Komüne ilişkin tutumum*

10 Mart 1876’da, Leipzig’te, Leipzigli ulusalcı liberallerin önde gelen ajitatörlerinden biri olan Bruno Sparig’le bir tartışma toplantım vardı. Sparig, Komün’e ilişkin tutumum hakkındaki konuşmasında, o sıralar Komün’e saldırı adına neler söyleniyorsa, tümünü ileri sürdü. Söz konusu toplantı, her iki parti tarafından düzenlenmişti. Her parti dağıtmak üzere eşit sayıda davetiye aldı ve her parti, karşı taraf konuşurken oturumu yönetecek başkanını seçti. Bizim başkanımız Julius Motteler, karşı tarafınkiyse müdür Peucker’di.
O gün Leipzig’te yaptığım konuşmayı kısaltarak da olsa buraya aktarmakla kimi okurlarıma faydalı olacağımı düşünüyorum:
“Müdür Peucker: Sayın Bebel şimdi söz sizde. (Konuşmacı kürsüye çıktığında coşkulu alkışlarla karşılandı.)
Bebel: Ben Sayın Sparig’in son sözlerinden devam etmek istiyorum. (Hareketlilik) Sayın Sparig Komün’e karşı, daha on akşam konuşabilecek kadar çok olguyu öne sürebileceğini söyledi. (Hareketlilik) Sevgili Baylar, ben daha en başta, Bay Sparig’e, bu tartışma bir akşamla bitmediği taktirde, ertesi akşam ya da sonraki bir günde devam etme teklifini yaptım. Yani, yarın ya da gelecek Pazartesi günü tartışmayı devam ettirmeye hazırım. (Büyük hareketlilik, ıslıklamalar) Ama Sayın Sparig konunun neticeye varması için bir akşamın yeterli olacağını söyledi. Saat şimdiden on oldu ve konuyu tüketmek için bir akşamın yeterli olmayacağını görmüş bulunuyoruz. Bu nedenle Sayın Sparig’in konunun neticelendirilmek zorunda olduğuna dair sözünün gereğini yapacağını ve tartışmayı sonraki bir akşam devam ettireceğimizi umuyorum. (“Bravo!” sesleri, ıslıklar)
Baylar, her şeyden önce toplantı için davetiye dağıtılması koşuluna razı gelmem ve bunun halk toplantısı ilkelerine ters düştüğü gerekçesiyle bana yönelik yer yer sert suçlamalarda bulunan partili yoldaşlarıma kişisel bir açıklamada bulunacağım. Baylar, ben aksi halde bu konferansın hiç gerçekleşmeyeceğinden emin olmasaydım, bu öneriye asla razı olmazdım. Yalnızca ve yalnızca bu nedenden dolayı bunu kabul ettim ve ikinci bir kez bunu kabul etmeyeceğim. Çünkü anlaşmamızda Sayın Sparig, ‘ahlaksız’ görünmemek için, bu işin bir ticarete dönüşmemesi için salonun girişinde herhangi bir ücret toplanmayacağını söylemişti. Ama buna rağmen Bay Sparig sözünde durmayarak anlaşmayı bozdu ve biletler para karşılığında satışa çıkarıldı. (Büyük hareketlilik, “Bu doğru değil!” diye seslenmeler) Bunun doğru olmadığını nasıl söyleyebilirsiniz? (‘Bravo!’, seslenmeler) …
Baylar! Öncelikle özellikle partili yoldaşlarımdan alkışlarla sözümü kesmemelerini rica ediyorum. Bunu, çok zamanımı alacağı gibi basit bir nedenden dolayı istiyorum. Sadece bir buçuk saat zamanım var. (Ara verme, ıslıklar)
Başkan Müdür Peucker: Baylar sizlerin “Bu doğru değil” gibi şeyler söylemekten kaçınmanızı istemek zorundayım. Yapılan sözleşmeye göre söz hakkı Sayın Bebel’de. Her iki partiden Sayın Bebel’in rahatça konuşmasına izin vermelerini rica ediyorum.
Bebel: Partili yoldaşlarım sık sık hoşnutsuzluklarını ifade edecek sebepleri olmasına rağmen Sayın Sparig’in konuşmasını büyük bir sessizlikle dinlediler. (Liberaller tarafından devam eden hareketlilikler)
Baylar, sanırım bugün Liberal Parti’ye, öne sürdükleri iddianın, bir sosyal demokrat partinin toplantısında bir muhalifin konuşamayacağı iddialarının doğru olmadığını kanıtlamış olduk. Sayın Sparig tersine çok rahat konuşabildi. Fakat sizler… (Büyük hareketlilik, ‘Dışarı!’ diye bağırmalar, Liberaller tarafından gürültü)
Baylar! Karşıtlarımızın toplantının polis tarafından dağıtılmasını provoke etmek istemediklerini umuyorum. Neredeyse bu kanaate varıyorum. Bay Sparig Reichstag’ta zorla susturulmaktan şikayet ettiğimizi söyledi. Sparig ayrıca, vekillerin, sosyal demokrat klişeleri hep yeniden dinleyip durmak istememelerini anlayışla karşıladığını söyledi.
Bizler, tıpkı Reichstag’ta bulunan diğer partiler gibi halk temsilcileriyiz ve konuşmak sadece hakkımız değil, aynı zamanda her fırsatta kendi parti görüşlerimizi temsil etmek görevimizdir de. Meclis’in bir oturumunda bulunmadık mı, liberal basın, özellikle ‘Leipziger Tageblatt’ gazetesi bunun çetelesini titizlikle tutuyor ve ertesi gün şunları okuyoruz: “Mecliste şu ve şu oylamada şu ve şu sosyal demokrat vekil yoktu.” Sosyal demokrat vekiller konuştuğunda ise şöyle yazıyorlar: “Utanmazlar!” Ve konuşmak üzere davet edildiğimizde dahi sözümüz kesiliyor ve liberal basın ve Sayın Sparig böylesine alçakça bir muameleyi gayet yerine buluyor…
Sayın Sparig devamla 1871 yılındaki Alman Reichstag görüşmelerinden söz etti ve önce Alsas-Loren’in ilhakının tartışıldığı 25 Mayıs’taki oturuma değindi. Burada Bay Sparig kronolojik bir hata yaptı. Sparig 24 Nisan’daki konuşmamı 25 Mayıs’taki konuşmamın arkasına aldı. Komün’de yapılan her şeyi –amaca uygunluk bakımından– yüzde yüz onaylamamakla birlikte, bunun Komün’ü daha az savunduğum anlamına gelmediğine ve hatta, liberal basının dahi önce Komün’ün kimi uygulamalarını şiddet olarak damgalayıp birkaç gün sonra ise gerçeklerle uyuşmadığı için bu suçlamalarını geri çekmek zorunda kalması karşısında, kendimi Komün’ü savunmakla daha da fazla sorumlu hissettiğime ilişkin açıklamayı 24 Nisan tarihinde yaptım…
Bay Sparig, Komün’ün faaliyetlerini uzun ve aralıksız bir suç, zulümler zinciri olarak yansıtmaya çalıştı. İşlenen başlıca suçlar olarak, Bay Sparig, General Clément Thomas ve Lecomte’nin kurşuna dizilmesini andı. Ayrıca rehinelerin kurşuna dizilmesi ve Ferré’yi sorumlu tuttuğu Maliye Bakanlığı’nın kundaklama emrini saydı. Başkaca bir ‘suç’u da öne süremedi.
Peki, şimdi bu sözde suçlara ilişkin gerçek nedir? 18 Mart günü, yani General Clément Thomas ve Lecomte’nin kurşuna dizildiği gün, Bay Sparig’in bizzat itiraf ettiği gibi, Komün henüz mevcut değildi. Yani Komün bundan sorumlu tutulamaz.
Rehinelerin kurşuna dizildiği gün –ki Bay Sparig’in kendisi o gün için 24 Mayıs tarihini veriyor– Komün resmi olarak artık mevcut değildi. Komün Kurulu, Bay Sparig’in de teyit ettiği gibi, 22 Mayıs’ta son ve çok düşük katılımlı toplantısını yaptı. Eğer, Bay Sparig’in iddia ettiği gibi, ama kanıtlanmış olmayan, rehinelerin kurşuna dizilmesi emrini gerçekten Ferré ve Raoul Rigault vermiş olsa bile, bu durumda Komün Kurulu’nu oluşturan doksan kişiden sadece iki kişiden bahsediyoruz demektir. Ve bu iki kişi sorumlu tutulabilirdi, ama Komün değil.
(Konuşmacı burada Komün’ün kuruluşuna ilişkin kısa tarihi bir özet veriyor: Paris’in kuşatılması, halkın Trochu’ya duyduğu güvensizlik, Paris’in teslim edilmesi, barışı onaylayacak olan ulusal meclis seçimlerinin ilanı)
Seçimler, Fransa’nın üçte ikisinin Prusya ve Alman işgali altında olduğu, ülkenin büyük bir bölümünde sıkıyönetimin uygulandığı; sürenin kısalığı karşısında ise seçilecekler üzerine bir uzlaşmanın söz konusu olamayacağı ve nihayetinde on yıllardır en aşağılık seçim dalaverelerini yürütmüş ve bu konuda talimli olan Bonapartçı valilerle memurların halen makamlarında bulunduğu bir zamanda ilan edildi. Bu koşullar altında özgür seçimlerden söz etmek mümkün değildi.
Nitekim sonrasında seçimler yapılmadı. Çoğunluk Bonapartçı değil idiyse de, monarşi yanlısı ve cumhuriyet düşmanıydı. Sonuçta Gambetta istifa etti ve Bay Thiers hükümetin başına geçti. Bilindiği gibi, o zamanlar Bordeaux’da toplanan ve sadece barış koşulları hakkında karar almak için seçilmiş olan Ulusal Meclis, Fransa’nın kaderini belirlemeye yeltendi ve böylece yetkisini ağır bir şekilde ihlal etti. Hükümetse, böyle gasplara göz yumacak kadar sefildi. Evet, kısa sürede öyle bir noktaya gelindi ki, Jules Favre ve yandaşları gibi mavi cumhuriyetçiler bile tümüyle hükümetten uzaklaştırıldılar.
Bordeaux’daki Meclis’in bu tutumuyla hükümetin Paris’e karşı attığı diğer adımlar el ele yürüdü. Hükümet, barış görüşmelerinin kararlarına aykırı olarak, Paris Ulusal Muhafızlar’ından silahlarını teslim etmesini istedi. Paris’te 4 Eylül devriminden beri kaldırılmış olan sıkıyönetim tekrar yürürlüğe kondu. Cumhuriyet düşmanı olarak tanınan cizvit General d’Aurelle de Paladines, Ulusal Muhafızlar’ın başkomutanlığına, nefret edilen Bonapartçı General Vinoy ise Paris valiliğine atandı. Paris’e yönelik bu düşmanca adımlara bir dizi başka önlem daha eklendi. Bir süre önce Paris’in kuşatma altında olması, ticaret ile dolaşımın tamamen durması nedeniyle vadesi gelen senetlerin ertelenmesi sözü verilmişti. Bu arada Bordeux’dan Versay’a taşınmış bulunan hükümet, ticaret ve dolaşım hala çok durgun olmasına rağmen, vadesi gelmiş bütün senetlerin derhal ödenmesi kararı aldı. Yine süresi dolmuş kiraların –kira ödemeleri de aynı şekilde ertelenmişti– hemen ödenmesi emri verildi. Aynı zamanda her gazete başına 2 Centime’lik bir damga vergisi yürürlüğe kondu. Tüm bunların sonucunda, sadece sosyalistler değil, küçük esnaflar, zanaatçılar gibi Paris halkının büyük bölümü de devrimci unsurlarla el ele verdi. Mevcut hükümetin getirdiği şartları ve dayatmaları hiçbir koşul altında kabul edemeyeceklerini açıkladılar. Hükümet Paris’teki havayı gördü ve bir darbe yapmayı denedi. Paris zorla ele geçirilmek istendi. 17 Mart’ı 18’e bağlayan gece, General d’Aurelle de Paladines’in verdiği emirle, General Lecomte, muvazzaf taburlar eşliğinde Montmartre’a karşı harekete geçti. Amaç, kuşatma sırasında Ulusal Muhafızların kendi olanakları ile buraya getirdiği yüzlerce topa el koymaktı. Ulusal Muhafızlar bir gün önce bu plandan haberdar olmuştu ve tetikte bekliyordu. Birlikler yaklaştığında, Ulusal Muhafızlar, bütün girişleri dikkatlice tutmuş durumdaydı. Lecomte, umduğu gibi topları savaşmadan alamayacağını gördü ve ateş emrini verdi. Böylesi durumlarda olageldiği gibi, Ulusal Muhafızlar’ın çevresine erkekler, kadınlar, çocuklardan oluşan kalabalık bir halk yığını da toplanmıştı. Ateş açılması durumunda onların da isabet alması kaçınılmazdı. Askerler ateş etmeyeceklerini söylediler. Silahlarını Ulusal Muhafızlar’a doğrultmak yerine, havaya çevirdiler ve halkla kardeş oldular. General, dört kez ateş emri verdi ve askerler dört kez bu emre itaat etmeyi reddetti.
Bu sırada General hiddetlenerek küfretmeye başladı. Bu askerleri öfkelendirdi ve general kendi askerleri tarafından tutsak alındı ve ilerleyen saatlerde kurşuna dizildi. O sırada, Ulusal Muhafızlar’ın Merkez Komitesi’nin hiçbir üyesi orada bulunmuyordu ve Komün ancak birkaç gün sonra ilan edildi.
Ardından, bu olaya General Clément Thomas karıştı. Olay sırasında, sivil kılıkta casus olarak halkın arasına karışmış, askerlere küfretmesi üzerine de kimliği açığa çıkmıştı. Bay Sparig, Clément Thomas’ın bir cumhuriyetçi olduğunu söylüyor.
Baylar! Fransa’da kendilerini cumhuriyetçi olarak tanımlayan, ama bizdeki ulusalcı liberallerden hiçbir farkı olmayan bir yığın insan bulunuyor. Clément Thomas, bu sulanmış cumhuriyetçilerden biriydi. Görevinden istifa etmiş eski bir subay olan Clément Thomas, 1848 yılının başında ‘Journal National’ gazetesinde göstermelik yazı işleri müdürü olarak çalıştı, bir diğer görevi de, başka gazetelerin yazı işleri müdürleriyle anlaşmazlıklarda düelloculuk yapmaktı. Şubat Hükümeti tarafından tekrar orduya alınıp generalliğe yükseltildi. Haziran 1848 katliamı öncesinde ve sırasında en alçakça biçimde cellat rolünü oynadı ve işçilere karşı barbarlıklarıyla tarihe geçti.
İşte bu aynı general, Paris’e verilmiş olan kendi Komün hükümetini seçme sözü tutulmadığı için General Tamisier’in Kasım 1970’te görevinden istifa etmesi üzerine, Trochu tarafından Paris Ulusal Muhafızlar’ın komutasına atandı. Bu doğrudan bir provokasyondu. Clément Thomas’ın göreve başladığı andan itibaren bütün işi gücü, işçi mahallerindeki Ulusal Muhafızlar’a karşı derhal açık düşmanlık göstermek oldu. Ve General Lecomte’un tutumu karşısındaki öfke doruğa ulaştığı bir anda, bu nefret edilen adam sahneye çıktı ve Lecomte’tan yana tutum aldı. Clément Thomas tutuklandı ve Lecomte gibi öfkeli askerler tarafından kurşuna dizildi.
Baylar! Bu bir şiddet eylemiydi ve onu desteklemekten çok uzağım. Ama durumu göz önüne getirmek gerek ve bu yapıldığında, bu eylem kesinlikle mazur görülmek zorunda kalınır. Gericilik tarafından, çok daha başka ve çok daha büyük zalimlikler yapıldı. Ki bunlar, Komün’ün varlığını sürdürdüğü coşku ve heyecanın olduğu bir zamanda değil, tersine sakin bir zamanda ve soğukkanlılıkla yapıldı. Bunun için, sadece Yeni Kaledonya’ya sevk edilen Komünarlara yapılan vahşilikleri anmak bile yeterlidir. Ki bunlar şimdiye kadar yapılmış bütün vahşilikleri aşan ve mücadeleden sonra da yıllarca sürdürülen zalimliklerdir. Böylesi zalimlikler, elbette insan olan herkeste öfke ve isyan uyandırır.
18 Mart’ta, Paris’te bulunan hükümet mercileri kentin ve askerlerin ruh halini görünce, en iyisinin ortadan toz olmak olduğuna karar verdiler. Ulusal Muhafızlar’ın Merkez Komitesi işte bu anda yönetimi ele aldı.
Bay Sparig, Versay Hükümeti’ni 18 Mart’ta Paris’e güvenilir birlikler göndermemekle suçlama ihtiyacı duyuyor. Oysa hükümetin zaten güvenilir birlikleri yoktu. Ülkede bulunduğu kadarıyla, Fransız ordusu, hükümetin tutumuna öfkeliydi ve halka yakınlık duyuyordu. Tek güvenilir birlikler, Napolyon’un muhafızları olan Zuaven, Turcos ve aşırı milliyetçi katolik Breton Alayı, Almanların elinde esirdi. Ve ancak Bay Thiers ile Bay Bismarck anlaştıktan sonra, Bismarck, Thiers’e bir iyilik yaptı ve söz konusu birliklerden 80 bini aşkın askeri Thiers’in emrine sundu. Ve bunlar canavarca, adeta Almanlara yenilgilerinin acısını kendi halkından çıkarırcasına, Paris’in üzerine üşüştüler ve bir kan deryası yaratarak, 30 bin insanı vahşice katlettiler. Bu birlikler kendilerini ebedi olarak lekelediler. Daha sonra ordudaki arkadaşları tarafından sıklıkla Paris halkının celladı rolüne razı geldikleri için rezillik ve alçaklıkla kınanacaklardır.
Ulusal Muhafızlar’ın merkezi seçim komitesi, seçimlerin yapılmasını sağladı ve Paris halkı 25 Mart’ta Komün’ü seçti. Bay Sparig, seçimlerde büyük bir kesimin seçime gitmediğini söylüyor ve bundan hareketle, oy kullanmayan herkesin Komün karşıtı olduğu sonucunu çıkarabileceğini düşünüyor.
Komün’ün seçilmesine ilişkin, şiddetli bir sosyalist düşmanı olan bir bilgi kaynağına atıfta bulunayım. Bu kişi Bay Johannes Scherr’dir. Scherr, şu sıralar ‘Gartenlaube’ gazetesinde yayınladığı bir dizi makalede Komün’e sövüp sayma adına ne varsa eksik bırakmıyor.
Bay Scherr, bu makalelerde, 25 Mart’ta 490 bin seçmenden 277 bin 300’nün sandığa gittiğini ve Komün için oy kullandıklarını yazıyor. Bu, seçmenlerin yüzde 57’sini oluşturuyor. Böyle bir katılımı, bir kez olsun, Leipzig’te, Reichstag seçimlerinde ya da belediye seçimlerinde gördük mü? Son belediye seçimlerinde bu oran yüzde 33 bile değildi. Şimdi Bay Sparig’in mantığını kabul edip, seçimlerde çekimser kalan yüzde 67’nin sosyal demokrat olduğunu söylesek Bay Sparig ne derdi? Bizimle alay ederdi ve tümüyle haklı olurdu. Fakat aynı şey, onun Komüne ilişkin yargısı için de geçerli.
Paris halkının büyük çoğunluğunun Komün’den yana tutum aldığı bir olgudur. Evet, Bay Sparig hatta öyle ileri gidiyor ki, 25 Mart’taki Komün seçimlerinin halk arasında birlik, beraberlik ve sevinçte eşi benzeri olmayan bir biçimde karşılandığını ve bunun Paris’in gördüğü en güzel günlerden biri olduğunu kaydetmek gerektiğini söylüyor. Sparig’e göre, Paris halkı o gün, bütün görkemliliği ile hiçbir tarihi olayda olmadığı kadar en güzel yüzünü gösterdi. Baylar! Sosyal demokratların bir karşıtı Komün’ü bu şekilde değerlendirmek zorunda kalsın!
Ardından Bay Sparig Komün’ün ‘yasa yapıcılığı’nı eleştirdi. Sparig bir kararnamenin diğerini izlediğini, birinin diğerini tekrar yürürlükten kaldırdığını ya da ağırlaştırdığını belirtti.
Peki, imparatorluk Paris’i gibi bir Augeas Ahırı temizlenecekse, başka türlüsü nasıl mümkün olabilirdi? (Gülüşmeler) Elbette çok fazla kararname çıkarılmalıydı. Böylesi bir durumda her şeyin tıkır tıkır işlemeyeceği kendiliğinden anlaşılır. 1870’teki savaşa Almanlar açısından çok iyi bir hazırlığın yapıldığı kesin, ama hele Genelkurmay Başkanı Moltke’ye bir sorun, her şey yolunda gitti mi diye. Moltke, size, şurada burada işlerin aksadığını söyleyecektir. Aynı şey, bütün güçleri ve araçları ile yeni kurumları yok etmek için uğraşan yüz binlerce düşmanın ortasında –Alman ordusu, Versaycılar– devrimci bir hareket söz konusu olduğunda ve eski devletin yerine yeni bir devlet yaratılmaya çalışıldığı bir durumda çok daha fazla geçerli olmalı.
Ama Bay Sparig’in andığı kararnemeler, Komün’ü karalayabilecek nitelikte değildi. Örneğin Komün’ün gece çalışmasına ilişkin çıkardığı kararname hakkında, sosyalistlerin de sabahları kahveyi bayat ekmekle içmeyi tercih edeceklerini sanmadığını söylüyorsa; bu öyle düzeysiz bir espridir ki, üzerinde uzun uzadıya durmaya değmez. Bu düzenlemede söz konusu olan, burjuvazinin şımartılmış damağının tatmin bulup bulamadığı değil, aksine işçi sınıfının çoğunluğunun devamlı yıpratıcı ve hırpalayıcı gece çalışmasına koşulup koşulamayacağıdır. Bu meselelerle az çok ilgilenmiş olan herkes, fırın kalfalarının çoğunun yaşamının, gece çalışması nedeniyle ve genel olarak çok uzun olan, sıklıkla 16, hatta 18 saati bulan çalışma saatleri neticesinde çoğu zaman vakitsiz bir ölümle son bulduğunu bilir.
Komün kuşkusuz dikkatini böylesi durumlara vermiştir ve bu durum onun saygınlık hanesine yazılmıştır. (Onaylamalar)
Bay Sparig devamla, Komün’ün idam cezasını kaldırdığını, ama kurşuna dizmeyi yürürlüğe koyduğunu ileri sürerken, Ulusal Muhafızlardaki görevinden, yani kenti savunmaktan kaçan herkesi kurşuna dizmekle tehdit eden kararnameye atıfta bulunuyor.
Her düzenli ordunun halkı baskı altına almak için hükümetin elinde bir araç olduğu fikrinden hareket eden Komün, düzenli ordunun dağıtılmasını talep etti ve genel halk silahlanmasını uygulamaya koydu. Buna göre, eli silah tutan her erkek, kentin savunmasıyla yükümlüydü.
Bu, hiç kimseyi mağdur etmediği gibi, herkes için adil bir uygulamaydı. Aynı şey, genel askerlik hizmetine dair boş laflara karşın, halkın yalnızca bir bölümünü silahlandıran bizim savunma sistemimiz için söylenemez. Elbette elindeki her türlü araçla Komün’ü yok etmek isteyen, dört bir yanı düşmanla çevrili olmasına rağmen Komün için görev yapmak istemeyen bir kesim mevcuttu.
Bütün yönlerden saldırıya uğrayan ve savaşa zorlanan Komün, böyle bir durumda, savaş yürüten her partinin emrinde olan ve olması gereken araçları devreye koymak zorundaydı. Komün, savunma için silah taşımayı reddeden herkesi kurşuna dizmek suretiyle öldürmekle tehdit etti.
1870 yılında savaşı istemeyen ve savaşa gitmek isteyip istemediği sorulmayan binlerce partili yoldaşım vardı. Onlar askere gitmek zorunda kaldılar ve savaşı reddetmeleri durumunda bir savaş mahkemesinde yargılanıp acımasızca kurşuna dizileceklerdi.
Yani Bay Sparig, savaş durumunda askeri ölüm cezası ile ceza hukukunda ölüm cezasının kaldırılmasını birbirine karıştırıyor. Bunlar yerle gök kadar birbirinden uzaktır. Savaşta disiplini korumak için ölüm cezası, savaşlar olduğu sürece var olacaktır.
Bay Sparig, bir Komün kararnamesine daha değindi. Bu kararname, işverenler tarafından terk edilen imalathaneler ve fabrikalara Komün tarafından el konulması ve onların şimdiye dek orada çalışan işçilerin işletmesine verilmesini öngörüyordu. Ayrıca, eski sahiplerini tazmin edebilmek için, bu işyerlerinin değerini belirleyecek bir komisyonun seçilmesini kararlaştırıyordu. Sparig, çok haklı olarak, Komün’ün gücü olsaydı bunu genel olarak uygulayacağı vurgusunu yaptı. Evet Bay Sparig, elimizden gelse her yerde benzer şekilde hareket edeceğimizi düşünmekte de haklı. Bizler, işçiler ve işverenler arasındaki karşıtlığı kaldırmak istiyoruz. Çünkü işçilerin ve işverenlerin çıkarları bugün birbirine düşman bir karşıtlık halindedir. İşverenler, mümkün olduğu kadar az ücret ödemek ve mümkün olduğu kadar uzun çalıştırmak istiyorlar. İşçiler ise, mümkün olduğu kadar yüksek ücret alıp mümkün olduğu kadar kısa süre çalışmak istiyorlar. Geliştirilen her makine ve fabrika ile birlikte bu sınıf karşıtlığı daha da keskinleşiyor. Yapılan her demiryolu, döşenen her telgraf teli bu bilgiyi yeni çevrelere yayıyor ve bize yeni taraftarlar sağlıyor. Sermayenin yoğunlaşmasına ve küçük işletme sahiplerinin yok edilmesine yönelik atılan her adım bölünmeyi büyütüyor; çözüme, üretimin ve dağıtımın toplumsal olarak yürütüleceği çözüme doğru itiyor, zorluyor. Bu, bütün atölyelerin, fabrikaların ve üretim araçlarının toplumun elinde olacağı ve onun tarafından, eşit haklara sahip yurttaşların tamamının çıkarları doğrultusunda yönetileceği anlamına gelmektedir. Herkes çalışmak zorunda olduğu gibi, zararda da bütün kazançta da payına düşeni alacak. Özel sanayinin ve vahşi, plansız üretim tarzının yerine –ki bugün yakamıza yapışan krize neden olan budur–, sosyalist, yani toplumsal, planlı bir üretim tarzı getirilecektir. Herkesin birimiz için birimizin herkes için olduğu bir toplum. Komün bu yoldaki ilk adımı attı. Bu, işverenleri kesinlikle zarara uğratmayan bir adımdı. Çünkü atölyelerinin ve fabrikalarının tam değeri onlara tazmin edilecekti.
Bizim düşüncemize göre, toplum, kendisini, bütün üyelerinin eşit hizmet alacağı, insani yaşamın her alanında kültür ve uygarlığın kazanımlarından hep artan oranda yararlanabileceği şekilde örgütlemekle yükümlüdür. Karşıtlarımız ilerleme yanlısı olduklarını iddia ediyorlar; ama toplumun tamamının daha iyi duruma gelmesinden söz açılır açılmaz, bir eli yağda bir eli balda olup iktidarı ellerinde bulunduranlar feryat ediyorlar: ‘Biz olabilecek en iyi dünyada yaşıyoruz, onun biçimini değiştirmeye kalkışmak suçtur.’
Onlar, sahip oldukları ayrıcalıkları her yolla savunuyorlar. Bunda öyle ileri gidiyorlar ki, son derece tali, sosyalizmle uzaktan yakından alakası olmayan, örneğin yardım sandığı yasası gibi bir yasa görüşülürken, bunun işverenlere karşı haksız bir yasa olduğunu söyleme cüretinde bulunanlar bile, ‘sen sosyalistsin’ ithamına –ki bu bir itham olarak kabul görüyor– maruz kalıyorlar. Bunları, daha bugün ‘Leipziger Tageblatt’ta okuduk. Bununla kastedilen şudur: Bizler, ezilenlere en ufak bir ödün vermeye niyetli değiliz.
Her yerde, büyükte küçükte, toplumsal yaşamda da yasamada da bu sınıf karşıtlığı öne çıkıyorsa eğer, elbette ki, Paris’teki gibi devrimler yaşanacaktır. Ve en ufak bir kuşkum yok ki, –burada alıntıladığım Reichstag’taki konuşmamda  da söylediğim gibi– daha on yıllar geçmeden Paris’te yaşananlar bütün Avrupa’da tekrarlanacaktır. Bunun bilincine varmak ve mevcut sınıf karşıtlıklarını yasama yoluyla kaldırmak için çaba göstermek toplumun omuzlarındadır.
Komün daha başka ne yaptı? Komün, on yıllardır Liberal Parti’nin programında yer alan, ama iktidara geldiğinde rafa kaldırılan eski bir liberal talebi gerçekleştirdi. Komün, okul ve devletin kiliseden ayrılmasına karar verdi ve hayata geçirdi. Ayrıca kilise mülklerine el koyma kararını verdi.
Yalnız, Bay Sparig’in buna değinmemesine ve mülkiyet hakkının ihlal edilmesini protesto etmemesine şaşırdım. Bu suçlama Komün’e defalarca yapıldı. Madem Bay Sparig buna değinmedi, ben değinmiş olayım ki, eksik kalmasın. (Gülüşmeler)
Ne yazık ki, Komün’ün bu yaptığını, başkaları ondan çok önceleri yapmış. 1517’da başlayan Reformasyon sırasında birçok soylu Luther’in tarafına geçtiyse eğer, bunu elbette yüce idealler uğruna yapmadılar, zengin kilise mülkleriyle kocaman ceplerini dolduracaklarından dolayı yaptılar. (Gülüşmeler, alkış)
Ve on beş yıl önce, Kuzey Amerika Birleşik Devletlerinde Kuzey ve Güney arasındaki büyük savaş patlak verip ve sonunda Kuzey, köleliği kaldırdığı zaman; bu, köle sahiplerinin mülkiyetine öylesine bir saldırıydı ki, daha fenası düşünülemez. Karşıtlarımız, çıkarına olanı doğru ve haklı bulurken, aynı şeyi halkın kendi lehine yapmasını ise hırsızlık ve suç olarak görüyor.
Komün’ü mülkiyete el uzatmakla itham eden bu aynı parti, Avusturya’ya hala sempati beslediği 1860’lı yılların başında, bu ülkeye, devasa borç yükünü kapatması için kilise mallarına el koyması gerektiği yönünde akıl veriyordu. Bu parti, İtalya aynı yönde ilerlediğinde, ona coşkuyla alkış tuttu. Bu arada Kilise cemiyetleri, mülkiyetlerini, herhangi bir burjuvanın evini ya da arsasını edindiği aynı hukuki dayanaklar üzerinden edindiler. Nerde kaldı şimdi tutarlılık? Komün, kilisenin devlet ve okuldan ayrılmasına karar verdikten sonra, zorunlu ve parasız eğitime dair bir kararname çıkarttı. Bu kararname, sadece okul parasını değil, aynı zamanda ders materyallerini de kapsıyordu. Yoksullar ve zenginler aynı eğitimi alacaktı. Ve devletin herkese eşit yaklaşımıyla yoksullar ve zenginler arasındaki kin ve nefret tohumlarının gencecik yüreklere erkenden ekilmesinden kaçınılacaktı. Bunu birazcık da olsa andıran benzer bir uygulamayı başarmış olan tek bir liberal devlet gösterin bana. (Alkışlar)
Bay Sparig, Komün’ün, politikasını ve çalışmalarını bilime dayandırdığına yönelik açıklamasına imalı dokundurmalarda bulunma hakkını gördü kendinde. Komün, bununla, ulusal ekonomiye, yargıya ve halkın refahına ilişkin modern bilimin ulaştığı bütün bilgileri, yasamada olabildiğince kamu yararına kullanmayı amaçladığını ve kendini belli teori ve aksiyomlara bağımlı kılmayacağını kastediyordu. Komün, bu açıklamasıyla, kendini hiç şüphesiz modern bilimin bakış açısına konumlandırmıştır. Bu, belli varsayımlardan ve önyargılı görüşlerden hareket etmeyi değil, deney ve tecrübelere dayanarak, en iyiyi arayıp bulmayı amaçlayan bir bakış açısıdır.
Komün yalnızca yarım işler başarmışsa eğer, bu, içinde bulunduğu ilişkiler ve koşullarla açıklanır. Komün’ün varlığı boyunca tek bir rahat anının olmadığını, devamlı olarak savaş hali ve mücadele içinde bulunduğunu hesaba katmak gerekir. Başka türlü nasıl olabilirdi ki?
Bay Sparig, Komün’ün sözde tam basın özgürlüğünü istediğini, ama muhalif gazeteleri baskı altına alarak, basın özgürlüğünü kaldırdığına ilişkin özel olarak vurguladığı bir ithamda bulundu. Bu tutumun da, Komün’ün içinde bulunduğu sıkıntılı durumdan kaynaklı olduğu kolaylıkla anlaşılır. Savaş ve devrimin ortasında her taraftan saldırıya uğrayan Komün, kapının önünde duran düşmanın yanı sıra, bir de kendi sınırları içerisindeki düşmana göz yummamak durumundaydı. Komün, günbegün kendisine en ağır saldırılarda bulunan, iftiralar atan ve kapının önündeki düşmanla temas halinde olup Komün’ün yıkılması için uğraşan gazeteleri baskı altına almak zorundaydı.
1870’te savaş başladığında, Almanya’da, tehdit altında görülen bütün illerde olağanüstü hal ilan edildi. Muhalif gazeteler baskı altına alındı ve savaşın karşıtı olabileceği düşünülen bütün kişiler içeri atıldı. Komün’ün de pekâlâ aynı hakka sahip olduğunu iddia ediyoruz.
Yine Bay Sparig, Komün’ün, Bay Thiers tarafından Oktroi’un  kaldırılmasından şikâyetçi olmasını da abes buluyor; oysa Komün’ün dolaylı vergilerin düşmanı olması gerektiğini söylüyor. Bu şikâyette Komün haklıydı. Oktroi belediyeye aitti ve Komün, savaşın ortasında yeni bir vergi sistemini yürürlüğe koyacak durumda değildi. Oktroi, Komün için tek düzenli akan vergi kaynağını oluşturuyordu ve savunmayı ve yönetimi işler durumda tutabilmek için onu kullanmak zorundaydı.
Bay Thiers Komün’ün vergilerine el koyduğundan, Komün, ihtiyaçlarını karşılayabilmek için borç almak üzere Fransa Bankası’na ve Rothschild’e başvurmak zorunda kaldı. Bu borçlar, ona, üstelik de Bay Thiers’in onayı ile itirazsız verildi. Ama Komün’ün mali yönetiminde Bay Sparig’in de saldıramadığı önemli bir olgu vardı. Bu, karşıtlarınca da büyük takdir toplayan, Komün’ün muazzam tutumluluğu ve tasarrufluluğu idi.
Komün’ün Maliye Bakanı Jourde, haklı olarak, onu yargılayan Versaylı hâkimlere, “Ben Maliye Bakanlığı’na adımımı attığım andakinden daha fakir biri olarak Maliye Bakanlığı’nı terk ettim!” diyebildi. (‘Duyun!’) Bana aynı sözleri söyleyebilecek monarşinin maliye bakanlarını gösterin hele! (Gülüşmeler, onaylamalar) Bay Thiers, 1830’da, Louis Philippe yönetiminde yoksul bir avukat ve yazar olarak bakanlığa adımını attı ve 1836’da oradan milyoner olarak ayrıldı.
Komün’ün ilk adımı, yüksek olan maaşları kaldırmaktı. Üyeleri, usta işçi ücretleri karşılığında çalışacaktı. En yüksek memur, yıllık 6 bin Franktan (4800 Mark) daha fazla almayacaktı. Leipzig’in belediye başkanı, yıllık 15 bin Mark alıyor. (Gülüşmeler, ‘Duyun!’) Komün’ün başkomutanı aynı şekilde yıllık 6 bin Frank alıyordu; ama Bay Thiers başbakan olur olmaz, ilk işi, kendine 3 Milyon Franklık bir ödenek tahsis ettirmek oldu. (‘Duyun!’ sesleri)
Komün bütün hükümetlerin örnek alabileceği bir tasarruf örneği gösterdi. Bunu sosyalist düşmanı Bay Scherr bile kabul etti. Bay Sparig elbette buna değinmedi. Bunun için ben değiniyorum. (Gülüşmeler)
Şimdi esirlerin kurşuna dizilmelerine ve kundakçılığa geliyorum. Bay Sparig, Komün düştükten iki hafta sonra Paris’te bulunduğunu ve oradaki tahribatı kendi gözleriyle gördüğünü söyleyerek, yakıp yıkmaya işaret etti. Hatta, savunma hattının dışında bulunmasına rağmen yakılmak istenen bir konuttan bahsetti. Elbette, bize evin gerçekten yakıldığını söylemedi. Peki, çatışmalar sırasında orada bulunmayan Bay Sparig, savunma için neyin elzem olup neyin olmadığını neye dayanarak değerlendirebiliyor? Bay Sparig, kendisine yapılan sözlü aktarımları dayanak gösteriyor. Benim gözümde bunların hiçbir değeri yoktur. Versaylıların amansız takibi ve canavarca hışmı o kadar şiddetliydi ki, Komün’ün yıkılmasından haftalar değil, aylar, yıllar sonra bile Komün’e sempati ifade eden herkesi takip ettiler. Korku o kadar büyüktü ki, Komün’e destek çıkmaya cesaret etmek bir yana, tersine birçok insan, kendi üzerindeki her türlü şüpheyi dağıtmak için Komün’e özellikle sövüp saydı. Böylece burjuvazinin alçaklığı bütünüyle gün yüzüne çıktı. Komün’ün yenilgisinden sonra birkaç gün içerisinde 370 binden fazla ihbar yapıldı. Paris burjuvazisi, o zamanlar, tıpkı 1866’daki Leipzig burjuvazisi kadar şerefsizce davrandı. O zamanlar Leipzig burjuvazisi, Prusyalı generale o kadar çok ihbarda bulunmuştu ki, general tiksintiyle, artık bunları daha fazla duymak istemediğini açıklamıştı…
Şimdi Bay Sparig, buraya, sözüm ona altında Ferré’nin imzası bulunan ve savaş bakanlığının damgasını taşıyan –ki o damgayı pekâlâ Bay Thiers’in savaş bakanı da vurmuş olabilir– kundakçılıkla tehdit eden bir mektupla geliyorsa, bu, benim gözümde, yırtılmayı hak eden bir kâğıt parçasından başka bir şey değildir. (Konuşmacı kâğıdı yırtıyor. ‘Bravo’ sesleri ve huzursuzluk) Evet Baylar, kundaklamalarla, esirlerin kurşuna dizilmesiyle, sözüm ona mülkiyete el koymalarla ilişkin bir yığın belgenin sahteliği mahkeme önünde tespit edilmiş durumdadır.
Burada gösterilen işte bu belgeye dayanarak, maliye bakanlığının kundaklanmasıyla suçlanan Ferré, bu belgenin gerçekliğini son ana kadar reddetti. Ferré, belli harflerin yazılma biçimlerini delil göstererek, bu belgenin tahrif edildiğini kanıtlamaya çalıştı. Fakat Versaylıların el yazılarını karşılaştırmak için görevlendirdiği bilirkişiler belgenin gerçek olduğunu iddia ettiler ve Ferré mahkûm oldu. Aynı şekilde Ferré, esirlerin kurşuna dizilmesi ile suçlandı. Feré, esirlerin değil kurşuna dizilmesi emrini, bilakis serbest bırakılması emrini verdiğini söyledi. Bu beyanlar, başka ifadelerle de, özellikle İngiliz bir doktorun verdiğiyle örtüşüyor. Aynı şekilde, esir olarak tutuklanmış olan din adamlarının, daha sonra mahkeme önünde ifade verdikleri tespit edildi; yani kurşuna dizilmiş olmaları mümkün değil. Kuşkusuz, 60 esirin bir bölümü kurşuna dizildi. Ancak ileri sürülüyor ki, bu infazlar, ancak söz konusu kişiler, barikatlarda dövüşenlerin onlardan talep ettikleri gibi kent savunmasına katılmayı reddetmeleri üzerine ve hapishaneyi terk ettikleri anda, peşlerine av tüfekleriyle düşülmesiyle gerçekleşti. Raoul Rigault da, esirlerin kurşuna dizilmesinden dolayı suçlandı. Raoul Rigault, hayatta değil. O, adam gibi savaştı ve adam gibi çarpışırken öldü. Onu suçlamak kolay; o yaşamıyor ve cevap veremez.
Esir almanın ne gibi bir amacı vardır? Almanlar, 1870’te Fransa’da birçok esir aldı. Çünkü partizanlar ya da başkaca Fransa vatandaşları, erzak konvoylarına baskınlar düzenleyerek, demiryolları, köprüleri ve yolları yıkarak ve tek tek askeri birliklere saldırıp öldürerek, yani kısacası bulundukları her yerde Almanların ilerlemelerine engel olmak için onlara her türlü zararı verdiler. Partizanlar, 1813’te Prusya piyade birlikleri Fransızlara yönelik ne yaptıysa aynısını yaptılar. Ben size piyade birliklerinin mevcut yönetmeliğini okuyabilirim. Bu yönetmelikte, fırsat bulunan her yerde düşmana zarar verilmesi gerektiği yazılıdır.
Almanlar, bu savaş yöntemini savaş hukukundan saymak istemediler ve bütün subaylar, askerlere sözü edilen şekilde zarar verildiği her yerde esir almalarını ve eğer suçlular ortaya çıkarılamazsa, onları acımasızca kurşuna dizme emrini aldılar. Ayrıca, köylülerden ordu için yiyecek alınması ve birliklere ateş açan evlerin ve köylerin suçlu-suçsuz gözetilmeksizin acımasızca yerle bir edilmesi emrini aldılar. Bu emirler sık sık vahşice uygulandı. Yüzlerce ama yüzlerce kişi hayatını kaybetti; evler ve toplu yerleşim birimleri yakıldı ve ben bu konuda liberal basında tek bir kınamaya rastlamadım, tam tersine sadece onaylamalara rastladım.
Komün, Versaylılar karşısında kendini benzer koşullar içinde buldu ve tıpkı Almanların partizanların düzensiz savaş yöntemi karşısında haklı olduğu kadar haklıydı. Versaylılar, Paris’e karşı haftalarca sürdürülen savaş sırasında ellerine düşen esirleri savaş hukukunu hiçe sayarak katlettiler. Komün generallerinden Duval, Flourens ve daha başka birçok subay bu şekilde öldürüldü. Ve Versaylılar revirlere ateş etmekten ve tecavüz ettikleri esir kadın hasta bakıcıları kurşuna dizmekten çekinmediler. Bunu ancak, Almanların sayesinde Thiers’in emrine verilen esir askerler gibi canavarlar yapabilirdi.
Bu alçaklıklar üzerine Komün, karşı taraftan esir almayı ve öldürülecek her Ulusal Muhafıza karşılık üç esiri kurşuna dizmeyi kararlaştırdı. Ama ne var ki, bu karar kâğıt üzerinde kaldı ve nihayet esirlerin bir bölümü kurşuna dizildiğinde, Bay Sparig’in bizzat kendisinin de itiraf ettiği gibi, Komün artık mevcut değildi. Dolaysıyla bundan Komün sorumlu tutulamaz.
Sonunda Versaylılar, yolu açan Almanların desteği sayesinde Paris’e girdiklerinde –ki bu yardım olmadan bunu başarmaları pek mümkün değildi–, kentin sokaklarında, tarihte eşi benzeri olmayan bir katliam ve kıyım başlattılar. Versaylılar erkek, kadın, çocuk ayrımı yapmadan ellerine düşen herkesi katletti. Yakalananlar, yüzler halinde, Pere-Lachaise Kilisesi’nin avlusunda yaşandığı gibi, sıraya dizilerek mitralyözlerle kurşun yağmuruna tutuldu ve henüz seğiren bedenler, üzerlerine kireç ve gaz yağı dökülerek çukurlara atıldı.
Versaylıların vahşetinin boyutunu, geriye hiç yaralı kalmamış olması olgusu kanıtlıyor. Birbirleriyle örtüşen açıklamalara göre, birkaç gün içinde 15-20 bin insan öldürüldü.
Böyle bir durumda, Komün’ün, mümkün olan her biçimde, çıplak canını savunmaktan başka çaresi yoktu. Biz, yenilenlerin tümüyle haklı eylemlerinin alçakça suçlar olarak gösterilmesine alışkınız. Röckel’in, Waldheim’daki tutukluluğu üzerine yazdığı ve 1849’daki Dresden Mayıs ayaklanmasını da anlattığı kitabı okumanızı öneririm. Kitapta, bugün Komüne karşı söylenen aynı kara çalmaların o zaman gericiler tarafından Mayıs direnişçileri hakkında da söylediğini bulacaksınız; tek fark Dresden’deki Mayıs Devrimi’nin bir burjuva devrimi olmasıydı. Yine aynı şekilde, 1848 Viyana Ekim Ayaklanması’nın tarihini okumanızı öneririm. Ayaklanmanın bastırılmasından sonra, Robert Blum kurşuna dizildi; o zamanlar, Prens Windischgrätz’ın Viyana’daki durum üzerine dünyaya yaptığı açıklama, Versaylıların Komün günleri boyunca Paris’teki durum üzerine dünyaya yaptığı açıklamanın tıpkısının aynısı.
Elimde Blum’un kaleminden çıkmış ve Windischgrätz’ın söz konusu açıklamasına ilişkin görüşlerini enerjik bir şekilde ifade ettiği ve öfkeyle haykırdığı bir makalesi bulunuyor: “Olayların tanığı olan bizler böyle şeyler söylemeye cüret edersek, dünya, hiç haber alamadığı Viyana hakkında ne düşünür”… Bu arada Blum’un o zaman devrimi nasıl kavradığına ve bir toplantı salonunda yaptığı bir açıklamaya değinmek istiyorum: “Yarı yolda durmayalım! Düşmana karşı mücadeleyi acımadan sonuna kadar sürdürelim!” Ve günümüzde de Liberaller Robert Blum’un saygın anısını canlı tutmaya devam ediyorlar. Haklılar da.
O tarihte, Viyana’da burjuvazi ile gericiler nasıl karşı karşıya idilerse, Paris’te de, Komünarlar ve Versaylılar tıpkı öyle karşı karşıyaydılar. Komün son nefesine kadar savaşmak zorunda kaldı ve kahramanca mücadele etti. Bunu, onun en iflah olmaz düşmanları bile inkâr edemez. Bizim en iyi insanlarımız 1848 ve 1849 yıllarında Viyana, Rastatt ve Mannheim’da sıkıyönetim koşulları uyarınca nasıl kurşunlanarak öldürüldülerse, Komünarlar da öyle düştü ve çoğu o esnada şu sloganı haykırıyordu: “Yaşasın Cumhuruyet! Yaşasın Komün!”
Şimdi kundaklamalara geliyorum.
Versaylılar, Paris’e karşı haftalarca savaş yürüttüler ve bezelyelerle ateş etmediler; dolayısıyla kimi yıkımların yaşandığı da aşikardır. Fakat son sekiz günde, Almanların yardımıyla, elli ağır topla Montmartre’yi zapt etmeyi başardıklarında, kor mermilerle, hatta gazyağı bombaları ile evlerin üzerine ateş açtılar. Aksi de beklenmeyeceği gibi birçok ev alev aldı. Dolayısıyla faturası Komün’e kesilen çoğu yangının müsebbibi Versaylılardır. Versaylıların dehşetli bir vahşetle yürüttüğü savaş sokaklara yayıldığında, Komün, savunma amacıyla, Versaylıları bir süre de olsa durdurmak için kimi binaları tek tek ateşe vermek zorunda kaldı. Peki, bu eylem biçimi, onu cinai kundakçılık olarak tanımlayabilecek kadar haksız ve eşi duyulmamış bir şey midir? Almanlar, sivil halka karşı savaş yürütmemelerine rağmen, Strasburg kuşatması sırasında kenti teslim olmaya zorlamak için, hiç neden yokken, 500-600 evi yıktı. Soisson Kalesi teslim alındığında, çok sayıda muhabirin bildirdiğine göre, kentte hasar görmeyen ev kalmamış neredeyse. Bazı sokakların tamamen tahrip edilmiş durumda olup, hemen hemen bütün çatılar kurşunlarla delik deşikken, bir tek kalenin duvarları sağlam durumdaymış. Halkı çaresiz bırakarak Fransız subayları kenti teslim etmeye zorlamak için konutlara ateş ediliyor, insanlar yaralanıyor ve öldürülüyormuş. Ben, liberal basında bu savaş yöntemini kınayan bir şey okumuş değilim. Almanların kalelere yaptığını, Thiers de Paris’e yaptı. Ve bu durumda Komün’ün kendini elinden geldiğince savunması bir suç olarak görülmek isteniyor. 1849’daki Dresden Ayaklanması’nda Bay von Beust, yardıma çağrılan Prusyalılardan kenti ateşe vermelerini talep etti. Ve eğer birliklere komuta eden Graf von Waldersee, bu yapılmadan da isyancılarla başa çıkmayı umduğunu söylemese, bu gerçekleşecekti. Ne var ki, sonra, başka tür barbarlıklar ihmal edilmedi. Örneğin esirlerin bir kısmı büyük Elbe Köprüsü’nden suya atıldı. Esirler, köprünün korkuluklarında tutunmaya çalıştıklarında, palalarla parmakları kesildi. Benzeri ve daha korkunç zalimlikleri Versaylı inzibatçı eşkiyaları Paris’te haftalarca işlediler. Yangınların büyük bölümü Versaylıların kurşunlarıyla oldu. Bunu son yirmi yılını orada geçiren ve olayların yaşandığı sırada Paris’te bulunan bir görgü tanığı olan İtalyan Milletvekili Patrucelli della Gattinea, ‘Gazetta d’Italia’da kamuoyuna açıkladı. Aynı kişi, yangından etkilenen on evden dokuzunun Versaylıların bombalamaları sonucu gerçekleştiğini tahmin etmek gerektiğini yazıyordu. Komün’ün kundaklamalarının savunma amaçlı yapıldığını, dolayısıyla kundaklanan ve yanan evlerin sayısı yaklaşık iki yüz civarında olduğu dikkate alınırsa, Komün’ün sorumlu olduğu yangınların oranının oldukça düşük olduğunu yazıyordu.
Baylar, bana ayrılan süre epeyce ilerledi. Sadece birkaç dakikam kaldı. Ama ben verdiğim bilgilere dair kanıtları cevabın cevabında ya da düzenlenecek olan ikinci bir toplantıda –ki buna ihtiyaç olduğunu düşünüyorum– açıklayacağım. Söylediklerimin, karşıt taraftan verilen ifadelere dayanarak gerçek olduğunu kanıtlayabilirim…”
Sonra sözü bir kez daha, sözüm ona Ferré’nin sorumlu olduğu esirlerin kurşuna dizilmesi konusuna getirdim ve şöyle devam ettim:
“Komün, nasıl davranması gerekiyorsa öyle davrandı. Onun yöntemini onaylamayanlar da en azından açıklanabilir bulacak ve mazur görecektir.
Bay Sparig konuşmasını Ferré’yi suçlayarak bitirdi. Ben de şimdi sözlerimi bitirmek zorundayım. Şurası kesin ki, Komün, utanmayı gerektirecek –bunu daha da fazla kanıtlayacak başka fırsatlar bulacağımı umuyorum– hiçbir şey yapmadı. Komün’ün gerçekleştirdiği hiçbir şiddet eylemi yoktur ki, Avrupa’da monarşik hükümetler benzer durumlarda yüz ve binlerce kat daha aşırısını gerçekleştirmemiş olsun. (Coşkulu, uzun sürekli alkışlar)”…
Başkan Motteler: “Baylar, sorunu kısa tutmalıyız. Az önce polis müdürü bana toplantıyı sadece saat 12’ye kadar sürdürebileceğimizi bildirdi.”
Ardından Sparig, kısa, ama tamamıyla önemsiz bir cevap verdikten sonra, tekrar sözü ben aldım:
“Baylar, Bay Sparig konuşmama cevap vermedi ve ilerleyen saati dikkate aldığımızda toplantıyı bugün bitiremeyeceğimiz açık olmasına rağmen, ikinci bir toplantı düzenlenmesine hazır olduğunu da ifade etmedi. Bu durumda, kısaca Bay Sparig’in sarf ettiği son sözlerinin birkaçına kısaca değinmek zorundayım. Bay Sparig, karşımıza çıkmış olmakla ortaya koyduğu cesaretini övdü durdu. Yalnızca bir avuç hayali kafadan ibaret olduğu iddia edilen bir partinin karşısına çıkmanın büyük bir cesaret gerektirip gerektirmediği konusunu bir tarafa bırakmak istiyorum.
Bay Sparig, daha sonra bugünkü konferansın, seçimlerde canlı bir katılıma katkıda bulunacağı umudunu ifade etti. Bunu biz de umut ediyoruz. (Gülüşmeler) Bundan biz zarar görmeyiz. (Onaylamalar) Bugüne kadarki her seçim, bir önceki seçimden birkaç yüz oy daha fazla aldığımızı gösterdi. Bugünkü konferansın, gelecek parlamento seçimlerinde daha da fazla oy almamıza hizmet edeceğini umuyorum. (Gülüşmeler, ‘Bravo!’ sesleri) Yine Bay Sparig, kendini, Blum’un ismini Komün ile ilişkilendirmemi Blum’un mirasçıları adına protesto etmekle sorumlu gördü. Bay Sparig’in gerçekleşmeyen bir şeyi protesto etmek için nereden vekâlet aldığını bilemiyorum. (Gülüşmeler) En az herhangi bir başkası kadar, ben de, Robert Blum’un sosyalist olmadığını biliyorum, ama o iyi bir demokrat ve gerçek bir cumhuriyetçiydi ve bu, Bay Sparig’in olduğu şeyden daha fazlasıdır. (Alkış. Bay Sparig reverans yaparak eğiliyor. Coşkulu gülmeler) Ben sadece Komün’ün, 1848 Ekim’indeki Viyana ile benzer bir durumda bulunduğunu söyledim. O zamanlar Viyana’da bulunan Robert Blum’un devrimin sürdürülmesi yönünde, Komün’ün daha kararlısını dile getiremeyeceği kadar kararlı bir şekilde fikir beyan ettiğini açıkladım. Az önce Blum’un o günlerde yaptığı bir konuşmaya atıfta bulundum. Burada şunu not etmek isterim ki, bu konuşma Sayın Arthur Frey’in Blum’un anısına yayınladığı ve Robert Blum’u insan, yazar ve siyasetçi olarak tasvir etmeye çalıştığı bir kitapta yer alıyor. Söz konusu pasajı aynen aktarıyorum:
“Yarım devrime hayır! Kanlı da olsa girilen yoldan ilerlemeye devam! Her şeyden önce; bencil niyetlerle sükûnet isteyen eski sistemin yandaşlarına acımak yok; böylelerine karşı bir imha savaşı yürütülsün.”
En kararlı sosyalistin kendini, Robert Blum’un burada devrim düşmanlarına karşı söylediklerinden daha kararlı bir şekilde ifade etmesi mümkün mü? (Alkış)
Şimdi de Windischgrätz’in Viyanalılara yaptığı duyurudan bir pasaj dinleyelim:
“Kent, her namuslu insanın yüreğini dehşetle dolduracak vahşiliklerle lekelendi! … Viyana kendini küçük ama pervasız alçaklıktan geri durmayan bir grubun hâkimiyetinde buluyor; yaşam ve mülkiyet bir avuç suçluya terk edilmiş durumda!”
Bu sözler, Bay Thiers’in Paris ve Komün üzerine yayınladığı açıklamalarla kelime kelimesine örtüşmüyor mu? (Onaylamalar)
Bay Sparig devamla, sosyal demokrasi enternasyonalizm hayaline bağlılık gösterdiği sürece kendi partileri tarafından dikkate alınmayacağını söyledi. Bu sonuncusundan feragat ediyoruz. (Gülüşmeler) Ama enternasyonallik düşüncesi gerçekten bir hayal midir? Aile kabileye dönüştü, birçok kabilenin birleşmesinden devlet ve ulus doğdu ve nihayetinde ulusların yakın ilişkisinden enternasyonallik gelişmekte. Tarihsel gelişimin seyri budur. Ve sosyalizm, genel insan sevgisi ve kardeşlik bakış açısını benimsemesiyle, ulusal savaşların ve düşmanlıkların son bulması için, halkların barışçıl bir çalışma ve kültürel ilerleme içinde birleşmesi için mücadele etmesiyle, düşünülebilecek en yüksek kültür düşüncesini temsil etmektedir. (Alkışlar)
Şimdi partimizin, dar kafalı milliyetçi bakış açısına karşı mücadele ettiği için, ırk savaşlarına karşı cephe aldığı ve halkların kardeşliğini savunduğu için bilinçli bir şekilde karalanması ve baskılara uğratılmasıyla başına gelen şey, her dönem ve çağda öncü savaşçıların başına gelenlerden farksızdır. Baylar! Mesela bugün bile koyu Katolik bir ülkeye gittiğinizde, Luther hakkında nasıl bir cehaletle fikir yürütüldüğünü duyarsınız! Dünyanın her yerinde ilerlemeyi temsil partilerin başına aynı şey gelmiştir. Liberal partinin de öyle. Bugün liberal parti dümen başındayken ve iktidarı elinde bulundururken, kendi dünyasını dünyaların en iyisi olarak görüyor ve bunu kabul etmek istemeyen bizler, bugün, liberal partiden, henüz yirmi yıl önce kendisinin feodal partiden gördüğü muameleyi görüyoruz. Bu tamamen doğal!
Bu türden suçlamalar nedeniyle yolumuzdan şaşacak değiliz; biliyoruz ki zamanımız geliyor, koşullar bizim lehimize gelişiyor; biliyoruz ki, sınıf çelişkilerinin keskinleşmesiyle, ücretli işçilerin saflarına savrulacak olan orta tabakanın, küçük burjuvazinin eriyip kaybolmasıyla sosyal demokrasi nihayetinde iktidar eline geçene dek güç kazanmaya devam edecek. (Coşkulu alkışlar)
Bay Sparig son eyalet seçimlerinde Chemnitz’de hiçbir sosyal demokratın eyalet meclisine seçilmemesine sevindi. Pek yakında bu sevinç kursağında kalacak. (Gülüşmeler) Ne var ki, bu sevinçle, yalnızca gerici kuralları nedeniyle bir serbest seçimin yapılmasına engel oluşturan bir seçim yasasından duyduğu memnuniyetini açığa vuruyor olması onun için tipiktir. (Alkış) Bu arada sosyal demokratlar yine de eyalet Meclisi’ne girecekler. Bu yıl olmasa bile, gelecek yıl, buna kuşku yok! (‘Bravo!’ sesleri, gülüşmeler) Ve Chemnitz belediye meclisi, vergi listelerini tuttuğu şekilde seçim listelerini de tutmuş olsaydı –bilindiği gibi bu iki şey Leipzig’te de birbirini tutmuyor– sosyal demokratlar çoktan Meclis’e girmişti. (Gülüşmeler ve alkışlar)
Son olarak, Bay Sparig, burada bulunan muhafazakâr basın temsilcilerine dönerek, ulusalcı liberallerin sosyal demokrasi ile hiçbir işlerinin olamayacağını, muhafazakâr basının herhalde artık anlamış olduğunu söyledi. Buna gerçek anlamda inanan henüz kimse olmadı zaten; bunu yazıp çizenlerse hiç mi hiç. (Gülüşmeler)
Ortadaki gerçek şu ki, muhafazakârlar ile ulusalcı liberaller arasındaki kavga, birbirinden memnun olmayan iki eş arasındaki kavga olarak görülebilir ancak. Buna üçüncü bir kişi karıştığında hemen birlik oluyorlar. (Gülüşmeler) … Bir kaç hafta önce ‘Leipziger Tageblatt’ Gazetesi’nde bir makalede sosyal demokrasinin bütün karşıtlarına şu çağrı yapılıyordu: ‘Hepimiz tek bir büyük düzen partisi oluşturalım.’ Bundan dolayı sizleri kutluyoruz. Buna ihtiyacınız olacak. (Gülüşmeler) Kısa süre önce Chemnitz’de de bu duruma tanık olduk. Başlarda muhafazakârlar ve ulusalcı liberaller birbirlerine düştüler. Her iki parti de kendi adayını göstermek istiyordu, çünkü biri diğerine meydanı bırakmak istemiyordu. Ama bir sosyalist aday gösteriliyor denildiğinde, kavga son buluverdi ve ortak formül benimsendi: ‘Bebel’e karşı herkes’ . (Gülüşmeler ve alkış)”
Bu açıklamalarımla parlak geçen toplantı sona erdi.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑