“Emirle Gelen İdam Kararı” Üzerine

İÇ-SAVAŞ HUKUKUNDAN BİR KESİT
“68’li yılların ‘açık ve mevcut tehlikesi”, anti-emperyalist mücadelenin yaygınlığı ve bu mücadelenin giderek daha radikal biçimler, daha radikal kalkışma biçimleri almasıydı. 12 Mart Rejimi, anti-emperyalist yaygınlığı ve eylemliliği ‘boğma’ girişiminin siyasal bir ifadesini oluşturuyordu. “Ekonomik gelişmeyi aşan sosyal gelişme” 12 Mart rejimi ile durdurulmak, dondurulmak istendi. Darağaçları, katliam ve işkenceler, toplu tutuklamalar, ‘kurulu düzen’in anti-emperyalist bir kalkışmaya karşı öfke ve kininin dışavurumuydu. Burada ‘hukuk’ tartışması çok büyük bir fazlalık oluşturur. Hatta idam tartışması da… Başkaldırıya karşı ‘kurulu düzen’in mesajı, 1972 ilkyazında kurulan üç darağacında somutlandı. Bunu en veciz bir biçimde, Ankara ‘Sıkıyönetim Komutanlığı emekli askeri savcılarından Baki Tuğ dile getiriyor. Şimdi DYP Ankara Milletvekili ve TBMM Milli Savunma Komisyonu Başkanı olan Baki Tuğ, Tempo dergisinin 26 Nisan 1992 tarihli sayısında yayınlanan bir demecinde “onlar”, biz yanlış yaptık, demiş~olsalardı, idam edilmezlerdi” diyor.”
68’liler Birliği Vakfı Deniz Gezmiş Enstitüsü Yönetim Kurulu üyesi Veli Yılmaz’ın hazırladığı ve geçtiğimiz ay Tümzamanlar yayıncılık tarafından okuyucuya sunulan Emirle Gelen İdam Kararı kitabında, THKO’nun kurucu önderleri Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın 1972 6 Mayısı’nda idam edilmiş olmalarıyla ilgili yukarıdaki siyasal saptama yapılıyor.
Emirle Gelen İdam Kararı ‘popüler’ kitaplardan değil. Anılar demetini kapsamıyor, ’68-71 radikal çıkış sürecine ilişkin değerlendirmeleri de kapsamıyor. Bir hukuk kitabı da değil. Halit Çelenk’in Önsöz’de belirttiği gibi, Emirle Gelen İdam Karan “12 Mart infazlarının ve giderek 12 Eylül infazlarının içyüzünü, hukuksuzluğunu, siyasal yönlerini ve ayrıca AP ve CHP’nin 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinin gelişmeleri karşısındaki tavırlarını, belgelere ve TBMM tutanaklarına dayanarak aydınlığa” kavuşturuyor.
Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idam edilmelerinin gerekçesi olarak sunulan hukuk sisteminin ‘anlamı’ ve ‘uygulama alanına dökülmesi’, Emirle Gelen İdam Kararı’nın temel eksenini oluşturuyor. Somut bir olgudan yola çıkılarak burjuva toplumunun genel hukuk normları çerçevesinde Türkiye’nin hukuk-siyaset ilişkisine dair net bir panorama çiziliyor.
Önemli bir sonuca işaret ediliyor: “İnsan hakları zeminine oturan hukukun üstünlüğü tezi, sadece hukukçulara ait bir. İyi niyeti ifade eder. Siyasal sistemin yapısından ve sosyal sınıf gerçeğinden soyutlanmış hukuki gerçekler arayışı, sadece bir arayıştır.”
“Hukuk, başkaldırıya karşı rejimin verdiği cevabın sadece bir üst başlığı idi. Siyasetin bir üst başlığı olmasının ötesinde, hukuka, çok fazla bir işlev yüklememek gerekiyor. Demokrasilerde de hukuk, farklı bir işlev taşımıyor.”

GENELKURMAY EMRİ YA DA EMİR-KOMUTA HUKUKU
Siyasetin belirleyiciliğinin ilk adımı, Genelkurmay Başkanlığı’nın doğrudan devreye girmesi ile atılıyor. Üzerindeki örtü büyük bir hızla kaldırılıyor, siyasal hukuk, emir-komuta hukuku olarak yeniden şekilleniyor.
Daha” 1971 döneminin başlangıcında Genelkurmay Başkanlığı, Askeri Yargıtay Başsavcılığından alınan bir ‘mütalaa’ yazısına dayanarak, THKO ve benzeri örgütlere ilişkin siyasal davaların TCK’nın 146. maddesinden açılmasına dair Sıkıyönetim Komutanlıklarına ve Sıkıyönetim Askeri Savcılıklarına bir ’emir’ yayımlama gereğini duyuyor. Davalar, Genelkurmay Emri’ne uygun olarak açılıyor. ‘Siyasal irade birliği’ Genelkurmay Emri’ne uygun kararlar vermekten kaçınan bir kısım askeri mahkemelerin lağvedilmesi veya yargıçlarının ‘görevden alınması’ ile sağlanıyor.
‘Emir’ ve ‘Mütalaa’ yazıları ile 12’li Mart ve Eylül dönemlerinde ’emir-komuta hukuku’ çerçevesinde ‘irade birliğimin gerçekleşmesini sağlayan toplu somut örnekler, ilk kez, Emirle Gelen İdam Kararı’nda yayımlanıyor.
“Genelkurmay Emri’nin asıl önemi, sadece 12 Mart Dönemi ile sınırlı kalmamasıdır. Siyasal yargılamalar ve yargılama hukuku bakımından Eylül rejimi, 12 Sait’in çoğaltılmış bir nicelikte sürdürülmesi demek oluyor. 12 Mart bir başlangıç oluşturuyor. Eylül rejimi altında, yerel sıkıyönetim mahkemeleri ile Askeri Yargıtay arasında, bu anlamda da fazlaca bir ‘sorun’ çıkmıyor. Hangi eylem, ne maksatla yapılırsa, TCK’nın hangi maddesi kapsamında değerlendirilir? Cevabı bir şablon olarak adeta hazır durumda. 12 Mart, hukuk zemininde de, bir şablon oluşturması bakımından da tarihsel bir başlangıç sönüyor. Prof. Dr. Çetin Özek, Genelkurmay Emri’nde ve Askeri Yargıtay Başsavcılığı Mütalaası’nda ifadesini bulan askeri otoritenin öngördüğü görüşlerin, 12 Eylül döneminde Askeri Yargıtay Daireler Kurulu’nun kararlarıyla da kabul edilerek uygulamaya sokulduğuna işaret ediyor.”
Rastlantı olarak bakmamak gerekiyor: “Genelkurmay Başkanı’nın emriyle Sıkıyönetim Komutanlıklarına ve Sıkıyönetim Askeri Savcılıklarına gönderilen yazılı emrin tarihi Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının Ankara’da davalarının başladığı tarihle aynı: 16 Temmuz 1971.”
Emir-komuta hukukunun uygulanması için, Genelkurmay Emri yeterli oluyor.
Genelkurmay Emri’ne ‘hukukun üstünlüğü1 tartışmalarının bir tekzibi olarak da bakmak gerekiyor.
Emir-komuta hukuku, ‘yasal hukuk’un, yasama organınca rejimin gereksinim duyduğu değişikliklerin yapılması ile tamamlanıyor. 1402 Sayılı Sıkıyönetim Yasası’nın ve Anayasa değişikliklerinin AP ve CHP eliyle TBMM’den geçirilmesi ile rejimin siyasal gereksinimleri karşılanmış, sivil şahısların sıkıyönetim askeri mahkemelerinde idam cezasına mahkûm edilmeleri için yasal hukuk zeminini sağlanmış oluyor.
12 Eylül, 12 Mart’ın sadece bir devamı olarak ortaya, çıkmıyor, eksiklerini de tamamlıyor. İç-savaş hukuku, 12’li Mart ve Eylül rejimleri ile takviye ediliyor. Ve bugüne uzanıyor.

İÇ-SAVAŞ HUKUKU
“Türkiye’de hep iç-savaş hukuku yürürlükte. Radikal bir sosyal muhalefetin varlığı ve gelişme potansiyeli taşıması, iç-savaş hukukunun sürekli yürürlükte tutulmasının maddi temelini oluşturuyor.
12 Mart hukukuna ve geliştirilmiş devamı olarak 12 Eylül hukukuna bir iç-savaş hukuku olarak bakmak gerekiyor.
1964 yılında Kara Kuvvetleri Komutanı’nın imzası ile bütün askeri birliklere, uyulması ve uygulanması için gönderilen ve en yoğun uygulama alanına 1980 sonrasında kavuşan Gayrinizamî Kuvvetlere Karşı Hareket Talimnamesi hükümleri, iç-savaş hukukunun en belirleyici ve tamamlayıcı parçasını oluşturuyor.
Hatta ‘gayrinizami kuvvetlerin yeraltı unsuru’ kimliği ile, artık, devleti oluşturan kuruluşların en legali olarak yerüstünde faaliyet gösteren Kontrgerilla örgütü, devletin doğrudan yönetici çekirdeğidir. ‘Faili meçhul cinayetler’in, ‘ölü ele geçirme1 operasyonlarının hukuki dayanağını oluşturan Gayrinizamî Kuvvetlere Karşı Hareket Talimnamesine ise, yasalardan önce, temel bir hukuki belge olarak değer biçmek gerekiyor.
Yasal hukuk sadece bir vitrindir, bu üst başlıktır. Yasal hukukun, iç-savaş ilanı koşullarında, vitrinin güzelleştirilmesinin Ötesinde fazlaca bir işleve sahip olmadığını görebilmek mümkün.
İç-savaş hukuku kendi kurumlarıyla birlikte varoluyor. ‘Gayrinizamî kuvvetlerin yeraltı unsuru’, popüler adı ile Kontrgerilla örgütü, yargısız infazlar için bir yargı organı işlevine sahip. Yargılı infazlar için de Sıkıyönetim Mahkemeleri veya Devlet Güvenlik Mahkemeleri görev yapıyor.
Bir kurumun boşluğu, diğer kurumların varlığı ile tamamlanıyor, iç-savaştan ‘olumlu sonuç’ alınması için de bir arada kullanılmaları gerekiyor. Eski Genelkurmay Başkanlarından ve Eylül rejimi altında kendisini Devlet Başkanı ilan eden emekli Orgeneral Kenan Evren, Kontrgerilla’nın, 1972 Kızıldere Operasyonu’nda kullanıldığını 1990 yılında söyledi. Özel Harp Dairesi’nin “Güney-doğu’da kullanılmakta olduğu” Genelkurmay brifinginde açıkladı.
DYP-SHP Koalisyon Hükümetinin İçişleri Bakanı İsmet Sezgin, 1992 Mayıs’ında, günlük gazetelere “bir gerilla savaşı var, tabii ki oyunu kurallarına göre oynarız. Gerilla savaşının kendine özgü kuralları var. Gerilla savaşında onun yöntemlerine göre hareket edeceksiniz, yani onun anladığı dilden konuşacaksınız” sözleriyle biten demeçler verdi.
Bu açıklamalardan bir sonuç çıkarılabilir: Yasal hukuk ve uluslararası standartlara atıf yapılarak sürdürülen ‘demokratikleşme’ tartışmaları, sadece, bir vitrindir, aynı zamanda, devletin legal zemindeki varlığına gölge düşürmeme çabalarının bir ürünüdür.
Toparlanırsa, her siyasal dönemin kendi karakterine uygun düşen bir hukuk sistemi yarattığı söylenebilir.
Kendisini siyasal gelişmelere göre belirlemesi, burjuva hukukunun çifte bir norm taşımasını beraberinde getiriyor. Yasaların, devlet tarafından açıkça onaylanan, .yürütme ve davranış kuralları olduğu biliniyor.
Hukukun, devletin, siyasal politikalarını, siyasal zoru onaylamaktan başka, fazlaca önemli bir işlevi olmadığı da açık, biliniyor.
12’li Mart ve Eylül rejimleri hep ‘hukuk dişilik’ olarak nitelenir, hukuksuzluk sayılır.
Bu nitelendirmenin, dilin günlük kullanımı dışında fazlaca bir şey ifade etmediğini söylemek gerekiyor.
Tarihin tanıdığı en büyük siyasal barbarlıklar da, Mitler ve Mussolini faşist rejimleri gibi, bir hukuk sistemine dayanıyordu.
Mart ve Eylül rejimleri, emsalleri gibi, hukuki bir zırh taşıyor, hem yadsıyarak içinden geldiği, hem de siyasal gereksinimlerine göre oluşturduğu bir hukuk düzenine sahip.
Her ‘olağanüstü’ yapılanma, olağan dönemin değerlerini ve ölçülerini zorlar, ama olağan değerlerin toplamının oluşturduğu değerler sisteminin dışında, apayrı bir kategori oluşturmaz.
Mart ve Eylül hukuku, tarihteki emsalleri gibi, mevcut burjuva hukukunu zorluyor, ama burjuva hukukunun dışında da bir hukuk sistemi oluşturmuyor. Sistemin Anayasası’ndan yönetmelik ve kararnamelerine kadar uzanan tüm hukuk metinlerine, rejimin terörcü ruhu siniyor.
Mart ve Eylül rejimleri, çokça yazılanın tersine, hukukun ihlal edilmesinin değil, yasa ve kurumlarıyla terörize edilmesinin siyasal ifadesini oluşturuyor, terörün hukukunu temsil ediyor.
Terör hukuku, rejime kalıcı bir yasal çerçeve çiziyor. 1991 tarihli Terör Yasası, hem 1980 Eylül rejimini yeniden meşrulaştırmayı hedefliyor, hem de Eylül hukukunun, uygulamada ortaya çıkan boşluklarını ve eksiklerini tamamlıyor.
Terör Yasası, Eylül hukukunu tamamlayarak sürdürüyor.
Terör Yasası, tarihsel bir sürekliliğin hukuk alanında son halkasını temsil ediyor.
İstiklal Mahkemeleri’nden Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri’ne ve DGM’lere, Takrir-i Sükûn ve Mecburi İskân kanunlarından, SS Kararnamelerine, Olağanüstü Hal Rejimi hukukundan Terör Yasasına ve hepsinin üzerinde de Gayrinizamî Kuvvetlere Karşı Hareket Talimnamesi’ne kadar uzanan kurum ve yasalar, kurum ve yasaların hukuki çerçevesi, tarihsel bir çizgide kopuşsuz bir sürekliliğin belirli uğrak noktalarını oluşturuyor.
Tek tek parçalar birbirini tamamlıyor, bütünü tarihsel çizgide bir hukuk sistemi oluşturuyor.
Bütünün içinden bir parçanın çekip alınması, sistemin, tarihsel ve siyasal olarak oturduğu ‘meşru’ zemini kaybetmesi anlamına gelir.
Ortaya, olağan burjuva hukuk normları ile doldurulamayacak kadar muazzam bir hukuk boşluğu çıkar.
Olağanüstü Hal Rejimi Hukuku ile takviye edilen 12’li Mart ve Eylül rejimlerinin hukukuna, Türkiye’nin varolan normal ve olağan hukuk sistemi olarak bakmak gerekiyor.
1971 yargılamalarının ve Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan hakkında verilen idam kararlarının perde arkası ve oturduğu hukuk zemini, bunun bir göstergesi ve sonrası için bir başlangıç oluşturması açısından önem kazanıyor.”
(Emirle Gelen İdam Kararı, s. 55-58)
(Emirle Gelen İdam Kararı, Veli Yılmaz, Tümzamanlaryayıncılık)

Eylül 1992

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑