Ortadoğu deyince, herkesin aklına savaşlar, iç karışıklıklar, katliamlar, her biri çözülmesi imkansızmış gibi gözüken sorunlar geliyor. Peki Türkiye’nin de içine dahil edildiği bu Ortadoğu neresi?
Aslında sorunun cevabı, bu bölgeye bu ismi kimin verdiğinde yatıyor. Batı ve Orta Avrupa ve daha sonra da genç kıta Amerika’nın feodal yüklerini sırtlarından yeni atmış burjuvazisi yeni pazarlar ve yeni kaynaklar için gözlerini dört açmışken, kendi yaşadıkları, sistemlerini sürdürdükleri alanların coğrafi olarak doğusuna “Doğu” demişlerdir. Kapitalist ilişkilerin henüz girmediği ya da yeni yeni şekillendiği bu coğrafyada, kendi uygarlıklarıyla ve daha çok da ekonomik-siyasal hedefleri ile örtüşmeyen her şeyi, “Doğu”nun “geri kalmışlığı” olarak tanımlamışlardır. Yağma seferlerine çıkmış İngiliz, Fransız, Alman girişimciler, gittikleri yerlerin yeraltı, yerüstü kaynaklarını talan etmenin kılıfını “barbar halklara” “medeniyet ihraç etmek” fikriyle oluşturuyorlardı.
Tarihsel olarak kapitalist üretim ilişkilerinin geç ortaya çıktığı ya da bizzat sömürgeci devletler eliyle girdiği bu ülkeler, yine aynı sömürgeci devletler tarafından yıllarca ekonomik, siyasal ve toplumsal açıdan bilinçli olarak geri bırakıldı. Belli bir aşamadan sonra, “uygar Batı’nın” güçleri kendi yarattıkları “barbar, “kendi kendini yönetmekten aciz Doğu” kavramına bizzat kendileri de inanır oldular. Buna kendilerini öyle inandırmışlardır ki, şimdiye kadar bölgede ortaya çıkmış ulusal kurtuluş mücadelelerini, ülkelerdeki emekçi sınıfların ülke siyasetine etkisini, hatta 1. Dünya Savaşı sonrası Rusya’da, daha sonra İran’da, yakın geçmişte de Irak, Afganistan ve en son Lübnan’da olduğu gibi karşılarındaki “Doğulu” halkların direnebilme ihtimalini hep küçümsemişler, bu bakış açısı yüzünden askeri ve politik yenilgiler almışlardır. Bugün ABD ve AB Ortadoğu’ya müdahalelerini hâlâ bölgeye “özgürlük, demokrasi, huzur ihraç etmek” olarak gösteriyorlar.
Kapitalizmin emperyalist aşamasına geçtiği dönemde emperyalizmin talanına açılmış her alan “Doğu” olmuştu. Çin Uzakdoğu’ydu, ancak İngiliz “maceracılar”ca yerli halkın yaşam alanı yok edilerek kurulan Avustralya asla “doğu”da olamazdı. Afrika Avrupa’nın güneyinde olmasına rağmen basbayağı “doğulu”ydu. Ya da Amerika kıtasında yaşayan yerli halk, doğuluları hiç aratmayan cahil yerlilerdi! Emperyalist bir güç haline gelmiş Japonya ise, artık “doğulu” kabuğunu kırmıştı. Onun doğululuğu artık bizzat batılılarca estetize edilmiş bir mistizmin ötesine geçmiyordu. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki halk Cumhuriyetleri’ne, toplumsal, kültürel ve ekonomik gelişmişliklerine rağmen, “Batılı” aydınlar, ancak bir “Doğu Bloğu” olmayı reva görmüşlerdi.
Uzun lafın kısası, “Doğu” dediğimiz coğrafya, önceleri Avrupa, 2. Dünya Savaşı sonrası ise Amerika’nın çıkarlarına göre belirleniyor. Ortadoğu dediğimiz bölge de, coğrafi olarak, 3 yaşlı kıtanın kesiştiği bölge olarak tanımlansa bile, Amerikan emperyalizminin hedef ve planlarına göre Ortadoğu’nun sınırları sürekli genişlemektedir. Önceleri, zengin petrol kaynaklarına, ticaret yollarının kesiştiği bir konuma, bu yolların güvenliğini sağlamak için –aynı zamanda diğer emperyalist devletlerle olası bir savaşta– stratejik bir öneme, önemli ticari körfezlere ve tabii ki kültürel ortaklıklara sahip olan İran, Irak, Suriye, Arabistan Yarımadası, Filistin, Lübnan, Ürdün, Mısır (Süveyş Kanalı), Kuveyt ve Anadolu diye bir Ortadoğu tarifi yapılabilirken, 2. Dünya Savaşı sonrası, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki halk Cumhuriyetlerini kuşatacak, Batı Avrupalı müttefikleri koruyacak bir hat üzerinden Ortadoğu’nun tanımı yenilendi. Coğrafi olarak Ortadoğu’da olmayan Libya, Afganistan, Pakistan Ortadoğu’nun sınırlarına dahil edildi. SB’nin dağılması sonrası ise, Cebelitarık Boğazı’ndan Çin’e kadar her yer, “Genişletilmiş Ortadoğu”nun bir parçası haline geldi.
Genişletilmiş Ortadoğu, dünyanın petrol ve doğal gaz kaynaklarının büyük bir kısmını barındırıyor. Dünya petrol rezervlerinin %74’ü bu bölge ülkelerinde bulunuyor. Dünyanın en büyük on petrol üreticisinin yedisi bu sınırlar içerinde. Nijerya ve Venezüella’yı dışında tutarsak, bu projenin kapsamı dışında kalan büyük petrol ve doğal üreticileri (Rusya, Kazakistan, Azerbaycan, Özbekistan, Türkmenistan) de, bu projeye dahil coğrafyanın kuşattığı bölgede. Alternatif enerji kaynağı olabileceği tartışılan başka pek çok madenin de en yoğun bulunduğu bölge bu sınırlar içerisinde.
Aynı zamanda bu bölge, başta petrol ve doğal gaz olmak üzere, pek çok sınai ve ticari doğal kaynağın nakil yolunu oluşturuyor.
Emperyalizmin propaganda merkezleri tarafından her ne kadar aksi iddia edilse de, en son İsrail’in Lübnan saldırısında da görüldüğü gibi, bir bölgede doğrudan silahlı bir güce sahip olmak askeri açıdan bir avantaj.
Yani Ortadoğu; 1) Zengin hammadde kaynaklarına sahip olması, 2) Enerji nakil yollarının güvenliği ve 3) Askeri stratejik önemi bakımından uzun yıllardır emperyalistlerin ilgi odağı. Emperyalist merkezlerden birinin Ortadoğu’da kazanacağı bir mevzi, diğer emperyalist merkezlerin bölgedeki çıkarlarının gerilemesi anlamına da geldiği için, Ortadoğu, yıllardır kaynayan –daha doğrusu kaynatılan– bir kazan.
TARİHE KISA BİR BAKIŞ
Ortadoğu ülkelerine kapitalist ilişkilerin asıl girişi Osmanlı imparatorluğu’nun çözülüş dönemine denk gelir. Birkaç yüzyıl Osmanlı’nın himayesinde özerk diyebileceğimiz şekilde yönetilen bölge, 19.yy.ın ilk yarısından Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar gelen sürede, İngiliz ve Fransız emperyalizminin hem ekonomik hem de siyasal sömürgesi haline gelmiştir. Bölgedeki sınırlar da emperyalistler arasındaki bu çekişmelere göre çizilmiştir. Bölgede sömürge krallık ve emirlikler kurulmuştur. Bu dönemde, Hindistan, İran, Suudi Arabistan, Kuveyt ve Suriye’de İngiltere hakimdir. Irak ve Mısır, İngiltere ile Fransa’nın üzerinde hegemonya mücadelesine giriştikleri ülkelerdir. Mısır’da Süveyş kanalını yapan Fransızlar, kanalın denetimini bir şirket aracılığıyla gerçekleştirirken, bu şirketin hisselerini İngiliz sermayedarlara kaptırarak, Mısır üzerindeki etkisini de İngilizler lehine kaybetmiş oldu. Cezayir, Tunus ve Fas ise, Fransa’nın sömürgeleridir. Libya, İtalyanların kontrolü altındadır. İkinci dünya savaşından 69’daki Kaddafi darbesine kadar, bu ülke de, Fransa ve İngiltere’nin egemen olma mücadelesine sahne oldu.
İkinci Dünya Savaşı sonrası, Ortadoğu’yu etkileyen iki önemli tarihsel gelişmeye değinmek önemli:
Bunlardan birincisi, savaştan mağlup ya da galip olmasına karşın eski gücünü kaybedip gerileyerek çıkmış İngiliz, Fransız ve Alman tekellerin boşluğunu tekelleriyle Amerikan emperyalizminin doldurmasıdır. Önceki dönemin sömürgeci özellikleri ve politikalarını devralan ABD, faşizmin ezilmesinin ve sosyalizmin zaferinin tüm dünyada işçi sınıfı ve ezilen halkların mücadelesini yükselttiği bu dönemde, doğrudan sömürge yönetimler yerine, ilişkilerini işbirlikçisi rejimler (daha çok emir ve krallıklar) üzerinden sürdürmüştür. ABD’nin Ortadoğu’daki hegemonyası, kültürel ve daha çok da siyasi bir hegemonya olma özelliği göstermiş, üstünlüğünü askeri gücüyle beslemiştir.
İkinci Dünya Savaşı sonrası, Ortadoğu’yu etkileyen ikinci önemli gelişme ise, İsrail Devleti’nin kurulmasıdır. Daha 19. yy.ın sonlarında (1897 1. Siyonistler Kongresi, Basel’de toplanmıştır), İngiltere’nin desteğiyle, “vaat edilmiş topraklar” olan Filistin’e yerleşmenin propagandasını yapan Siyonist liderler (Theodor Herzl), 1920’de Filistin’de bir İngiliz sömürgesinin kurulmasıyla aradıkları fırsatı buldular. (İngiltere, daha 1917’de, bölgenin denetimini Osmanlı İmparatorluğu’ndan devir alır almaz, Balfour Deklarasyonu diye bilinen bir metinle, Filistin’i Yahudilerin anayurdu olarak tanıdığını açıklamıştı.) Yoğun Siyonist propagandaya rağmen Filistin’e göç rağbet görmese de, yerleşen Yahudiler, ülkenin çeşitli yerlerinde koloniler kurdular. Kendi mahalli yönetimlerini, alışveriş merkezlerini, şirketlerini kurdular ve hatta askeri örgütlerini oluşturmaya başladılar. İngiltere, bölgede, daha o dönemde, İngiliz emperyalizminin çıkarlarını kendi çıkarı olarak görecek bir devlete ihtiyaç duyabileceğini düşünüyordu. Bu yüzden, Yahudilerin göçünün Filistinli Arap yoksullarını rahatsız edişine göz yumdu. Bölgeye yerleşen Siyonist Yahudiler en verimli toprakları satın alıyordu. Arap işçiler kasıtlı olarak işlere alınmayarak, üretim süreçlerinden kopartılıyordu. Bu dönemde, Arapların sivil Yahudilere karşı saldırıları ve bundan fırsat bulan Siyonist terör gruplarının karşı saldırıları yaşandı. Daha sonraları, Siyonistlerin beklediği fırsat, kapılarını çaldı. Alman faşizminin soykırımına maruz kalan Yahudiler, BM’nin denetiminde, 1948’de Filistin’e yerleştirildiler. BM’in planı, Yahudiler ve Filistinli Araplardan oluşacak ikili bir yönetimdi. Ancak bölgenin işbirlikçi gerici yönetimleri, Filistinli Arapların rahatsızlıklarını bahane ederek, İsrail’e saldırdılar. 24 saat süren bu savaş, Filistin topraklarının İsrail, Ürdün ve Mısır arasında paylaşılması ile son buldu. Ancak İsrail, bölge rejimlerinin zannettiği gibi bir ülke değildi. Bölgede bizzat ABD ve İngiltere emperyalizminin çıkarlarını temsil etmek için kurulmuştu. Anlaşmaya uymadı ve Filistin’in Ürdün ve Mısır’ın elinde kalan kısmını da işgal etti. Bu, İsrail’in ihlal ettiği ilk BM kararı idi ve daha sonra da hiçbir BM kararına veya imzaladığı hiçbir anlaşmaya uymadı. (Bu saldırının diğer önemli etkisi de, İsrail ve dünya Yahudileri arasında Siyonizmin etkisini neredeyse mutlaklaştırmasıdır. Bu tarihten sonra, İsrail hep Siyonist şeflerce yönetilmiştir.) Bu, hala böyle devam etmektedir. Şeriatçı İsrail devleti, İncil ve Tevrat’ı kaynak göstererek, Suriye, Lübnan, Ürdün ile Mısır’ın bir kısmı üzerinde hak iddia etmektedir.
NASIRCILIK VE ARAP MİLLİYETÇİLİĞİNİN DOĞUŞU
1950’li yıllar, K. Afrika’daki Fransız sömürgelerinde bağımsızlık mücadelelerine tanıklık etti. Ancak başta İngiliz, Fransız sermayedarları olmak üzere, emperyalistlere en ağır darbe Mısır’dan geldi. 1956’da, işbirlikçi Kral Faruk rejimi, başını Cemal Abdul Nasır’ın çektiği genç yurtsever subaylar tarafından devrildi. Nasır ve arkadaşlarının anti-emperyalist ulusalcı bir çizgileri vardı. Askeri kademelerde yer almış bu kesim, aynı zamanda ülkelerinin en iyi eğitim almış, dünyada olup bitenleri izleyebilen seçkin bir aydın topluluğuydu. Bir yandan Kemalizmden, öte yandan da Sovyetlerden etkileniyorlardı. (Kemalizmin etkisiyle cumhuriyetçilik, halkçılık, milliyetçilik, devletçilik, laiklik gibi ilkeler Nasırcılık ve etkisinde kalan BAASçı hareketlerin ortak özellikleridir. Yine Sovyetlerin etkisiyle ulusalcı ekonomik programlar izlediler. Dönemin revizyonist Sovyet ideologlarının ortaya attığı “kapitalist olmayan yol”dan kalkınma çizgisini benimsediler.)
Bu dönemde Süveyş kanalı millileştirildi. Kanalın denetimini ellerinde bulunduran İngiliz ve Fransız şirketleri, bu durumu değiştirmek için, İsrail’i Süveyş’i işgal etmek üzere Mısır’ın üstüne yolladılar. İsrail, Kanal’ın denetimini ele geçiremedi, ama topraklarını genişletti.
Nasır döneminde, Sovyetlerin işbirliğiyle barajlar yapıldı, geniş çöl toprakları tarıma açıldı. Mısır’da sanayileşme adına gerçekleşen her şey bu dönemde hayata geçirildi. Mısır, Sovyetlerin de desteğiyle, Ortadoğu’nun en gelişmiş gücü oldu.
Suriye’de de Nasır’ın izinden giden bir BAAS darbesi yaşandı. Birleşik bir Arap cumhuriyeti fikri tartışılır oldu.
O dönemde, başını Yugoslavya (Tito) ve Hindistan’ın (Nehru) çektiği “Bağlantısızlar Hareketi” (ne Sovyetler Birliği ne de batılı emperyalistlerin tarafında olmamak anlamında bir bağlantısızlıktan bahsediliyordu) BM’de etkili bir güç haline gelmişti ve emperyalist hegemonyanın zayıflamasında da etkili oluyorlardı. Mısır ve Suriye’nin, kendi aralarında Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni kurdukları bu dönemde, aynı zamanda, Sovyetlerin Ortadoğu’daki etkisini kırmayı da hedefliyorlardı. İşte bu dönemde, Nasır, bağlantısızlar hareketine dahil oldu. (Bu, aslında, Sovyetlerin de işine geliyordu. ABD’nin hegemonyasına karşı “Bağlantısız Hareketi” ile kuracağı ilişki ancak bu türden olabilirdi)
BİR SOĞUK SAVAŞ TAKTİĞİ: YEŞİL KUŞAK PROJESİ VE SİYASAL İSLAM
“Yeşil Kuşak” Projesi (YKP), ABD’nin, soğuk savaş döneminde Sovyetlerin politik ve ideolojik etkisinin artması ve bu etkinin alanının genişlemesini engellemek için, Norveç’ten Güneydoğu Asya’ya kadar, SB ve Çin’i kuşatma planıydı. Bu projenin örgütsel temelini, bizzat emperyalist istihbarat elemanlarının elinden çıkma İslami örgütlenmeler oluşturuyordu. Temel propagandası ise komünizm karşıtlığıydı. Bu projeyle, SB’ ye yakın duran, laik Arap Milliyetçiliğinin (Nasırcılık, BAAS vb.) etkisi de kırılacaktı.
ABD, bu projesini, Kuveyt, Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan gibi siyasi sömürgeleri üzerinden sürdürüp, Ortadoğu’ya egemen olmayı hedefliyordu. Bu süreçte, özellikle Suudi Arabistan, ABD egemenliğinin maddi ve manevi dayanağını oluşturmuştur. Hem bölgedeki siyasi İslam örgütlenmelerinin finansmanını sağlıyordu, hem de Mekke, Medine gibi kutsal sayılan yerlerin bulunduğu ülke olarak, Ortadoğu’da manevi bir güce de önderlik ediyordu.
Aramco adlı Amerikan-Suudi petrol şirketi, bir şirketten çok siyasi bir parti gibi çalışıyordu. Hatta Suudi Arabistan’ı bu şirketin yönettiği dahi söylenir. Bu şirketin Türkiye kolu, Faysal Finans, Kuveyt Türk gibi banka ve finans kuruluşlarıydı. (Fethullah Gülen’in finansmanını da sağladığı söylenen bu şirketin yeni ilgi alanı, Rusya ve eski SB ülkeleridir.)
Türkiye’deki örnekleri komünizmle mücadele dernekleri, ilim yayma cemiyeti, cami yaptırma dernekleri vb… olan örgütlenmeler, Suudi Arabistan tarafından finanse edilmiş ve ABD ile bölgedeki işbirlikçi rejimler tarafından, ülkelerin iç siyasetinde yer edinebilmeleri sağlanmıştır. Örneğin Türkiye’de, Cuma namazı sonrası toplu çıkışlarla kimi öğrenci eylemlerine saldırılması, aslında, bu örgütlenmelerin asıl hedeflerini de ortaya koyuyordu.
İran’da da benzeri bir örnek vardır. Ulusal bir programa sahip olan, petrollerin millileştirilmesini hedefleyen iktidardaki Musaddık hareketi, Şah taraftarları ve mollaların birlikte hareket etmesi sonucu devrilmiş ve İran’da Şah yeniden iktidara gelmiştir. Ve ardından, mollalar, ABD’nin piyonu konumuna düşüp iktidara taşıdıkları Şah Rıza’yı yeniden devirmek zorunda kalmışlardır.
ABD’nin yeşil kuşak projesini uygulayabilmesi için, hedef ülkelerdeki İslami örgütlenmelerin o ülkelerin iç siyasetine de etki edebilmeleri gerekiyordu. Bunun için de bu fikri birilerinin örgütlenmesi şarttı. İşte Mısır’daki El-Azhar Üniversitesi de, ABD’nin yeşil kuşak projesine hizmet eden fikirlerin yayılmasını sağlıyordu. Ortadoğu’nun çeşitli ülkelerinden öğrencileri, kendi ülkelerine geri döndüklerinde de bu fikirlerin yürütücüsü olarak siyaset arenasında boy gösteriyorlardı. Türkiye’deki “milli görüş” hareketinden bugünkü AKP’ye dek, İslami siyasi hareketlerin fikir babalığını da bu üniversitede eğitim görmüş kişiler yapıyor.
Yeşil kuşak projesi kapsamında, sadece İslami örgütlenmeler değil, Türkiye’den Norveç’e kadar olan bölgede NATO eliyle kurulan özel harp ve gladyo örgütlenmeleri de kullanılmıştır. Hatta Sovyetlerin içerisinde dahi, mafya, ABD ve işbirlikçileri eliyle örgütlenmiştir.
Amerika’nın YKP’ni sekteye uğratan yerler, Mısır ve Suriye ile sınırlı kalmadı. Irak’ta Nasırcılıktan ve SB’den etkilenen ve aralarında Saddam Hüseyin’in de bulunduğu askeri kademelerde örgütlenmiş BAAS (Arap Sosyalist Yeniden Doğuş Partisi), tam da Mısır ve Suriye’nin BAC’nin kuruluşunu ilan ettikleri dönemde, Irak’ta iktidarı ele geçirdi (1968). Onları Libya’da Kaddafi darbesi izledi.
El-Azhar Üniversitesi, Nasırcılığın ve sosyalizmin Ortadoğu’da etkisini arttırdığı bu dönemde, Nasırcılığa ve sosyalizm fikrine karşı bir ABD projesi olan “İslami sosyalizm” fikrini ortaya atmıştır. Bu fikre göre, sosyalizm ile İslam çelişmiyordu ve aslında sosyalizmin vaat ettiği pek çok şey İslam düşüncesinde de vardı! Böylece sosyalizm İslam’ın sınırları içerisine alınıyordu. Öte yandan, İslam düşüncesine karşı en büyük tehlike olarak da Sovyetler gösterilerek, yoğun bir anti-komünizm propagandası sürdürülüyordu. Böylelikle Küba devriminin, Vietnam’daki direnişinin vb. etkisiyle sosyalizm fikrine yaklaşan kesimler, komünizm karşıtlığı üzerinden, “komünizme karşı mücadele eden” ABD’nin safına çekilmeye ya da en azından ABD’nin karşısında olmama fikrine kazanılmaya çalışılıyordu. Bugün Mısır’ın iç siyasetinde etkili bir güç haline gelmiş olan Müslüman Kardeşler’in fikri alt yapısında, bu İslami Sosyalizm teorileri vardır.
HAMAS da, Müslüman Kardeşler örgütünün Filistin’deki ayağı olarak, bu dönemde ortaya çıkmıştır. Dönemin mevcut siyasal ortamında, El-Fetih ve daha çok Hıristiyan Filistinlilerden oluşan FHKC kendilerini solda ilan ettiler. Bunlardan George Habbaş’ın FHKC’si sosyalist olma iddiasındaydı. El-Fetih hareketininse, esen sosyalizm rüzgarından dolayı kendisini başka türlü tanımlama gibi bir şansı çok da yoktu. Filistin kurtuluş mücadelesini asıl olarak Çin ve Arnavutluk destekliyordu, SB ise daha mesafeli duruyordu. Dönemin HAMAS’ı, ilk ortaya çıktığı koşullarda, daha çok İsrail yanlısı politikaları destekliyordu.
Peki, ne olmuştu da, HAMAS ya da ABD’nin YKP’nin parçası olarak kurulmuş siyasal İslami hareketler, günümüzdeki gibi, İsrail ve ABD’nin çıkarlarıyla çatışır hale gelmişlerdi? HAMAS da dahil, İslami hareketlerin nitelik değiştirmesinin başlıca iki nedeni olduğunu söyleyebiliriz: Bunlardan ilki İran devriminin etkisi, ikincisiyse SSCB’nin yıkılmasıdır.
İRAN DEVRİMİNİN ETKİLERİ
1979’da İran devrimi sonrası iktidara gelen Humeyni, bölge halklarınca, yoksulların en büyük dostu olarak bilinir. Çünkü iktidarı boyunca ciddi bir sosyal program uygulamıştır. (Eğitim, sağlık ücretsiz hale getirilmiş, yeni istihdam olanakları yaratılmış, barınma sorunu çözülmüş, aşhaneler kurulmuş, petrol millileştirilmiştir.) Bu yüzden İran’daki Şii devriminin diğer ülkelerdeki destekleyicileri yoksul Müslümanlar olmuştur, çoğu da Sünnidir. (Mısır, Türkiye, Suriye…) Müslüman yoksulların devrimi olarak tanınan İran devriminin diğer bir etkisi de, zengin-yoksul ayrımının, Batı-İslam dünyası ayrımı şeklinde algılanır hale gelmesidir. Yoksulluğa karşı sosyal devlet politikaları izleyen İslam devleti İran ve bu sosyal devlete karşı Batılı emperyalistlerce yöneltilmiş saldırı, böyle bir algılamanın doğmasına neden oluyordu.
1979 yılı, aynı zamanda, Saddam’ın cumhurbaşkanı olarak iktidarını sağlamlaştırdığı döneme rastlar. Saddam gericiliği, başta Sovyet revizyonizmi olmak üzere, emperyalistlerce silahlandırılmıştır. ABD ve diğer batılı emperyalistler ilk başta Saddam’a mesafeli dursalar da, İran’ın bölge halkları üzerinde artan siyasal etkisine karşı, Saddam gericiliğini desteklemeyi tercih etmişlerdi. Saddam’ın Kürt halkına ve Şii€lere karşı uyguladığı baskı ve şiddet politikalarına Batılı emperyalistler tüm 80’li yıllar boyunca sessiz kalarak, bu uygulamaların gizli destekçileri olmuşlardır. İran rejimi ise, bazen Irak’taki Şiileri, bazen de Kürt Sorununu bahane ederek, Ortadoğu üzerindeki yayılmacı planlarını gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bu durum, binlerce insanın cephede ölmeye sürüldüğü (İran’ın “insan dalgası” taktiği hatırlanacaktır) İran-Irak Savaşı’na yol açtı. 1980-1989 yıllarını kapsayan bu savaş, kazananı olmayan bir savaş olarak sonuçlandı. (ABD emperyalizmi savaş boyunca ikili oynamıştır. İran’ın etkisinin artması tehlikesine karşı Irak’ı desteklemiş olsa da, SB’ye daha yakın olan Saddam’ın bir güç olması ihtimaline karşı da dolaylı yollardan İran’ı desteklemiş, İran devriminin enerjisi bu savaşla tüketilmek istenmiştir.)
SİYASAL İSLAM DÜŞMANINI YENİDEN BELİRLİYOR: “RÜZGAR EKEN, FIRTINA BİÇER”
İslami hareketlerdeki değişimi tetikleyen diğer etken ise, Sovyet Bloğu’nun dağılmasıdır. Başta Amerikan-İngiliz emperyalizmi olmak üzere, emperyalistler, “Doğu Bloğu”ndan arta kalan alanları yeniden paylaşmanın hesabına girişmişlerdir. ABD’li düşünce kuruluşlarınca hazırlanan ve “Amerikan Yüzyılı” projesi diye bilinen PNAC raporu, en önemli bölge olarak Ortadoğu’yu, en stratejik ülke olarak da Irak’ı hedef gösteriyordu. Mevcut yeni koşullarda, diğer emperyalist devletler harekete geçmeden, ABD bölgedeki etkisini arttırmalıydı. Enerji kaynaklarına sahip veya nakil yolları üzerinde bulunan ve bir süre öncesine kadar SB’nin desteğini alan Libya, İran ve Suriye rejimleri de hizaya getirilmeliydi.
Irak’ın stratejik önemi her şeyden önce dünyanın en büyük ikinci petrol üreticisi olmasındaydı. ABD’nin düşünce kuruluşları, İran, Irak ve Libya’nın ortak hareket ederek, OPEC aracılığıyla petrol piyasasında hakimiyet kurmalarından korkuyordu. ABD’nin Irak petrollerine hakim olması bu olasılığı saf dışı ediyordu. Irak, aynı zamanda Körfez Bölgesi’ne hakim, İran ve Suriye gibi “şer eksenleri”ne ve rakip Rusya’ya karşı stratejik bir bölgede yer alıyordu. SB’nin dağılmasından bu yana geçen süre, ABD’nin Irak ve Ortadoğu üzerindeki hedeflerini gerçekleştirme çabasına sahne oldu. İlk Körfez Savaşı’ndan işgale kadar geçen süre, Libya’nın “şer ekseni”nden uzaklaştırılması, Somali’nin BM’ce işgali, İsrail’in artan saldırganlığı, Lübnan’da kışkırtılan iç karışıklıklar, Sudan’a atılan bombalar, Afganistan’ın işgali, İran ve Suriye üstündeki baskının arttırılması, hep ABD’nin stratejik hedeflerine ulaşma çabasının adımları oldu.
SB’nin dağıldığı, yani büyük düşmanın ortadan kalktığı döneme gelindiğinde, Ortadoğu’ya savaş açmış, İsrail Siyonizminin en büyük destekçisi olduğu aşikar olan ABD, İran’ın ideolojik etkisiyle birlikte, yoksul Müslüman halkların baş düşmanı olarak gözüküyordu. Bu zamana kadar gelen süreçte, HAMAS ve diğer kimi İslami hareketler de, düşmanını ABD ilan edebilecek bir sınıfsal zemine sahip hale gelmişlerdi. İşte ABD’nin bölgede bizzat kendi desteğiyle kurduğu, kuruldukları ülkelerde önemli siyasi pozisyonlar kazandırdığı İslami örgütlerin ABD ile çatışır pozisyona gelmesinin kısa özeti budur. Bu süreçte, ABD karşıtı bir tavır almamış İslami örgütler güç kaybetmiş, bir kısmı tarih sahnesinden silinmiş, bir kısmı radikalleşmiş, bir kısmı da bölge gerici rejimleri ile uzlaşarak varlıklarını sürdürmeye devam etmişlerdir.
ABD, YKP’den miras kalan ve hala ABD yanlısı tutum alan İslami örgütlenmeler ile başta Suudi Arabistan, Mısır ve Türkiye gericilikleri eliyle, GOP kapsamında “Amerikan Yüzyılı Projesi” ile çatışmayan, Türkiye’deki sözcülüğünü AKP ve Fethullah Gülen’in yaptığı “Ilımlı” bir İslam projesini hayata geçirmeye çalışıyor.
ORTADOĞU VE KÜRTLER
ABD’nin ilk Irak müdahalesi (1991) ile başlayan süreçte, Kürt Sorunu, öncesi ile kıyaslanamayacak bir önem teşkil eder hale geldi. Bölgenin 4 büyük ülkesinde yıllarca inkar, baskı, şiddet ve asimilasyona maruz bırakılmış Kürt halkının mücadelesinin yükseldiği bu dönemde, Kürt Sorunu, bir önceki dönemde olduğu gibi ülkelerin iç sorunu ve birbirlerine karşı kullandıkları bir sorun olmanın ötesine geçerek, bölgede egemenlik mücadelesi yürüten emperyalist güçlerin birbirlerine ve bölge gericiliklerine karşı kullandığı bir soruna dönüştü. ABD ve AB aracılığıyla Alman, Fransız emperyalizmi Kürt halkının özgürlük taleplerinden faydalanmakta yarar gördü. Bu, bir yandan emperyalistlerin Kürt burjuva, burjuva-feodal çevrelerinde, aydınları arasında “özgürlük ve demokrasi getirme” vaadi ile mevzi kazanma çabasıyla şekillenirken (Talabani-Barzani’nin konumu, Türkiye’de bir “Kürt AKP’si” kurma şeklinde tartışılan girişimler), diğer yandan bölge gericiliklerini sorunun istismarı üzerinden emperyalizmin bölge politikalarına daha fazla bağlama biçiminde tezahür ediyor (Türkiye-ABD arasında son dönem İncirlik üssü üzerinden yapılan pazarlıklar). Irak’taki Kürt yönetimi, ABD’nin “bölgeden çekilirsek Türkiye, Suriye ve İran’la baş başa kalırsınız” tehdidiyle, her geçen gün Amerikan politikalarına daha fazla mahkum hale geliyor. Suriye ve İran için durum daha da karışık. Yıllarca üzerinde tepindikleri Kürt sorunu, şimdi ABD’nin bu ülkeleri kuşatma planın bir parçasına dönüştü. Türkiye’de ise, bu sorunun çözümü kendini her geçen gün daha da fazla dayatıyor. Ülke egemenleri bir yandan askeri yöntemlerle sorunu çözmek taraftarı gözükseler de, uzlaşmacı –aslında Amerikancı– bir Kürt partisiyle işin içinden çıkılıp çıkılamayacağını da tartışıyorlar. Her ne koşulda olursa olsun, Türkiye egemenlerinin girişeceği hamleler, ABD tarafından onaylanmış hamleler olacak. Dikkat edilmesi gereken diğer bir yön de, Irak’ta kurulan federe Kürt yönetiminin, Türkiye’deki Kürt üst kesimleri üzerinde beklentilere yol açıyor olmasıdır. ABD kendisiyle uzlaşmaya hazır bir Kürt oluşumu için çaba sarf ediyor. Bunu, mevcut Kürt ulusal hareketi içinden oluşturmaya çalıştı, ancak henüz başarılı olamadı. Son günlerde Amerikan medyasında PKK’nin “yüksek Amerikan çıkarları için tehdit” oluşturduğu yönlü yorumlar, ABD’nin PKK içinden kendisine tabi olacak bir kesim örgütleme planından yavaş yavaş umudunu kesme eğilimini dile getiriyor.
bunca saldırıya karşı Ortadoğu halkları nasıl direniyor?
Yazının başında da belirttiğimiz gibi, emperyalizmin ve ideologlarının gözünde “Doğu”, “medeniyet götürülecek” yerlerdir. Truman bir konuşmasında “bölgedeki ülkelerin hiçbirisi, ne yalnız ne de birlikte, kendilerine yöneltilecek bir tecavüze karşı koyabilecek kadar güçlüdür” diyor. Gerçekten durum bu mu? ABD’ye olan öfkenin bu kadar geniş boyutlarda olduğu bölgede, nasıl oluyor da, ABD bu kadar rahat at koşturuyor?
Bir yanda her türlü anti-demokratik uygulamalarının emperyalistler eliyle desteklendiği işbirlikçi rejimler, diğer yanda halkın İsrail Siyonizmine ve ABD politikalarına olan tepkilerini istismar ederek kendisine karşı muhalefeti engelleyen, gerektiğinde zor kullanan İran ve Suriye gibi bölge gericilikleri. Bölgenin muhalif gözüken hareketlerinin neredeyse tamamı, “İsrail karşıtlığı” adına, kendi ülkelerinin yönetimleriyle işbirliği içinde. Ortadoğu’da hemen herkes muhalifliğini İsrail karşıtlığı üzerinden ölçüyor. Her bir ülkenin kendi içindeki sınıf savaşımları, demokrasi mücadelesi, ulusal sorunlar, emperyalizmle girilen ilişkiler vb. hepsi arka plana itiliyor, görmezden geliniyor. Yani İsrail’in varlığı, Amerikan-İngiliz emperyalizmin planları doğrultusundaki saldırganlıkları ile bölge halkları üzerinde askeri bir tehdit oluşturmakla kalmıyor, bölge ülkelerinin iç siyasetinde de gerici bir etki yaratıyor.
Suriye’de ABD’ye ve İsrail’e karşı gelişecek olası bir direniş BAAS’ ın denetiminde olacak. Böylesi bir direnişten kendi sorunlarını çözmüş, emperyalist istismarlardan kurtulmuş bir Suriye’nin doğması güç gözüküyor.
Irak’taki direniş büyük oranda eski BAAS kadrolarının denetiminde. Birkaç Sünni direniş grubu plansız ve amaçsız eylemler düzenliyor. Ancak direniş adına büyük eylemleri BAAS’cı örgütler düzenliyor. BAAS’cıların ise, Irak halkının tamamını kucaklayabilecek bir programları yok. Eski Saddam rejiminin ötesinde bir vaatleri yok.
Irak’taki Şii örgütlerinin çoğu ise İran güdümünde hareket ediyor ve bu grupların anti-Amerikancı bir söylemi şu an için bulunmuyor. İşin bir yanı Saddam rejiminin Şiiler üzerindeki baskısının ortadan kalkması, diğer yanı ise İran’ın Irak üzerindeki hesapları. İran, Irak’ta kendi denetimi altında özerk bir Şii bölgesi yaratabileceğini düşünüyor. Güçlü bir ordu, nükleer güç, zengin doğal kaynaklar ve bölge ülkeleri üzerinde ideolojik bir etkiye sahip olan İran, Ortadoğu’da kararlaştırıcı bir güç olmak istiyor. Lübnan’da Hizbullah, Filistin’de İslami Cihad örgütü ile hedeflerine ulaşmaya çalışıyor. Amerikan-İsrail çetesiyle gireceği bir mücadeleden galip çıktığında tek vaadi İran devriminin o ülkelere ihracı.
İsrail’in Lübnan’a yaptığı saldırıyı da buradan düşünmek lazım. Önce Suriye Lübnan’dan uzaklaştırıldı, ardından İsrail Siyonizmi İran destekli Hizbullah’ı hedefe koyarak mesajını İran’a verdi. Doğrudan karşı karşıya gelmeye henüz hazır olmayan ABD ve İran’ın çıkarları Lübnan’da çatıştı. İsrail Lübnan’a bombalar yağdırırken, Hizbullah’ın tüm Lübnan’ı kucaklayacak bir propaganda yürütmesi elini güçlendirdi. Yıllar sonra ilk kez girdiği çatışmadan yenik çıkan İsrail’in şahsında, ABD, planlarını daha önce Yugoslavya ve Somali’de olduğu gibi, BM eliyle gerçekleştirmenin hesabında. Ancak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, İsrail’in bu başarısızlığı sonrası, bölgede, İran ve İran’dan destekli güçler, güçlü ve etkili bir pozisyon edindiler. Bugün için bölge halklarının sempatisini kazanmış Lübnan Hizbullah’ı, şu an, “ben İran’ın denetimindeyim” diyemeyecek bir toplumsal tabana hitap eder hale gelmiştir (Bunun sebebi, Lübnan halkının farklı din, mezhep ve milliyetlerden insanlardan meydana gelmesidir). Barış süreci devam ederse, ulusal bir parti olarak gelişmesi olasıdır. Bu durumda Lübnan devleti İran’la dost ve müttefik bir ülke olarak ortaya çıkabilir. Eğer Hizbullah aksi bir yol izlerse, en ileri yapabileceği iş, Lübnan’ı İran’ın Akdeniz’e açılan bir limanı haline getirmek olacaktır.
Hizbullah’ın Lübnan’da yaşayan Şii, Sünni, Hıristiyan, Dürzi tüm Lübnan halkını temsil eder (ya da etrafında birleştirir) bir konum kazanması, bölgede gelişecek anti-emperyalist mücadelenin ulusal, mezhepsel ayrılıkları aşabilmesinin mümkün olduğunu da gösteriyor.
İsrail’in Ortadoğu yıllardır yenemediği asıl güç olan Filistin halkının direnişiyse yeni bir aşamaya girmiş bulunuyor. Ortadoğu’daki tüm muhalif hareketlerin neredeyse teslim bayrağını çektiği bir dönemde Filistin halkı 1. İntifadayı gerçekleştirmişti (1987). FKÖ’nün denetimi dışında gelişen bu direniş ile FKÖ’nün halk üzerindeki etkisi ve önderliği kırılmaya başladı. Zaten geçen yıllar içinde, FKÖ’nün yöneticileri emperyalist istihbarat örgütlerince ticari-mali ilişkilerin içine sokularak yozlaştırılmıştı. FKÖ’nün kırılan bu etkisi HAMAS ve İran destekli İslami Cihad gibi İslami örgütlerce dolduruluyordu. FKÖ liderlerince yapılan her anlaşma, anlaşmanın şartlarına Filistin halkı ve Filistinli örgütler uymasına rağmen, İsrail’in tutumu sonucu, Filistin halkına daha yoğun bir baskı olarak geri dönüyordu. Bu durum, anlaşmalara imza atmak zorunda bırakılan FKÖ’ye olan güveni azaltıyordu. 2. İntifada bu dönemde patlak verdi (2000). Filistin halkının çıkarları için gerektiğinde masadan kalkan, halkı İsrail saldırganlığına karşı mücadeleye çağıran Arafat’ın ölümü sonrası, ABD yetkililerince yıllardır masada görülmek istenen “Ilımlı” Mahmut Abbas’ın başa gelmesi ve onun uzlaşmacı, bekle-gör tutumu Filistin halkının tepkisini çekti. Filistin mücadelesinin ilk gününden beri önderlik yapmış El-Fetih hareketi, mücadelenin önderliğini HAMAS’a bırakmak zorunda kaldı. Filistin halkının yeni temsilcisi HAMAS’ın ise, Arafat’ın yıllarca başardığı şeyi, dünya kamuoyunun desteğini alma işini başarabilecek bir bakış açısının olup olmadığı ise şüpheli.
Unutmamak gerekir ki, Vietnam direnişinin, Küba devriminin tüm dünya halklarınca saygıyla anılmasının asıl sebebi, tüm insanlığa seslenen ve mücadelelerini –propaganda düzeyinde bile olsa– sosyalizm mücadelesi ile birleştirmeyi hedefleyen bir çizgi izlemeleriydi. Bugünkü koşullarda da böyle bir dünya perspektifini sunabilecek tek güç komünist hareketlerdir. Ancak bölgenin kendisini komünist sayan hareketleri, İsrail karşıtlığı fikriyle kendi rejimleriyle barışmış durumdalar.
TÜRKİYE VE GÖREVLER
İşte bütün bunlar üzerinden şunu söyleyebiliriz: “Bütün Ortadoğu’ya baktığımızda, emperyalizmin genişleyen ve genelleşen saldırıları karşısında anti-emperyalist bir halk direnişinin örgütleneceği, buradan da kurtuluş sonrasına ilişkin bir program çıkartabilecek bir savaşı yürütmenin temeline, imkanına, tecrübesine sahip tek halk Türkiye halkıdır. Gerek aydın birikimi gerek örgüt ve mücadelesinin sağladığı birikim, tarihsel, sosyal, ekonomik koşullar bu fırsatı Türkiye’ye sağlıyor.” (Evrensel HAYAT’ta Aydın Çubukçu’yla yapılan röportajdan)
Ortadoğu’da barışı tutarlı bir şekilde savunmak ve bunu kazanabilmek; emperyalizme ve şovenizme karşı verilen mücadeleleri birleştirebilmekten, Türkiye’de yaşanan Kürt sorununun üzerinden atlamadan, bu sorunun demokratik, halkçı ve barışçıl bir yoldan çözümünü savunmaktan geçmektedir. Ortadoğu’da kalıcı bir barış, bölgedeki tüm halkların emperyalizme karşı vereceği bir ortak mücadeleyle emperyalistlerin bölgeden topyekun uzaklaştırılmasıyla sağlanabilir. Bölgeye yapılan emperyalist müdahalelere karşı mücadele, aynı zamanda, Ortadoğu’daki gerici rejimlere karşı verilen bir mücadeleyle birleştiğinde anlamlı olacaktır ki, bu iktidarlar, bölgenin emekçi halklarının azılı birer düşmanı, barışın önündeki engellerdendir. Direnişlerin programları ancak bu temel üzerinde şekillendiğinde, kalıcı bir barış ortamı ve emekçi halklar yararına demokratik iktidarlar kurulabilir.
Türkiye böyle bir mücadele için; bölgedeki diğer ülkelerle karşılaştırıldığında çok daha fazla olanağa sahiptir. Son yıllarda ne kadar dinamitlenmeye çalışılsa da, Türkiye, çeşitli din, mezhep ve milliyetlerden emekçilerin bir arada yaşadığı, zaman zaman bir arada mücadele edebildiği bir ülkedir. Ekonomik olarak emperyalist kuşatmaları aşabilecek işgücüne, teknoloji ve doğal kaynaklara sahiptir. İşçi sınıfının diğer ülkelere kıyasla ciddi bir mücadele ve örgütlenme deneyimi vardır. En önemlisi, emperyalizme karşı mücadeleyi bir işçi sınıfı iktidarı ile, sosyalizmle taçlandırmayı hedefleyen, taktiklerini, araçlarını buna göre belirleyip uygun tarzda emekçiler içinde örgütlenen bir sınıf partisine ve onun çevresinde birleşebilecek bir entelektüel birikime sahiptir. Bu sebeple, Türkiye’de gelişecek bir mücadele, diğer halklar nezdinde umut kaynağı olma potansiyelini fazlasıyla taşımaktadır ve sadece Ortadoğu’da değil, Kafkaslar, Balkanlar, Latin Amerika gibi emperyalizmin “kazan kaynattığı” diğer bölgelerde de siyasal bir etki yaratacaktır. Irak işgali öncesi ve sırasındaki tüm yaşanan tecrübeler buna işaret etmektedir.