avrupa birliği ve medyanın üniversite kuşatması

Batı kapitalizmi, özellikle 11 Eylül sonrası süreçte, zamanının ilerici olarak nitelenebilecek son kalıntılarıyla da hesaplaşma içerisinde. Avrupa Birliği, bir yandan ABD’nin başına buyruk hareketine sözde insanlık adına karşı dururken, bir yandan da “sosyal devlet” yerine yine ABD’nin başarıyla uyguladığı neo-liberalizmin polis devletini kendi koşullarına ve ihtiyaçlarına uygun olarak hayata geçirmeye çalışıyor. Emperyalist çekişmelerin Türkiye’deki yansımaları ise, ekonomiden dış politikaya kadar birçok alanda yapılan yeni düzenlemelerin yanı sıra, aylardır yatıp kalktığımız ve daha uzun bir müddet sürecek gibi gözüken AB tartışmaları ile ortaya çıkıyor.
XXI. yüzyılda yeniden ekonomik ve siyasi bir süper güç olarak varolma hesapları yapan, üstelik aydınlanmadan bu yana gitgide çürüyen demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi değerlerini yeni keşfedilmiş bir ilaç gibi dünyaya sunmaya çalışan AB’nin ideolojik kuşatmasının ana hedeflerinden biri de kuşkusuz gençliktir.
Egemen sınıf tarih boyunca gençliği kazanmayı önemsedi. Birincisi, iktidarının geleceğini sağlamlaştırması ve sınıfsal egemenliğine tehlike arz etmeyecek şekilde topluma yön vermesi için bu gereklidir. Bunun yanında gençlik, enerjisi ve hayattan beklentileri nedeniyle, muhalif olmaya yatkındır. Kısacası, bir an önce statükonun kurallarıyla donatılmalı, adam edilmelidir! Türkiye egemen sınıflarının gençliğe yaklaşımı da bu çerçevenin dışında değil, olması da beklenemez.
İşçi gençlik yığınları, sendikasız, sigortasız, her türlü sosyal haktan yoksun, yüzyıl öncesinin koşullarını aratmayacak çalışma şartları vb. açıdan ucuz emek sömürüsünün kuşatması altında yaşamaya mahkum edilmiş durumda. İşsizlik, genç kitleleri başıboşluğa, ahlaki ve kültürel çöküntüye sürüklüyor, üniversite diploması ise, iş kapısının anahtarı olma işlevini çoktan yitirdi. Öğrenciler, ya liseden itibaren kıyasıya bir rekabetin içine düşüyor ya da umutsuzluğa itiliyor.
İşte bu kuşatma içerisinde AB üyeliği üzerinden yürütülen çok yönlü egemen propaganda, gökten euro yağdırmasa da, Türkiye egemen sınıflarının can simidi olarak işlev yükleniyor.

AB’NİN İLERİ KARAKOLU: MEDYA
Avrupa Birliği, iddia edildiği gibi, emek ve sermayeye eşit mesafede duran, hukukun üstünlüğüne dayalı bir toplum hedefliyor olsaydı, Türkiye’de de konunun artı ve eksileriyle masaya yatırılması, en azından medyada bilgilendirmeye dayalı bir propaganda yürütülmesi anlaşılabilirdi. Oysa, burjuvazi, gençliğe yalan vaatlerde bile bulunamayacak durumdadır!
Aralık ayında Milliyet gazetesinin “İzmir çıkarması” çerçevesinde Ege Üniversitesi’nde düzenlenen “Genç Bakış” programı ve sonrasındaki gelişmeler, gençlikte uyanan AB karşıtlığını ve medyanın bu konudaki çaresizliğini gözler önüne serdi. Milliyet yazarları, kariyer eki çerçevesinde İzmir’in “önde gelen isimleri”yle görüşmüş, bir de AB konusunda gençliğin nabzını tutmak, daha doğrusu nabzı istedikleri seviyeye getirmek istemişlerdi. Anlaşılan o ki, sonuç, pek de istedikleri gibi olmadı.
Tartışma öncesinde, salondakilere AB’ yi destekleyip desteklemedikleri sorulduğunda, öğrencilerin yarıdan fazlası hayır yanıtını verdi. Programın başlangıcından itibaren, yazarların, AB’nin gençliğin tüm umutsuzluklarına, gelecekle ilgili kaygılarına ilaç olacağını vaaz etmesi karşısında, öğrenciler; AB’nin lider ülkesi Almanya’da bile işsizlik sorunu her geçen gün büyürken Türkiye’nin işsizlik sorununa nasıl çare bulunacağını, Maastricht kriterleriyle AB’ye tam bağımlılık dayatılırken Türkiye’nin nasıl bir çıkış yolu bulabileceğini sordular. Bunlar, yanıtları lafı dolaştırılıp geçiştirilemeyecek yalın gerçekleri içinde barındıran sorulardı. Zaten burjuva medyanın kalemşörlerinin verebildiği tek yanıt da, sıkıştıkları her yerde, tekrar tekrar AB’nin her soruna çözüm bulacağını yinelemek oldu. Tüm bu sığ çabalarla birlikte, AB anketi yinelendi ve Milliyet yazarlarının ezbere AB’yi savunmaları, salondaki gençler üzerinde ters etki yarattı ve “AB’ye hayır” diyenlerin oranı, son ankette %90’a yakın oldu. Bunun üzerine, ertesi gün, yazarların kendi açıklarını fark etmişçesine söz birliği etmesi ve gençliği okuyup araştırmamakla suçlaması, gerçekten çarpıcıydı.
Örneğin Taha Akyol, ertesi günkü köşe yazısında, gençliğin doğası itibariyle asi ve heyecanlı olduğuna kanaat getiriyor ve AB karşıtı anti-emperyalist tutumlarına karşılık olarak, öğrencilerin sloganlarla konuştuğunu, hangi görüşten olursa olsun okuyup araştırması gerektiğini buyuruyordu. Buna rağmen, Akyol’a göre, bu anti-emperyalist “suç” tüm gençliğe mal edilmemeliydi. Yalnızca birkaç gencin sorunuydu. Diğerleri ise, –sanki bizzat kendisi gençleri onca “bilgi” bombardımanına tutmamış ve “bilgilendirme” ters tepmemiş gibi– “bilgisizliklerinden” dolayı AB’ye karşı çıkmışlardı. Onların da bilgilendirilip, Türkiye’nin emperyalist odaklara bir şekilde yamanmasının kaçınılmaz olduğunun anlatılması gerekmekteydi! En ilginci ise, program sırasında Çin Halk Cumhuriyeti’nin “komünist” olduğunu iddia eden Taha Akyol’un, bir gün sonra köşesinde gençliğin “cahilliği”ne ilişkin atıp tutmasıydı!
Yine de, “bilgi” ve “cahillik” üzerine yanıt vermek gerekirse; gençlik, sistemin dayattığı hurafecilik/dogmatizm, post-modernist sistemsizlik ve bilinemezcilik bulamacından bir ölçüde kopmuş olmasına rağmen, çözüm için okuyup araştırarak ülke sorunlarına yeterince kafa yormuyor, doğrudur. Bu, neoliberal saldırganlığın düşünceye ve düşünmeye karşı açtığı seferberliğin etkisinin yanında, kitapların yakıldığı, aydınların katledildiği, eğitim kurumlarının gerici ideolojilere teslim edildiği 12 Eylül’ün bize bıraktığı mirastır. 1980 sonrasında, YÖK eliyle üniversitelerde bilimsel ve eleştirel düşünce tasfiye edilmiştir. Bugün, yaratılan bu karanlık ortamın üstüne Aydın Doğan medyası önderliğinde yoz bir popüler kültür inşa edilmekte, aynı süreç başka araçlarla devam ettirilmeye çalışılmaktadır. Bu gidişatı üniversitelerde, işyerlerinde, semtlerde değiştirebilecek olanların arasında –ve hatta başında– olan da yine, Taha Akyol’un beğenmediği gençliktir.
Mehmet Yılmaz ise, bir özeleştiriyle süslediği konuşmasında, kendi kuşağının, hatalarını baskıcı bir üniversite yaratarak çözmeye çalıştığını, dahası ’70’li yıllardan sonra Türkiye’de her alandaki entelektüel derinliğin kaybolduğunu, bu yüzden de üniversitelerdeki bu durumun normal karşılanması gerektiğini söylüyor. Mehmet Yılmaz’ın bu tespitleri bir bakıma doğru olmakla beraber, kendisine sorulması gereken iki soru vardır. Birincisi: M. Yılmaz yazısının başlığında üniversitelerin bu hali karşısında devlete sesleniyor. Türkiye’de o yıllarda da aynı sermaye egemenliği mevcuttu, ve devlet de, üniversitelerde eleştirel tartışma ortamı gelişsin diye bir çaba içerisinde değil, karşısındaydı. Bu durumda, o zamanın üniversitelerinin her şeye rağmen daha araştırmacı, tartışmacı bir ortama sahip olmasını sağlayan, Yılmaz’ın sözünü ettiği gençliğin “hataları” değildir de nedir? İkincisi: Madem M. Yılmaz, gençliğin “serbestçe tartışıp kendi fikirlerini savunduğu zeminin yok edilmesine” karşıdır, bu, 80’den sonra gericilik sürecinin işlediği bunca yılda değil de, gençliğin AB’ye karşı çıktığı bir akşamda mı aklına gelmiştir? Bu sorular elbette yanıtsız kalacaktır. Medyanın arzuladığı, ülkenin sorunlarına şimdiden duyarlı, gelecekte de Türkiye’nin demokrasi ve bağımsızlık siyasetini belirleyecek bir gençlik değil, tam aksine, bugünün hakim “demokrasi” anlayışına uygun, sisteme entegre olmuş, emperyalizmi ve onunla birleşmeyi tek çıkar yol gören ve ılımlı farklılıkları zararsız renkler olarak içinde taşıyan bir çoğulculuğun yakın gelecekte sağlanmasıdır.

BURJUVA MEDYANIN SOKAK KORKUSU
Abbas Güçlü ise, aynı programın ardından yazdığı yazısında hükümeti gençliğin bu gidişatı konusunda uyarmış: “İktidarın iç kamuoyuna yönelik bilgilendirme çalışmalarının ihmal edilmesi ve medyanın olayın teknik detaylarından çok, magazin yönüyle ilgilenmesi, belli ki gençler üzerinde ters etki yaratmış. Kamuoyunun, özellikle de üniversite gençliğinin bilgilendirilmemesi yönündeki ısrarın sürdürülmesi halinde sokağa da taşan sıcak gelişmeler yaşayabiliriz. Bizden hatırlatması!..”
İşbirlikçi sermaye medyasının tüm bu telaşına ne denebilir ki!? Tarafsızlığı, gençliğe öğütledikleri gibi, gelişmeleri bilimsel bir süzgeçten geçirmeyi geçtik, başa geldiğinden beri kayıtsız şartsız destekledikleri AKP iktidarına karşı gençliğin iradesini ortaya koyabileceği değiştirici gücü, her an belirebilecek bir tehlike olarak kafalarını kurcalıyor.
Tarih konusunda ahkam kesenleri, tarihin bize öğrettikleriyle uyaralım: Üniversite gençliği; işçilerin, emekçilerin en fazla ezildiği koşullarda toplumsal harekete ortak olmuştur. İktidar, kamuoyunun desteğini alma yolunda hangi çalışmayı yürütürse yürütsün, halka karşı politikalarını sürdürdükçe, “sokağa taşan sıcak gelişmelerin yaşanması” da kaçınılmaz olacaktır. Gençlik, bunun en son örneğini, Irak’ın ABD emperyalizmi tarafından işgalinin başladığı tarihlerde kimi üniversitelerde %90’lara varan boykotlarla göstermiştir.
Abbas Güçlü, yazısını İzmir için yaptığı şu tespitle bitirmiş: “AB’ye en yakın olması gereken bir kentte AB karşıtı rüzgârlar esiyorsa, bir şeyler tersine gidiyor demektir…” Burjuva medya ajitatörleri, önce “demokrat” güler yüzleriyle gençliğin karşısına çıkıyorlar, bekledikleri tepkiyi alamayınca da, bir şeylerin ters gittiğine karar veriyorlar. “Nasıl olur, gençler bu ülkede işbirlikçi basının kalemi olup da köşeyi dönen bizi de mi görmüyorlar” diye veryansın edecekler neredeyse!

ÜNİVERSİTELER VE AB
Gençliğin Avrupalı emperyalistlerin birlik örgütleri olan AB’nin ekonomik boyutlarına olan tepkisinden olsa gerek, Milliyet yazarları bütün çabalarına rağmen, sözü, AB’nin “yararları”na bir türlü getiremediler. Sermaye medyasının temsilcileri yürüttükleri propagandanın sonucunu istedikleri çerçevede alamasalar da, sermayenin Avrupası gerçeğinin yerine ikame ettikleri “Emeğin Avrupası” düşüyle onların bu eksiğini tamamlamaya soyunanların sürekli vurguladıkları; Avrupa Birliği’nin, aynı zamanda, sosyal bir proje olduğudur. Ne tesadüftür ki, gençliği AB’ciliğe kazanmaya çalışanların propagandasının en önemli argümanlarından birisi, “AB’nin işsizlik sorununu çözmeye yönelik eğitim projelerinin ne kadar harika olduğu”dur. “Emeğin Avrupası”cıların “sosyal proje” söylemiyle içinde yüzdükleri ve halkı da içinde boğulmaya çağırdıkları beklentilerle, tekelci medyada yansıyan AB propagandasıyla gençlik yığınları içerisinde yaratılmak istenen beklenti nasıl da aynı “tas”ta buluşuyor.
Son yıllarda Türkiye ve AB arasında imzalanan ortaklık anlaşmalarıyla, Sokrates ve Erasmus öğrenci değişim programları uygulanıyor. Bu programlarla, Türkiye’deki üniversite öğrencilerinin, “sivil toplum kuruluşları” aracılığıyla, Avrupa ülkelerinde birkaç aylığına eğitim almaları mümkün. Erasmus programı çerçevesinde 2004-2005 döneminde Avrupa’ya 1340 öğrenci gönderildi. 2010 yılında 42 bin öğrenci gönderilmesi öngörülüyor. Üniversitelerin nitelikli hale getirilmesi ve Türkiye’de alınan diplomaların Avrupa’da geçersiz oluşunun önüne geçilmesine yönelik kayda değer bir çalışma ise mevcut değil. Türkiye, kendi topraklarında eşit, yaygın ve bilimsel eğitim veren üniversiteler kuramadığı sürece, bu politikaların, Osmanlı’nın son dönemlerinde izlenen Avrupa’da öğrenci okutarak çağdaşlaşmanın gerçekleştirilmesi umutlarından farkı kalmayacaktır.
Anlaşılacağı üzere, üniversite cephesinde de yeni bir şey yok. Şu çok sözü edilen AB dinamikleri, –paralı hale getirilmesi, piyasanın hizmetine koşulması, tekno-kentler vb. açısından oynadığı rol bir yana– eğitimde göstermelik düzenlemelerden ötesine götürmüyor.
Kaldı ki, bütün bu uygulamaların, tarihin her döneminde toplumsal yaşamın önemli bir parçası olmuş bilim ve teknoloji üzerinde dönen oyunların bir parçası olduğu unutulmamalıdır. Günümüz kapitalist sistemi ve onun ayrılmaz bir parçası olan rekabet açısından da önemli bir yer tutan bilim ve teknoloji politikaları, emperyalizmin en can alıcı  yarışını belirliyor. Bugün, ‘beyin göçü’nün önemli bir bölümü ABD’ye akmaktadır, ve AB, kendi rekabet gücü açısından, başta ABD olmak üzere, diğer emperyalist güçlerle bu alanda da mücadele etmek durumundadır. Avrupa Birliği üyesi ülkeler, 1988’de Bologna’da toplanmışlar ve kendi geleceklerini AB’nin rekabet gücü üzerinden belirlemeye çalışmışlardır. Bu şekilde başlayan sürecin hedeflerinden biri de, 2010 yılına kadar bir Avrupa Yükseköğretim Alanı oluşturmaktır.
Her alan gibi “sosyal politikaların” da emperyalist burjuvazi tarafından belirlenmesinin kaçınılmazı olarak, AB’nin üniversitelere bakışı da, bilimin ve teknolojinin toplum yararına değil tekellerin ellerinde rekabet gücünü artırıcı bir araç olarak kullanılmasına dayalıdır. Bunun, Türkiye’de yığınların girmek için yarıştığı üniversite kapısını açmaya hizmet etmeyeceği açıktır. Bununla beraber, üniversiteler, şirketlerin, parlak beyinleri avlayacağı uzantıları olarak tasarlanmaktadır. Gazetelerin kariyer ekleri vermesi, kimi özel sektör destekli öğrenci topluluklarının kariyer üzerine kurulması ve şirketlerin üniversitelerde kariyer günleri düzenlemesi de, aynı anlayışın benzer uygulamalarıdır. “Yükselen eğilim”e göre, öğrenci kendini pazarlayandır, dolayısıyla kendi alanı kadar girişimciliği de bilmek, akademik hayatını bu esasa göre yönlendirmek durumunda olması istenmektedir.
Sadece üniversiteler açısından bu özet tablonun gösterdiği gerçeklerin bile, Emeğin Avrupasıcıların bir an önce içinde yüzdükleri beklentilerden sıyrılıp gerçekleri görmelerine bir davet olacak kadar çarpıcı olgular olduğunu söylemek, sanırız bir abartı olmayacaktır.

İTHAL MALI DEMOKRASİ
Öte yandan, üniversite gençliğinin son günlerde TV ekranlarında bu kadar sık gözükmesi, bugün medya desteğini arkasına alan AKP’nin YÖK’le olan hesaplaşmasıyla birleşmektedir. Madalyonun saklanmaya çalışılan diğer yüzünde, birçok rektör, bir yandan AKP’yle Kemalizm adına kapışırken, bir yandan da, Avrupa’da Kemalizm’i Türkiye’nin önünde engel olarak görenlere laf yetiştirmeye çalışmaktadır. Bugüne kadar ordunun ve yandaşlarının anladığı şekliyle; evet, Kemalizm Türkiye’nin AB’ye girmesinin önünde engeldir. Avrupa parlamenter demokrasisiyle ordunun siyaset içinde etkin rol oynaması ters düşmektedir. AKP, giderek marjinalleşen Kemalizm’le AB sürecini de arkasına alarak hesaplaşmasını sürdürecektir. Gelişmeler böyleyken, rektörlerin, Avrupa yolunda ilerleyen Türkiye’nin üniversitelerdeki baskı sürecini geride bıraktığını söylerken, her türlü öğrenci muhalefetine uydurma soruşturmalarla verilen keyfi cezalarla engel olmaya çalışması, AB üzerinden iç politikadaki çekişmelerine malzeme yaratan erklerin demokrasinin asıl unsurlarına karşı ikiyüzlü tavırlarının göstergesidir. Parmağının ucunu Avrupa haritasına koyan herkes, bambaşka yollardan, özünde sermayenin egemenliğinden beslenen anlayışlarını hayata geçirmeye çalışmaktadır.
Tüm bu gelişmeler değerlendirildiğinde, medyada anti-demokratik kurumların tasfiyesi olarak reklam edilen, gençliği pasifize etmeye yönelik tuzak netleşmektedir. Memlekette YÖK’ün en azından reformlarla yenilenmesini savunmayan yok gibi. Fakat AKP yandaşları, kapılarının sermayeye sonuna kadar açıldığı üniversiteler için çabalarken, bu uğraşlarını ,YÖK gibi köhne bir kuruma karşı demokrasiyi savunur gözükerek perdeleyebiliyorlar.

GELECEK AB’DE DEĞİL SOSYALİZMDEDİR!
Gazi Üniversitesi, Marmara Üniversitesi ve başka birçok yerde yapılan anketler, gençliğin bir kısmının AB’yi desteklediğini, fakat destekleyen kesimin bile çoğunluğunun AB’ye olumlu bakmadığını gösteriyor. Türkiye’de geleceksizlikten başka bir şey sunulmaması, AB’nin iş ve daha iyi bir yaşam sağlayacağı propagandasının belirli bir etkide bulunmasına ve gençliğin bir kısmının belirsiz bir umut olarak AB’yi görmesine yol açmıştır. Müzakereler 10-15 yıl içinde olumlu sonuç verse bile, AB’nin emeğin serbest dolaşımına niyetli gözükmemesi asıl gerçeğimizdir. Öte yandan, bugün Avrupa’nın nüfusunun %16’sı, 65 yaşın üzerindedir. 80 yaş üzeri nüfusun ise, 15 yıl içerisinde %50 oranında artması beklenmektedir. AB, gelişen teknolojisi ve artan teknik işgücü ihtiyacı karşısında, üniversitelerin işletmeye dönüştürülmesini ve serbest piyasaya eleman yetiştirir hale gelmesini dayatmaktadır. Kopenhag kriterleri ile kamu kuruluşlarının bir an önce özelleştirilmesini isterken, kendi ülkelerinde bir bir geri aldığı sendikal özgürlükleri, sosyal hakları Türkiye için söz konusu bile etmemektedir. Tüm bunlar, yaşlanan Avrupa’nın Türkiye’nin genç nüfusuna yönelik ucuz emek politikalarının göstergeleridir.
Türk ve Kürt gençliğinin parasız, bilimsel eğitimden, anadilde eğitime kadar ekonomik, akademik ve demokratik birçok alandaki temel talepleri, sömürüsüz ve çağdaş bir ülkede yaşama özlemleri, AB ya da ABD’ye yedeklenerek değil, emperyalizme ve onun Türkiye’deki gerici işbirlikçilerine karşı mücadeleyle gerçekleştirilebilir. Türkiye ve Avrupa gençliğinin gerçek buluşma zemini ise, bugüne kadar Bergama’da, Almanya’da ve değişik Avrupa ülkelerinde düzenlenen ve enternasyonal dayanışmanın en güzel örneklerini sergileyen anti-emperyalist gençlik kamplarının ortaya koyduğu birleşme ve mücadele zeminidir.
İsrail tanklarına sapanlarıyla karşılık veren Filistin gençliği, G-8 zirvelerine Avrupa’yı dar eden Avrupa gençliği ve tabii ki köklü ve şanlı bir anti-emperyalist mücadele birikimine sahip olan Türkiye gençliğinin geleceği, işçi sınıfının enternasyonal mücadelesiyle birleşmek ve sosyalizm yolunda yürümekten geçiyor.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑