Sosyal Adalet Tartışmalarında Manipülasyon ve Gerçekler

Rakamların, istatistiklerin ideolojinin esiri olmadığını, gerçekleri ifade ettiğini düşünenler, sosyal olayları matematikle konuşmayı tercih ederler. Bu düşüncenin sahiplerine göre, üretim, bölüşüm, tüketim meseleleriyle ilgilenen iktisat bilimine matematik ne kadar nüfuz ederse, ideoloji bu bilim dalından o kadar uzaklaşır. Böyle düşünenler için rakamlar, istatistikler, ispatlanabilirlik kutsal bir öneme sahiptir.

Oysa rakamlar, istatistikler ideolojik içeriğe de sahiptirler. Gösterdikleri kadar saklarlar da… “Objektif” kuralları olduğu iddia edilen rakamlar, düşünce süreçlerini rahatlıkla tutsak alabilirler. Liberal iktisatçıların, ideolojilerden arınmış, tamamen objektif bilim yaptıklarını iddia etmeleri ya da öyle sanmalarına rağmen son derece ideolojik bir yaklaşım sergilemeleri de bundandır.

Rakamların tek gerçek olduğu yutturmacasına hükümet yetkilileri sık sık başvuruyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ulusa sesleniş konuşmalarında, partisinin kongrelerinde, demeçlerinde rakamlarla güzel tablolar çizme örneklerine rastlanıyor. Söz konusu yönteme son başvuran, 17 Nisan 2006 tarihinde makro ekonomik gelişmeler konusunda Hazine Müsteşarlığı’nda basın toplantısı düzenleyen Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Ali Babacan oldu. İşin gerçeklerinin göstergelerde gizli olduğunu söyleyen Babacan şunları söyledi: “Türkiye ekonomisindeki bunca iyi gelişmeye rağmen, ardı arkasına rekor rakamlar açıklanırken, kendi yatırımcımız Türkiye’ye rekor seviyede yatırım yaparken, dünyanın dev firmaları gelip, Türkiye’yi yatırım yeri olarak belirlerken, habire olumsuzluk pompalayanlar, habire ‘bir şeyler kötü gidiyor, bir şeyler olacak’ diyenler, bunu yaparken de adeta temsil ettikleri kitlelerin sözcüsüymüş gibi konuları sunanlar, Türkiye’ye kötülük yapıyorlar.

Rakamlara göre, ülke ekonomisinin durumu oldukça iyi. Hemen şu soruları sormak gerekir: Bu rakamlar kimin için iyi? Ekonomiyi Borsa’dan, faizden, döviz kurundan ibaret sayanlar için iyi olan bu göstergeler emekçiler için de iyi mi? Borsa, faiz, döviz kuru temelde ideolojik kavramlardır. Sınıfsal içerikleri vardır. İşleyişleriyle de sınıfsal bir işlevi yerine getirirler. Sınıfsal işlevlerini yerine getirirken emekçileri ne hale getiriyorlar acaba?

Bu sorulara cevaplar bazı ekonomi yazarlarınca verildi. Yazılarda, emekçiler için de işlerin iyi gittiği iddiaları ortaya atıldı. İddianın sahiplerine göre, gelir eşitsizliği azalıyor, orta sınıflar canlanıyor. Gelir eşitsizliğini ölçen Gini* katsayısı düşüyormuş, söz konusu düşme, gelir eşitsizliğinin azalması anlamına geliyormuş. Gelir eşitsizliğinin düzelme yönünde olmasını da şöyle özetliyorlar: “AKP döneminde düşen enflasyon, düşen reel faizler ve yüksek büyüme gibi gelişmelerin gelir eşitsizliğini azaltıcı etki yapmış olması ihtimal dahilinde. Buna karşılık, eşitsizliği doğrudan azaltan sosyal politikaları da hatırlatmakta yarar var. Son iki yılda emekli maaşlarında ve asgari ücrette yaklaşık yüzde 30 reel artış gerçekleşti. Ayni yardımlarda belirgin artışlar oldu. Keza Yardımlaşma ve Dayanışma Fonu’ndan, Dünya Bankası’nın katkılarıyla, 2004’te yaklaşık bir milyon kişiye çeşitli nakdi yardımlar yapıldı. Anketlerde AKP oy desteğinin yüzde 35’in altına düşmemesini şaşırtıcı bulanlar var. Gelir eşitsizliğindeki iyileşmeler dikkate alınırsa, anket tahminlerinin pek de o kadar şaşırtıcı olmayabileceği söylenebilir.

Gelir dağılımında bir düzelme, sosyal adalette bir iyileşme olduğu iddiaları doğru mudur? Sermayenin “rekabet ve verimlilik” söylemleriyle emek sömürüsünü yoğunlaştırdığı, işçileri, tarım kesimini, hatta küçük sermaye çevrelerini baskıladığı, “Türkiye’nin kendi Çin’ini yaratması gerektiği”nin vurgulandığı bir dönemde mi gerçekleşti sosyal adalet! Türkiye’de yaşananlara ilişkin “inandırıcı” gelmeyen iddiaların dayandığı matematik temele yakından bakılmalı.

 

GELİR DAĞILIMI DÜZELİYOR MU?

Gelir dağılımının düzeldiğini iddia edenlerin yöntemi şöyle: Hane gelirini, haneyi oluşturan fert sayısına bölüyorlar. Haneler arası kıyaslama yapıyorlar. Örneğin 800 birim gelir elde eden 4 kişilik ailenin fert başına geliri 200 birim. Bu bölmede bir sorun var. Örneğin 100 birim gelir elde eden iki kişilik ve 150 birim gelir elde eden üç kişilik iki hane olsun. Her iki hanenin fert başına düşen geliri 50 birim. Oysa, üç kişilik hanenin gerçek geliri diğerine kıyasla daha yüksektir. Çünkü, konut, elektrik, ısınma gibi ortak tüketim harcamaları hane büyüklüğü ile aynı oranda artmazlar. Örneğin bir oturma salonunu aydınlatan ampul, 3 kişi de, 5 kişi de olsa aynı elektriği yakıyor. Buzdolabı, televizyon gibi eşyaların yaktığı elektrik, kişi sayısına göre değişmiyor. Dolayısıyla bireysel gelirleri, hane büyüklüğüne göre düzeltmek gerekir. Ya da çocuklar, yetişkinlere göre daha az tüketirler. Bu nedenle, hanelerin yetişkin-çocuk bileşimlerine göre de, düzeltme yapmak gerekir.

Nitekim hesaplarda bireysel gelirler, istatistiksel tekniklerle, yukarıda saydığımız sorunlardan arındırılıyorlar. Birçok iktisatçı, en adil, en gerçekçi hesaplamanın bu olduğunu düşünüyor. Bu yönteme Gini hesabı adı veriliyor. Bakılınca, en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş, iyi bir hesap izlenimi veriyor.

Sözde adaletli ölçümün “traji-komik” örnekleri var. Bu hesaba göre, ekonominin kriz yaşanan dönemlerde, dünyada hemen her ülkede gelir dağılımının düzeldiği görülüyor. Yani kriz dönemlerinde üretim azaldığı, insanlar işsiz kaldığı ve perişan olduğu halde, pasta küçüldüğü için, paylaşım daha eşit oluyor. Bu hesapla, 2002 yılında, nüfusun yüzde 90’ının üzerinden silindir gibi geçen ekonomik kriz sonrası, yüzbinlerce insan işsiz kalırken, onbinlerce esnaf kepenk kapatırken, büyük çoğunluk fakirlik ortak paydasında buluştuğu için, gelir dağılımındaki eşitsizlik azaldı. Nasıl hesap ama!

Türkiye ekonomisinin yarısından fazlası (yüzde 52) kayıt dışı. Hükümetin ekonomiden sorumlu bakanları, Meclis’te bu gerçeği dillendiriyorlar. Kayıt dışı ekonominin bu kadar büyük olduğu bir ülkede, ne dar gelirlinin ne de orta-üst sınıfların gerçek durumunu kayıtlara dayanılarak oluşturan istatistiklerden anlamak olanaklıdır. Bu istatistiklere ve matematik verilere bakarak sosyal durum tespiti yapamayız. Gini’yle ancak kandırılabiliriz. Dahası, kavramların ideolojik içeriğine en iyi örnek ‘Gini katsayısı’nda bulunabilir.

 

RAKAMLARDAKİ ÇİFTÇİ, ESNAF, MEMUR

“Büyüme, enflasyon, ihracat gibi makro ekonomik göstergeler iyileşiyor, ama halka bunlar yansımıyor” eleştirilerine, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dan yanıt geldi. Başbakan, 24 Şubat 2001 krizinin 5. yıldönümünde yaptığı “Ulusa Sesleniş”** konuşmasında, iddialı bir çıkış yaptı: “Bu dönemde sadece makro ekonomik rakamlarda değil, çiftçimizin, işçimizin, esnafımızın durumunda da gözle görünür iyileşmeler olmuştur.

Başbakan, işçinin, memurun, esnafın alım gücünün arttığını rakamlarla bir bir ortaya koyuyor.

Göreve geldiğimiz günden itibaren, çalışanlarımızı enflasyona ezdirmemek için, maaşlarında enflasyon oranının üzerinde artışlar gerçekleştirerek, alım güçlerinde önemli iyileştirmeler sağladık. Üç yıl içinde en düşük maaşlı memurumuzun maaşında yüzde 85, kamu işçimizin maaşında ise yüzde 55 oranında artış kaydedilmiştir. 14. derecenin 2. kademesindeki bir memurumuz, maaşıyla 2002 yılı sonunda 100 kg beyaz peynir, 128 litre ayçiçek yağı, 17 adet mutfak tüpü alabiliyordu. 2005 sonu itibariyle aynı memurumuz maaşıyla 120 kg beyaz peynir, 200 litre ayçiçek yağı, 21 adet mutfak tüpü alabiliyor.

Beyaz peynirin fiyatı, en önemli girdisi olan sütün fiyatı düşük tutulmuş, işçi ücretleri baskılanmışsa elbetteki düşer. Ziraat Odaları, ziraat mühendisleri ve üretici sendikasının hesabına göre maliyeti 600 bin lirayı bulan ayçiçeği, 485 bin liradan satıldı. Ayçiçek yağının fiyatı, hammaddesi olan ayçiçeğini, üretici iki yıl önceki fiyattan satamıyorsa, tabii ki geriler. Başbakan’ın alım gücünü artırdık diye övündüğü durum, tarım kesimine ve işçilere ödettirilen faturanın sonucudur. Bu, Başbakan Erdoğan’ın övünebileceği bir sonuç değildir.

Seçilen ürüne göre yanılsama yaratılabilir. Emekçilerin durumunu anlamak için, başka bir noktadan bakmak gerekir. 2001 krizinde dibe vuran Türkiye ekonomisiyle ilgili birçok gösterge, izleyen yıllarda, kriz öncesinin oldukça üzerinde bir noktaya yükseldi. Reel ücretler ise, hâlâ kriz öncesinin ve kriz yılının altında kalmaya devam ediyor. Türkiye İstatistik Kurumu’nun, ücretlerin 1987 yılındaki düzeyini 100 kabul ederek oluşturduğu imalat sanayii reel ücret endeksi, 2000 yılında 111.3 düzeyinde bulunuyordu. Yani yaklaşık yüzde 11 artmış görünüyordu. 2001 yılında 95.1’e geriledikten sonra, düşmeye devam eden reel ücret düzeyi, 2002 yılında 90’a, 2003 yılında ise 88.3’e kadar indi. 2004 yılında nispi bir toparlanmayla 90.4’e yükselen reel ücret endeksi geçen yıl ile 92.3 oldu. Son iki yıldaki toparlanmaya rağmen, reel ücretler, 2001 yılındaki düzeyine bile ulaşamadı. Yani imalat sanayi sektöründe çalışan işçilerin 2005 yılındaki reel ücretleri, 2000 yılındaki düzeyinin yüzde 17 altında seyrediyor.

Başbakan hiç bahsetmese de, aynı dönemde sömürü kat be arttı. Reel ücretlerin eridiği 2000-2005 yılları arasında, imalat sanayi sektöründe çalışan başına verimlilik, yaklaşık yüzde 35 arttı. 2000-2005 yılları arasında, imalat sanayiinde çalışanların sayısı yüzde 5 azaldı. İşçi sayısındaki azalmaya rağmen, üretimde yüzde 27’lik bir artış oldu. İhracat ise, yüzde 130 büyüdü. Böyle bir tablo karşısında, adaletli bir sosyal iyileşmeden bahsedebilmek mümkün değil.

Yukarıda verdiğimiz imalat sanayii verileri, sadece özel sektör ele alındığında, çok daha kötü bir hal alıyor. Özel sektör işçilerinin reel ücretlerindeki azalma eğilimi devam ediyor. İstatistik Kurumu’nun son açıklamalarına göre, geçen yılın dördüncü üç aylık döneminde, özel sektördeki işçilerin reel ücretleri yüzde 0.1 azaldı. Resmi rakamlara gerek yok aslında. Taşeron uygulamasının hızla yaygınlaştığı üretim sisteminde reel ücretlerin azalması doğaldır! Taşeronluk esir tüccarlığa dönüştü. Sendikalı işçi çalıştırmak istemeyen, işçinin ek ödeme “yükünden”, kıdem tazminatından kurtulmak isteyen işyeri, taşeron kullanıyor.

Çünkü taşeron, sigortasız işçi çalıştırıyor. Taşeron, istediğinde, işçiyi kapının önüne koyuyor. Yok pahasına, karın tokluğuna işçi çalıştırabiliyor. Çalışanların yüzde 49.8’inin kayıt dışı olduğunu herhalde Başbakan da biliyordur.

Başbakan övünüyor: “2002 yılında 184 milyon TL olan asgari ücret, bugün yüzde 107 oranında bir artışla 380 milyon TL’ye, yani 380 YTL’ye yükselmiştir. Ortalama net asgari ücretle 2002 yılında bunun mukayesesini özellikle hanım kardeşlerimin yapmasını çok önemsiyorum… Burada somut bazı örnekler vermek istiyorum ve nereden nereye geldiğimizi görme bakımından bunlar çok önemli. Bakınız, 2002’nin asgari ücreti ile 187 kg ekmek, 172 kg makarna, 69 kg tavuk eti, 1.445 tane yumurta, 126 kg toz şeker, 29 kg çay alınabiliyordu. Bugün asgari ücret sahibi vatandaşlarımız ellerine geçen parayla 320 kg ekmek, 337 kg makarna, 144 kg tavuk eti, 3.459 tane yumurta, 185 kg toz şeker, ve 47 kg çay alabilmektedirler.

Başbakan’a “…ekmek fiyatları son yıllarda hiç artmadı, tavuk eti kıyaslaması yaptığınız dönemde tavuk gribi dolayısıyla fiyatlar düşüktü. Şimdi veriler değişti” filan denebilir. Fakat bu yöntem, meseleyi, Başbakan’ın çektiği, tek tek ürünler üzerinden tartışma zeminine götürür. Zemin yanlıştır. Temel gıda maddelerinin tümü değerlendirmeye alınmalıdır. Açlık ve yoksulluk sınırı verilerinden hareket edilirse, temel gıda maddeleri dikkate alınmış olur. Çünkü asgari gıda harcaması (Açlık Sınırı), 4 kişilik bir ailenin asgari mutfak giderlerini kapsamaktadır. Açlık sınırı, çalışan, eşi, (0-6) ve (6-15) yaş gruplarından iki çocuğun Dünya Sağlık Örgütü’nün belirlediği asgari kalori miktarı dikkate alınarak yapacakları beslenme harcamalarıyla tespit edilir.

Türk-İş Araştırma Merkezi, düzenli olarak her ay açlık ve yoksulluk sınırını açıklıyor. 4 kişilik bir aile için, Türk-İş Nisan 2002 açlık sınırı 325 milyon, yoksulluk sınırı 987 milyondur. Türk-İş Araştırma Merkezi’ne göre, geçtiğimiz Mart ayında, 4 kişilik ailenin açlık sınırı 569, yoksulluk sınırı ise bin 854 YTL’ye çıktı. Başbakanın ‘asgari ücreti çok iyi artırdık’ diye övündüğü dönemde, açlık ve yoksulluk sınırının da, asgari ücrete yakın bir oranda arttığı görülüyor. Kısaca, dar ve sabit gelirlinin geçim koşullarında kalıcı bir iyileşme yaşanmadığı gibi, açlık ve yoksulluk kalıcı hala gelmiş.

Başbakan, çiftçinin de iyi durumda olduğunu iddia ediyor. Oysa, işsizlik rakamlarının büyük çıkması karşısında, bazı kesimler şu açıklamayı getirmişti: “Türkiye hızlı bir büyüme içinde. Büyümeye rağmen istihdamda yeterli derecede artış sağlayamıyor. Çünkü, ekonomik büyümeyle beraber tarım sektörünün milli gelir içindeki payı küçülüyor. Tarımdan kopan işgücü fazlası tarım-dışı sektörlere akıyor. Ancak sanayi yüksek işgücü arzı nedeniyle tarımdan kopanlara istihdam yaratmıyor. İşsizlik de azalmıyor.

Yapılan tespitin “tarımdan kopuş olduğu” kısmına neredeyse herkes katılıyor. İşsizliğin sebebinin bu kopuş olduğu tespitine ise, katılmak mümkün değil. Çünkü ülke sanayisi, ithalata bağımlılığının hızla artması, uluslararası tekellerin taşeronu durumuna düşmesi yönünde bir dönüşüm yaşıyor. Böylesi bir dönüşüm içinde, ülke sanayisinin gerekli istihdamı sağlaması imkansız. Hal böyle olunca, işsizlik de, ister istemez kronik bir hal alıyor. Tarımdan kopuşla ilgili değil.

Tarımdaki duruma gelince… Milli gelirin ülke nüfusuna bölünmesiyle elde edilen kişi başı gelire bakalım. 1998 yılında kişi başına geliri 100.0 varsayarsak, 8 yıl boyunca, 2 yıl küçülme ve 6 yıl büyüme sonucu, 2005 yılı sonunda, kişi başı gelir 110.3 oldu. Yani 8 yılda ülke insanının kişi başı geliri, sadece yüzde 10.3 oranında artabildi. Bu, yıllık kişi başı gelirde ortalama yüzde 1.3 oranında artış demek. 1998’den bu yana tarımdaki büyüme ve küçülmeleri alt alta koyduğumuzda, durum çok daha vahim. 8 yıllık toplam, tarım kesiminin kişi başı gelirinin hiç büyümemiş olduğunu gösteriyor. Sonuç ortada: Üreticiler daha da yoksullaşıyor. Enflasyon tek haneli rakamlara inerken, tarım kesimi girdi fiyatları, yüzde 20 ile 60 arasında arttı. Ürün fiyatları ise, 2004’e oranla düştü. Kırsal kesimdeki aileler daha da yoksullaştı. Kırsal kesimde en alt dilimde olan yüzde 20’lik nüfusun toplam gelirden aldığı pay, yüzde 6.3’e geriledi. Gerçek budur.

SAAT MİSALİ BEYAZ EŞYA…

Başbakan ekonominin iyiye gittiğini açıklamak için sık sık beyaz eşya satış ve fiyatlarına ilişkin bilgi vermeye başladı: “Geçen üç yıl içinde hem beyaz eşya satışları arttı, hem de fiyatlar önemli ölçüde azaldı. Yani bu buzdolabında var, bu çamaşır makinesinde var vs. Aynı şekilde televizyonlara geliyoruz. Televizyon fiyatlarında ciddi manada fiyatların düştüğünü görüyoruz. Bunlar da çok önemli, bu insanımızın ekonomiye olan güveninin arttığının açık bir ifadesi ve satışlar da bu derece artarken ortaya bir farklı gerçek daha çıkıyor. O da nedir? O da şudur. Demek ki benim vatandaşım imkan olarak şu anda daha iyi imkanlara sahip, ya evindeki bu tür beyaz eşyaları değiştiriyor, ya televizyonları değiştiriyor veyahutta evlenenlerin sayısı artıyor ve evlenenlerin sayısı ile birlikte de beyaz eşya satışları artıyor, televizyon satışları artıyor.

Başbakan burada doğru söylüyor. Beyaz eşya fiyatları, dövizin ucuzluğuna bağlı olarak, düşüyor. Sadece dışarıdan gelen malzemelerin düşüklüğü ile ilgili değil tabii ki… Beko’da, Vestel’de, Arçelik’te vb. işçi ücretleri de bir hayli düştü. Söz konusu düşüş, elbette, beyaz eşya fiyatlarına da yansıyor. Kredi kartlarına 24 aya varan taksitler de, elbette beyaz eşya tüketimini körüklüyor. Kredi kartlarının yanı sıra verilen tüketici kredileriyle birlikte, toplum borç batağına saplanmış durumda. 2002 Mart’ı sonunda, bankaların kullandırdığı tüketici kredileri ve kredi kartları, 50 milyar YTL’yi buldu. Merkez Bankası verilerine göre, tüketicilerin kredi kartı borçları, 18 milyar YTL. Bu kapsamdaki taksitli kredi kartı borçları 6.5 milyar YTL, taksitsiz borçlar ise, 12 milyar YTL. Bankaların, kredi kartlarından kaynaklanan batık alacakları hızla büyümeye devam ediyor. Bankaların batık kredi kartı alacaklarının toplamı, 31 Mart itibariyle, 1 milyar 505 milyon YTL’ye yükseldi. Böylece her 100 liralık kredi kartı alacağının 8.6 liralık kısmı da batık durumuna geldi. Yılın ilk iki aylık döneminde, 56 bin borcunu hiç ödemeyen, 2 bini gecikmeli olarak ödeyen, toplam 58 bin isim kara listeye alındı. Kredi kartı borcunu ödemediği ya da gecikmeli olarak ödediği gerekçesiyle kara listede bulunan isim sayısı ise, 707 bine kadar çıktı. Bankaların kara listesinde bulunan 700 bin insan. Hiç de iç açıcı değil. Beyaz eşyadaki kullanım oranının artması da iyi bir örnek değil. Bir dönem, saat, en lüks tüketim malıydı. Ama şimdi herkesin kolunda mevcut…

 

İNSANDAN SAYILMAYANLAR

Başbakan, ağır kriz şartlarının yükünü en fazla hisseden dar gelirli vatandaşları, hükümet olarak koruduklarını iddia ediyor. Kömür vb. sosyal yardım uygulamalarını da, iddiasının kanıtı olarak sunuyor. Başbakan’ın yoksullara yaklaşımında, AKP’nin gelenek ve mantığına uygun olan ianeci anlayış kendini gösteriyor: Yoksullara bütçeden pay ayırmak yerine, sorunu, ortaçağ yaklaşımıyla, zekat ve yardımla çözmeye çalışmak…

İktisatçı Mustafa Sönmez’in araştırmasına göre, sayıları 18 milyon olarak açıklanan yoksul nüfusa, 2005 bütçesinden, sadece yüzde 1’lik pay ayrılmış. Sönmez, yoksullara düşen yardımın, kişi başına ayda 10 YTL olduğunu hesapladı. Günde 4 doların altında gelirle gıda ve gıda dışı harcamalarını karşılamaya çalışan, Türkiye nüfusunun yüzde 26’sını oluşturan 18 milyon kişiye 10 YTL’yi reva gören AKP, bütçeden, milletvekillerine, 2005 yılında 53.3 milyon YTL’lik ödeme yaptı. Bu, sayıları 550 olan milletvekili başına, yılda, 100 bin YTL’ye yakın bir ödeme anlamına geliyor. Başbakan, yukarıda sıraladığımız “başarılarının”(!) temelini şöyle özetliyor: “Merkezine insanı alan, üretim, istihdam, yatırım, ihracat gibi bu kavramlara odaklanmış ekonomi politikalarımız…” Başbakan’ın “insanı merkezine alan” söylemi, liberal ideologların sıkça kullandığı, fakat kapitalizm koşullarında hayat bul(a)mayan bir temenninin ötesine geçmiyor. Düşünün! İşsizlik verileri hazırlanırken, 2 milyon insan, insan yerine konmuyor. Evet, 2 milyon insan, çalışabilecek durumda olmasına rağmen, ‘iş bulamam’ diye düşünüp iş aramadığı için, Türkiye İstatistik Kurumu’nun istatistiklerinde ‘işsiz’ kabul edilmeyerek, ‘umudu kırıklar’ grubunda değerlendiriliyor. Oysa, işten umudun kesilmesi, bir tercih değil, bir sonuç. Acı sonucun doğmasına yol açan kapitalist sistem, sonucun “kurbanları”nı insandan saymıyor.

İşsizlik hızla artıyor. Türkiye İstatistik Kurumu’nun son üç aylık dönemini kapsayan Ocak ayı işsizlik anketine göre, işsizlik oranı, yüzde 11.8’e yükseldi. Aynı dönemde (2005 Aralık-Ocak-Şubat) 102 bin kişi işsiz kaldı. Türkiye genelinde genç nüfus arasındaki işsizlik oranı ise, yüzde 22’yi buldu. 2005 Temmuzu’ndan beri, işsizlik, her ay istikrarlı bir şekilde artıyor. Hâlâ 10 milyon kişi kayıt dışında çalışıyor. İnsandan sayılmayan 2 milyon kişi ile, geçici işe sahip olduğu halde, işin niteliği gereği, bu dönem çalışmayanlar da eklenince, işsizlik oranı, 20,5’e çıkıyor…

 

NEYİN SONUCUNDA NASIL BİR TABLO!

Bir yandan dışa açılıp küresel sermayeyle birleşme, diğer yandan, sermayeler arası kıyasıya bir rekabet yaşanıyor. Rekabetin faturası işçi ücretlerine yansıtılıyor. Ücretler, çekilebilecek en alt sınıra çekilmeye çalışılıyor. Verimlilik artışını sağlamak için, en az işçiye en çok işi yaptırmanın tüm yolları deneniyor. Ucuz dövizin ithal girdi fiyatını ucuzlatması sonucu, ithal girdiye yönelen sanayiin “dışa” bağımlılığı gittikçe artıyor. İşçisi yoksul, dışa bağımlı, istihdam yaratamayan sanayi! Otomotivden beyaz eşyaya, tekstilden gıdaya, sanayiin birçok kolunda satışlar rekor kırıyor. Buna rağmen, birçok firma kapanma noktasına gelmiş durumda. Acımasız rekabet küçükleri vuruyor. Büyüme ve satış rekorlarına rağmen, sermaye, vergiden enerjiye, maliyetlerin düşürülmesini istiyor. Büyükler, daha iyi rekabet edebilmek, orta ve küçük sermaye temsilcileri ise, ayakta kalabilmek için…

Acımasız rekabet, küçük sermaye gruplarından emekçi sınıflara uzanan bir yelpazedekilerin ensesinde boza pişiriyor. Geride kalan bir avuç sermayedar ise, ancak, daha büyük olanlarla, uluslararası mali sermayeyle birleşerek yoluna devam edebiliyor. Süreç, daha olumluya değil, “Türkiye’nin kendi Çin’ini yaratması” tartışmalarına gidiyor. Süreç, tüm dünyada, acımasız rekabetin azaldığına değil, artığına işaret ediyor. Vahşi kapitalizmin acımasız rekabet çarkına düşmüş bir ülkede, Başbakan’ın “iyi tablo yaratma” çabası boşunadır. Rakamlar iyiye giderken, feryat edenlerin sayısı artıyor.

Piyasa kuralları bir fetiş haline getirildi. Objektif olduğu, genel geçerliliği olduğu iddia ediliyor. Piyasa kurallarının her topluma her zaman uygulanması tavsiye ediliyor. Eşitsiz gelişme yasalarına sahip kapitalist sistem içerisinde, her toplumda aynı sonucu doğuracak ekonomik kurallar mümkün müdür? “Kapitalizmin ne olduğu, nereden çıktığı, ne anlama geldiği ve nereye gittiği” sorularına cevap aramadan, sadece rakamlara bakarak, iyi ve kötü yorumu yapmak, yanılsamaya yol açar. Ve birçok kapitalist sistem savunucusu ekonomistin iddia ettiği gibi, objektif olduğu iddia edilen piyasanın, kendi işleyişi içinde, fakiri, güçsüzü, ezileni koruyacağı da yoktur. Korumak bir yana, tamamen tersi sonuçlar doğurur; piyasanın objektif işleyişi ve kuralları, emekçi sınıfları daha da ezer. “Piyasa kurallarının tam oturması ve zorunlu teknik olanlar dışında fazla müdahalede bulunmadan işletilmesi halinde uzun vadede zenginliğin oluşacağı, büyümenin sağlanacağı ve emekçi sınıfların durumunun da iyileşeceği” savı, umutları ötelemenin dışında işlev görmez ve tam bir aldatmaca olduğu pratikte kanıtlanmıştır.

Sonuç olarak, objektif olduğu iddia edilen bütün kavramlar, rakamlar, dengeler, istatistikler sadece bir araçtır. Sermaye, bu araçları kendi doğrultusunda kullanırken, Başbakan da halkı ikna etmeye çalışıyor.

 

—————-

DİPNOT

 

* Gini: Günümüzde gelir eşitsizliği, bireysel gelirler arasındaki farklardan yola çıkılarak ölçülüyor. Bu nedenle, hane düzeyinde toplanan gelirler, bireysel gelirlere dönüştürülmek zorunda. Bunun basit yolu, toplam hane gelirini, haneyi oluşturan fert sayısına bölmektir. Yani aile 5 kişilikse, ailenin geliri 5’e bölünerek, bireysel gelir bulunur. Ancak bu basit yöntemle yapılan ölçüm, yazı içerisinde değinildiği gibi, bazı sorunlar içeriyor. Bu nedenle, bireysel gelirler, “bireysel eşdeğer gelir ölçeği” tabir edilen istatistik tekniklerle “düzeltilmiş” gelirlere dönüştürülür. Hesaplar, bu düzeltilmiş gelirler üzerinden yapılır. Gini sıfır ise, mutlak adalet, Gini 1 değerini almışsa da, mutlak adaletsizlik olduğu varsayılır. Ölçümlerde 0 ile 1 arasında bir değer çıkar. Gini katsayısı 0.6 ise, bu, Gini’si 0.3 değerli bir dağılıma göre, iki misli adaletsizlik anlamına gelir. Marksist iktisatçıların dışında kalan iktisatçıların en çok kullandığı ölçüt, Gini ölçütüdür.

 

** Başbakan’ın yazıda alıntı yapılan konuşmasının tamamı “www.bbm.gov.tr” adresli Başbakanlık Basın Merkezi Resmi İnternet Sitesi’nde yer almaktadır.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑