Dünden bugüne aydın tutumları

20 yıldan fazla sürdürülen “düşük yoğunluklu savaş”a karşın, kangren haline gelen Kürt sorununu çözmede Türkiye’nin etkili ve yetkili güçlerinin gösterdiği   yeteneksizlik; artık Türkiye aydın kesimini de harekete geçirmiş görünmektedir. “Aydınlar”ın ilk bildirisi, A. Ağaoğlu’nun ateşkesi salt PKK’den bekleyen tek yanlı tutumu ve kritik dönemeçte İHD’yi PKK destekçiliğiyle suçlayarak, üyelikten istifa etmesi nedeniyle, tartışmalara yolaçmıştı. T. Erdoğan’ın gerek “aydınlar”ı kabulünde  gerekse Diyarbakır konuşmasında açıkladığı “Kürt sorununu çözeceği” vaatlerinden bugün caymış olması, sözlerinin, 3  Ekim’deki AB görüşmelerini kurtarmaya dönük manevra olduğu kuşkularını kesinleştirdi. PKK, süresini uzattığı tek taraflı ateşkesini,  3 Ekim sonrasında bitirdiğini ilan etti.
Bu bağlamda, Yazarlar Sendikası’nın, Kitap Fuarı’nın son günü kamuoyuna açıkladığı 110 aydının imzaladığı yeni “Barış Çağrısı”; “savaşan iki tarafı da silahları susturmaya davet eden, barışın Avrupa’dan beklenemeyeceğini vurgulayan, silahlara, militarizme ve şovenizme karşı sürekli barışı savunan” içeriğiyle; aydınlarımızın, yaşananlardan öğrenerek, daha doğru, tutarlı ve ileri tutumlar alabileceklerini gösterir niteliktedir. Aydınların her zaman, ‘tarafsız’ olarak açıkladıkları bildiri ve tutumların tarihte olumlu ya da olumsuz işlevler oynadığı, politikayla ilgilenenlerin malumu olmakla birlikte; Kürt sorununda aydınların yaklaşımı ve farklı tutumlarının, geliştirici ve yapıcı değerlendirmelere konu edilebilmesi açısından; bu yazıda aydınların tarihsel yeri ve duruşlarıyla ilgili bazı örnekleri anımsatmaya çalışacağız.

AYDINLAR TARİHE VE YAŞADIKLARI TOPLUMA KARŞI SORUMLUDUR
Bu sorumluluk ve tarihsel yük nereden geliyor, neden taşınıyor, nasıl taşınmalıdır?
Bu ağır yükün aydının sırtına binmesinin nedeni, aydınların özel niteliğinden kaynaklanır. Çeşitli sınıfların bağrından gelmekle birlikte, ‘eğitim görmüş olma’ ortak paydasında birleşmeleri, insanlık tarihinin bilgi birikimini özümsemiş olmaları ve geleceğe yönelik öngörülerde bulunabilme yetenekleri, topluma karşı sorumlu davranmayı, onu aydınlatmayı gerektirir. Bu pozisyon, onları, yaşadıkları toplumun ilişki ve çelişkilerini, sınıfların çıkarlarını, örgütlü tepkilerini; en bilinçli ve kararlı şekilde yansıtan kesim olarak öne çıkarır. Aydınların aldıkları tutumun, yaşadıkları topluma karşı sorumluluk ya da sorumsuzluklarının tarihsel önemi de, buradan doğar.
Tarihe Dreyfus davası olarak geçen davada, Naturalizm akımının köşetaşı olan romancı Emile Zola’nın tutumu; tüm aydınların alması gereken örnek tutumlardan olmuştur. Bilindiği gibi, davanın konusu, Fransız Ordusu’nda yüzbaşı olan Yahudi asıllı Alfred Dreyfus’un, savaş Bakanlığında çalıştığı sırada, ordunun sırlarını Almanlara satmak ve casuslukla suçlanarak, tutuklanmasıdır.
Dreyfus’un haksız bir yargılanma sonucu, ömürboyu hapse mahkum edilerek Şeytan Adası’na sürgüne yollanması sonrasında, ailesinin itirazı da, sonucu değiştirmemişti. Yarbay Georges Picquat, casusluk olayını Binbaşı Estashazy’nin gerçekleştirdiğini kanıtlar, ama, mahkemeye çıkarılan Binbaşı Estashazy beraat ederken, olayı aydınlatan yarbay Picquat tutuklanır.
Bu kadar haksızlık Emile Zola’yı isyan ettirir ve Dreyfus’u destekleyen gazeteci Georges Cleamancau’nun gazetesi L’Aurare’de “J’Accuse” (Suçluyorum) başlıklı bir açık mektubu yayınlanır. Gazetenin bu sayısı 300 bin satar. Emile Zola’nın tutumunu destekleyen ve aralarında Anatole France, Marcel Proust gibi ünlü yazarların da olduğu 3000 kişi, verdikleri dilekçelerle Dreyfus’un yeniden yargılanmasını ister. Dreyfus’a iftira eden binbaşı, vicdan azabından intihar eder. Dreyfus 1899’da yeniden yargılanır. Mahkeme onu suçlu bulmasına karşın, Cumhurbaşkanı onu bu kez affeder. Dreyfus affı kabul eder, ama, kendisini aklama mücadelesinin peşini bırakmaz. 1906’da sivil bir mahkemede yargılanmayı başarır ve suçsuz olduğu anlaşıldığından, beraat eder ve orduya geri döner. Daha sonraları, ona, devlet tarafından Leegion d’Honneouer nişanı verilir.
Burada, Zola’nın “Suçluyorum” başlığıyla Fransa Cumhurbaşkanı’na yazdığı mektubun son kısmında aldığı örnek tutumu vurgulamalıyız. Zola şunları söyler: “Benim tek bir tutkum var, öylesine çok acı çekmiş ve mutluluğu haketmiş insanlık adına, ışık tutkusu. Ateşli karşı çıkışım ruhumun çığlığından başka birşey değil. Beni ağır ceza mahkemesine çıkarmayı göze alsınlar ve soruşturma günışığında apaçık yapılsın.”
“Yahudi olmayan biri” olarak Dreyfus’u korkusuzca savunan ve bu mektubundan dolayı yurtdışında göçmen hayatı yaşamak zorunda kalan Zola, yüreğinde hak ve adaletin ışığını taşıması gereken, toplumun işaret fişeği olacak aydınlara daha sonra da örnek oluşturmayı sürdürdü.
ABD’de, “soğuk savaş” döneminin başlarında Mc Carty’ci yargılamalara konu olan  ve “Ruslara atom bombası sırlarını satmak”la suçlanarak idam edilen Ethel ve Julius Rosenberg’in davası sürecinde de, dünya çapında binlerce aydın, Emil Zola’nın izinden giderek, Rosenberg’lerin suçsuzluğunu ileri süren eylemlerle ABD’yi protesto etmişti.
Bir başka namuslu aydın profili olarak, Henry Alleg’in adını anmadan geçmemeliyiz. Geçtiğimiz yıllarda bir kitabının yayını vesilesiyle ülkemizi de ziyaret eden ve “Sorgu” adlı yapıtıyla tanınan H. Alleg; Fransız sömürgeciliği ve emperyalizmine karşı savaş açtı. Cezayiri işgal eden Fransız emperyalistlerinin katliam ve işkencelerini, “Sorgu” adlı belgesel romanıyla teşhir ederek eleştirdi. O, Türkiye’deki bazı “aydın”ların Kürt Sorunu karşısında düştüğü gibi, şovenizm ve ezen ulus milliyetçiliği çukuruna düşmedi, aksine ezilen ve sömürgeleştirilmiş Cezayir halkıyla birlikte saf tuttu; tutarlı demokrat örnek bir tutum gösterdi.
İkinci Dünya Savaşı öncesi 30’lu yıllar, Hitler faşizminin yükselişe geçtiği ve saldırganlığının arttığı, Hitler’in iktidara gelerek dünya savaşını başlattığı; aydın ve kültür düşmanlığının gözle görülür hale geldiği, gerek Almanya aydınlarının, gerekse  de ülkesi faşist işgale uğramış aydınların ya illegaliteye geçtiği ya da ilticacı konuma düştüğü yıllardır. Bu durum, aydınların isyanını ve faşizme karşı çıkışlarını da besledi. Savaşın başlamasıyla birlikte, dünya aydınları, faşizme karşı direnişin saflarına katıldılar; katkıları ve eylemleriyle, Dünya Barış Hareketi’ni örgütlediler.
Hitler faşizmini Stalingrad’ta durduran ve Avrupa’ya demokrasi ve barışı armağan eden Sovyet Rusya halklarına ve sosyalizme Batı aydını da sempati duymaya başlamış, Sovyet aydınına yaklaşarak, dostluk içinde ufkunu genişletmişti. 1945’ten sonra, “soğuk savaş” yıllarında ise, nükleer silahlanmaya karşı çıkarak, barıştan yana tutum almışlar, kendilerinden sonra gelecek aydın kuşağa şanlı, onurlu bir miras bırakmışlardı.
Bugün örneğini görmekte zorlanacağımız bu dönem aydınlarının tutumu, aydınlanmanın ve aydın kesiminin şanlı mücadelesinin zirvesi olarak, tarihteki yerini aldı. Einstein’ın “başkaları bulmuş olmasaydı, rölativite teorisini o bulacaktı” dediği modern fiziğin ünlü bilim adamı Paul Langevin, anti-faşist direnişe Fransız Komünist Partisi’nin üyesi olarak katılmıştı. Yoldaşlarından Georges Politzer ve Henry Wallon, Nazi kamplarında, Hitlerci faşistlerce katledilmişti. 1945’te Nobel Fizik Ödülünü alan Frederic Juliot Curie, Nazi işgaline karşı direnen Ulusal Cephe ile Dünya Bilim İşçileri Federasyonu’nun Genel Başkanı ve aynı zamanda Fransız Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesi olarak görev yapmıştı. Adını andığımız bu aydınların ortak özelliği, sadece çağlarının ünlü fizikçi, felsefeci ve düşünürleri olmaları değil, işçi sınıfı partisinde de yönetici olmaları ve anti-faşist direnişin örgütlenmesine aktif olarak katılmalarıydı.
Ekim Devrimi’nin Batı aydınları üzerinde yarattığı dönüştürücü etki sonucu doğan yeni tip aydın kuşağının temsicilerinden biri de, döneminin sayılı Antik Yunan uzmanlarından biri olan Andre Bonnard’dır. Ömrünü barış mücadelesine adamış, Dünya Barış Örgütü İsviçre Barış Hareketi Başkanlığı ve 1950’de Dünya Barış Konseyi üyeliğine seçilmişti. “Soğuk Savaş” yıllarında, komünist partisi üyesi olmamasına karşın, “Komünist komplo” suçlamasıyla yargılanarak, mahkum edilmişti. Yunan Dili ve Edebiyatı profosörü olan bu seçkin aydının öğretim üyeliği yaptığı “demokratik” İsviçre Üniversitelerinde bile, kitapları raflardan indirilerek yokedilmişti. O, yapıtlarıyla birlikte, ardında, örnek alınması gereken bir aydın duruşu da bıraktı. Hümanizmin, bilimin, insan sevgisinin ve barışın salt kitaplarda savunulamayacağını, aydınların bunu pratik bir sorun olarak ele almaları gerekliliğini, suçlandığı mahkeme huzurunda, kendi yaşamından örneklerle vurguladı ve “Benim için hümanizm, masasında çalışan insanın bilimi değildir, hiç ayrılmayacağım bir hayat kuralıdır… Burada kişiliğimde Antigon dostu ve çevirmeni ile barış taraflısını ayırmak istiyorlar; oysa bunlar aynı insan!” diye haykırdı.
Ebette tarih, sadece aydınların olumlu tutum örneklerinin bir sıralamasından ibaret değil. Davasından vaz geçmiş, dönekleşmiş ve hatta Hitler ve Bush gibi insanlık düşmanı iktidarların emrinde, “think tank” kuruluşlarında, insan soyunun yıkımı için bilgilerini satan, hizmet edenler de olmuştur, sınıflar var oldukça, olacaktır da. Bu noktada, yakın tarihsel dönemden olumsuz tip olarak verilebilecek bir örnek; Oriana Fallaci’nin dönekliği ve onun ırkçı tutumdur. Türkiyeli okurların, ünlü politik simalarla yaptığı röportajlardan ve Yunanistan’da faşist Papadapulos Cuntası döneminde bir devrimcinin direnişini anlatan ‘Bir İnsan’ romanından tanıdığı ve sevdiği gazeteci-yazar Fallaci; artık mazlum Filistinlileri ve Müslüman halkları başdüşmanı olarak görmekte, Ariel Şaron ve Bush’un katliamlarını onaylayan bir mevzide bulunmaktadır. 11 Eylül’de New York’taki terörist saldırı sonrasında, “teröre karşı savaş” gerekçesiyle, Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” tezine destek çıkarak, Batı Avrupa’yı Müslüman topluluklara ve ülkelere karşı kışkırtıcı, provakatif yazılar kaleme aldı. 8 Kasım 2001’de imzaladığı “Batılı aydınlar Deklarasyonu”; ABD’nin  Afganistan’a müdahalesini ve diğer askeri saldırılarını onaylayıp aklamayı amaçlıyordu. Oriana Fallaci, bir yazısında; “Batı ve uygarlığımızın kaderi sözkonusu olduğunda New York biziz, Amerika çökerse, Avrupa çöker. Yalnız finansal değil, her anlamda çöker. Kilise çanları yerine müezzinleri buluruz. Mini eteğin yerine çarşaf, konyağın yerine deve sütü buluruz. Bunuda mı anlamıyorsunuz?” diyor, tutumunu net olarak ortaya koyuyordu. Fallaci’nin gerekçeleri kuşkusuz Türkiyeli devrimcilere, demokratlara pek tanıdık geliyor.

TÜRKİYE’NİN ONURLU AYDINLARI VE CAMBAZ TİPLERİ
Dünya aydınları gibi, Türkiye aydınlarının da sinesinden olumlu ve olumsuz örnekler çıkmıştır. Aydınların tutumlarındaki ilerleme ve gerilemeler, evrensel düzeydeki altüst oluşlarla toplumsal hareketteki ilerleme ve gerilemelere paralel bir seyir izlemiştir. Bu nedenledir ki, aydın olmak, bir kere kazanıldıktan sonra ömür boyu yenecek miras olamıyor. Önemli tarihsel dönemeçlerde fikr-i takip, eziyetlere karşın inançlarını sürdürmek olumlu bir aydın tutumu olurken, yanar-dönerlik, sık sık saf değiştirme ve döneklik tutarsızlık olarak haneye yazılmakta, tarihsel anılmada son tutum belirleyicilik kazanmaktadır.
Fransız Devrimi, Osmanlı’nın Meşrutiyet dönemi aydınlarına esin kaynağı olmuşken, Ekim Devrimi de Türkiye aydınlarını derinden ve olumlu yönde etkilemiş, ama sosyalizmin aldığı tarihsel yenilgi ve Gorbaçov sonrası estirilen liberal rüzgarlar, gerici ve olumsuz bir dalga yaratmıştır. Bu dalga ise, her dönem olduğu gibi, egemen güçlerin, Marksist olsun ya da olmasın, kendine muhalif olan her ileri çaba ve girişimi “Komünist” yaftasıyla suçlayarak, faturayı aydınlara kesen tutumuyla birleşmişti. Bu nedenle her baskı ve terör dönemi, yapılan askeri darbeler, alınan yenilgiler, aydın birikimini daha geri mevzilere sürükledi. Liberal geçinenler daha gericileşirken, gericilerin bazıları liberalleşmiş, Marksist olduğunu söyleyenler de ya liberal ya da ‘kızıl elmacı’ mevziye savrulmuştur. Bununla birlikte, toplumsal harekete, işçilerin ağılığını tam olarak koyamadığı bu dönemeçlerde, ilerici olan, haklı taleplerin mücadelesini veren aydınlara -eğitim görmüş, öğretmenlere, teknik elemanlara, gazetecilere, üniversite öğrencilerine, işçi sınıfının önderlerine, sendikacılara “bu ateşten çokça pay düştü”, ezildiler, itilip kakıldılar. Asım Bezirci ve arkadaşlarının , yürekli tutumları ve seslerinin Sivas Madımak Oteli’nde alevler içerisinde boğulması, unutulacak gibi değildir.
Böylesi bir ortamın ürünü olan Türkiye aydın birikiminden, elbette davasına sadık olanlar da, dönenler de çıktı. Cunta koşullarında, zindanlarda direnen ülkenin genç aydın kuşağının dışında, dışarıda, “içeri düşmeyi” de göze alan ve özveri gösteren aydınların sayısı ise oldukça azaldı. Bu dönemde, İHD’nin kurucu üyesi olan Emil Galip Sandalcı’nın adı ve onurlu mücadelesiyle Yazko Edebiyat bünyesinde toplanarak, çevreye ışık olmaya çalışan aydınların onurlu tavrı anılmalıdır. Ama 12 Eylül’ün “zor” koşulları, aydın hareketindeki saflaşmayı hızlandıran ve dönekliği teşvik eden bir işlev de gördü. “Eylülist romancılık” rüzgarını başlatan Latife Tekin ve Ahmet Altan gibiler, yenilgi ve yamanmayı romana ve öyküye dökenler ve bu tür yazını “derin”den teşvik eden odaklar unutulmadı.
Cunta dönemi, daha sonra yapılan aydın açıklamalarına da esin kaynağı olan “aydınlar dilekçesi”ni hazırlayan Aziz Nesin ve arkadaşlarının olumlu tutumlarına da tanıktır. Faşist askeri cunta mahkemelerinde, aydınların imzaladıkları bildirilerinin arkasında durma ve savunma tutumları, dönemin moral bozucu atmosferini değiştirmeye hizmet etti. Bir süre önce, “emperyalist kültür kuşatmasına karşı”, Şükran Kurdakul ve arkadaşlarınca imzaya açılan metni de olumlu örnekler arasında saymalıyız.
Aralarında A. Ağaoğlu’nun da bulunduğu ve “PKK’yi silahları bırakma”ya çağıran tek yanlı ve tartışmalı aydınlar bildirisi girişimi de, eksiklerine karşın bir duyarlılığın göstergesi olarak değerlendirilebilir.
Aydınlarımızın bildiri ve açıklamaları arasında, Kürt sorununa yönelik alınan tutum açısından, en son Yazarlar Sendikası’nın TÜYAP’ın son günü açıkladığı 110 imzalı “Barış çağrısı”ndaki aydın tutumu, aydın hareketinin tarihinde önemli ve ileri bir köşe taşı olacaktır ve aydınlarımız, artık gelecekte, daha geri açıklamalara kendini mahkum görmeyecektir.
Gerçekten de son örnek, aydınların da öğrenme sürecinin bitimsiz olduğunu, onların da kendi hataları ve deneyimleri temelinde öğrendiklerini ve daha ileri tutumlar alabileceklerini göstermektedir.
Türkiye aydın hareketini, her dönem uyduruk görüş ve fantazileri ile, bilinçli olarak saptırmaya çalışan, genç aydınları olumsuz olarak etkileyen Murat Belge, Yalçın Küçük, Ertuğrul Kürkçü ve Doğu Perinçek gibi ‘her ipte oynayan cambazlar’ın tutumları ise, aydın olamayışın örnekleri olarak görülmelidir. Güçlü çevrelere sırtını dayayarak politika yapmak ve kısa bir süre içinde tükürdüğünü yalamaya çalışmak onların başlıca erdemidir. Bunlardan Murat Belge gibileri, yabancı dil bilmenin avantajıyla, sadece Marksizmi incelikle revizyondan geçiren döneklerin eserlerini Türkçeye çevirip, bunları Marksist eleştiriden geçiren yazarların eserlerini Türkiyeli okurdan gizlediklerinden, aydın çevrelerin, Stalin ve soyalizmle ilgili yanlış eğitim almasında ve objejtif bilgiyi edinememesinde aktif  rol oynadılar. Bir ekol yaratmaya çalışan, kitap, gazete okumadan, hiç televizyon seyretmeden ciltler dolusu kitap ve ‘tez’ yazdığını övünerek ilan eden “kerameti kendinden menkul” Yalçın Küçük ise, egoist, sorumsuz ve hastalıklı bir tip olarak, marazını zayıf ve iradesiz bazı “solcu” tiplere bulaştırabilmiştir. Y. Küçük, kendine benzer bir tip olarak, bir dönem Kürt sorununa faydacı yaklaşan Doğu Perinçek gibi, “Kardeşim Apo” tutumundan çarkederek, Öcalan ve Kürt hareketi düşmanlığına, Genelkurmay’ın mevziine savrulmuştur. Doğrudan emperyalistlerin ve onların işbirlikçisi rejimlerin destekçisi olan, ABD’nin Ortadoğu planlarının sözcülüğünü yaparak nemalanan Ertuğrul Özkök, Hadi Uluengin gibi ruhunu da sermayeye satmış tiplerin, insanlık değerlerine karşıt  konumları bilindiğinden, üzerlerinde durmaya gerek görmüyoruz.

MARKSİST GELENEK VE SOSYALİZM AYDINLARIN ÖNÜNÜ AÇMIŞTIR
Emperyalizm dönemi, salt yoksul ülkelerin ve emekçilerinin değil, aydınların da tekelci ahtapotların kollarına alındığı bir dönemdi. Tekeller, salt ekonomik saldırı, açlık, yoksulluk, savaşlar ve yeni ölümler yaratarak, insanlık değerlerini düşürmediler. Onlar, ellerindeki güçlü iletişim araçları ve para gücüyle, yetenekli insanları satın alarak hizmetlerinde kullandılar, kültürel ortamı kuşatarak zehirlediler, dekadan bir yazın geliştirdiler. Sosyalizmin ağır bir yenilgi aldığı günümüz koşullarında ise, sözde bir hümanizmi bile savunmayarak, insanlığın önüne ortaçağın geri ve dogmatik düşüncesini koyuyor, mistik güçleri dirilterek onlardan medet umuyor, devasa fedakarlıklarla günümüze taşınan insanlığın tüm olumlu değerlerini silip süpürmeye çalışıyorlar.
Emperyalistlerin bu insanlık dışı girişimlerini onaylamada, kalemlerini onların hizmetine koşmada kuşkusuz aydınların hiçbir çıkarı olamaz. İnsanlık değerlerini  alçaltan bir mihrak, aydınlara esin kaynağı olamaz. Emperyalist dünya, aydınları, yalnızca kendi sömürü sisteminin ücretli bir elemanı olarak, insanlığı yokedecek proje ve araştırmalarında kullanmamış, onların bağımsız yaratıcı ruhlarını da öldürmüş, kendilerine yönelen en küçük aydın muhalefetini, sansür ve santajla ya da Mc Carty dönemindeki gibi “cadı kazanları kaynatarak”, gaddarca ezmiştir ve ezmeye devam etmektedir. Çağımızın aydını, ancak, ezilenin, yoksulun yanında saf tutarak, onların acısına merhem olarak, mücadelelerini kendi mücadelesi bilerek, insanlık değerlerini savunabilir ve ancak bu yoldan, geleceğe olan umudunu ve moral değerlerini tazeleyerek, üstün ve nitelikli yapıtlar üretebilir.
Ekim Devrimi’nin zaferi ve sosyalizmin inşasına girişilmesi, bu anlamda aydınlara yeniden kendilerini yenileyip geliştirecekleri bir alan ve alternatif bir platform açmıştı. Bu açılan yeni yolda, salt düşünme ve fikir tartışması yapma değil, düşündüğünü yaşama uygulama, yaratıcılığını sonsuz özgürlük ve olanaklar içinde gerçekleştirme ve yaratılan ürünü paraya tahvil etme değil, insanlığın hizmetine verme vardı.
Yeni proleter kültürü, yeni insan yaratımını ve komünist toplumu kurmayı, ütopik olarak kavramayan, aksine, öyle kavrayanları eleştiren Lenin, sosyalist iktidar altında aydınların rolünü, burjuva aydınlardan ve uzmanlardan yararlanılmasını sorununu gerçekçi biçimde çözümlemiş, sürekli olarak, burjuva aydınlardan bilim-teknoloji ve yönetim işlerini öğrenmenin, sosyalizmin inşası için zorunluluğuna dikkat çekmişti. Bu yüzden devrim sonrasında, “aydınların, işçilerle aynı ortalama maaşı almalarını” savunanları eleştirmiş, işçilerin, burjuva aydınlardan, bilim ve teknolojiyi öğrenip eğitilmiş genç bir bilimci/teknisyen kuşağı ortaya çıkıncaya ve aydınların gönüllü olarak kazanılması sağlanana dek, onlara ortalamanın üstünde ücret verilmesinin zorunlu ve gerekli olduğunu savunmuştu. Bu bağlamda Lenin, değerli bilim adamlarına özel ayrıcalıklar sağlayan kararnameleri, Halk Komiserleri Başkanı olarak, bizzat imzalamıştı.
Pavlov örneği, Lenin’in tutmunu anlamak için, çarpıcı ve öğreticidir. Lenin, 24 0cak 1921 tarihli, Halk Komiserleri Konseyi Başkanı olarak imzaladığı bir kararname ile, İ. P. Pavlov ve yardımcılarına araştırma destek ve garantisi sağlamış; bunun için Petrograd Sovyeti’ne yetki verilmesi kararlaştırılmıştır.
Lenin’in yalnızca sosyalist inşa sürecinde değil, Ekim Devrimi öncesinde de aydınlara yaklaşımı, objektif, esnek ve kazanıcıydı. Çernişevski’yi Rus aydınının öncüsü olarak değerlendiriyor, Anayasacı demokrat (Kadet Partisi’nden) yazarların Destoyevski’yi eleştiri ve küçümsemesine izin vermiyor, onun demokrat yönünü savunuyordu. Toprak ağası olan Tolstoy’un, dünya çapındaki sanatsal dehasını övüyor, sistemi eleştiriye tabi tutmasını takdir ediyor, İsacı ve dinci yönünü ise eleştiri konusu yaparak, ‘sızlanmacı Rus Aydını’ değerlendirmesinde bulunuyordu.

AYDINLARA YAKLAŞIMIMIZ NASIL OLMALI?
Bu yazılanlardan aydın sorumluluğu ve tutumuyla, aydınlara sorumlu yaklaşım ve davranışın nasıl olması gerektiği anlaşılabilir. Bununla birlikte, son önemli bir nokta, aydınlara yaklaşımımızda ortaya çıkan vaya çıkabilecek sekter tutumlardır. Bu hatalar, daha çok, ya teorinin doğmatik yorumundan ya da aydınların tarihsel konumları ve üretim içindeki yerlerinin eksik kavranışından doğmaktadır. Aydınların “bireyciliği” ve “disipline gelmezliği”nden hareketle geliştirilecek itici ve sekter yaklaşımlar; devrimci demokrasi kavgasını ve işçi hareketini aydın katkısından mahrum bırakabilecektir.
Aydınlar açısından elbette bireycilik ve disipline gelmezliğin zemini güçlüdür. Çok azı, işçi sınıfının disiplinine tabi olarak, kolektif çalışmaya katılırlar. İşçi sınıfı, kolektif çalışmaya yatkınlığını ve iş disiplini nasıl ki sonradan kazanmıyor, bunu üretim sürecindeki nesnel konumundan elde ediyorsa, aydın da, bireysel yaşamı ve disipline gelmezliğini, üretim içindeki yerinden, bireysel üretimiyle ürününü yaratma koşullarından edinmektedir. Sorun, kapitalist sisteminin işbölümündeki roller ve üretim içindeki yerlerin farklılığından kaynaklanır. Öte yandan aydın kesimi, yaşam koşulları ve fikirsel yönden, burjuva bir mevziden işçiye karşıt dursa da, burjuvazi gibi, çalışmadan artı-değere elkoyan bir katman oluşturmaz ve bilgi üretimiyle varolur.
Elbette, sınıflarını inkar edip, yaşam tarzı ve eylemini işçi sınıfı ile birleştiren aydınlar da vardır ve olacaktır. Ama kitlesel ve gönüllü bir aydın dönüşümünün, geleceğin sosyalist koşulları altında gerçekleşeceğini bilerek, aydınların en küçük olumlu ve demokrat çabasıyla bugünden birleşen ve hareketi zenginleştiren bir tutum izlemek gerekmektedir. Sosyalizmin ağır yenilgi aldığı ve emperyalist burjuvazinin Rönesansın rasyonel değerlerine bile saldırdığı günümüz koşullarında bunun önemi daha da artmıştır.
Sonuç olarak, ‘aydın tutumu’ ve ‘aydın olmak’ gibi kavramlar; belirli kalıplar içine sığdırılamayacak bir somutluğa, özgünlüğe ve tarihselliğe sahiptir. İçinde bulunulan devrim aşaması ve mücadelenin düzeyi kadar, dünya çapındaki güç ilişki ve çelişkileri de, kavramın şekillenişi ve kapsamını etkilemektedir. Ekim Devrimi’yle açılan sosyalizmin yoluyla Anti-faşist Savaş’ın kazanımlarının dünya ölçeğinde aydınları önemli ölçüde etkileyip kazandığı ’70 öncesi dönemde; adlarını yukarıda andığımız aydınların yüksek düzeyli tutumlarıyla, günümüzde sosyalizm ve işçi sınıfının kazanımlarının geriye savrulduğu yenilgi sonrası, emperyalizm ve gerici düşüncelerin güç kazandığı ortamın aydınlarının tutumları, doğal olarak bir ve aynı olamaz. Rönesans aydınlanmasının, rasyonel düşünüşün bile, emperyalist odaklarca top ateşine tutulduğu, ortaçağın her türlü mistik düşünüşünün, falcılık ve büyücülüğün diriltildiği koşullarda, aydınlardan çok ileri tutum ve davranışlar beklemek, kendi normlarımız ve çıtamıza erişemeyenleri bu nedenle “aydın” saymamak, gerçekçi bir yaklaşım değildir.
İnsanlığın değerlerini, aydınlanmanın şu veya bu ögesini savunan yazar, sanatçı, öğretim üyesi, teknik eleman vb. eğitim görmüş ve yaşadığı topluma karşı kendini sorumlu hisseden aydınların işçi sınıfı davasına kazanılması veya ona dost olması, bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin zafere ulaşması için tayin edici önemdedir.
İşçi sınıfı ve onun devrimci partisi, bu nedenle, aydın sorununa özel bir dikkat göstermek zorundadır.

Çin efsanesi ve gerçekler

Çin, Deng Siao Ping döneminde ve sonrasında gerçekleştirdiği reformlar sürecinde dünya piyasasına açılarak, kendine bir yer edinmiştir. 2001 Kasımı’nda DTÖ’ne girişiyle hızlanan Çin’in büyüyen ekonomik büyüklükleri; özellikle de ihracat artışı, büyük ülkeler karşışında verdiği ticari fazla (bu yıl kırılan rekorla, 102 milyar dolar olarak açıklandı) ve ülkesine çektiği yabancı sermaye miktarı göz korkuttu. Kimileri Çin’in bir dünya devi, bir süper güç olduğunu, kimileri de yakın gelecekte ABD’nin yerini alacak‚ ‘tırnağını bileyen ejderha’ olduğunu söyleyerek birçok spekülasyon yapmakta.

Çin, gelinen yerde, 1.3 milyarlık nüfusu ve yüksek büyüme oranlarıyla ile büyük emperyalist güçlerin gözünü korkutan ülke olmayı sürdürüyor. 2004 yılına oranla, 2005’ te düşükte olsa, %9.9 ‘luk oranla büyüyen ve 2.26 trilyon dolarlık ulusal hasılası olan Çin, dünyanın 5. büyük ekonomisi oldu. 2006 yılındaysa, %8 ‘lik büyüme oranı ve cari kurla 2.24 trilyon dolarlık, satınalma gücü paritesiyle(1) ise 9.48 trilyon dolarlık ulusal hasıla elde edeceği ve kişi başına 1700 dolarlık ulusal gelire ulaşacağı tahminleri yapılan Çin; ucuz işgücündeki avantajına güvenmektedir.

Ülkenin doğu kıyılarını emperyalist tekellerin üretim üssü olan serbest bölgelere dönüştüren ve Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) girdikten sonra kamu işletmelerini daha hızlı şekilde yabancı sermayeye açan Çin, tekellerin kârlarına aracılık ederek ve ucuz işgücü pazarlayarak, kalkınma ve büyük emperyalist güçler arasına yerleşme hesapları yapıyor. Bölge ülkeleri ile kurduğu ekonomik ilişkileri basamak yaparak, dostluk bağlarını geliştiriyor, komşularıyla geçmişten kalan sınır anlaşmazlıklarını barışçıl olarak çözüp, aşmaya çalışıyor. Bunları yaparken de, içte, güçlü militarist devlet aygıtını ve sözde Maocu komünist çizgiyi izlediğini iddia ettiği Ç’K’P aygıtını; halkın tepkisini yatıştırmak, eylemlerini dizginlemek, gerektiğinde amansızca bastırmak ve ucuz emek cenneti olmayı sürdürebilmek için kullanıyor.

Görüntünün ardında yatanın ne olduğunu anlayabilmek ve gelecek öngörülerinde bulunabilmek için; öncelikle Çin’in bazı rakamsal büyüklüklerinin analizine ihtiyaç vardır. Bu yazıda, olanaklar ölçüsünde yapılmaya çalışılacak olan budur. Bu yazıda kullandığımız ve özel olarak belirtilmeyen kaynak ve veriler; genel olarak Çin’in resmi kitlesel yayını olan Halkın Günlüğü (Peoples Daily) gazetesinden den alınmıştır.

ÇİN’İ DÜNYA EKONOMİSİNDE ÖNE ÇIKARTAN İKİ ÖNEMLİ ETKEN: YABANCI SERMAYE VE UCUZ İŞGÜCÜ

Çin’in büyüme hızına ivme kazandıran ihracat artışının arka planında yatan olgular nelerdir? Bunların en başında, Çin’in ülkeye çektiği yabancı sermaye ve yabancı sermayenin de ucuz işgücü cenneti olan ve adına ‘serbest bölge’ denen ‘dikensiz gül bahçeleri’ne davet edilmesi gelmektedir.

Güneyde Şanghay, Tianjin, Beijing (Pekin), Hong Kong’un karşısına düşen Pearl Nehri deltasında ve ulaşımı kolay olan Çin’in doğu sahillerinde 13 noktada yoğunlaşmış bulunan 845 serbest bölge (Bu, 2001 itibariyle dünyadaki serbest bölgelerin % 60’ına tekabül etmektedir); yabancı sermayenin özellikle aktığı bir üretim üssüne dönüşmüştür. Avrupa ve dünya pazarlarına giden malların çoğunun çıkış noktası buralardır. Yine bu bölge, Çin’de yapılan üretimin %57’sini karşılamaktadır (merkez bölgeler %26’sını, batı bölgesi ise %17’sini üretmektedir).

Çin’e yabancı sermaye girişi 2000’li yıllarda arttı. 15 yıl önce Çin; Japonya hariç, doğu Asya bölgesine giden yatırımların %20’sini çekmekteydi. 1996-2000 yılları arasında Çin’e giren yabancı sermaye miktarı 42,7 milyar dolar iken, günümüzde sadece bir yılda giren miktar, bu rakamı aşmıştır. Artık Japonya hariç bölgeye giden yabancı sermayenin %80’i Çin’e akmaktadır. Akışın doğrudan Batı’dan mı geldiği, yoksa Asya’nın eski Kaplanları’nın bazı sektörlerinin (Bu ülkelerdeki sektör yatırımlarının önemli bölümü yine ağırlıklı olarak Batı sermayesine aittir.) Çin’e kaymasından mı ileri geldiği tartışılabilir, ama görünen bir gerçek var ki, o da, finans-kapitalin doğrudan sermaye yatırımlarının Çin’e akışı yoğundur. Geçtiğimiz aylarda yapılan Birleşmiş Milletler Ticaret ve Gelişme Konferansı’nda, çokuluslu şirketlerin %87’si, Çin’i, halen dünyada iş yapılacak yerler arasında en çekici yer olarak sınıflandırdı.( Bkz.Tablo-1)

2001 yılı itibariyle, Çin’e giren doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının (dünyadaki toplam sermaye yatırımı olan 69.191 milyar dolar içindeki payı % 50 dir) ülkelere göre dağılımına göz atarsak; ABD 7.5 milyar dolarla ilk sırayı alırken, Japonya 5.4, Almanya 1.2, Fransa 0.6, Rusya 0.4 milyar dolarlık yatırım yapmıştır. 2000-2001 yılları arasında Çin’e giren yabancı sermayenin %60’ı‚ sanayileşen diğer Asya Kaplanları üzerinden (Hong Kong, Güney Kore, Singapur, Tayvan) ve Japonya’dan gelmiştir. Bu akış, sermayenin, yaşadığı krizi aşmanın ana yöntemi olarak, işgücünün daha ucuz olduğu Çin’i tercih etmesinden ileri gelmektedir. Çin’e giren sermayenin sadece %20’si, doğrudan ABD ve AB kaynaklıdır. Aslında ticaretin yönünde de benzer bir değişim gözlenmekte, yani Çin’e gelen sermayenin aramalı gereksinimini de peşinden çekmesi nedeniyle, Çin, bu, kriz içindeki eskinin ‘Asya Kaplanları’ndan yaptığı ithalatı arttırdı. Ama ihracatı, ABD ve Avrupa’ya daha çok yöneldi. Çünkü bu arada ‘Kaplanlar’ın Batı’daki pazar payları da doğal olarak Çin’e kaydı.

Bununla birlikte, geçtiğimiz yılın Ekim ayında, Çin Ticaret Bakanlığı’nın bildirdiğine göre, Çin’e giren yabancı sermayede göreli olarak düşüş başladı. Yabancı sermaye girişi, 2005 yılının ilk dokuz ayı içinde, bir önceki yılın aynı dönemine göre, %21.1 düştü. Daha önceki yıllar, yatırımlar en az iki kat artış gösteriyordu. 2003 yılında, SARS paniği yaşanmasına rağmen, 1.3 kat artmıştı. 2004’teki artış oranı da, 2003’ten %13.3 daha fazlaydı. 2004 yılı itibariyle ülkede birikmiş yabancı sermaye toplamı ise, 562 milyar dolar olarak açıklandı.

Aslında yabancı sermayenin bu yatırımlardan ne kazandığı ve Çin’e kalanın ne olduğunun da irdelenmesi gerekir. Ayrıntılı rakamlar olmamakla birlikte, genel olarak Çin’in ihracat ve yabancı sermaye gelirleri toplamı, ulusal gelirinin % 40’nı oluşturmaktadır. Bu, ulusal gelir toplamı içindeki yabancı sermayenin götürdüğü kâr hakkında bir ölçü olabilir. Aslında nereden geldiği bir tarafa, gelenin uluslararası şirketler olduğu düşünüldüğünde (ki, farklı sektörlerde dünyanın en büyük 500 tekelinden 450 tanesi Çin’de aktif faaliyet içindedir); yabancı sermayenin belli bir egemenliğinden de sözedilebilir.

Nitekim, 2000 yılı itibariyle, doğrudan yabancı sermaye stoku, GSYİH’nın (Gayri Safi Yurtiçi Hasıla) %32.3’ü düzeyine ulaşmıştır. (Bkz. Dünya Bankası Yatırım Raporu 2002.) 2005 yılında bu oran, GSYİH’nın %46.3’ü düzeyine ulaştı.

Sermayenin buradaki sömürü oranı çok yüksektir, ve bu, doğal olarak, dünya tekellerinin ortalama kâr oranlarını artıran önemli bir etkendir. Çin’in dış ticaretine konu olan mallar genellikle emek-yoğundur ve ithal konusu olanlar, hammaddeler ve yarı-mamul maddelerdir. (Bkz. Tablo-2) İhraç ürünleri de, yine, emek-yoğun bir süreçten geçmektedir. Bu nedenle, dış ticaretteki emek payı % 50 kadardır. Çin, yüksek teknolojili ürünleri pahalıya alıp, emek-yoğun ürünlerini ucuza satmaktadır. Otomativ ihracatında bu durum daha görünür olmaktadır. Çin, son açıkladığı 2006 rakamlarına göre, toplam değeri 1.58 milyar dolar olan 172.639 oto ihraç etmiş, buna karşın, toplam değeri 5.2 milyar dolar olan 161.608 oto ithalatı yapmıştır. Bu yıl, ilk kez, otomativ ticaretinde, miktar olarak iharacattan gelen 11.031 adet fazlalık görünüyor. Ama yine de, satın aldıkları yüksek teknolojili otomobil olduğundan, 4.42 milyar dolar açık vermekten kurtulamıyor. Genel anlamda ise, ticari fazla olarak açıklananların içinde, özellikle şirketlerin kâr payı bulunmaktadır. Görünen; değer akışının, Çin’den büyük emperyalist ülkelere doğru olduğudur.

Dünya Bankası; “Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne girişinden itibaren, bu işleyişin Çin’e %34’lük bir ek büyüme getireceğini, 2005 yılına dek üyeliğin Çin’e 83 milyar , dünyanın büyük devletlerine ise, 340 milyar dolarlık kazanç getireceğini” hesapladı. Dünya Bankası’nın 1997 yılı raporu, ‘Mukayeseli ticari üstünlüğün’, sermaye yatırımının tetiklediği mal ithalat ve ihracatıyla oluşan haksız değer akışı ve emek sömürüsü yoluyla Çin’i nasıl yağmaladığını; ibretle göstermektedir. 2005 yılına kadar bu yağmadan en çok yararlanan ülkeler, Japonya, Güney Kore, AB gibi sanayi malı ihraçatçısı ülkeler oldu. Bundan sonra da onların olacağı görülmektedir.

Rakamsal olarak da, Çin’in DTÖ üyeliğinin sonuçları görülmeye başlandı.1979 yılında, sadece 177 milyar dolarlık GSMH ile, dünyanın dokuzuncu büyük ekonomisi olan Çin, 2004 yılında, 1.7 trilyon dolarlık GSMH ile, dünyanın ilk beş büyük ekonomisi arasına girdi. Çin’in gayri safi yurt içi hasılasının dünya hasılası içindeki payı ise, giderek artış gösteriyor. Aslında, kendi tüketimininden daha çok, dünya için bir üretim üssü olan Çin’in bu göstergesinin, yine satınalma gücü paritesine göre, 2006’da, dünya hasılasının %15.2’si düzeyinde olacağı sanılıyor.

2002 yılında, karşılaştırılmalı olarak ülkelerin dünya ticaretinden aldıkları paylar; ABD %10.4, Almanya %9.2, Japonya 6.4, Çin %5.8, Hindistan %2.5 şeklinde gerçekleşti. (Bkz. Tablo-3a ve 3b) Halihazırda Çin ihracatını, Japonya, ABD ve AB ülkeleriyle; ithalatını ise, ASEAN ülkeleri ile gerçekleştirmektedir.

Ucuz işgücünü karşılama, geldiği ülkedeki emek maliyetinin görece yüksekliğinden kaçarak, kâr oranlarını artırma peşinde koşan, –rekabet koşullarında birikimi dolayısıyla– varlığı buna bağlı olan sermaye, emek sömürüsüyle elde ettiği kârların önemli bölümünü, kendi ‘anavatanı’na götürmektedir. Aslında, ayrıntılı hesaplamalarda da ortaya çıkacak olan; Çin’in ülke olarak kazanmadığı, ama üst tabakadan bazı Çinlilerin, ortaklıklar yoluyla, bu yağmadan pay kaptığıdır.

Birleşmiş Milletler Dünya Yatırımlar Raporu’nda, 2000 yılında, Çin’in ihracatının yarısının yabancı yatırımların üretimi olduğu, daha önce de açıklanmıştı.

Çin’e giren yabancı sermayenin yarattığı net döviz miktarının, bu yatırımlar sonucunda elde edilen kârların transferinden daha az olduğu da söylenmektedir. Örneğin 2000 yılında, Çin’de, yabancı sermaye 25 milyar dolar para kazanıyor, ama 2 milyarlık bir net ihracat fazlası yaratıyor. 25 milyarın yarısını tekrar Çin’e yatırıyor, 10 milyar doları, ülkelerine transfer ediyor. Çark bu şekilde dönüyor, ve kâr transferi, küçük olsa da (8-9 milyar dolar ) açığa neden oluyor.

Çin’in dış borçları, 2005 itibariyle, GSYİH’sının %28.8’i düzeyindedir. Resmi devlet borçları 242 milyar dolara ulaşmıştır.

Şanghay’daki Çin-Avrupa Uluslararası İşletme Yüksek Okulu Dekanı Rolf Cremer; “Çin’in ihracatının %60’ını ithal mallar oluşturuyor, dolayısıyla Çin’in ‘milli ihracatı’ diyebileceğimiz oran, %20 ile %30 arasındadır. Aslında, bu da, Çin’in ihraç ettiği işgücüdür.” saptamasını yapıyor.(2)

Peki durumun böyle olduğunu Çin yetkilileri bilmiyor mu? Elbette biliyor, ama onlar, ucuz işgücü avantajını sürgit kullanamayacaklarını da bildiklerinden; dev uluslararası firmalarla rekabet ve ülkenin kalkınması için, ileri teknolojiyle ürettikleri mallara ‘uluslararası bir marka’ vurmaya hazırlanıyor ve bunu ‘kendi tarzlarında’ yaratmaya çalışıyorlar.

Aslında Çin’in, 2005 itibariyle, Fortune Dergisi’nin her yıl açıkladığı 500 büyük dünya firması listesinde 11 adet ‘uluslararsı firması’ vardır, ama bunların en büyükleri, iç piyasaya hakim olan petrol sektöründeki devlet tekelleridir. Son yıllarda PC ve laptop üretiminde dünya üçüncüsü olarak atak yapan Lenovo adlı, merkezi New York’ta bulunan Çin’li firmanın gelişim yolu ise, tipiktir. O, IBM adlı ABD tekelinin PC üretimiyle ilgili kolunda çalışan Çin’de görevli 11 bilgisayar mühendisinin ayrılıp kendi firmalarını kurmalarıyla doğdu ve belli bir gelişmeden sonra, IBM’in PC üretimiyle ilgili kendisinden üç kat büyük olan birimini satın alıp adeta yeniden kurularak, uluslararası bir markaya dönüştü. Şimdi 19.000 kişi çalıştıran şirkette, Çin menşeli eski şirketin % 42.5 payı bulunurken, IBM’in % 10.2 ve TPG, Genaral Atlantic ve Newbridge Capital’in %10.2 ve kamuya ait %33.9 hisse payı vardır. 2008 Çin Olimpiyatları’nın sponsoru olan ve Çin kompüter piyasasının üçte birine hakim olan bu firma, yılda 13 milyar dolar kazanmaktadır. Lenovo adı, Latinceden türetilen melez bir kavram olup, ‘yeni efsane’ anlamına gelmektedir. Ayrıca Lenovo dışında, Çin’in uluslararası ölçekte üne sahip, ama geniş olarak ele almayacağımız başka firmaları da var: Televizyon imalatında TCL, çelik imalatında Baosteel, beyaz eşyada Haier, iletişim ekipmanı dalında Huawei ve en iri Çin şirketleri olarak, petrol alanındaki PetroChina, Sinopec ve CNOOC’nin adı anılmalıdır. Aliminyum üretiminde Chalco ve kömür üretiminde de Yanzhau Coal sayılmalıdır. Otomobil yapımında Sanghai Automotive Industry Corp. (SAIC) ve oto parçaları yapımında Wanxiang, Çin’in dünya klasmanına giren 11 şirketi arasındadır.

DTÖ’ne giriş, özelleştirmelerin hız kazanması, Çin’i “serbest piyasa kapitalizmi” yolunda ilerletmiş olmasına karşın, Batılı emperyalistler halen, bankacılık, savunma ve enerji alanlarının devlet tekelinde olmasından yakınmaktalar. Ama onları umutlandıran, Çin’in ileri teknolojiye olan ihtiyacıdır. Çin’in, ‘yeni efsane’ler yaratırken, firma satın alma, ortaklaşma ve satmalarında gözettiği unsur, teknoloji alımı olmaktadır. Nitekim geçen Ekim ayında, şimdiye kadar özelleştirilmeyen makine yapım sektöründeki bir firmanın yabancı sermayeye satılışı, bu umudu besleyen bir faktör oldu. Batılı Carlye şirketi, mobil vinç makinaları yapımıyla uğraşan Çin şirketi Xugong’un % 85 hissesini satın aldı. Ünlü İsviçre Bankası UBS, geçtiğimiz yıl sonunda Beijing Securities’in hisselerinin %20’sini satın alırken, Çin Demiryolu Bakanı ise, tüm yerel demiryolu hatlarını yabancı işletmelere vermeye hazır olduklarını açıkladı. Çin Petrol Şirketi CNOOC’nin Başkanı Fu Cheng Yu da , “hükümetin, firmasının hisselerini %70 azaltma konusu üzerinde düşündüğünü” bildirdi. Ayrıca, yabancı bira firmaları olan Anheuser-Busch ve Heineken’ın Çin’in 8. büyük bira firması olan Fuijin Sedrin Brewery’in hisselerini satın almak için görüşme halinde oldukları, Çin’den gelen haberler arasında.

Carlyle, hareketli vinç dalında, uluslararası bir marka olabilmek için şimdi yüksek teknoloji firmalarıyla görüşüyor. Bir süre sonra, Çin, bu alanda başka bir firma adıyla uluslararası piyasaya girerse, şaşırmamak gerekiyor. Çünkü Çin, birçok alanda kendine yönelik konan teknolojik ambargo ve yasakları; ortaklıklar yoluyla delmekte, kısa sürede yeni teknolojiyi taklit ederek, kendi firma ve markasını kurmaktadır. Çin kapitalizminin izlediği bu yolu, Batılılar ‘teknoloji hırsızlığı’(3) olarak nitelemekte, Çin’in bazı ürünleri orjinalinden daha kaliteli üretmesi, onların gözlerini korkutmaktadır.

Çin’in ulusal gelirin yaratılmasını, sektörler bazında ele aldığımızda, tarım sektörünün yerine sanayinin geçtiği ve Çin’in bir sanayi ülkesine dönüştüğü söylenebilir. Ama ülke nüfusunun 900 milyonunun kırlarda yaşadığı ve iç tüketimden ancak %30 pay alabildiği de ayrı bir gerçektir. Burada sanayi ülkesi olmaktan kasıt, ulusal gelire büyük katkının sanayi kesiminden yapıldığı anlamındadır. Çin’in, 2005’in son günlerinde revize ettiği rakamlarda, hizmet sektörünün ekonomideki payı da öncekine oranla yüksek çıktı. Bu değişiklik, küçük üretimin hesaplamaya dahil edilmesi ve Yuan’ın revelüasyonu gözetilerek yapıldı. Böylece ulusal gelirin yaratılmasında hizmet sektörünün aldığı pay, daha önce %32 iken, şimdi %41’e çıkmış oldu. Son duruma göre, ulusal pastadan sektörlerin aldığı pay şöyle: Sanayi %46, Tarım %13, Hizmetler %41.

Son açıklanan 2005 rakamları içinde, ihracat, %28.4 artışla, 762 milyar dolar olurken, Çin’in 2004 yılına göre ticari fazlası rekor düzeyde yükseldi. 102 milyar dolarlık ticaret fazlası, 2004 yılına göre, %219 artmıştır. Yabancı yatırımlar, görece düşerken, işşizlik oranı aynı kalmıştır. (Resmi olarak %4.2)

ÇİN YETKİLİLERİ, İŞÇİ VE KÖYLÜ EYLEMLERİNDEN KAYGILANIYOR

Dünya Ticaret Örgütü’ne giriş sonrası daha da artan işsizlik, köyden şehire artan göç, ücretlerin düşüklüğü, sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesi, konut sorunu, iş ve maden kazalarına karşı önlem alınmayışı, emekli maaşlarının tam ödenmeyişi, parti sorumlulularının karıştığı artan rüşvet olayları, bölgeler ve kişiler arasındaki gelir dağılımı adaletsizliğinden kaynaklanan ve tuzu kuru zengin tabakaya duyulan sınıfsal öfkeyi kabartmaktadır.

Gelir Araştırma Enstitüsü Başkanı Su Hainan’a göre, kırsal kesimde yıllık ortalama gelir 355 doları ancak buluyor. Aslında, tarımsal nüfusun 900 milyon olduğu düşünüldüğünde, yoksulluğun boyutu ortaya çıkmaktadır. Şehirlerde bu rakam üç katına çıkıyor. 26 milyon kişinin geliri ise, yılda 80 doları ancak buluyor. Kırsal kesimin yıllık geliri yılda %4-5 artarken, şehirlilerinki, ülke büyüme hızıyla orantılı olarak, %8-9 olarak artmaktadır. Yine, ülkenin en zengin %10’luk kesimi, toplam servetin %45’ine el koyarken, en yoksul %10’luk kesim ise, sadece %1.4’ünü alabilmektedir. En zengin kesim ile en yoksul kesim arasındaki gelir uçurumu, en az 40 kata ulaşmış durumdadır.

2001-2002 yılları arasında Çin’de işşizlik düzeyi, 1949 devriminden önceki düzeye ulaşmıştı. Çin, her yıl kırsal alandan kopup şehre akan on milyonlarca işsiz üreten bir ülkedir. Son yıllarda sayıları 150 milyona çıkan, şehirlerde ikametlerine izin verilmeyen ve kırla şehir arasında mekik dokuyan bir göçmen işçi kitlesi de unutulmamalıdır. Aslında son on yıldır işçi ücretlerindeki reel artış oranı %1’ler düzeyindeydi. Ama Yuan’ın revelüe edilmesi sonrasında, Çin, tüm rakamlarını geriye yönelik revize etmeye başladı. Çin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın 0cak 2006’da açıkladığına göre, 10. Beş Yıllık Kalkınma Dönemi olan 2001-2005 yıllarındaki yıllık ortalama işçi ücretleri, %12.6 yükselerek, 18.000 Yuan (2.250 ABD Doları ) oldu.Yani bu hesaba göre, Çin’deki işçi ücretleri, aylık olarak, dolar bazında 186 ‘ya çıkmış oldu.

Çin’in gelişme halinde bir orta sınıfı bulunmakla birlikte, bu, geniş değildir ve Çin yönetiminin hedeflediğinin gerisindedir. Hedeflenen 400-500 milyonluk ‘güçlü orta sınıf’ henüz yaratılamamıştır. 2002 Martında yayınlanan Devlet İstatistik Bürosu raporunda, şehir nüfusunun üçte birinden, yani 12 milyondan azının hane halkı gelirinin 60 bin dolar ya da üzerinde olduğu saptanmıştı. Araba, ev, TV, bilgisayar ve diğer tüketim malları alabilen ve tatil yapabilen bu kesim, çok küçük bir azınlıktır, nüfusun %1 ‘inden daha azına tekabül etmektedir. İç pazarın büyüklüğü ve açlığına paralel olarak, tüketim kapasitesi gelişkin bir orta tabaka, ileri teknoloji ürünlerinin tüketilmesi ve yeni üretimi tahrik için elbette zorunludur. Parti merkez yöneticileri, şimdi kolları sıvayarak; “ikibin yıllık tarım vergisini tasfiye etmek”, “kişisel gelir vergisine tabi olan alt kesimler yararına vergiye tabi olma sınırını yeniden belirlemek”, “yoksul kesimler için parasız eğitimi kurumsallaştırmak”, “vergi kaçaklarını önlemede bankaların denetiminden yararlanmak”, “emekli maaşlarını zamanında ve tam ödemek” vb. türünden iç talebi canlandırıcı reformlar üzerinde yoğunlaşmış görünmektedir. Bu bağlamda Çin yönetimi, Şubat ayı başında, 11. Beş Yıllık Plan dönemi içinde ‘Sosyalist Çin kırını inşa etmeyi’ acil hedef olarak belirlediğini açıkladı.

Tüm bunlara karşın, bir takım basın yayın organlarında araba satışlarının Çin’de rakamsal olarak arttığı ve halk bisikletten kurtularak taksiye kurulduğu söyleniyor. Gerçek böyle değildir. Çin’de araba satışları özellikle son iki yıldır artıyor. 2004’te 5 milyon araba satılmış (ki, bunların en az yarısı içeride satılmış olup, bunların da çoğu, ticari kamyon ve otobüs satışlarıdır) ve Çin, dünyanın 3. büyük araba pazarı olmuş. (ABD 17 milyon satışla birinci, Japonya 5-9 milyon satışla ikinci olmuş. –Bkz. Economist, Haziran 2005) Ama kişi başına araba sahipliğine ilişkin oran, Çin’de çok düşüktür. ABD’de bu oran binde 600 iken, Çin’de binde 7’dir. Çin’deki özel arabaların sayısı halen 10 milyon kadar olup, bu, ABD’de 1930 büyük bunalımı sırasındaki miktar kadardır. Çin’deki araba firmalarının ve Çin hükümetinin her türlü teşvikine karşın, artış, şimdilik bu kadardır ve ‘tuzu kuruların pazarı’ doydukça, göreli olarak düşmektedir.(4)

Gelir dağılımı bozukluğu ve bunun giderilmemesi, protestoları teşvik etmektedir. Geçen Haziran ayında Çin’in en doğu ucundaki Anhui kasabasında zengin bir işadamının, yoksul bir bisikletliye çarptığı trafik kazasından sonra başlayan tartışma; giderek binlerce kişinin katıldığı ayaklanmaya dönüştü. Bu türden öfkeli çıkışlar, zengin kişilerin ÇKP bürokrasisi içinde de temsil olanağı bulmasından ötürü, öncelikle yerel parti önderliklerini, ama dolaylı olarak da genel parti otoritesini sarsmaktadır.

ÇKP, 16. MK 5. Plenumu, 2005 Ekiminde, ‘Şehir ve kırsal alanların, işçiler ve çiftçilerin, Doğu-Batı bölgelerinin kollektif yoksulluk içine atıldığına, en zengin eyaletler ile en yoksul eyaletler arasındaki kişi başına ulusal gelir farklılığının 10 kata ulaştığına ve bu farkın kişisel bazda çok daha fazla olduğuna’ dikkat çekti.

İşin gerçeği, bazı kesimleri zengin etme ve gelir dengesizliği yaratma; Ç’K’P’nin tercih ettiği, ‘Kedinin renginin değil tuttuğu farenin önemli olduğunu’ ileri sürerek, bilinçli olarak uyguladığı resmi politikasının ürünüydü. Deng Xiaoping ; “Zengin ve yoksul arasında gelir uçurumu sorunu, özellikle büyütülecek ve bu yüzyılın sonunda Çin modern refah düzeyine ulaştığı zaman çözülecektir. Zengin olan tabaka ilkin reformların motor gücü olarak çalışacak, açıklık ve reformların meyvesini de ilk onlar tadacaktır.” demişti.

Çin Akademisi’nden bir araştırmacı, Sun Liping, geçen yılın (2005) ilk on ayı içerisinde, 337 şehir ve 1955 ilçede meydana gelen ve katılımı 100 kişiden fazla olan yürüyüşlerin toplamını hesaplamaya çalıştı. Buna göre, hergün köylerde 90-160, şehirlerde 120-150 arasında gösteri olmaktadır. Bu ise, 2005 yılı için, en az, 135.780 gösteri ve 13.5 milyon gösterici anlamına gelmektedir. Bu resmi istatistikleri doğru kabul etsek bile, gösterilerin birçoğu, binlerce kişinin katıldığı eylemlerdir ve 100 kişiyi bulmayan gösteriler de buna ilave edildiğinde, rakamlar, burada belirtilenden kesinlikle birkaç kat daha yüksek çıkacaktır.

Gösterilerin bugün itibariyle birbirinden yalıtık ve kendiliğinden olduğu, ama sınıfsal temelde gelişme eğilimi taşıdığı söylenebilir. Özellikle köylerdeki yoksul ve hoşnutsuz kesimin, şehirdeki proletarya ile birleşmesi ve bunların da, Çin’in büyüme oranlarının düşmesi (örneğin yüzde dokuzlardan altılara inmesi) koşullarında, durumu sarsılan şehir küçük bujuvazisiyle kaynaşması tehlikeli olacak, eylemler Çinli yetkililerin başını ağrıtacak ve partinin kontrolünden çıkabilecektir. Elbetteki bu durumda, Çin’in gelişmesinden rahatsız olan güçlerin dış manüplasyonları da olabilecektir. Çinli yöneticiler, durumun vahametini görüp, ‘kırmızı alarm’ öncesi durum olan ‘sarı alarm’a boş yere geçmedi.

Güvenlik birimlerinin hantal yapısını gidermek için, Zhou’nun komutasında ‘özel polis’ kurulmuştu. Bunlar, terör ve şiddet olaylarını ele alıp çözecek tarzda‚ “küçük saldırı birlikleri” olarak organize edildi. Dış karışmaları kontrol amacıyla, Rusya’dan sonra, Çin de, önlemler almaya başladı. Medya ve internet denetlenmekte ve adına ‘Sivil Toplum Örgütü’ denen Batı kaynaklı ve muhaliflerin örgütlenip beslendiği, maaşa bağlandığı derneklere verilen izinler soruşturulmaktadır. Yeni başvuruda bulunan uluslararası örgütlerin tescil işlemleri ise durdurulmuştur.

ABD ÇİN’İN EKONOMİK GÜCÜNÜ STRATEJİK HESAPLARLA ABARTIYOR

Çin’in, özellikle Avrupa ve ABD ile olan ticaretinde ortaya çıkan ticari fazla eleştirilere neden olmakta, Çin’in karşısında ‘ulusal koruma’ duvarları yükseltilmektedir. Çin mallarına kota getiriliyor, Çin’in parasının değerini düşük tutarak ihracatı teşvik etmesi eleştiriliyor ve yuan’ın revelüe edilmesi (değerinin artırılması) isteniyordu. Yuan’ın değerinin, geçtiğimiz Temmuz ayında, ABD doları karşısında %2.11 (1 dolar = 8.11) artırılması ve son yapılan görüşmelerden sonra, kısmi anlaşma sonucu, sorun zamana bırakılmış gibidir.

Fakat, Çin’e yönelik Batı kaynaklı kaygı ve eleştiriler, salt ekonomik nedenli değildir. Onun askeri harcamalarını artırması (halen ABD’nin dörtte biri kadardır), elektronik ve uzay teknolojisine yaptığı yatırımlar ve bağımsız bilimsel teknoloji geliştirme çabaları, enerji kaynakları elde etmeye ve depolamaya olan eğilimi ve satınalma şeklindeki yatırımları, ŞİÖ ile olan ilişkileri, Rusya ile ortak askeri tabikatlar düzenlemesi ve gelişen ilşkileri, ASEAN ve Japonya ile geliştirdiği ilişkiler, Tayvan konusundaki hassasiyeti gözleri korkutmaktadır. Özellikle ABD, bugün olmasa da gelecek açısından, Çin’i potansiyel bir tehlike olarak gördüğünden, ‘önleyici savaş’ doktrini gereği olarak, kendisine yeni bir rota çizmiştir. ABD, 11 Eylül sonrası, Ortadoğu ve Asya’daki tüm hamlelerinde Çin ve Rusya’yı gözeten ve kuşatan bir yol ve eylem haritasına sahiptir. Bu nedenle, en başta Çin’in bugünkü rakamsal büyüklüklerinin abartılmasında, onun gelecekte süper güç olacağına dair saptamalar yapılmasında, ABD kaynaklı ‘Thik Tank’lerin payı görmezden gelinmemelidir.

ABD, Çin’i “sorunlu ülkelerle enerji antlaşmaları yapmakla” ya da “dünya petrolünün önemli bölümünü tüketmekle” suçluyor. ABD, adeta, “Enerji yollarını ve kaynaklarını sadece ben kontrol ederim, gerekirse işgal ederim, sakın suyumu bulandırma” demek istiyor. Bu amaçla, Çin’i tehdit olarak gören ve gösteren tespitler yapıyor ve yaygınlaştırıyor.

Çin’in dünya petrolünün çoğunu emdiği görüşü, kuşkusuz, objektif değildir. Dünya enerji tüketimi, bu yıl sonu rakamlarıyla (milyon ton olarak) şöyledir: Kuzey Amerika 3.079, Batı Almanya 1.615, Japonya 557, Asya 2.738, gelişme halindeki ülkeler 1.172, Latin Amerika 562, Ortadoğu ve Afrika 364.

Aslında Çin, şu an, Japonya ve ABD’den sonra, dünyanın en çok petrol ithal eden 3. ülkesi durumunda. Aynı zamanda dünyanın 6. büyük petrol üreticisi olan Çin, yine de, ülkesinin artan petrol ihtiyacını karşılayabilmek için, petrolde ithalata eli mahkum bir ülkedir. Stratejik ve askeri bir zenginlik olarak da görülen petrolün rezerv bölgeleri ve taşıma güzergahlarındaki ABD ablukasından ötürü, savaş esnasında enerji nakil yollarının birkaç haftalık tıkanması bile, Çin’i hayli kaygılandırmaktadır.

Çin, kritik dönemlerde en az birkaç ayı sorunsuz atlatabilecek, ekonomik ve askeri çarkını çevirebilecek petrolü, şimdiden sahilden uzak güvenli noktalarda depolayarak çözüm aramakta. Bunun yanısıra, Rusya ile yaptığı boru hattı antlaşmalarıyla ve dünyanın her tarafında petrol ve doğal gaz rezervleri satın alarak, kaynaklarını güçlendirme yoluna gidiyor. İran, Venezuella, Gabon, Cezayir, Angola ve Mısır’da petrol kaynaklarına yatırım yapan Çin, son olarak, Afrika’da, Nijerya sahillerindeki petrol ve doğal gaz yataklarına da 3 milyar dolarlık yatırım yaptı. Birkaç hafta önce, Suudi Arabistan’la, içeriği açıklanmayan, geniş boyutlu yeni bir petrol antlaşması imzaladı. Ayrıca, Çin’in devlet şirketinin, ABD’de petrol şirketi olan UNOCAL’ı satın almak istemesi, ABD’nin bunu engelleme çabaları anımsanmalıdır. Özetle Çin, 11 Eylül sonrası, çok yönlü, ama kendine yeterli bir petrol stratejisi uygulamaya koymuş durumdadır.

Çin’in, yukarıda değindiğimiz ABD’nin spekulatif saldırılarına yanıtı ne olmaktadır?

Çin, “petrol tüketiminin %60’nın iç üretimi olduğunu, enerji tüketiminin %68’ini kömürden, %23’ünü petrolden yaptığını ve bunun dünya ortalaması olan %40’tan daha az olduğunu söylemektedir. Çin, ayrıca, “ABD, Japonya, Almanya, Kuzey Kore, Çin gibi fazla enerji tüketen ülkelerin hep birlikte petrol fiyatlarının artmasına katkı yaptıklarını, terörist eylem korkusunun acil durum stokunu teşvik ettiğini, bunun petrol fiyatını %10-15 arttırdığını belirtmektedir.

Çin, ek olarak, BP’nin 2005 yılı enerji istatsitiklerini kaynak göstererek; “Çin’in 2004 yılında dünya petrolünün %8’i olan 310 milyon ton petrol tükettiğini, ABD’nin tüketiminin ise Çin’den üç kat fazla, dünya tüketiminin dörtte biri olduğunu; yine ABD’nin Çin’den dört kat daha fazla, 590 milyon ton petrol ithal ettiğini, Çin ithalatının ise dünya toplamının %6’sı olan 149 milyon ton olduğunu ileri sürmektedir.

Çin’in, diğer büyük emperyalist güçler gibi, güçlü ve kendi ayaklarının üzerinde durabilen bir güç olmadığı, kendi ulusal tekelleri ve markalarıyla dünya ekonomisine kafa tutamadığı açıktır.(5) Ve Çin, son dönem durumunun farkında olup, “Japonya demenin Sonny ve Toyata markaları demek anlamına geldiği görüşüne atıf yapmakta, “güçlü ve kendilerine ait dünya markaları yaratmaktan bahsetmektedir. Ayrıca, onun ‘ekonomik gücü’nün içeriğinin, emperyalist büyük devletler gibi olmadığı, kendi iç pazarı doyurmak ve yaşatmak için dış sermaye yatırımlarına ve ileri teknolojiye olan gereksinimine, sermaye ihracı yaptığı alanların darlığına (özellikle petrol kuyularına yapıyor) ve bunun toplam miktarına bakarak da görmek mümkündür.

Çin, sermaye ihraç etmektedir, fakat miktarı düşüktür. Örneğin 2005 Kasımı itibariyle, Çin’in ABD’deki sözleşmeli yatırım miktarı 11.89 milyar dolarken, ABD’nin Çin’e şimdiye kadar yaptığı yatırımların miktarı ise, 10 kat fazlasıyla, 110.5 milyar dolara ulaşmıştır. Toplam sermaye ihracı, 1991 yılında 3 milyar dolar iken, bu, 2002 sonu itibariyle sıçrama göstererek, 35 milyar dolara çıktı. 2004 yılında ise, Çin, 3 milyar 600 milyon dolarlık dış yatırım yaptı.

Ama uluslararası doğrudan yatırımların 2003 yılında 653 milyar dolar olduğu düşünüldüğünde, Çin’in bundaki payının, dünya toplamının binde sekizi, Amerika’nınkinin binde beşi, Japonya’nınkinin yüzde biri düzeyinde olduğu; Britanya ve Fransız emperyalizminin 19. yy’daki düzeyine ancak ulaştığı görülmektedir. Toplam dış sermaye yatırımlarının dünya toplamı içideki payı ise, % yarımdan daha azdır.

Çin, bunların yanında, dış ticaret fazlalarını, döviz rezervi olarak, %70’ini de USD cinsinden tutmaktadır. Geçtiğimiz günlerde, Çin Halk Bankası’nın (ki, Çin Merkez Bankası işlevi görüyor) bidirdiğine göre, Çin’in elindeki döviz rezervleri, %34.3 yükselerek, 819.9 milyar dolar oldu. Çin, rezervlerinin önemli bölümüyle, ABD devlet tahvili almaktadır. Tahvil satın almanın karşıya borç verme anlamına geldiği düşünüldüğünde; Çin, ABD’ye yüklü miktarda (en az 300 milyar dolar) borç vermiş konumdadır.

Çin Devlet Döviz İdaresi, bu yılın Ocak ayı başında, “Ellerindeki döviz rezervlerinin çeşitlendirilerek güçlendirilmesine” vurgu yaptı. Çin’in elindeki rezerv parayı, başka döviz cinsine çevirmesi, ABD devlet tahvili almaktan vazgeçmesi ya da bir bölümünü satması durumunda; ABD dolarının ve Devlet tahvillerinin fiyatının düşeceği, ABD’nin borçlanmada daha yüksek faiz ödeyeceği açıktır. Doların ani düştüğü bir durumda, Çin ekonomisi de, dünya ekonomisi de sarsıntı yaşayacaktır.

Tüm bu verilerin ışığında, ABD’nin Çin’e yönelik endişeleri ve spekülatif iddialarından beslenen ‘Çin’in süper güç olduğu’ tespiti sorgulandığında, söylenebilecek olan nedir?

Süper güç olmak, herşeyden önce ekonomik, askeri ve siyasi güç olmak anlamına gelir. Çin ekonomisine ilişkin, yakın dönemdeki ekonomik veriler aktarıldı. Şimdi de, Economist 2006 Ajandası’ndaki uzak dönem tahminlerine bakalım: (Tablo-4A)

Economist İntelligent Unit’in son rakamlar üzerinden yaptığı gelecek öngörülerine göre, diğer ülkelerin de aynı bütünlük içinde kaldığı varsayımıyla;

2026 yılında, Çin, dünyanın en büyük ekonomisi olacak. 2026 yılında ABD, ticaretten ve yatırımlardan elde ettiği kârları, anavatanına döndürmesi açısından dünyanın bir numarası olarak kalacak. Çin, Japonya’yı rahatlıkla geçecek. Ama ekonomik büyüklükleri karşılaştırmada önemli bir yöntem olarak görülen satın alma gücü paritesiyle, Çin, 2017 yılında ABD’yi yakalayıp geçecek. 2026’da, Hindistan, 3. büyük ekonomik güç haline gelecek. ABD’nin ardından Hindistan ve Japonya geliyor. Hindistan, yaşlanmış Çin’den daha hızlı büyüyen bir güç oluyor. Avrupa, göreli olarak alt sıralara kayıyor. (AB’deki 25 ülkenin ulusal hasılası, 2006’da, dünya hasılasının %26’sını üretmekten %24’ünü üretir konuma düşecek.)(Bkz.Tablo-4B)

Herşey bugünkü gelişme ivmesi ile gittiğinde, durum böyle olabilecekmiş. Çin’in belli bir ekonomik büyüklüğü her zaman oldu, Ortaçağ’da da dünya üretiminin %30’nu karşılıyordu. Her dönem dünyanın önemli devletleri arasında sayıldı. Bundan sonra da, en büyük ekonomi olabilir, güçlü bir devlet olarak da kalabilir. Ama nüfus baskısı altında olan bu ekonomide, genel refah ve kalkınma düzeyi, kişi başına düşen ulusal gelir düşük oldüğu gibi, diğer handikaplar da büyük olmaktadır. Gelişmiş ülkeleri refah yönünden yakalaması, bu nedenle, uzun vadeli bir olasılık olarak görülmelidir. Bu konuda son yapılan Davos zirvesinde, DTÖ Şanghay Danışma Enstitüsü’den Feng Yun; “Sadece rakamlara bakmanın yanıltıcı olduğunu söyleyerek, Bizde 200 milyon insan günde 1 Euro’dan daha az bir parayla geçiniyor. Çinli bir köylü yılda 300 Euro kazanıyor. Bununla tüm ailesine bakmak zorunda. 2014’te ABD’ yi ulusal gelirde geçsek de, kişi başı gelir ve refahta onların gerisinde olacağız. Rakamlar birşey ifade etmiyor.” dedi.(6)

Gelişmişliğin önemli bir göstrgesi olarak kabul gören kişi başına elektrik tüketimi açısından, Çin, dünyanın gelişmekte olan ülkelerinin bazılarının, örneğin Türkiye’nin bile gerisindedir. Ve bu, onun, dünya ekonomileri içinde nasıl bir ‘büyüklük’ olduğunun somut bir göstergesidir. (Bkz. Tablo 5)

Askeri açıdan bakıldığında, Çin’in büyük bir ordusu var ve modernleştiriliyor, teknolojik donanımı artırılıyor. Ama bu ordu, çoğu personel harcamalarına giden, ABD’den dört kez küçük askeri bütçesiyle, halen dünyada 3. sırada bulunuyor. Siyasi olarak, bölge gücü olarak, dünya platformlarında dikkate alınıyor, ama bu platformlarda, tek başına bir ağırlık koymaktan uzaktır, ancak Rusya, AB ve ŞİÖ ile yakınlaştığı ve ortaklaştığı ölçüde, ABD karşısında bir güç olabiliyor.

SONUÇ

Çin’in bugünden görülen durumu, bölgesel güçlerden biri olduğu ve bunu sürdürebilme potansiyeli taşıdığıdır. Süper güç olduğu ya da olmaya sıçradığı doğru değildir. Bu, elbette ileriki yıllarda Çin’in ‘süper güç‘ olmaya sıçrama ihtimalini dışlamamaktadır. Ama şimdilik görünen, ‘süper’lik için, Çin’in avantajlarından daha çok, dezavantajları olduğudur.

Çin’in ‘süper’ lig şampiyonluğuna gittiğine dair sunulan “en” büyük rakamlar, aynı zamanda onun gelişmesinin süper “engelleri” konumundadır. Büyüklükler, her an Çin’in ayağına dolanma potansiyeli taşımaktadır.

Dış manüplasyon ve karışmaları yoksaysak bile, uzak bir gelecekte ‘süper güç’ olabilirliği; herşeyden önce, dünya kapitalizminin sancısız (krizsiz) gelişmesine; rakiplerinin gerileyerek, ona bu şansı tanımasına, Çin’in bugünkü içsel sorunlarını acısız çözmesine, işçileri sıkı kontrol altında tutmayı sürgit becerebilme yeteneğine ve tüm bunları büyüme oranlarını düşürmeden yapmasına bağlıdır. Bugünden tümü sıralanamayacak birçok etkenin, onun şimdiki konumunu bile zorlayacağı açıkken (7); ‘süper güç’ olduğu ya da olabileceği yönlü saptamalar, kehanet olmaktan öteye geçmemektedir.

Tüm bunlardan çıkan sonuç; Çin’in, ABD karşısında ya da onun yerini alan bir süper güç olmadığı, şu anda bölgesinde önemli bir güç olmaya çalıştığı ve yakın dönemde de, ABD karşısında, ancak bir güçler koalisyonuyla etkili olabileceği ve Çin’in de buna oynadığıdır.

Dipnotlar:

(1) Satınalma gücü paritesi: İki para birimi arasındaki doviz kuru oranının iki ülkede görece farklı fiyatlardaki mal ve hizmetlere göre belirlenmesidir. Örneğin, ABD’de 10 dolar 10 şişe su alıyorken, Türkiyede 50 şişe alabilir. Bu durumda, doların Türkiye’deki satınalma gücü 5 kat fazladır. Bu nedenle, bir ülkenin mal ve hizmetler toplamının ya da kişi başına gelirinin ülke fiyatlarının, uluslararası döviz kuruna -dolar- çevrilmesiyle elde edilen rakam ile, doların o ülkedeki ulusal paraya çevrilmesiyle aldığı miktar, yani satınalma gücü, her ülkede farklı olur.

(2) 29-10-2005 tarihli Deutsche Welle’den (“Çin’de ekonomi hızlı, mevzuat yavaş”)

(3) Çin, manyetik hızlı tren yapacağını duyurmasıyla, daha önce Şanghay’da hızlı manyetik tren yapan Alman firmaları Siemens ve Thyssen Krupp, yeni rakpilerinden kaygılanmaya başlarken, Almanya Dış Ticaret Odası yetkilisi Steffi Schmidt ise, ’Çin, Batı teknolojisini çalmaktan sakınmayan ve marka sahtekarlığıyla milyarca dolarlık zarara yolaçan bir ülke olarak ün saldı’ açıklamasını yaptı.

(4) Çin Hükümeti, bankacılık sisteminde krizi bile göze alarak, araba alımları için kredi teşvikleri yaptı. Çin, 1.8 milyon km. ile dünyanın 3. büyük otoyol kapasitesine sahiptir ve yeni otobanlar yaparak, 2020’de yollarını iki katına çıkarmayı planlıyor. Çin, 2 aylık ve 70 saatlik kurslarla araba ehliyeti veriyor ve bunun sonucu olarak, trafik kazalarında dünya rekorunu ve olüm oranı yüksekliğinde şampiyonluğu elinde tutuyor. Dünya Sağlık Örgütü raporlarına göre, Çin’de hergün, trafik kazaları nedeniyle 680 kişi ölüyor, 45.000 kişi yaralanıyor. Ayrıca araba tekelleri, satışı artırmak için, Çin’deki iklim değişikliğine göre imalat yaptıkları gibi, dünya piyasalarına göre ‘ucuz’ olan 5.000 dolardan araba satışı yapıyorlar. Buna rağmen, araba sektörüne birçok firmanın yığılmasından ve rekabetten ötürü ısınan sektörde, kar oranları düşüşe geçtiğinden, Wolkswagen, 2006-2008 arasındaki yatırım planlarında %40 indirime gittiğini açıkladı.

(5) Dünyada cirosu en güçlü 200 işletmeden 187’si, 13 emperyalist ülkede bulunuyor (2003): ABD’de 77, Japonya’da 28, Almanya ve Fransa’da 20’şer, İngiltere’de 16 (ek olarak, 2 tane İngiliz-Hollanda firması), Hollanda’da 7, İsviçre’de 6, İtalya’da 5, İspanya’da 3, Norveç’te 2, Finlandiya, Lüxemburg ve Belçika’da da 1’er tane bulunuyor. Sadece 13 büyük işletmenin merkezi, geri kalmış ya da “gelişmekte” olan ülkelerde bulunuyor. Bunlar içerisinde 4 işletmeye G. Kore ev sahipliği yapıyor. Geri kalanlar içerisinde, bir istisna dışındakiler, devletlere ait petrol işletmelerinden oluşuyor. (Meksika’daki Pemex, Venezüela’daki PDVSA ve Malazya’daki Petronas gibi) 200’ler grubunda, sadece 2 Çin petrol tekeli bulunuyor. Bunlardan Sinopec 53. ve Çin Ulusal Petroleum 73. sırada. Çok daha büyük cirolara sahip Batılı petrol tekelleri 100.000 ya da daha az işçi çalıştırırken, Sinopec’te 854.000 ve Çin Ulusal Petroleum’da ise l milyondan daha fazla işçi çalışıyor. Batıdaki üretkenlik ve aynı şekilde rekabet gücü çok daha yüksek. Borsa değeri en yüksek 1200 tekelin ülkelere/bölgelere dağılımına gözattığımızda, yaklaşık %50’si ABD’de, %30’u AB’de, %10’u Japonya’da. Yani, borsa değeri en yüksek 1200 tekelin %90’ı, bu üç bölgede toplanmış durumda. Büyükler arasında İsviçre’ye düşen pay %3 iken, Çin’in payı sadece %1,5. Söz konusu 1200 büyük tekel içerisinde petrol ve gaz tekelleri belirleyici durumda.

(6)27.01.2006 tarihli Deutsche Welle’den Astrid Freyeisen’in haberinden.

(7) Gerçekten de başta ABD ve Batılı güçler, Çin’i bir krize ve kargaşaya sürükleyerek, rejimi değiştirme ve ülkeyi tam yağmalama olanaklarına sahiptirler. Ancak, otorite olarak, şimdiki yönetimin yerine ne koyacaklarını bulabilmiş değiller. Ekonomilerin bu denli birbirine bağlı olduğu bu süreçte, kargaşa sonucu oluşması muhtemel bir enkazın altında kalmaktan korkuyorlar.



Tablo-1

Çin’e doğrudan yabancı sermaye yatırımları (Milyar dolar olarak)

Tablo-2

Çin ihracat ve ithalatının dağılımı (2002)

Oran olarak %

İhracat

İthalat

Makine, elektr., donanım

35,6

42,3

Tekstil

17,8

5,9

İleri teknoloji ürünleri

24,7(2003)

28,9(2003)

Tarımsal ürünler

1,4

0,9

 

 

 

(Kaynak: Çin DİE, 2003)

Tablo- 3a

Ülkelerin karşılaştırmalı bazı ekonomik büyüklükleri (2002 )

ABD

Japonya

Almanya

Çin

Hindistan

GSYİH (Ulusal gelir- Milyar dolar olarak)

10.446

3.973

1.994

1.266

502

Kişibaşına GSYİH (Dolar)

36.406

31.270

24.211

974

480

Kişibaşına satınalma gücü paritesiyle gelir

36.406

26.739

26.663

6.033

2.620

Tüketici fiyat enflasyonu %

1.6

-0.9

1.4

-0.8

4.3

Cari işlemler dengesi

-480.9

112.5

46.6

35.4

4.7

Cari işlemler dengesinin ulusal gelirdeki payı (%)

-4.6

2.8

2.3

2.8

0.9

Mal ihracatı (Milyar dolar)

681.9

395.6

615.0

325.7

52.7

Mal ithalatı (Milyar dolar)

1.1165

301..8

492.8

281.5

65.2

Tablo-3b

Ülkelerin dünya üretimi ve mal ve hizmet ihracatındaki payları (% olarak)

Ülkeler

Dünya hasılasındaki payları

Dünya ihracatındaki payları

ABD

20.9

10.4

Avrupa alanı

15.3

31.1

Japonya

6.9

5.7

Çin

13.2

5.9

Hindistan

5.9

1.0

Diğer gelişmiş ekonomiler

11.6

24.6

Gelişmekte olan ekonomiler

26.2

21.3

(Kaynak: Economist, Haziran 2005)

Tablo-4a

Satınalma gücü paritesiyle dünya toplam hasılasından ülkelerin aldığı pay (% olarak)

Tablo-4b

Dünya toplam hasılasından resmi dolar kuru üzerinden ülkelerin aldığı pay (% olarak)

Tablo-5

Bazı ülkelerin kişi başına elektrik tüketimi

Ülkeler

Kişi başına elektrik tüketimi (KwH)

ABD

12.364

İSVİÇRE

7.458

JAPONYA

7.427

ALMANYA

6.192

RUSYA

5.658

TÜRKİYE

2.014

ÇİN

1.825

(Tablo, 2004-2005 yıllarında bazı ülke nüfuslarının elektrik tüketimlerine oranlanmasıyla elde edilmiştir ve yaklaşık büyüklükleri yansıtmaktadır. -C.E)

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑