Okuyucumuz Aydın Şimşek, güncel bir soruna, din sorununa eğiliyor. Önemli saptamalar ve tartışılmasında yarar bulunan noktaları içeren yazıyı ayrıca okuyucu katkısının bir örneği olması bakımından da olduğu gibi yayınlıyoruz.
GİRİŞ
İnsanların kişisel ve toplumsal davranışları hakkında besledikleri hayalleri bir yana itmezsek, eylemlerimizi yöneltebilecek bilimsel bir yöntem bulamayız. Bu yöntem, tarihi gerçeklik içinde yer alan töreleri ve ahlak öğelerini bilimsel bir eleştiriden geçirmemiz gerekir.
İnsanların davranışlarını ve bu davranışlarım nasıl haklı çıkardıklarını inceleyecek olursak iki temel akımla karşılaşırız. Bu akımlardan bir tanesi ve en eskisi dinden doğmuştur. Bu akıma göre bütün ahlak kurallarının kaynağı ve temeli, insanın iradesi dışında bulunan, insandan daha önce var olagelmiş ve insandan üstün bir iradedir. Yani, tanrının iradesidir.
Bu akımın ahlak anlayışına göre, pratik bakımdan en önemli kural tanrının buyruklarına boyun eğmektir. İkinci akım, yani maddeci anlayış ise, ahlak kurallarının kaynağının ve temelinin, insanın kendisinde bulunduğunu ve ahlakın gökyüzünden inmeyip, yeryüzünde filizlendiğini ileri sürer.
Şimdi, sırasıyla bu iki akım arasındaki farklılıkları ve uzlaşmazlıkları koymaya çalışalım. Öncelikle basit anlamıyla, din’in kelime anlamıyla ilk oluşumu hakkındaki bilgilerimizi kısaca açalım.
DİN NEDİR?
Din, günlük hayatta insanlara egemen olan güçlerin, insanların zihnindeki fantastik yansısıdır. Yani, dünyasal güçlerin dünyasal olmayan formlara büründüğü bir yansıdır.
Temel karakterlerini, dünya görüşü, duygular ve kült’ün (büyü törenleri) birliğinden alan din, sosyal bilincin spesifik bir biçimidir. Dinin belirleyici temel karakteristiği, tabiatüstü inançtır. (Metafizik)
Marksizm, dini, sosyal bakımdan, dolayısıyla tarih bakımından şartlandırılmış geçici bir fenomen olarak görür. Uzun bir tarihsel dönem boyunca insanlar, din nedir bilmiyorlardı. Din, ilkel komün sistemin gelişmesinin belirli bir evresinde, kavranılmayan bazı tabiat güçleri önünde insanın güçsüzlüğünün bir yansısı olarak vücut bulmuştur. Arkeolojik araştırmalar, dinsel tasarımların ancak 50 bin yıldan beri var olduklarını tanıtlamışlardır. Demek ki insan, yaklaşık, 20 milyon yıl boyunca din düşüncesinden uzak yaşamıştır.
Dinin ilk tasarımları, insanın doğa karşısında duyduğu güçsüzlük duygusundan doğmuştur. Dinler, bu temel nedeni her zaman taşımışlardır ve zamanla daha da derinleşmesini gerçekleştirmişlerdir. İnsanla doğaüstü güç arasındaki ilişki daima bir efendi-köle ilişkisi olarak kalmıştır. Pek korkulan ölüm olayını anlayıp açıklayamamak da bu ilişkinin efendi yararına kökleşmesini sağlamıştır. Efendi öylesine güçlüdür ki, ölümden sonra da yardımını ve koruyuculuğunu sürdürecektir. Önce, TOTEM’cilik adı verilen hayvanlarda ve bitkilerde koruyucu güçler görme olayı ÇOK TANRI’cılığa evrilmiş, zamanla gök saltanatında da, yer saltanatında olduğu gibi bir efendilerin efendisini arama eğilimi, çok tanrıcılığı TEK TANRI’cılığa dönüştürmüştür.
Antik toplumdan toprak köleliğine dayanan feodal topluma geçilince de, dinler, devlet dini olmuşlardır. Tıpkı, topluma rağmen toplumların içinden çıkan devletin, toplumların üstünde yer alması gibi, egemen güçlerin baskı aracı olduğu biçimiyle din de yığınların (TOPLUMLAR) arasından çıkmış ve baskı araçlarından biri durumuna getirilmiştir.
Alman idealisti Hegel, din felsefesi derslerinde, özetle şöyle der:
“Hintli için doğaüstü güç her şeydir, insan hiçtir. Yunanlı için insan her şeydir, doğaüstü güç pek az şeydir. Hıristiyanlıksa, insanda gerçekleşen tanrı düşüncesiyle insan-tanrı bileşimine girmiştir. Buna ussal bir biçim verilmesini de felsefe gerçekleştirmektedir;”
Bilgiyi aramaktan ve sevmekten doğan felsefe, batıda ve doğuda yüzyıllar boyunca, tanrı bilgisini aramak ve sevmek niteliğine bürünmüştür. İlkin, insanların ölüm ve yok olma korkularının avuntusu olan din, giderek yoksulluklarının avuntusu olmuştur.
Sınıflı toplumlarda dinin kökleri, sosyal gelişme unsurları, sömürme ve yoksulluk ile karşı karşıya kalan insanın çaresizliğinde ve kitlelerin özleminde yatar. Din, burada “devamlı olarak başkaları hesabına çalışmaktan bunalmış halk kitlelerinin yalnız başlarına kalışlarından ve sefaletlerinden doğan ve onlar üzerinde her an ağırlığını hissettiren manevi baskı biçimlerinden biridir.” Gerçek odur ki, din sadece inceden inceye tezgâhlanmış bir doktrinler sistemi değildir ve toplum içinde tek başına ne iyinin ne de kötünün hizmetinde temel bir itici güçtür. Ancak din, bütün insanların toplumsal faaliyetlerinin içinde cereyan ettiği yabancılaşmış insan ilişkilerinin fikirlere yansımasıdır.
İnsanların hayatı, niyetlerinin gerçekleşmesi ve birbirleriyle olan ilişkileri doğal bir kaynağı ve açıklaması bulunmayan gayri şahsi bir gücün etkisi altındadır. İnsan toplumunda insan insana karşıdır, özünde varolan fakat kendisine yabancı bir şeyin emrindedir. Din de, insanın düşmüş ve günahkâr durumuna ve bundan ancak öbür dünyada bir kurtuluş aranılarak kurtulabilineceğine ilişkin dini fikirlerde yansıyan nesnel koşullar işte bunlardır. Özetle, temel ve evrensel dini fikirler, yabancılaşmış insan ilişkilerinin insan bilincindeki yansımasıdır.
Dinin dili, kendine özgü ve evrensel bir dildir: İnsanlar, durumlarını doğa ile ve birbirleriyle ilişkilerini ifade ederken bu dili kullanırlar, çünkü henüz bu duruma nasıl düştüklerini anlamaktan ya da yabancılaştıkları şeyleri bilerek ve isteyerek kendi denetimleri altına almanın çaresini bulmaktan acizdirler.
Dinin evrensel yaygınlığı, evrensel bir olgudan, insanların kendi geçim araçlarını toplumsal biçimde kullanma yeteneğinden yoksun olmalarından ileri gelir. Yani, dine göre; insanlar ihtiyaçlarını hiçbir zaman dışardan yardım almadan gideremezler, bu yardım ise, başka insanların dünyevi yardımı ya da bilgi ve bilimin sağladığı yardım değil, insanların dışından gelecek doğaüstü bir yardımdır. İnsana ve ihtiyaçlarına ilişkin idealist anlayışta, insanın doğası maddi ve manevi ya da cismani ve ruhani olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Manevi ihtiyaçlarıyla, maddi ihtiyaçları karşı karşıya getirilmiştir. Yığınların maddi yoksunluklarının acılan ve insanlığın bölünmüş durumu, dinin manevi tesellileriyle giderilir.
Bu bakımdan, Marx’ın Hegel’in, Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı (1843) adlı eserinde vurguladığı gibi, “dinin eleştirisi dini yaratan insanlık durumunun eleştirisidir ve insanlığın durumu ile insanların ihtiyaçlarına ilişkin din anlayışının eleştirisi insanların gerçek durum ve ihtiyaçlarının eleştirisine ve insanların asıl kendi çabalan sayesinde ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri gerçeğinin vurgulanmasına dayanmalıdır. İnsanlar, dinin sağladığı ‘aldatıcı mutluluğu’ aradıkları sürece ‘gerçek mutluluğu’ bulamazlar. Durumlarına ilişkin aldatmacalardan kurtulmalarını istemek, aldatmacaları gerektiren bir durumdan kurtulmalarını istemek demektir… Tarihin hizmetinde olan felsefenin acil görevi, insanların kendi kendilerine yabancılaşmalarının öbür dünya ya da ahiretle ilgili biçiminin maskesini düşürdükten sonra, kendi kendine yabancılaşmanın bu dünyaya ilişkin biçiminin maskesini düşürmektir. Böylece öbür dünyanın eleştirisi bu dünyanın eleştirisine, dinin eleştirisi
Hakların eleştirisine ve teolojinin eleştirisi politikanın eleştirisine dönüşür.
Demek ki, insanların geçim araçlarını sağlamak için birbirleriyle girdikleri ilişkiler genel olarak insan hayatı, insan ihtiyaçları üzerinde ne ve nasıl düşündüklerine de yansımaktadır. İlkel tekniklerin üzerine çıkılmış olan toplumlarda insan ilişkilerinin evrensel yabancılaşması ve gayri şahsileşmesi dinin, bu gibi toplumlarda insanların bilinçli hayatının yaygın bir özelliğini oluşturur, işte din, tam da bu noktada, insan ilişkilerinin bu verili durumunun bir ürünüdür.
Tarihsel olarak çeşitli halkların, çeşitli koşullarda uygulamış oldukları çeşitli dinler oluşmuştur. Üstelik uygar toplumlarda din, daima iki yönlü bir karakter çizmiştir. Bir yanda, eğitilmemiş yığınların anladıkları, emirlerine uydukları ve uyguladıkları kaba şekliyle bir din karakteri, öte yandan onu yukarıdan yöneten yetkililer tarafından pek öyle herkesçe anlaşılmayacak biçimde saptanan doktrin ve teorik karakterdedir. Bu ikisi arasında, büyük farklar meydana gelebilir ve yığın halinde kopmalara yol açabilir. Fakat bütün bunları bir yana bırakıp bütün dinlerin ortak özelliklerini belirtelim.
Bütün dinler, özü itibarıyla bir doğaüstü doktrini öğretirler; buna göre doğal evren, doğaüstü evrenin hükmü altındadır ve insan doğal bir varlıktan ibaret olmayıp doğaüstü evren ile de bir ilişkisi vardır. Bütün dinler, bu öğretilere ek olarak insanın doğal varlığının düşkün, iflah olmaz ya da günahkâr durumu ve kurtuluş kavramlarının birleşmesi bütün dinlerin damgası ve ayırıcı özelliğidir. Ayrıca din, insanların kendi durumlarıyla ilgili fikirlerine temelli bir düalizm getirir -insan ile doğa, doğaüstü ile doğal, ruh ile madde, sonsuz ve değişmez olan ile zaman içinde sınırlı ve mekân içinde değişken olan arasındaki karşıtlık kavramını- bu düalizm dinin ideolojik özünü oluşturur. Bununla birlikte günah kavramı, doğaüstü kavramıyla birlikte her dinin temel fikridir. Ne günah ne de doğaüstü görgü deneylere dayanılarak anlatılabilinir. Bu bakımdan insanların günahkâr olduğunu söylemek, tipik davranış biçimlerini anlatmak ve bunların benimsendiğini söylemek aynı şey değildir.
MARKSİZM VE DİN
Dinin, dünyayı açıklamak için, yaratıcı bir tanrının, sonsuz ve tükenmez bir ruhun müdahalesine gereklilik getirdiği bilinir. Şimdi bu gerekliliğin neye dayandığına bakalım.
A) İdealizme göre, madde edilgen ve durağandır: O halde hareketini ruhtan alması gerekir.
B) İdealizme göre, madde, kendinde hiçbir doğal zorunluluk taşımaz, hiçbir birliğe sahip değildir: Şu halde bir ruhun, maddenin yasalarına sürekli ve değişmez bir şekilde karşı koyması gerekir.
C) İdealizme göre, madde tarihsel bir gelişme sürecine hiç de bağlanmış değildir, öyleyse, dünyanın bir başlangıcı vardır, bir de sonu olacaktır, o halde sonsuz bir varlık tarafından yaratılmış olması gerekir.
Materyalizme (maddeci) göre, tersine, maddenin, iç ve zorunlu gelişme halinde kavranışı doğal olarak kesintisiz dönüşen evrenin sonsuzluğu ve tükenmezliği tezine, maddenin yok edilmez ve yaratılmamış olduğu olumlaması sonucuna götürür.
Diyalektik materyalizmin ortaya çıkışı dinin ve tanrı biliminin eleştirisini kökten değiştirdi.
Bir saf ruh, nasıl olur da maddeyi meydana getirebilir? Zamandan, oluştan, değişiklikten bağımsız, hareketsiz bir sonsuzluğun dibinde, değişmez bir varlık nasıl belli bir zamanında dünyayı yaratabilir? “İyi”liği sınırsız olan bir varlık, nasıl ucubeleri, canavarları, zararlı hayvanları, yer sarsıntılarını, savaş, kıtlık ve salgınları yaratabilir? Tanrı ki her şeye kadirdir, güçlüdür, iki kere ikiyi beş ettirmeli ve doğruyu yanlış yapabilmeli değil miydi? Eğer bunu yapamıyorsa, o zaman her-şeye muktedir midir? Ve eğer tanrı, en üstün derecede eksiksiz ve yetkinse, adaletsizliği cezalandırmaz mı? Ama eğer en üstün derecede iyi ise şefaatçi olmayabilir mi? Ve adaletsiz olmayabilir mi? … vb.
Kısaca, akılcı eleştiri, haklı olarak, tanrı kavramının taşıdığı bütün olanaksızlıkları, tanrı kavramının içinde sakladığı, bununla birlikte tanrıbiliminin kabul ettiği ve açıklamak için de, yaratık bakımından nüfuz edilemez olan tanrısal “gize” başvurduğu bütün “çelişkiler”i ve sözde ilk günah fikrine şekil vermek için gerekli bütün şeytanlıkları ortaya çıkarttı. Diyalektik-materyalizmle birlikte, tanrı kavramı bu kez bütün içeriğini yitirdi. Tanrının varoluşu ya da var olmayışı tartışması, Laplace’ın dediği gibi, “tanrı yararsız bir varsayım haline geldi” sözleriyle son buldu. Tanrı fikrinin, dinsel duyguların ve dinin varlığı bir olgudur ve bu olgu bir açıklama gerektirir.
İnsanın aynı zamanda hem doğal hem doğaüstü, hem ölümlü hem ölümsüz, hem bu dünyada hem de ötekinde yaşayan bir “tanrısal varlık” olması şöyle dursun, “tanrı”da dinde, insanlara değin olaydır demek gerekir. Tanrısal olan, insanın yarattığı bir şeydir ve insan tanrısal olanın yarattığı bir şey değildir. Şunu belirtmeliyiz ki, dine, kesin açıklama unsurlarını getiren tamamen Marksizm ve Marksist yöntemdir.
İşte Marksizm’in ilkeleri:
1) Dinin alt biçimleri, büyüye dayanan uygulamalar, doğal ve toplumsal olayların ilkel bir şekilde idealistçe açıklanması, keza aynı şekilde felsefi ve ahlaki görüşler, sofuca yakarışlar ve kurban verme gibi. “Ruhanileştirilmiş” büyüye dayanan ibadet biçimleri taşıyan, daha gelişmiş biçimlerde, duygular planında ve düşünceler planında, insan pratiğinin gerçek olan bir verisini, yani onun, insanlığın başlangıcında çok güçsüz olan (göreceli güçsüzlüğü) üretimin zayıf gelişmesine bağlı olan güçsüzlüğünü sınıf baskısına, perspektiflerden yoksun oluşuna, toplumsal bilincin zayıf oluşuna bağlı olan, ne anlayabildiği, ne de hükmedebildiği toplumsal olaylar karşısındaki güçsüzlüğünü ifade eder, anlatır ve yansıtırlar.
Din, insanlar için amaçlarına varmanın bir aracı olarak, mutsuzluğunun nedenlerini bilmesine bağlı, aynı zamanda mutluluğa karşı duyulan belirsiz, bulanık özleme bağlı bir uygulama gibi ortaya çıkıyor. Ama din böylece, pratiğin verilerini yansıtıyorsa da onları tersine olarak, nesnel verilere göre değil de öznel verilere göre, düşlerin görüntülerine, bilgisizliğin kurbanı olan insanın düşüncesinin arzularına göre yansıtır.
Din, gerçek dünyanın çelişkilerini ve bilgisizliği içinde tasarladığı gerçeği, olmayan (fantezi) istekleri tersyüz ederek içine yerleştirdiği, gerçeksiz ve metafizik fikirlerin iç çelişkilerini ifade etmekten başka bir şey yapmaz.
Tanrı fikri aynı zamanda metafizik, salt, çözümlenemez çelişkiler haline gelen bütün bu çelişkileri, bir tek demet halinde özetlemek, bir araya yığmak ve yoğunlaştırmaktan başka bir şey değildir.
Diyalektik materyalist bilim, gerçeğin çelişkilerini, tersyüz etmeden, doğru olarak, aslına sadık kalarak, yabancı, hayali herhangi bir şey katmadan yansıtır. Dinin kökleri “yabanıllık (vahşet) çağının kısıtlı ve bilinçsiz kavrayışlarındadır.”
2) Bununla birlikte dini incelemek için ikinci bir olguyu da hesaba katmak gerekir, çünkü din bilgisizlikten doğduğundan, bilimsel açıklamaların yerine hayali açıklamaları koyduğu ölçüde, büyük bir bölümüyle, gerçeği maskelemeye, olayların nesnel açıklamasını gizlemeye yardım eder ve kendi kuruntularına bağlı dindar adam, şu ya da bu biçimde, ilke olarak, şeytan işi saydığı bilime düşmanlık duyar.
Kendi sınıf baskılarını sonsuzlaştırmak için yığınların edilgenliğine, eylemsizliğine, onların tevekkülüne, yumuşak başlılığına, mutsuzluğun kader yazılı inanç olduğu inancına muhtaçtırlar, ama aynı zamanda yığınların mutluluk umutlarının öteki dünyaya doğru çevrilmesi gerekir. Geleceğe ait avutucu cennet umudu, sömürülen yığınlara yeryüzündeki “fedakârlıklarının” ödülü olarak sunulmuştur. Böylece, ilkin, antik çağda aman vermez bir alın yazısı olarak tasarlanan ruhun ölümsüzlüğü, öteki dünyada kurtuluş umuduna dönüşmüştür.
Çok eski tarihsel dönemlerde de bugün olduğu gibi yönetici sınıflar, yığınların üzerindeki etkisini sürdürdükleri aldatmacaların bir sözcüğüne bile inanmazlarken, dinden “düzenin korunmasının” ideolojik kuvveti olarak, Marx’ın formüle ettiği gibi “halkın afyonu” olarak yararlanmışlardır.
Tanrının varlığı kanıtlanamaz. Bununla birlikte onu “kabul etmek” gerekir, çünkü bu fikir olmasa, her şey mubah olurdu, artık, büyük adalet koruyucusu olmazdı, artık, gökyüzünün jandarması, bir ödül ve ceza güvencesi kalmazdı. Doğru olan cesaretini yitirir, “kötü” olan cesaret bulurdu, kısaca burjuva düzen tehlikeye düşerdi. Şu halde “tanrı” doğrudan doğruya karşı-devrimci bir silahtır. Hatta onun varlığından teorik olarak emin olmak bile gerekli değildir, onu pratik olarak ve yaran bakımından kabul etmek yeterlidir. Burjuvazinin din konusunda değişmez uygulaması bu değil midir ve bu dinsel idealizmin teorik bakımdan tam başarısızlıklarının en güzel bir kanıtı değil midir?
SOSYALİZM VE DİN
İşçileri ezen ekonomik baskı, kaçınılmaz olarak, çeşitli biçimlerde politik baskıyı, toplum içinde aşağılanmayı, kitlelerin entelektüel ve manevi hayatında aptallaşma ve çürümeyi doğurur. İşçiler ekonomik haklarını elde etmek uğruna mücadele etmek için az çok bir politik özgürlük kazanabilir, ama sermayenin iktidarı ortadan kaldırılmadıkça, hiçbir özgürlük onları yoksulluktan işsizlikten ve baskıdan kurtaramayacaktır. Başkasının çıkarına durmadan çalışmak, yoksulluk ve kaderine terk edilmişlik yüzünden ezilen halk kitlelerini her zaman ve her yerde bunaltan ruhsal baskı yöntemlerinden biri de dindir. Tanrılara, şeytanlara, mucizelere inanç, nasıl vahşi insanın doğa ile savaşındaki güçsüzlüğünden doğuyorsa, ahirette daha iyi bir hayat inancı da aynı kaçınılmazlıkla sömürülen sınıfların, sömürücülere karşı mücadelesindeki güçsüzlüklerinden doğar. Din, bütün hayatları boyunca yoksulluk içinde acı çekenlere sabırlı olmayı, boyun eğmeyi öğütler, onları öbür dünyada kavuşacakları ödüllerin umuduyla avutur. Başkalarının emeği ile yaşayanlara gelince, din bunlara, yeryüzündeki hayatlarında yardımsever olmalarını salık verir, böylelikle sömürücü olarak var oluşlarını sürdürmelerini kolaylıkla haklı çıkarmalarını sağlar, bu gibilere mutlu bir hayatın kapılarını açacak anahtarı ucuz ucuz satar. Din bu anlamıyla halkı uyutan bir afyondur. Din, sermaye kölelerinin insan olarak besledikleri umutlan, biraz olsun insanca yaşama isteklerini içinde boğdukları bir çeşit manevi içkidir.
Fakat durumun bilincine varan, kendisini kurtaracak mücadeleye atılmak için ayağa kalkan köle, yarı yarıya köle olmaktan çıkmıştır.
DİN SORUNUNA DEVRİMCİ BAKIŞ
“Din”, kişisel bir sorun olarak kabul edilmelidir: Sosyalistlerin dine karşı tutumları genellikle bu şekilde belirlenir. Fakat herhangi bir yanlış anlamaya meydan vermemek için, bu kelimelerin anlamını kesinlikle belirtmeliyiz. Sosyalistler, devlet karşısında dinin kişisel bir sorun olmasını şart koşar. Devleti din adamlarının yönetmesine (klerikalizm) ve dine devletin desteğine karşıdırlar. Devlet dine karışmamalı, dini kuruluşlar devlet iktidarına bağlı olmamalıdır. Herkes herhangi bir dine inanmakta, ya da hiçbirine inanmamakta serbest olmalıdırlar. Medeni haklarda, dini inançlardan dolayı hiçbir ayrıma göz yumulmamalıdır. Resmi belgelerde, yurttaşların din ve mezhepleriyle ilgili her türlü kayıt mutlak biçimde ortadan kaldırılmalıdır.
Devlet, din ya da mezheplerle ilgili kurumlara hiçbir şekilde ekonomik destek vermemeli, bunlar, iktidar karşısında tamamıyla özgür ve bağımsız dindaş yurttaşların oluşturduğu kurumlar şekline dönüştürülmelidir. Savunulması gereken modern devlet ve kilise-cami-mezhep kuruluşlarının vb. inanç kurum ve kuruluşlarının devletle tam olarak birbirinden ayrılmasıdır.
Proletarya partisine göre din kişisel bir sorun değildir. Parti, işçi sınıfının kurtuluşu için mücadele eden, bilinçli öncü militanlar birliğidir. Bu birlik, bilinçsizliğe ya da dini inançlar biçimi altında balkın cahil bıraktırılmasına karşı kayıtsız kalamaz ve kalmamalıdır.
Basını, programı gibi salt ve baştan aşağı ideolojik silahlarıyla, dinin zihin bulandırıcı etkisini alt etmek için din ve devletin tamamen ayrılmasını istemek durumundadır. İdeolojik mücadele, kişisel bir sorun değildir, bütün partiyi, bütün proletaryayı ilgilendirir. Hiçbir şekilde, burjuva radikal demokratların sık sık yaptığı gibi, din sorununu sınıf mücadelesinin dışında, “saf mantık” açısından alanların idealist soyutlamalarına dalmamalıdır. Sınırsız bir baskı ve işçi kitlelerinin aptallaştırılması temeli üzerine kurulu bir toplumda, dini önyargıların yalnızca propaganda ile ortadan kaldırılabileceğine inanmak saçmalıktır. İnsanlığın üzerindeki din baskısının, toplum içindeki ekonomik baskının ürünü olduğunu unutmak, burjuva dar görüşlülüğüne işarettir. Partinin baş sorunu din değildir. Önemi üçüncü dereceden kalan sorunlar (görüşler) bir takım hayaller adına gerçek devrimci mücadeleye atılan güçlerin bölünmesine izin vermez. Bu dini görüşler, bütün politik değerlerini pek çabuk yitirir ve ekonomik evrimin akışıyla sürüklenip hurdalığa atılır.
Gerici burjuvazi, her yerde ve her zaman, din düşmanlıklarını körüklemeye büyük özen göstermiştir. Bundaki amacı, kitlelerin dikkatini din düşmanlıklarına çekmek pratikte devrimci mücadele için birleşen proletaryanın çözmeye çalıştığı, gerçek temel politik ve ekonomik sorunları bir yana bırakmalarını sağlamaktır. Durum ne olursa olsun, bu oyunların karşısında soğukkanlı, kesin ve kararlı, sabırlı propaganda yürütülmelidir. Propaganda ikinci dereceden uyuşmazlıktan kışkırtmayı reddeden, proletarya dayanışmasının ve bilimsel dünya görüşünün propagandasıdır.
Devrimci proletarya sonunda, dinin devlet karşısında kişisel bir sorun sayılmasını kabul ettirecektir. Ortaçağın küfünden arınan siyasi düzen içinde proletarya, insanlığın dini inançlarla aptallaştırmasının gerçek nedeni olan ekonomik köleliği ortadan kaldırmak için açıktan açığa, büyük bir mücadeleye girişecektir.
ÜLKEMİZDE DİN SORUNU VE TAVRIMIZ ÜZERİNE
Din sorunu, Türkiye’de hemen her zaman önemini korumuştur. Özellikle son 12-13 yıldır dini gericilik (İslam şeriatçılığı) toplum içinde çok ciddi bir etkinlik kurmaya başlamıştır. En önemlisi de şeriatçılık Türkiye’de feodalist gerici güçlerin saf dinsel ideolojisi olmaktan çıkmış, Türk ırkçılığıyla harmanlanmak suretiyle faşist diktatörlüğün ve onun uzantısı sivil faşist güçlerin ideolojisi haline gelmiştir. Bu ideolojinin benimsenmesindeki ağırlık odağını öncelikle bürokrasi, MİT, polis teşkilatı, kontrgerilla vb. alanlar Türk İslam sentezinin ırkçı savunundan oluşturmuştur.
Devletin her hücresinde, onun ayrılmaz bir yanı olarak örgütlenen kontrgerilla özellikle Kürt Ulusal Kurtuluş mücadelesine karşı dini kullanmaktadır.
İslamiyet, doğmaları ye uygulamaları bakımından faşizmin ihtiyaçlarına çok iyi biçimde cevap vermektedir. Faşist diktatörlük İslamiyet’i kullanarak kendisine çok sayıda kadro bulabilmekte ve yine bu kadroları çok iyi bir biçimde eğitebilmektedir. Faşizmin en insanlık dışı, en iğrenç uygulamalarını meşru gösteren ayetlerin veya hadislerin İslam dininde bulunması zor değildir, İslam dinine göre, kâfirleri din düşmanlarını işkence ile öldürmek, hayvanlarını, ekinlerini ve ormanlarını yakmak, kadınlarının ırzına geçmek veya köle edinmek meşrudur.
Kuran’ın Maide suresinin 33. ayetinde söylenenler şunlardır:
“Allah ve resulüyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaya çalışanların cezası, ya boyunları vurdurularak öldürülmeleri, ya asılmaları, ya ellerinin ayaklarının çapraz kesilmeleri, ya da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyada çekecekleri rezilliktir. Ahirette ise onlara daha büyük azaplar hazırlanmaktadır.” (Turan Dursun, Din Bu, cilt 1, s. 50) .
Arkadaşları Muhammed’e soruyor:
– “Ey tanrı elçisi! Evlere yapılan gece baskınlarında puta tapanların kadınları, çocukları da öldürülüyor, ne dersin?
– “Onlar da öbürlerinden”dir. (Kadın ve çocukların öbürlerinden farkı yok, öldürülebilir)” (T. Dursun, cilt 3, s. 68) Geçmiş ve bugünkü tarihimize baktığımızda faşist ideolojinin uygulamaları adeta bu ayetlerin doğrultusunda ve onları doğrular niteliktedir. Geçmişte (Kürtlere, Alevilere ve sol kesime yapılanların gerekçesi devamlı dine dayandırılmıştır) ve bugün de aynı senaryo yine aynı üslupla karşımızdadır.
Ülkemizde MHP ve ÜO (ülkü ocakları)’nın çizgisinde ırkçı-Turancı öğelerle birlikte İslami öğelerde önemli bir yer tutuyor.
Örneğin, MHP’nin komando kamplarındaki İslami eğitimi ve sonuçlarını övünerek anlatan bir faşist şunları yazıyor: “Kırıkkale’deki bozkurt obasında din düşmanlarının beyni çıkarılır, katiller telef edilir, itler boğazlanır.” (T. Dursun, cilt 1, s. 50)
Geçmişte (1978) faşistlerin ülkenin birçok bölgesinde yaptıkları katliamlarla Alevi toplumuna nasıl baktıklarını göstermişler, bununla birlikte Alevilerle-solcular arasında bir paralellik kurmuşlar ve potansiyel suçlu ilan edip Kur-an’daki ayetleri doğrular ve uygular nitelikte katliamlar yapmışlardır. Bugün aynı oyunu, farklı biçimde farklı bir tarihsel dönemde gündeme getirmeye çalışıyorlar.
Örneğin, bugün dikkatleri tamamen Alevi kesimin üzerine yoğunlaştırarak’ mezhep çelişkilerini ön plana çıkartmak istiyorlar. Burjuvazi bunu elbette ki insanların dini önyargılarını destekleyerek yapıyor. Bu burjuvazinin ve faşist ideolojinin pratik sorunları açısından tercih edilmiştir.
Bugün Alevi kesim egemen ideoloji tarafından “iç tehdit” olarak görülmektedir. “İç tehdit dokümanında” Aleviler “Türkiye’nin Milli Güvenlik politikasını belirlemede temel doküman olarak ele alınmaktadır.” Dokümanın hazırlanış tarihi faşist 12 Eylül rejiminin halka dayatıldığı 1980 olarak belirtilmiş, Dokümanda Aleviler “Türkiye’nin ulusal bağımsızlığına ve anayasal düzeni yıkmaya yönelik yıkıcı bölücü faaliyetleri destekleyen ideolojiler” başlığı altında ifade ediliyor. Tabii doküman Alevilerin siyasi tercihleri konusunda da bir belirleme yapmıştır, o da şudur: “Bugünkü görünümüyle mezhep ayrımcılığı Aleviler ile Sünniler arasındaki çatışmadan ziyade, solun Aleviler içinde sağın Sünniler arasında güçlü olmasından ileri geliyor. (Gelmektedir). Ayrıca şu zehirli düşüncelerle yaratılmak istenen bugünkü kaosun zeminleri hazırlanmak isteniyor. Bu şimdilik bir prova niteliğinde. Bakalım dokümana: “Aleviler toplu bulundukları yerde (bölgelerde) “dış” güçlerin de kışkırtmasıyla siyasal etkinlik sağlamak üzere devlet organına sızma veya bu mümkün olmadığı takdirde mahalli resmi organları çıkarları doğrultusunda kullanmak üzere faaliyette bulunmakta kendilerinden olmayan memur, görevli ve vatandaşları bölge dışına itmeye gayret göstermekte, “Kürtçülük” faaliyeti ile uğraşanlarla işbirliği yapmaktadır” deniliyor. Evet, burada göze çarpan ve önemi tahmin edemeyeceğimiz tehlikelere götürecek olan şey: Aleviler Kürtlerin sanki doğal müttefiki biçiminde bir ifadeyle yine Alevi sorununun kaynağının “dış” destekli görülmesidir. Kürt sorunun dış destekli düşüncesinde ifade edilen de aynı düşüncenin ürünüdür.
Bugün kelimenin tam anlamıyla egemen faşist ideolojinin ve tayfalarının yapmak istedikleri şudur: Dini temeldeki çelişkilere farklı bir boyut kazandırılarak dış destekli iç tehdit unsuru – sola yakınlık- Kürtçülük faaliyetine destek -bölücü potansiyel tehlike- siyasi gündemimize dayatmak. Sorunun arkasında yatan karanlık güçleri… bilmek durumundayız. MİT, Kontrgerilla, Özel Savaş Dairesi katliamlara hem sivil bir destek sağlamak -insanların dini duygularını kullanma temelinde- hem de katliamlarını meşrulaştırabilmenin provası içindedirler.
Devlet bugün tüm yönleri ile -siyasi, idari, ideolojik- tıkanmış durumdadır. Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi bu tıkanıklığı daha da derinleştirmiştir. Tüm yönleriyle tam bir krizi yaşamaktadır devlet.
Devlet tam da bu noktada sorunun çözümünü farklı entrikalarda arama çabası içine girmiştir. Dini temeldeki bir çelişkiyi gündeme getirip mevcut temel sorunları geri plana itme ve kitlelerin bilincine ancak ikinci veya üçüncü dereceden çelişkileri empoze etmeye çalışarak, bugün varolan mevcut temel sorunlara pratik çözümler üretme çabası içindedir. Bugün Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi ile (Kürt önderliği) dini temeldeki bir çelişkiden hareketle ikisi arasında benzerlikler kurmaya ve bunu kitlelerin bilincine özellikle dini duyguları kullanarak çarptırmaya çalışıyor. Bu, elbette faturasını sadece Kürt hareketi açısından çıkartmayacaktır. Bu, genel anlamıyla da mevcut sol açısından olumsuzluklar doğuracaktır. İslam dini ile bir tür hesaplaşmayı yaşayan, bir tür muhalefetliği temsil eden, İslam dinine rağmen onun içinden onu farklı yoruma tabi tutan Alevilikle bir halkın özgürlük talebini kendi mücadelesiyle gündemin can alıcı sorunu haline getiren Kürt önderliği arasında ilginç benzerlikler kurulmuştur.
Peki, nedir egemen ideoloji tarafından kurulan benzerlikler?
– “Kürt sorunu dış kaynaklı olup, ülkemizin varlığını ve bütünlüğünü tehdit eden bir sorundur. Önderliği ise Kürt dahi olmayan sünnetsiz bir Ermeni’dir. Bu Türkiye’yi çekemeyenlerin bir oyunudur.” Bu belirlemenin karşısında, buna paralel benzetmeyi egemen ideoloji Alevi sorununda aynı dili kullanmaktadır. Hatta dini temeldeki bir çelişkiyi bugün varolan koşullarda adeta ikinci bir ulusal sorun boyutunda -Alevileri ayrı bir ulus düzeyinde görmektedirler. Resmi ağızların ifadesine göre: “Alevi sorunu da aslında dış kaynaklıdır, İslam’ın gelişip, yayılmasını önlemek için Yahudi asıllı bir zatın kışkırtması sonucu ortaya çıkmıştır.” Bu iki yaklaşımda da gözden kaçırılan nokta şudur: Sorunun kaynağının kendi gerçekliğimizin dışında başka yerde aramakta oluşumuzdur. İşte egemen olan anlayış kendi gerçekliğinin dışında sorunlara çözüm aradığı için gerçek çözümlerini üretememektedir. Kürt sorunu Ermeni destekli ve Ermenilerin kışkırtmasıyla oluşmuş, Alevi sorunu Yahudi kışkırtması sonucu oluşmuştur, diyen bir anlayışın kendi gerçekliğini görmesi ise zaten olanaksızdır.
– “Kürt hareketi üzerine ve önderliğine yönelik bölücü ve Ortadoğu’nun en tehlikeli örgütü olarak tanımlanırken, Aleviler aynı şekilde iç tehdit unsuru olarak görülüp” Türkiye’nin ulusal bağımsızlığına, bütünlüğüne ve anayasal düzenini yıkmaya yönelik yıkıcı bölücü faaliyetleri destekleyen tehlike olarak yer almakta ve Kenan Evren’in imzasıyla Genel Kurmay arşivlerinde bulunmaktadır. Özellikle dini temeldeki bir çelişkiyi iç dökümasyonda adeta Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin doğal müttefiki olarak görebiliriz. Bu da tehlikenin boyutları bakımından bir ipucu olarak değerlendirilmelidir. Faşist ideoloji sorunlarına pratik açıdan çözüm bulmak için, solun Aleviler içinde güçlü olduğunu ve sağınsa Sünniler içinde güçlü olduğunu söyleyerek ülkeyi bir kaosa sürüklemenin çabası içindedirler. Tabii ki bu kaosun ideolojisini din temelinde -Türk-İslam sentezinin ırkçı ifadesi- oluşturmak istiyorlar.
Burada iki yönlü bir eleştiriye de yer vermekte fayda var. 0 da şudur: Alevileri “sol” ilan etme anlayışıdır. Alevileri sol gören sol anlayışlarla yine Alevileri sol ilan etmeye çalışan egemen ideolojiye söyleyecek sözümüz olmalı.
Sol, kendi terminolojisi ile daha toplumlar tarihinde kendini açık seçik ifade etmeden önce 1400 yıllık tarihiyle Alevilik tarihte yerini almıştır. 1789’da tam anlamıyla sol kavramlarla tanışmaya başladığımızda Alevilik neredeyse bin yaşını çoktan doldurmuştu. Tabiî ki sol kavramların 1789’da ortaya çıkmasıyla da bu iki kavram birbirinden kopuk ve tanışmamışlardı. Türkiye’de bulunan Alevi kitleleri sol kavramı ve solla 1960’ta tanışmıştır. Ülkemizde Alevilerin sola kendilerini yakın görmelerinin somut tarihi gerçekliği söz konusudur. O da şudur: Alevi kesimi İslamı yorumlarken özgürce davranamamış, hareket edememiştir. Bu anlamıyla da olsa ülkemizde solun genel özgürlük ve demokrasi mücadelesine kendisini yakın hissetmiştir. Alevilere baskı genel anlamıyla sağdan geldiği için Aleviler sola yakın olmuşlardır. Yoksa Türkiye genel anlamıyla özgür bir ülke olsa ve insanlar kendilerini, inançlarını, fikirlerini açıkça ifade edebilse idiler, Aleviler ne solu kendilerine yakın bulurlar ne de sağı. Onlar açıkçası özgürlüklerin yanında yer alırlardı.
Aleviliği siyasi bir doktrin etrafında örgütlü olarak görmemek gerekir. Siyasi bir düşünce olmaktan ziyade dinsel bir inancın ve kültürün adıdır.
Ateistlikse Alevilik için geçerli değildir. Tanrının kavramsal içeriğini vahdeti vücut ve vahdet-i mevcut kavramları oluşturmaktadır. Uzatmayalım, kısaca ifade edersek Alevilik İslam dini içinde özgürlük arayışından doğmuş ve bir tasavvuf felsefesi olarak gelişmiştir.
Alevilik soldur düşüncesine karşı sormak lazım Şiilik ve Sünnilik sağ mıdır?
Doğaldır ki, aynı şekilde oyunu sağ bir partiye vermiş biri, Alevi olmaktan çıkmaz. Alevilerin bir bütün olarak demokrasiden yana olduklarını düşünebiliriz. Fakat Alevilik aynı şekilde demokrasi mücadelesi değildir. Yoksa demokratik hakların elde edildiği bir dönemde, demokrasi mücadelesine gerek duymadığımız bir dönemde Alevilik de ortadan kalkacak mı? Tabii ki bu doğru olmaz.
Alevilik soldur diyen anlayış, hangi cepheden olursa olsun Aleviliğin hangi solu temsil ettiğini de açmak durumundadır. Alevilik sağ da olabilir, sol da, bunların ikisine de ihtiyaç duymayabilir ve bunların dışında bir şey de olabilir. Alevilik sağ ve sol olmadan nasıl bugüne kadar gelmiş ve 1400 yıllık tarihini korumuşsa bugün de kendi kavramlarıyla sağa ve sola ihtiyaç duymadan kendini koruyabilir ve kendi terminolojisini değişen koşullara göre üretip yenileyebilir. Aleviliğin bu anlamda sağına soluna yeni kavramlar eklemenin de bu topluma kazandıracağı yeni şeyler yoktur. Tekrarlayalım Alevilik İslam dininin pratik sorunlarındaki görüş ayrılıklarından doğmuştur. Alevilik dışında kalan mezhepler dinsel geleneklere sıkıca sarılmışlardır. Fakat Alevilik ve onun içinde gelişen Bektaşilik, bu kuralları yumuşatmak istemiştir. Daha doğrusu dini dünyalaştırıp, ona toplumsal bir içerik vermek istemişlerdir. Bu anlamda Alevilik, Aleviliktir. Bundan başkaca bir şey değildir. Bu bahsi kapatalım. Umarız bu anlatım tarzımızla kendilerini Alevi devrimci olarak görenlerin bir soru işareti oluşur kafalarında. (Ne anlama geliyorsa Alevi devrimciliği?).
Tabii ki bu satırları yazmamızın nedeni başta da belirttiğimiz gibi birincisi egemen ideolojinin kendisine ve içimizdeki yanlış anlamalara neden olabilecek sol söylemlere yöneliktir. Yoksa sorunu sadece egemen ideolojinin ortaya koyduğu biçimiyle ele aldığımızda, sorunun kendisi basit bir Alevi-Sünni çelişkisinin ötesindedir, sınıf mücadelesinin ve Kürt halkının genel çıkarları açısından tehlikeli boyutlara taşınmak isteniyor.
Bizlerin, oynanmak istenen bu oyuna karşı somut politikamız ve bu politikayı yaygınlaştıracak araçları yaratmamız gerekmektedir. Sorunun kendisini ve tırmandırılmak istenen boyutunu var olan araç ve ilişkilerimizle (demokratik kitle örgütleri, dernekler, mesleki örgütlenmeler, panellerle, bültenlerle, dergilerle) teşhir edip doğru olanı yerine koyabilmeliyiz.
Sömürücü toplumların egemen sınıfları, dini, sınıfsal çıkarları doğrultusunda hep kullana-gelmişlerdir. Egemen sınıfların ve çıkarların değişmiş olması dinsel yorum ve uygulamaları da değişime uğratmıştır. Dinler pek çok mezhep doğurmuşlardır. Ne var ki, en saf dinsel bölünmelerin altında bile maddi bir çıkar çatışması vardır. Mezhep kurucularını sapkınlıkla suçlamak ise dini otoritenin görevidir. Bilimsel sosyalizm dinleri birbiriyle kıyaslayıp birini (göreceli olsa bile) diğerinden üstün görmez, dinleri bir bütün olarak reddeder.
Dinleri birbiriyle kıyaslayıp birini daha olumlu görmek dinci idealist bir tutumdur. Tam da bu noktada Alevi-Sünni ayrımının tarihsel kökenine kısaca bakmalıyız.
SORUNUN TARİHSEL BOYUTU VE Şİİ-SÜNNİ AYRIMININ DOĞUŞU
Hz. Muhammed’in ölümünden sonra İslam dini içerisinde başlıca iki büyük mezhep ortaya çıkmıştır. Bu ise peygamberin yetkilerinin hangi şekilde ve kimler tarafından üstlenileceği sorununda belirginlik kazanmıştır. Bu yaklaşımdan çıkan tablo, özü itibarıyla, siyasi iktidarın ele geçirilmesi ve kimler tarafından nasıl kullanılacağı sorunudur.
İslam dini “dört halife dönemi” boyunca gerek Muhammed’in yakın arkadaşları, gerekse akraba çevresinin liderlik sorununda izledikleri şiddet yanlısı politikalar sonucu, sorunun kendisi bir tür iç savaş durumuna getirilmiş ve bu atmosfer ortamında Şiî-Sünni ayrışmasının doğal sonucu ortaya çıkmıştır.
“Dört Halife Dönemi”nde İslam toplumuna liderlik edecek kişinin seçilmesinde ve belirlenmesinde izlenen yol ve yöntemler, düşünceler ve önerilerle tutumlar tarihi süreç içerisinde birbirinden farklı siyasal iktidar modellerinin haklılaştırılmasında gerekçeleri teşkil etmiştir.
Şiilik, Arapça yandaş anlamına gelmektedir ve Ali’nin yandaşları anlamında kullanılır. Hepimiz tarihi kaynaklardan öğrendiğimiz biçimiyle biliriz ki, Şiiliğin kurucusu olan Ali, İslam dininin peygamberi olan Muhammed’in akrabası ve damadıdır. Bu yakınlıktan hareketle Ali ve Ali’nin yandaşlarının iddiası Muhammed ölmeden önce yerine geçecek kişiyi Ali olarak belirlediği iddiasıdır. Bu belirlemeninse bir ilahi vasiyet yönünün olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ali’nin yandaşlarına göre tartışmasız İslam toplumunun liderliği ve yöneticiliği ancak peygamber soyundan gelenlerin hakkıdır.
Muhammed öldükten sonra yerine Ebu Bekir ilk halifeliğe bir tür seçimle atandı. (632-34) Ali’nin halifelik hakkını dile getirmesine rağmen bu sonuç değişmedi. Tabii ki, Ali, Ebu Bekir’in iktidarı döneminde İslam’ın çıkarları açısından aksi bir yönde tavır belirlemedi. Yönetimi meşru saymamakla birlikte karşı da çıkmadı. Tabii, bu durum benzer bir biçimde yönetimde bulunan Ebu Bekir için de geçerlidir. Ebu Bekir de, İslam’ın bölünmemesi için varolan sorunları ve çelişkileri keskinleştirmedi. Bu tavrı temellendiren kaygılarla Ali ve yandaşlarını karşısına almadı. Ebu Bekir’in halifeliği döneminde atama yoluyla halife seçme şekli gelişmiştir. Zaten Ebu Bekir’in ölmeden önce yerine açık bir şekilde Ömer’i ataması da bu savı doğrulamaktadır. Bu kez de atama yoluyla Ömer halife seçilmişti. İktidar kavgası bu dönemlerde de çeşitli biçimlerde kendini devam ettirmiştir. Ömer, halifeliği döneminde nasıl ve kimler tarafından öldürüldüğü bilinmeden yerini Osman’a bırakmıştır. Fakat Osman’ın seçilmesi Ebu Bekir’in Ömer’i yerine atadığı biçimiyle olmamıştır. Osman’ın halifeliğe seçilmesi bir tür “yaşlılar kurulu” tarafından gerçekleşmiştir. Osman’ın da öldürülmesiyle belirli bir otorite boşluğu oluşmuştur. Zaten boşalan bu makamın meşru sahibi olduğunu iddia eden Ali, Osman’dan sonra halife seçilmiştir. Ali’nin halifelik dönemi (656-61) beş yıllık gibi kısa bir dönemi kapsar. Bu dönem de özü itibarıyla çatışmalarla geçmiştir. Ali de düşüncelerini kurumsallaştıramadan bir tür siyasi cinayete uğramıştır.
“Dört Halife” döneminden sonra İslam tarihine bir bütün olarak baktığımızda İslam devletinin etkinliğini yitirdiğini ve kendisini Halife ilan eden Muaviye ile birlikte Emevi devletinin (hanedanlığının) kurulduğunu görürüz. Artık siyasal iktidar Emevilere geçmiştir. Bu dönemde Şiiler iktidar tarafından dışlanmış ve bir azınlık olarak görülüp iktidar sürecinden tamamen dışlanmışlardır. Bu durum Şiilikte “imamlık” doktrininin gelişmesine neden olmuştur.
Bu dönemin temel çelişkisi yine iktidar sorunu olmuştur. Makamın peygamber soyundan gelen Ali ve onun oğullarına ait olduğunu iddia eden Şiiler bu dönemde kendi liderlerini Ali’nin oğullarından önce Hasan’ı sonra da Hüseyin’i görmüşlerdir. Tek meşru otoritenin temsilcisi olarak ikisini tanımışlardır. Şii-Sünni ayrımı özellikle siyasi iktidarın meşruluğu ve gayrimeşruluğu noktasında odaklandı. Şiiler özellikle son iki halifenin -Ömer ve Osman- bu makamı haksız yere ellerinde tuttuklarını iddia ederek, bugüne kadar varolan siyasi iktidarları 650’lerden sonra gayrimeşru ilan etme tarzında siyasal görüşlerini geliştirdiler.
Sünni siyasal iktidarlara karşı Şiilerin yönelttiği eleştiriler üç noktada toplanmaktadır.
1) Bütün Sünni yönetim ve yöneticiler aslında İslam’ın temel ilkelerine uymamışlardır.
2) Şeriat dışı yasa ve uygulamalara sürekli başvurmuşlardır.
3) İslam dünyasının bölünmesine yol açmışlardır.
Tarihte Şii-Sünni çatışmasının en kanlı boyutu Kerbela’da Ali’nin küçük oğlu Hüseyin’in ailesinin ve yandaşlarının toptan öldürülmesiyle kendini göstermektedir. Emevi halifesi Yezit’e tabi olmaktansa, otoriteyi tanımayıp ölümü seçmiştir Hüseyin. Şiilerin tarihinde bu olay doğruyu göstermesi açısından önemli olaylardandır. Hüseyin’in ölümü Şii ideolojisinde belirli bir dönüşüm rolü oynamıştır. Bu döneme kadar Şii siyasal doktrininde önemli yer tutan iki noktaya değinmek gerekir. Bunlardan birincisi doğru bir anlayışla doğru bir siyasal otoritenin hayata geçirilmesi sorunudur. Bunun çözümünü ise Ali’nin kısa süren halifelik döneminde aramaktadırlar, ikincisi ise meşru bir otoritenin olmaması halinde ne yapılması gerektiğidir. Bu sorun Şii siyasal doktrinin en can alıcı ve en tartışmalı alanıdır. Bu sorunun çözümü bir yandan temel Şii ilkeler korunarak mevcut siyasal iktidara uyumdan diğer yandan açıkça İslami ilkelerin çiğnendiği bir zulüm yönetimine karşı ölümü göze alıp savaşmaya kadar gidebilmekteydi.
Alevilik konusunda da bir bütün olarak egemen ideoloji tüm kurum ve kuruluşlarıyla gerçekliği saptırmak için çaba sarf ediyor. Tekrar anlattıklarımızın devamı niteliğinde ve Alevi sorununu tarihselliği içinde gördüğümüz oranda şunları söylemek fazlalık olmasa gerek:
Alevilik, İslam dininin başlı başına kendisi olmamakla birlikte İslam dininin farklı bir versiyonu ve farklı bir uygulamasıdır. Alevilik bir anlamda muhalefetteki dindir. Aleviliğin ideolojik gıdasını İslam dininin kendisi oluşturur. Aynı ideoloji süreç içerisinde kendi bağrında kendini eleştiren kendisini farklı bir yoruma tabi tutan anlayışı çıkarmıştır.
İslam dininin bir özelliği Ortodoks dinlere dâhil olmasıdır. Bu anlamıyla da Alevilik Heterodoks dinsel inancı temsil etmektedir. Yani evrensel olmaları temel özelliktir. Bir Hıristiyan heterodoks inancı olan Bogomil’liği Alevi-Bektaşilikle yan yana durabilir. Fakat aynı özelliği cami-kilise ilişkisinde göremeyiz.
Kısacası Alevilik, geleneği ve göreneği ile inanış sistemiyle bir kültürdür. Aleviliği bu anlamıyla sağa sola çekiştirmenin anlamı da yoktur.
SON SÖZ YERİNE
Tekrar belirtelim ki, devrimciler, dinin kişilerin sadece kendilerini ilgilendiren bir özel sorun olarak ele alınmasını savunurlar. Herkes, istediği dine ve mezhebe inanmakta tamamen serbest olmalı, devlet kişilere dini inanışları nedeniyle hiçbir baskı ve zorlamada bulunmamalıdır.
Nüfus cüzdanlarında ve her çeşit kayıtlarda kişilerin dinleri ve mezhepleri ile ilgili kayıt bulunmamalıdır.
Biz devrimciler din konusunda kesinlikle özgürlükten yanayız ve halk arasında dini inançları ve mezhep ayrılıkları nedeniyle herhangi bir ayrım yapılmasına karşıyız. Sömürücü sınıflar ise dini halkı uyutma ve istismar etme konusu olarak görürler. Faşistler de bir yandan halktan topladıkları haraçlarla içki-kumar-kadın peşinde her türlü ahlaksızlığı yaparken, diğer yandan da, halkın dini duygularını istismar etmek için her türlü sahtekârlığa başvururlar.
Bugün sömürücü sınıflar halk arasında mezhep ayrılıklarını ve çatışmalarını kışkırtmak istiyorlar. Bu şekilde emekçi halkı bölerek birbirine düşürmek ve Kürt halkının özgürlük mücadelesinin önünde din yollu bir blok oluşturup, sınıfın ve mazlum halkın sömürülmesine, ezilip yok olmasına çaba sarf edilmektedir.
Devrimciler halk içinde kesinlikle ikinci veya üçüncü dereceden çelişkilerin çıkarılmasına karşı olmalıdırlar. Burjuvazi bu çelişkileri bilinçli olarak çıkartmaktadır.
Devrimciler, din temelindeki bir çelişkinin bugün için sınıf mücadelesinin ve Kürt halk muhalefetinin önüne geçirilmesinin handikaplarını bugünden görmek durumundadırlar. Devrimciler dün olduğu gibi bugün de mezhep temelindeki (Alevi-Sünni) çatışmalarının çıkarılmasına kesinlikle karşı çıkmalıdır.
Bu, sınıf bilincinin gereği ile hareket etmenin somut bir ifadesidir.
KAYNAKÇA
Bu çalışma bir derlemenin ürünü olup, yararlanılan kaynaklar aşağıda belirtilmektedir.
1) Server Tanilli, Nasıl Bir Eğitim İstiyoruz
2) Komünizm ve İnsanlık Değerleri, M. Cornforth
3) Din, Siyaset ve Kadın, Serpil Üşür
4) Proletarya Kültürü (Yar Yayınları)
5) Dinin Eleştirisi mi, Kürt İslam sentezi mi? (Yar Yayınları)
6) Materyalist Felsefe Sözlüğü
7) Özel Çalışma Notları
Eylül 1993