Bir süreden beri ülkede fiilen bir seçim “atmosferi”ne girilmiş bulunuluyor. Hükümet, Hükümet Partisi ve sermayenin diğer partileri seçim propagandalarını, çalışmalarını ve “adaylık” entrikalarını başlattılar bile.
Bu durum işçi ve emekçilerin cephesi açısından da bir hazırlık, güç birliği ve seçimleri halkın yararına gelişmelerin “arenasına dönüştürme” çabalarının yoğunlaştırılmasını yeniden gündeme getirmiş durumda. HDP’nin kuruluşu ve çalışmalarını yoğunlaştırmasını bu alandaki adımların en önemlilerinden biri sayabiliriz.
HALK İRADESİ VE SEÇİM BARAJI
Seçimlerden söz edildiğinde, düzen partilerinin yönetici ve sözcüleri, söz birliği etmişçesine “ülkenin daha fazla kalkındırılması, milletin refahı, hak özgürlük, adalet” vb. iddia ve kavramları etrafında sürdürdükleri propagandayı yoğunlaştırıyorlar. Yine aynı durumla karşı karşıyayız. Bu kez, yine AKP Hükümeti ve partisinin yöneticileri, başta Başbakan Erdoğan olmak üzere, “millet iradesi” ile “sandık” arasında dolaysız bağ kurarak, kendilerinin “sandıkta yeniden kazanacaklarını” belirtiyorlar ve “sandık sonuçları” üzerinden –bugünden belliymiş gibi– rant ve “hizmet” dağıtımına başlamış durumdalar. Başbakan, hatta daha da ileri giderek, kendisini diktatör olarak görenlere “diktatörsem, sandıkta devirsinler de görelim!” mealinde meydan okumaktan da geri durmamaktadır.
Bu durumda seçimlerin/sandıkta oy kullanılmasının ve halk iradesinin birbiriyle ilişkisi ve demokratik irade beyanı sorununu çok kısaca da olsa ele almamız gerekiyor. Şöyle ki, iktidar partisi ve hükümet yöneticileri, kendilerini “en azından %50’nin iradesine sahip” görmekle kalmamakta, “millet iradesi bizden sorulur” ahkamı kesmektedirler. Haziran 2013-Gezi ve Türkiye halk direnişinin yarattığı büyük baskı ve iktidar güçlerinin “maneviyatını bozma” etkisini, “% 50 yi zor tutuyorum!” meydan okumasıyla etkisizleştirmeyi hala başaramamış olan AKP ve hükümetinin, yeni yerel –ve ardından gelecek genel– seçimlerde çoğunluk oyunu olma planları dahilinde baskıyı yoğunlaştırıp rant dağıtımına hız vermelerinin yanı sıra seçim barajını %10’da tutma çabasını da sürdürdükleri görülüyor. Getirdikleri sözde üç ayrı önerinin aynı kapıya çıkması bunu gösteriyor.
AKP ve destekçisi bazı liberallerin iddialarına bakılacak olunursa, mevcut sistem dahilinde yapılacak seçimlerde, %40-50 arası bir oy alış, hükümetin “ileri demokrasi” politikalarının başarısının göstergesi olacaktır. Oysa bu bir aldatmaca ve saptırmadır. Çünkü ne seçim sistemi demokratiktir, ne de işçi sınıfı ve emekçiler, Kürtler ve Aleviler ve diğer ezilen, baskı gören kesimlerin sistem partileriyle “aynı koşullarda seçime girmesi” söz konusudur. Bunun önü daha baştan kapatılmıştır. Baraj tek neden ve tek barikat değildir, ama onlardan biridir.
İlkin, halk iradesinin ölçütü olarak “sandık”ı almak ya da halk iradesini sandığa “kapatmak” başlı başına bir sorun olup, halkın tüm diğer sosyal-siyasal ve iktisadi alanlarda herhangi iradesinin olmayacağının baştan teyit edilmesi anlamına da gelebilmektedir. Tüm diğer etken ve koşulların “eşit düzeyde rol oynadığı” bir seçim sisteminde dahi, halk “temsilini verdiği” kişi, parti ve kurum temsilci ve yöneticilerini “geri çağırma”, görevden alma yetkisine sahip değilse, ortada halk açısından demokratik irade beyanı ve iradesini hakim kılma diye bir şey söz konusu olmaz. İkincisi, işçi ve emekçilerin, Kürtlerin ve Alevilerin ve diğer ezilen “azınlık kesimler”in sermaye partilerinin sahip oldukları olanaklara sahip olmaksızın, girdikleri hiçbir seçim demokratik değildir ve demokratik irade beyanı açısından sorunludur. Seçimler, evet, atamanın tersi bir işlem gördüğünden demokratik olarak kabul edilir. Bu durum, seçilmiş kişi veya partilerin elini güçlendiren bir silah olarak da otoritelerini artırır. Oysa seçim sandığı ve çok partili meclisin mevcudiyeti demokrasinin tek kanıtı değildir. Ezen-ezilen ilişkisinin var olduğu bütün sınıflı toplumlarda egemen sınıf yasal olarak meşru bir sıfat bulmuştur kendine. Varlığını tehlikeye atmadan, kendi başına bela olmayacak şekilde zorunlu olarak yaptığı bir takım düzenlemeleri de allayıp pullayıp halkın gözüne sokarak ne kadar demokrat olduğunu göstermeye çalışmıştır hep. Yönetilen sınıfların da halk seçerse “yöneten” olabileceği üzerine inşa edilmiş tekrar tekrar oynanan/izlenen bir oyun sürer gider. Oysa ki iktidardaki hep ezen sınıf, yönetilen hep ezilen sınıftır gerçekte. Seçimler, ona katılanların değil sadece, ezen ve ezilen sınıf ve kesimlerin eşit koşullarda katılmalarıyla yapılmadıkları için de, rıza somutluk kazanmış sayılmaz. Çünkü; halkın iradesini sürekli tırpanlayacak yollar bulunur. Çalınan oy pusulaları, seçim sandıkları, skandallar, bel altı vuruşları gibi çirkinlikler bizim gibi burjuva demokrasisini bile yerleştirememiş ülkelerde daha bir bayağılaşmaktadır.
Seçim, en önemli anlamını, eşit ve özgür koşullarda yapılması ve temsil yetkisinin kullanılmasında bulur. Düz mantıkla bakıldığında, temsile uygun kişilerin temsil edeceği kişi veya kişilerce, topluluklarca seçilmesi onların bu temsiliyete rızalarının göstergesidir, çünkü kendi adlarına işlem yapma yetkisini, vekaletlerini vermektedirler. Dünyada kabul gören bu anlayış günümüze gelene kadar uzun bir süreçten geçmiştir.
Egemen sınıf (ya da sınıflar) adına hükümet edenler, devletin bütün kamu kurum ve kuruluşlarını, araç-gerecini, personelini, örtülü ödeneklerini, fonlarını kendi lehine harcarken, üstelik ellerindeki tüm görsel ve yazınsal medya araçları ile iktidardaki parti yüceltilirken, diğer aday veya partilere her çeşit karalama, çamur at izi kalsın senaryoları izletilir günlerce. Diğer çeşitli sınıf ve tabakalardan partiler resmi ve sivil her türden olanaksızlıklar yüzünden yeterli propaganda faaliyeti yapma hakkından mahrum kalmakta, (bazı burjuva partileri hariç) büyük bir meblağ tutan seçim başvuru harcı, resim, afiş, büro, ulaşım, her çeşit propaganda masrafı vb. giderler halkı temsil edecek kişi veya partilerin önüne dizilen engellerdir. Çünkü seçim barajı gibi bir de partilerin bütçedeki yedek ödenek kaleminden pay alma barajı var mevcut sistemde.
BARAJ’IN RANTI VE SİSTEM PARTİLERİ
Bunu bir kez de sistemin seçim pratiğinde gözlemleyebilmek mümkündür. 1982 öncesi ve sonrası dikkate alındığında, genellikle her seçim döneminden önce seçim yasaları değiştirilerek, iktidardaki partiler lehine düzenlemeler yapılmış olduğu görülecektir. Amaç, halkın ucundan kenarından da olsa, mecliste temsilinin azaltılması ve temsilde adaletin zayıflatılması, hatta yok edilmesidir. İktidar partisi aldığı oydan çok daha fazla milletvekili kazanıyorken, % 10 altında oy alan milyonlarca insanın temsiliyeti engelleniyor. Kısacası, ülkede istikrar sağlama bahanesi arkasına saklanılsa da, bu, baraj sisteminin anti-demokratik bir uygulama olduğunu gizleyemiyor.
Baraj sistemi anti-demokratiktir, çünkü oy verme sürecinde; seçmenlerin bir kısmı oy vermek istedikleri partinin barajı geçemeyeceğini düşünerek barajı geçebilecek durumda olan bir partiye oy vermektedir ki, burada özgür irade değil, bir yönlendirme söz konusudur, (çünkü medya seçimler öncesinde çeşitli yazılarla, her türlü kirli çarşaf avcılığına soyunarak, çok masum ve insani durumları bile kullanarak karalama kampanyaları ve anketlerle kafa karıştırmaktadır), oy sayım sürecinde ise, milyonlarca oy, yani irade yok sayılmakta, oylar (ya da irade) çöpe gitmektedir. Bazı illerde (özellikle doğu, güneydoğu illerinde) bir parti % 50 veya daha üstünü alsa bile, ülke genelinde %10 barajına takılınca, o ilin milletvekilleri ülke bütününde % 10 barajını aşan partiye/partilere gitmektedir.
Türkiye’de seçim sistemi ve kurallarına bakıldığında, son otuz yıldakiler başta olmak üzere, giderek gericileşen bir politik barikat örme tutumunun hakim olduğu ve seçimlerin artan şekilde şekli/göstermelik hale geldiği görülüyor. Öncesini bir yana bırakırsak, 1950’li yıllardaki “çok partili döneme geçiş”le birlikte ve özellikle de 1961 Anayasasında seçme-seçilme hakları/kuralları üzerine yasa ile bir değişim yaşanmış; 1965 genel seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi’nin parlamentoya 16 temsilci sokmasından sonra 1969 genel seçimlerinde bu durumun tekrar edilmemesi için seçim baraj sistemi getirilmiş, 1982 Anayasası ve devamında çıkan Siyasi Partiler ve Seçim Kanunu ile de Türkiye genelinde partilere % 10 seçim barajı, seçim çevrelerinin çıkaracağı milletvekili sayısına göre de seçim çevresi barajı konularak seçim alanı iyice daraltılmıştır. 12 Eylül 1980 askeri darbesi, tüm hak ve özgürlüklerin ortadan kaldırıldığı, asayişin sağlanacağı söylenerek en çok kanın döküldüğü, kayıpların, göz altıların, işten atmaların, işkencenin en yoğun olduğu sürecin başlamasıdır. Korku kültürünün, güvensizliklerin arttığı bu dönem bütün halk için çekilmez günler, yıllar yaşatmıştır. Seçim barajının uygulandığı seçimlerden olan 2002 genel seçimlerinde MHP ve DYP’nin oyları % 9’larda kaldığı için bu partiler milletvekili çıkaramamışken, AKP % 34 oy oranıyla % 60’lara tekabül edecek milletvekili sayısına ulaşmış ve hükümeti tek başına kurarken, seçimli siyasal partiler döneminin en baskıcı ve otoriter “temsiliyet”i gerçekleşmiştir.
Hükümet olmadan önce seçim barajını kaldıracağı vaadine rağmen, AKP, hükümeti kurduktan sonra vaadini unutmuş, “istikrar” ı nakaratlaştırmıştır. Aynı şekilde Eylül 2011 deki Anayasa Referandumu öncesinde 12 Eylül’le hesaplaşacaklarını söylemiş, ancak darbe ürünü seçim barajını savunmuştur. İstikrar bahanesiyle seçim barajını savunanların temsilde adaleti zorlaştırmaları, hatta yok etmeye çalışmalarının AKP’nin “demokratik değerleri”nin kendini koruma ve menfaatini kollama düzeyinde olduğunun, partilerinin isminde geçen “adalet” kelimesinin sadece “kendilerine adalet”le sınırlı olduğunun bir göstergesi olduğundan, bu partiden ilkesel bir savunuma sahip olmasını beklemek hayal kurmaktan öteye gidemez. Parlamentoya giren “güçlü” partilerin hak ettiklerinden fazla milletvekili, dolayısıyla da güç elde etmeleri, halkın iradesinin ve temsilde adaletin baştan yok edildiğini göstermektedir. Baraj uygulamasıyla; % 10 seçim barajlı Türkiye’de 2002 seçimlerinde AKP % 34.2 oy almasına rağmen parlamentoda % 66.9’luk bir güce sahip olmuştur. Bunun başlı başına bir antidemokratik durum ve politika olduğu ortadadır.
Baskı ve eşitsizlik, seçimler özelinde, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı doğu, güneydoğu Anadolu illerinde en çarpıcı görüntüleriyle görülmekte/yaşanmaktadır. Diyarbakır’da % 56’larda oy oranına sahip olduğu halde ülke barajı nedeniyle DEHAP’ın milletvekili çıkaramadığı, % 20’lerdeki oy oranıyla AKP’nin 3; % 7 oy oranıyla CHP’nin 1 milletvekili çıkardığı bilinmektedir. Bölge genelinde DEHAP, oylarının yoğunluğuna rağmen, 11 ilin (Diyarbakır, Batman, Şırnak, Hakkari, Van, Muş, Mardin, Ağrı, Iğdır, Tunceli, Siirt) hiçbirinden milletvekili çıkaramazken, tüm milletvekilliklerinin diğer partilere dağıtıldığı dönemlerden geçtik. Kürt halkının iradesinin bir şekilde Meclis’e girmesi için DTP (DEHAP devamı) 2007 seçimlerine bağımsız adaylarla girme kararı alınca, AKP ve CHP’nin onayıyla bir anayasa değişikliği yapılarak bağımsız adaylarında birleşik oy pusulalarında yer alması yoluna gidildi. Bölgede okur-yazar oranının düşüklüğü nedeniyle seçmenlerin kafalarını karıştırmak, yanlış ve geçersiz oy kullanımını arttırmak konusunda iki partinin çıkarları kesişmiştir. Bir dönemler seçim barajının kendilerini parlamentodan uzak tutmak için konulduğunu, 12 Eylül mağduru olduklarını söyleyen AKP’nin, önlerine barajlar dikerek, işçi ve emekçileri, Kürtleri ve diğer muhalif kesimleri “ekarte etme”ye soyunduğu ortadadır. O, bölgede Kürtleri temsil eden güçlü bir partinin varlığını engellemek, gücünü kırmak için “istikrar” bahanesiyle seçim barajını sahiplenmekte, çok sıkıştığında da “biz mi getirdik” diyerek yan çizmektedir.
EN YÜKSEK BARAJ TÜRKİYE’DE
Burjuva demokratik siyasal sistem baz alındığında dahi, Türk siyasal partiler ve seçim sistemi, çok sayıdaki diğer ülkelerden çok daha fazla anti demokratiktir. Türkiye’de seçim barajı %10 iken, Rusya Federasyonu’nda % 7, Cezayir’de % 7, Mısır ve Filistin’de % 8; Almanya, Çek Cumhuriyeti, Belçika, İzlanda, Estonya, Gürcistan, Hırvatistan, Moldovya, Polonya, Romanya, Slovakya’da % 5, Avusturya, Bulgaristan, İsveç, Norveç, İtalya, Slovenya’da % 4, İspanya, Yunanistan, Romanya, Ukrayna’da % 3,İsrail, Macaristan, Danimarka’da % 2, Hollanda’da % 0.6 iken, Finlandiya, İrlanda, Portekiz, Makedonya, Lüksemburg, İzlanda, İsviçre, Malta’da ise baraj uygulanmamaktadır. Görüldüğü üzere, Türkiye’de bu oran % 10 olarak bazı ülkelerin iki katından fazlayken, baraj uygulanan Avrupa ülkelerinde orantılı temsil ilkesi unutulmadığı gibi, bu ülkelerin seçim sistemlerinde etnik azınlıkların adaylarının baraja tabi tutulmaması türünden esneklikler de bulunmaktadır. Örneğin İsveç’te seçim barajı % 4 olmakla birlikte, yerelde oyların % 12’sini alan partiye seçim barajı uygulanmıyor. Ayrıca Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi bile, 2007 yılında, seçim barajının % 3 ile % 5 arasında olmasının yerleşmiş demokrasiler açısından kabul edilebilir olduğu yönünde bir tavsiye kararı almıştır.
Diğer yandan, “Birliği”ne katılmak için uyum yasaları çıkarılan, “ileri demokrasi”ye sahip olunduğu iddiasında bulunulan Avrupa Birliği ülkelerinden daha yüksek bir baraj engeli bulunması sorgulandığında da alınan yanıtın “biz farklı koşullarımızı göz önünde tutmak zorundayız” vaazı olduğu biliniyor. Ancak bunun, –demokrasinin varlığıyla yokluğunu da belirlemek üzere– burjuva demokratik sistemin kuruluşu ve burjuva demokrasisinin tesisi konusunda aynı süreçlerden geçilmemiş olmasının yanında sınıf mücadelesinin aynı düzeyde yaşanmamış olması gibi etkenleri olduğunu belirtmekte yine de yarar vardır.
ÖRGÜTLENME-PROPAGANDA SERBESTİSİ, BARAJSIZ SEÇİM, HAZİNE RANTININ İPTALİ
Seçim ve siyasal partiler yasasının antidemokratik olduğunu burjuva muhalefet partileri dahi söylemektedirler. Hazine rantını yiyen düzen partileri seçimlere tüm diğer kesimlerden daha ayrıcalıklı olarak katılıyorlar. Devlet olanaklarını en fazla kullanan iktidar partisi daha baştan halk iradeseni zapt-u rapt altına alma imkanını ele geçirmiş olmaktadır. Yasal engellere fiili baskı ve engellemeler eşlik etmekte, bunlar da en fazla işçi ve emekçi kesimleri ve onların örgütleri ve partilerini hedeflemektedir. Gerçekte örgütlenme, söz ve basın yayın özgürlüğü herkes için eşit koşullar ve gerçekleşme olanaklarıyla söz konusu olmadığı gibi, ötesinde, en küçük muhalif ses ve girişimin gaza boğularak bastırılmakta olduğu da bilinmektedir. Değişmesi gereken tüm bu durumların hepsidir. % 10 seçim barajının değişmesi konusu birçok kesim tarafından dile getirilmiş ve bu konuda toplumun çok geniş kesimlerinde bir “görüş birliği” oluşmuştur. “Temsilde adalet” olmadan “serbest irade beyanı”ndan söz edilemez. Seçim barajı, sadece, adaletsiz bir seçim sisteminin unsuru olarak, yüksek oy oranı olan partiler hesabına avantaj, barajı geçemeyenler hesabına ise dezavantaj olarak kalmamakta; baraj altında kalan partilerin oylarının barajı geçen partilere akarak milletvekili sayılarını arttırmalarına da yol açmaktadır.
Baraj sistemi, ileri sürüldüğü gibi, ülkenin “istikrarı”nı sağlamaktan uzaktır. Bu sistemin uygulandığı seçimlerin büyük bir çoğunluğunun koalisyon hükümetlerini gündeme getirdiği gerçeği bir yana, hem koalisyon hem de tek partili hükümet dönemlerinde halk kitlelerinin yaşamı esas alındığında bir “istikrar”dan söz etmek imkanı bulunmamaktadır. Ya da “istikrar”, bizzatihi sömürülen halk yığınlarının istikrarlı olarak sömürülmeleri ve buna karşı seslerini yükseltmemeleri durumudur. Düzenin istikrarı, tamamen, düzenin sorunsuzca sürdürülmesi koşullarının bulunuşudur ki, bu, egemen sınıflar, tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahipleri bakımından, çıkarlarının hiçbir zorlanmaya uğramadan gerçekleşmesi imkanına sahiplikten başka bir şey değildir. Ama istikrarlı bir iktisadi ve siyasal durum, yani egemen sınıfların çıkarlarını zorlanmadan gerçekleştirebilmeleri, iktisadi ve siyasi egemenliklerinin sağlamlığı anlamına gelir ki, bu, aynı zamanda, sömürülen yığınların hem iktisadi ve sosyal hem de siyasal bakımdan katlanılması zor koşullarda tutuluyor olmaları anlamındadır. Dolayısıyla hem sömürülen yığınlar hem de egemen sınıflar açısından ikisinin de işine gelecek ve ikisini birlikte tatmin edebilecek bir istikrar durumundan söz edilemez. Ve zaten sözü edilen istikrar, egemen sınıfların egemen oldukları düzenin sorunsuzca –istikrar içinde– sürdürülmesidir. Egemenlere dairdir. Bu nedenle İstikrar talebi de egemenlerindir; sömürülen yığınlar sömürüye rıza göstermeleri için sağlamca zaptu rapt altında tutulurlarken, onların azami kârlarını engelsizce elde edebilmelerinin ikdisadi ve siyasal (dış) koşullarının bulunmasıdır. Bu, ancak, halkın iradesi yok sayılarak, seçim barajları, yasaklar vb. engellerle gerçekleşmesi ve temsilde adalet sağlanması önlenerek elde edilebilir. Bu nedenle, barajlar vb. ile halkın iradesinin hiçe sayılmasıyla istikrar talebinin ileri sürülüşü arasında bir iç bağıntı bulunmaktadır; ama temel toplumsal gerçekler tars yüz edilmeden, bu “istikrar”la halkın çıkarları arasında bir doğru orantı kurulamaz, bağıntı, tamamen egemenlerin sömürgen çıkarlarıyla halkı hedef alan zorbalıklarına içkindir.
Ve ama, eğer halk iradesi ve halk egemenliği olarak demokrasiden söz edilecekse, düşünce ve ifade özgürlüğüyle, örgütlenme, toplantı ve gösteri ve basın yayın özgürlüğü gibi burjuva karakterli özgürlüklerin kullanılabilir olması, halk iradesinin gerçekleşmesinin önüne dikilmiş seçim barajları ve yasaklar türü engellerle egemenler ve siyasal örgütlerine tanınmış devlet yardımı vb. türü ayrıcalıkların kaldırılması zorunludur. Yasaklı-barajlı-ayrıcalıklı “demokrasi” sadece bir kandırmaca ve güldürü konusu olabilir; “demokrasinin derini”ne değil, demokrasi karşıtlığı ve gericiliğe özgüdür!