlükten mahrum kılan YÖK’e ve bilimi sermayenin hizmetine sunan yasa tasarılarına karşı yapılan eylemlerin katılımcıları, sayıları 100’ü geçmeyen ve hep aynı yüzlerden oluşan öğrencilerin ötesine geçememiştir. Elbette bu noktada, yürütülen faaliyet, bu faaliyette kullanılan araçlar ve onların kullanılış biçimi ayrı bir tartışma konusudur. Ancak bu güne kadar gelinen süreçte hiç kimse en azından az-çok sistematik ve sürekli bir propaganda ve ajitasyon faaliyetinin yürütülmediğini iddia edemez. Öyleyse, bugün oluşup olgunlaşmakta olan nesnel koşulların gençlik cephesinde yaratmış olduğu yeni durumu iyi görebilmek, bu yeni duruma uygun çalışma tarzını net bir şekilde değerlendirebilmek ve buna uygun adımlar atabilmek bir zorunluluktur.
Yukarıda çizilmeye çalışılan tabloyu en güzel somutlayacak örnek, herkesin tahmin edebileceği gibi, ’79-80’lerden bu yana gerçekleşmemiş olan ders boykotları ve bu ders boykotlarının örgütlenmesi sürecidir. Yüzde 80, 90’lara varan katılımlarla ve sadece birkaç üniversitede değil bir çok üniversitede gerçekleşen ders boykotları, ve bu süreçte kol, kulüp ve toplulukların, öğretim üyelerinin, ÖTK’ların takınmış olduğu tutum, yeni dönemle kastedilenin ne olduğunu çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır.

“21 MART BOYKOTU”NUN ÖĞRETTİKLERİ
21 Mart boykotunun öncesinde de bir çok konuda kitlesel eylemler örülmeye ve bunun için üniversite bileşenleri bir araya getirilmeye çalışılmış, kol kulüp ve ÖTK’larla beraber çalışmalar yapabilmek için uğraşılmıştır; fakat hiçbirisinde binlerle ifade edilen sonuçlar alınamamış, kitlesel ders boykotları gerçekleştirilememiştir. Boykotlar örülmeye çalışılırken yapılan sınıf konuşmalarında, öğretim elemanlarının verdikleri destek, desteklemese dahi karşı çıkmama tutumu, öğrencilerin burun kıvırarak değil dikkatle dinlemesi, konuşmaların ardından gelen alkışlar, daha öncesinde çok da alışılmış şeyler değildi. Belki bütün bunlardan daha önemlisi, boykot çalışmasını yürüten arkadaşların kendilerine ve yürüttükleri çalışmaya duydukları güven, sonuç alınacağına dair hissettikleri inanç ve kararlılık, boykot ve savaşa ve emperyalizme karşı mücadele çağrısını açıkça ve rahatlıkla, hiçbir şekilde çekinmeden yapabilmeleri, nasıl bir dönemin içinden geçildiğini göstermektedir.
Buraya kadar anlatılanlar akıllara özlü bir Temel fıkrasını getirmektedir. Temel, ünlü bir matematik hocasından matematik dersleri almaktadır ve hocası Temel’den gayet memnundur. Artık son final sınavının yaklaşmasıyla hocası Temel’e ve vermiş olduğu eğitime duyduğu güvenle final sınavını stadyumda herkesin gözü önünde yapmayı önerir; Temel de kabul eder. Sınav stadyumda başladığında hocası Temel’e “iki kere iki kaç eder” diye sorar ve Temel “dört” diye cevap verdiğinde stadyumu dolduran kalabalıktan “Hoca bir şans daha ver!” sesleri yükselir. Bugüne kadar egemenlerin dayattıkları politikalara karşı söylenenler, toplumun tüm kesimlerinde olduğu gibi, gençlik tarafında da  “Bir şans daha ver!” söylemleriyle karşılandı diyebiliriz. Ancak Irak işgaliyle birlikte, ABD’nin başını çektiği emperyalizmin gerçekliğini bir kez daha görenler, artık yaşananlara ve yaşananlara karşı söylenenlere yüz çevirip “bir şans daha” diyemeyecek duruma gelmişti; ve yaşananlar, gerçekleşen eylemler, ders boykotları, genel grevler, binlerle milyonlarla sokağa dökülmeler bunun somut kanıtıdır. Artık içerisine girilen dönem, yıllardır ortaya konulan gerçeklerin ve karşıt tutumlar geliştirmenin sırt çevrilemeyecek hal aldığını ve incelenmeye, araştırılmaya ve ilgi duyulmaya başladığını göstermektedir. Bugüne kadar hiçbir basın açıklamasına gelmemiş, hiçbir eylemlilik içerisinde yer almamış gençlerin 1 Mart’ta, 21 Mart’ta ve hatta 1 Mayıs’ta yer alması, yer almakla kalmayıp bunun için çalışması, buradan bakıldığında daha iyi kavranacaktır. Bütün bunlar, aslında savaş sürecinde emperyalizmin sadece Irak halkına reva gördükleriyle de değil, bununla beraber, gençlik cephesinin, işgalle birlikte, emperyalizmin bugüne kadar eğitim ve bilimde olsun, çalışma hayatında olsun kendilerine dayattıklarını hatırlaması ve kendi talepleriyle toplumsal olanı bu noktada bağdaştırması ile açıklanabilir olgulardır.
Daha öncesinde yürütülen çalışmalara nazaran savaş sürecinde ve sonrasında yürütülen çalışmadaki kararlılık ve inanç, bütün bu söylenenlerin bir nebze kavrandığının göstergesidir, ancak bu, yeterli değildir. Yürütülen çalışmalar, ancak gençliğin anti-emperyalist mücadeleye kazanılmasında girilen yeni dönemin işareti olarak kavranmaz, bütünün bir parçası ve nihai hedefe (gençliğin geleceğini sahiplenmesi ve kazanması) giden yolda atılan bir adım olarak görülmezse, bundan sonra yürütülecek faaliyet yerine oturmayacak ve olması gerektiği gibi olmadığı için harekete bir şey katmayacak, katmayacağı gibi, anti-emperyalist  mücadelede önemli bir adım atmış olan gençlik yığınlarının (ve hareketinin) durumuna yanıt olmayacağı için geliştirici olmayacak, geriletecektir. Her ne kadar bir kararlılıktan, 21 Mart boykot çalışmasında duyulan güvenden bahsedilse de, bu çalışma içerisinde yaşanan eksiklikler, bundan sonraki süreç için önaçıcılığı gözönüne alındığında üzerinde muhakkak durulması gereken bir noktadır.
Gençlik konferanslarımızda sıkça üzerinde durulduğu üzere, 21 Mart boykot çalışmasında yaşanan sıkıntı ve eksiklik, 22 Mart sabahı kendisini göstermiştir. Gençliğin anti-emperyalist mücadelesi noktasında girilen yeni dönem yeterince kavranamadığı için,  21 Mart çalışması 21 Mart’a endekslenmiş, bütünün bir parçası olarak teoride kabul görse bile, pratiğe hakkıyla yansıyamamıştır. Çalışma içerisinde ders boykotlarının neye hizmet ettiği, bundan sonra nelerin yapılması gerekliliği, gençliğin anti-emperyalist mücadeledeki yerinin ne olması gerektiği ve en önemlisi, yaşanan somut durumdan hareketle, emperyalizmin ve pervasız saldırılarının alternatifinin, yani sosyalizmin tartışılması noktasında kısır kalınmıştır. Hal böyle olunca, çalışma, kendi kendisini ister istemez 21 Mart’a kilitlemiş ve 22 Mart sabahı “şimdi ne olacak” sorusu kafalarda uyanıvermiştir. 
Bu noktada toparlamak gerekirse; dönemin gerektirdiği herhangi bir çalışmanın içerisindeyken ya da  günlük bir çalışmayı yürütürken akıllardan çıkartılmaması gereken, ne yaparsak yapalım, bütün içerisinde bir anlam ifade edebildiği oranda ya da bizler bütün içerisindeki yerimizi hissedebildiğimiz oranda yaptıklarımızın anlam kazanacağıdır. Bu, bir otomobil fabrikasında çalışan işçinin yaptığı işe yabancılaşması gibidir. Her gün sadece arabaların belirli bölümlerinin cıvatalarını sıkan bir işçi, bir yerden sonra, arabanın bütünlüğünü, aslında bir araba yapımında çalıştığını görememeye ve yaptığı işe yabancılaşmaya başlar. Burada verilen örnek abartıya kaçmış olabilir, ancak bütünlükçü bir bakış açısından yoksun, sadece varolduğu alan içerisine sıkışmış, sınırlı kalmış bir günlük çalışma, bizleri kendimize, yürüttüğümüz çalışmaya, sosyalizm fikrine yabancılaştırmaktan öteye geçemez. Bu anlamda gençliğin anti-emperyalist mücadeleye kazanılması, ancak sürekli ileriye bakan, her gün yeniden daha ilerisini hedefine koyan, bir bütünün parçası olarak varolan ve bütün içerisinde kendi özgünlüğü ortaya koyan günlük, sistematik bir faaliyetin ürünü olacaktır.
21 Mart ders boykotlarının bize kattığı bir diğer önemli konu ise; kol, kulüp ve ÖTK’lar konusudur. Kol, kulüp, topluluklar ve ÖTK’ların yeri ve önemi, bu yapılanmalara bakış açımızın doğruluğu, bu süreç içerisinde kendisini bir kez daha dayatmıştır. Araçlar doğru kullanıldığında nasıl sonuçlar alınacağı, ODTÜ’de, Ege Üniversitesi’nde ve daha birçok üniversitede bir kez daha görülmüştür. Dolayısıyla öğrenci öz örgütlenmelerine bakışımız, onları kavrayışımız noktasında bir tartışma yürütmek oldukça anlamsızdır. Ancak bir nokta var ki, eksikliğine kısaca değinmekte fayda görüyoruz. 1 Mart’tan bu yana gelişen süreç içerisinde, topluluklar, kendi alanlarıyla sınırlı etkinlikler düzenleyen değil dünya ve ülke sorunlarıyla bağlantılı eylemler örgütleyen bir hal almaya başlamış ve bu durum, zaman içerisinde toplantılara katılan topluluk sayısının düşmesine neden olmuştur. Bundan sonraki dönem içerisinde, bu durum, dikkate alınması gereken bir nokta olarak önümüzde durmaktadır.Bu durum, yukarıda çizilen tablodan çok da bağımsız değildir. Topluluklar, kol, kulüp ve ÖTK’larla birlikte yürütülen çalışmalar da, 21 Mart’la sınırlı kalma noktasına gelmiştir. Boykot çalışması içerisinde yakalanan sıkı ilişkiler, bu ilişkilerin daha sonraki sürece yayılması anlamında eksik bırakılmıştır. “Öküz ölmüş ortaklık bitmiştir” havası esmeye başlamıştır ki, dikkat edilmezse, elde edilmiş olan kazanımlar, büyük kayıplar olarak geri dönebilir.

ÖNÜMÜZDEKİ DÖNEMDE SOSYALİST GENÇLERİN TUTUMU NE OLACAKTIR
Gençliğin anti-emperyalist mücadeleye kazanılması açısından içine girilen süreç, bütün olanakları ve olumluluklarıyla önümüzde durmaktadır. Yürütülen faaliyete dair yukarıda belirtilen eksiklikler ise, bizleri kara kara düşündürücü değil önümüzü aydınlatıcı; buralardan daha güçlenerek çıkmamızı sağlayıcı olduğu oranda bir anlam ifade edecektir. Üniversitelerin hemen hemen bütün bölgelerine nüfuz eden bir çalışmanın (nesnel koşullar el verdiği oranda ki, yeni dönemden kasıt tamda budur) inanç, kararlılık ve kendine güvenle, bunlara dayalı politik müdahalecilikle bütünleşebildiği oranda nasıl sonuçların alınabileceği, 1 Mart, 21 Mart çalışmalarıyla gün gibi ortadadır. Bu noktadan sonra böyle bir deneyim, kazanım yokmuşçasına hareket etmek, hiçbir şekilde kabul edilebilir değildir. Bu noktayı biraz daha açmak gerekirse, bundan sonra çalışmayı yürüten gençliğin ileri unsurları olan arkadaşlarımız, yazının başlarında da belirtildiği üzere, 1 Mart’ı ve 21 Mart’ı hiç yaşamamış kimseler değil,  tersine, bu deneyimlerin yaratıcıları olarak, daha da güçlenmiş, eksiklerini üzerinden atmış, kararlı, inançlı, kendilerine güvenen kimseler olacaktır. Gelişen süreci çok iyi takip etmiş, bütün dünya ile aynı anda Türkiye’nin birçok üniversitesinde yüzde seksen, doksan katılımlı ders boykotları, sayıları binlerle ifade edilen eylemler örmüş gençliğin ileri unsurları, şimdi bütün bunlar olmamış gibi, kendilerini yenilemeyen, eskisi gibi, eskiden tartıştıklarını bugün hâlâ tartışan kimseler olamazlar. İstanbul Üniversitesi’nde formasyon eylemleri örgütlenmiş, kazanımlar elde edilmiş, ancak bir ay sonra bu çalışmayı yürüten arkadaşların, sanki formasyon eylemleri hiç olmamış gibi bir hava içerisine girmeleri mümkün olabilmiştir. Bugün savaşa karşı ders boykotları örgütlenmiştir, ki bu, öğrencilerin kendi taleplerinden de öte tamamen toplumsal taleplere dayanarak gerçekleşmiştir, boykot örülürken bir çok insanla öğrenci olsun, öğretim görevlisi olsun yüz yüze gelinmiş, boykot anlatılmış, en önemlisi, bütün bunlar, kimseye –sadece emperyalizm yanlısı değil, umursamaz, bana neci, sorumsuzluk dayatan- karşıt görüşler öne sürmesine izin veren bir tarzda değil kendine güvenen kararlı bir şekilde yapılmıştır. Yeri gelmiş öğrencilerle, yeri gelmiş hocalarla hiç çekinmeden tartışılmış; tartışmalar çoğunlukla ikna ile noktalanmıştır. Şimdi böylesi bir inançla çalışma yürütmüş arkadaşlardan, bundan sonra, başa dönen, bütün bunları göz ardı eden bir çalışma yürütmesi beklenebilir mi? Buna müsaade edilebilir mi? Elbette hayır. Bundan sonra, gençliğin anti-emperyalist bir mücadeleye kazanılması için yürütülen çalışma, 21 Mart boykotundaki çalışmadan daha kararlı, daha heyecanlı, daha şevkli yürütülen bir çalışma olduğunda başarıya ulaşabilecektir. Artık gençliğin ileri unsurları olan devrimci, sosyalist gençlerin, Emek Gençliği’nin kendine, yaptığı işe güvensiz olması düşünülemez.
Burada bir diğer önemli nokta ise, gençliğin ileri unsurlarının, sosyalist gençlerin bundan sonra gençliğe nasıl bakacağı, onu nasıl değerlendireceğidir. Gençliğe seslenirken, hâlâ cılız bir ses tonu ve “acaba gelir mi”, “acaba yapar mı”, “şunu söylesem nasıl karşılar” gibi kendi kendisine yaratmış olduğu duvarlarla mı yaklaşacak, yoksa savaşa karşı on binlerle ses çıkartan ve bundan sonra işlerin nasıl yürüyeceğinin sinyallerini veren bir gençlikle karşı karşıya olduğunun bilincinde mi olacaktır? İşte bu sorunun cevabı, önümüzdeki günlerin, yürütülecek çalışmanın niteliğini belirleyecektir.

ANTİ-EMPERYALİST MÜCADELEDE GENÇLİĞİN GELMİŞ OLDUĞU NOKTA
Son olarak, yüzünü ileriye dönmekte ve geleceğini arayışa yönelmekte olan, anti-emperyalist mücadeleye “kazanılmayı bekleyen” gençliğin bugün gelmiş olduğu noktaya, bundan sonraki çalışmaya ışık tutacağı için, 21 Mart boykotunun gerçekleşmesini sağlayan şeyin ne olduğuna ilişkin somut örneklerle değinmekte fayda var. Gençliğin anti-emperyalist mücadeleye kazanılmasında yeni dönemden kasıt, yazının başlarında açılmış, anlatılmak istenen vurgulanmıştır. Burada, üniversite gençliğinin bugün içerisinde bulunduğu durum üzerinden söylenecekler, daha önce söylenenlerin tekrarından öteye geçmeyecek gibi gözüküyor. 21 Mart boykotuna kadar, üniversite gençliğinin azınlıkta kalan bir bölümü,  yemekhane zamlarına, harç zamlarına, YÖK’e ve daha birçok dayatmaya karşı eylemler örgütlemeye çalışırken, büyük bir bölümü dışarıdan izleyen ve sessizce destek veren, hatta bir bölümü, bırakalım destek vermeyi, bir takım konular üzerinde söz söylemeyi, politika yapmayı küçümser tutumları benimsemekteydi. Ancak daha önce de söylenildiği gibi, emperyalizmin kendisini bir kez daha teşhir edip kimliğini ortaya koymasıyla, “bir takım şeyler” değişmeye, gençlik cephesinde 80’lerden bu yana “kıpırdamayan dallar” kıpırdamaya başlamıştır. Örneğin ODTÜ’de, bundan önce “etliye sütlüye karışmamış” ve karışmamak için de özel bir çaba sarf etmiş bir çok genç, basın açıklamalarına, kitlesel eylemliklere katılmış, 1 Mart’ta 2500 öğrenciyle “ODTÜ korteji” oluşturmuş, hatta ders boykotları örerek savaşa karşı çıkarttığı sesi zirveye taşımıştır. Bugüne kadar kendi talepleri için dahi kılını kıpırdatmamış, “suya sabuna dokunmayan” etkinlikler düzenlemekle yetinen topluluklar; savaş ve emperyalizm karşıtı eylemlerin kitleselliği için canla başla uğraşmıştır. (Bu noktada, ODTÜ’den Uluslararası Gençlik Topluluğu, Dağcılık Topluluğu çarpıcı birer örnektir.)
Kısaca toparlamak gerekirse, bugün gençlik yığınları, milyonlarla grevler ören işçi sınıfı gibi, eskiden bulunduğu yerden oldukça uzaktadır, bir önceki dönemdeki tutumlarını ve konumlanışını değiştirmektedir. Bunda, elbette, nesnel koşulların temel bir rolü olduğu gibi, 1 Mart, 21 Mart deneyiminin önemi büyüktür. Gençlik yığınları, emperyalizmin Ortadoğu’da yapmaya çalıştıkları ile bugün kadar kendisine sundukları arasındaki kopmaz bağı görmüş, en azından hissetmiş ve artık kendisini mücadeleden nereye kadar geri tutacağını sorgular bir hal almış, gençler sorumluluklarını hatırlayıp üstlenmeye yönelmeden edememişlerdir.
Gençlik yığınları, 1 Mart’a, 21 Mart boykotuna ve 1 Mayıs’a dair söylenenleri dinlemeye, tartışmaya, bunlar için çalışma yürütmeye yatkın olduğunu gösterdiği gibi, bu, bundan sonraki süreçte anti-emperyalist mücadeleyi ve sorunlarını konuşmaya, zorunluluğunu kavrayıp katılmaya, sosyalizm fikrini tartışmaya ve bu uğurda mücadele etmeye yatkın olduğu anlamına da gelmektedir. Yeter ki, bu dönem yürütülen faaliyet eksiklikleri ve olumluluklarıyla iyi değerlendirilebilsin ve döneme uygun bir çalışma aynı, hatta ondan daha öte bir inanç, azim, kararlılık ve güvenle ortaya konabilsin. Hangi adımın atılmasıyla, hangi çalışmanın üzerinden gerçekleşecek olursa olsun, bir gün alanların dolup taşacağını bilmek, bu heyecanı ve gücü hissetmek, kendi kendini kandırmak değil, sosyalizme gönül vermiş, onu bilimsel bir temel üzerine inşa ederek öğrenmişler için zorunluluktur.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑