ABD’nin Mart’ta başlattığı Irak işgali sürüyor. Bir yandan İran’ı ve hedeflediği diğer “şer” ülkelerini tehdit ederken, bir yandan da saplanıp kaldığı Irak batağından kurtulmanın yollarını arıyor. Üç haftadan az süreceğini iddia ettiği bu kirli savaş, ABD’nin başına, beklediğinden çok bela sardı. Hemen her gün işgalcilerden üç beş kişi, Iraklı direnişçiler tarafından öldürülüyor. Amerikan askerlerini her an bir direnişçinin hedefi olma korkusu öyle sarmış ki, birbirlerine bile ateş açar durumdalar. Ama emperyalist ABD’nin asıl kaygısı, ordusunun üçer beşer azalmasından çok, kendi ülkesi başta olmak üzere dünya halklarının gözünde “direnişçiler tarafından telef edilen işgalci” konumuna düşmemek, işgal değil yeniden yapılandırma çabası içinde olduğu yalanını pekiştirmek ve kendilerine karşı kamplaşan başka emperyalist güçlere yalnız olmadığı, dünyayı hâlâ kendisinden yana olanlar ve olmayanlar diye ayırabilen bir süper güç olduğu mesajını vermek.
Bunun için ABD, Irak’ta kurduğu geçici hükümetlerde çeşitli ulusal kesimlerin sözde temsilcilerine mevki vermek, düzenlediği “Barış” etkinliklerinde ABD’li askerlere sahnede şarkı söyletmek, işgale direnen Irak halkını bir avuç Saddam yanlısı gibi göstermek üzere çeşitli provokasyonlar düzenlemek, bu provokasyonlarla ulusal ve dini grupları birbirine düşürmek gibi birçok yöntem deniyor. Bu yöntemlerin hedefi, içine sürüklendikleri bataktan kurtulmanın bir formülünü bulmak. Bu formüllerinin en başında ise, Birleşmiş Milletler kılıfı altında başka ülkelerden Irak’a asker talep etmek geliyor.
ABD’li emperyalistlerin Ortadoğu’daki bir niyeti Irak halkını dini, milli, etnik vb. zeminde bölmek ve kandırarak kazanmaksa ve bu yönde bir propaganda geliştiriyorsa, bir niyeti de asker talep ettiği ülkeler başta olmak üzere dünya halklarını kandırmaktır. Doğal olarak da işbirlikçileri eliyle -kimi zaman doğrudan- bu niyeti doğrultusunda bir propaganda da yürütmektedir.
Birleşmiş Milletler çatısı altında “göreve çağırdığı” ülkelerin başında Ortadoğu’nun en zayıf halkası olan Türkiye var. ABD’li savaş bakanlarının Irak’a asker talebini ilk dile getirdiği* günden bu yana neredeyse iki ay geçmiş olmasına rağmen, Türkiyeli işbirlikçilerinin “işi ustalıkla kıvırma” yöntemlerini geliştirme peşinde olmaları, bu zayıf halkayı tümüyle “kucağa oturtma”nın onlar açısından önemsiz olmadığını göstermektedir.
ABD ve işbirlikçiler, kuşkusuz asker gönderme tezkeresinin akıbetinin 1 Mart’ta olduğu gibi hüsrana dönüşmesini istemiyorlar. ABD daha çok Irak-ötesi amaçları açısından, işbirlikçiler de ABD’ye yamanarak Irak’ta bir pozisyon elde edebilmek ve Kürt kozunun kendisine karşı işlemesinden kurtulabilmek için yeni tezkerenin selametini gözetiyor. Öte yandan tezkerenin “acil ve beceriksizce” değil, ince bir propaganda eşliğinde ve mümkün olan en az düzeyde bir krize yol açarak geçirilmesi hedefleniyor.
Bu ince propagandanın hedefinde, asker gönderme meselesi karşısında, ama bundan da daha çok ABD’nin, Türkiye’yi, Ortadoğu ve Avrasya’ya yönelik politikalarının pürüzsüz bir aracı ve askerine dönüştürmek üzere, Kürt ve Türk halklarının zayıf noktalarını ve yumuşak karnını yakalamak var. Egemen çevrelerce bir terör sorunu olarak ifade edilen Kürt sorunundan, IMF ile ilişkiler ve ekonomik krize, demokrasi sorunundan kendini dünyaya kabul ettirme safsatasına kadar birçok zayıf nokta bu propagandanın hangi çizgiler üzerinde yürüyeceğini belirliyor.
“MÜSLÜMAN TÜRK ASKERİ”
AKP hükümeti emekçilere yönelttiği her saldırısını yeni bir propaganda eşliğinde yürütüyor, ne zaman emekçilerin haklarına, geleceğine saldıracak olsa yalanlar ve süslü demagojilerle dolu bir çuval laf ediyor. 3 Kasım seçimlerinden önce, halkın giderek yoksullaşan, düzen partilerinden uzaklaşan kesimlerini, ekonomik refah, demokrasi vb. vaatleriyle kandırdığı gibi, iktidar olduğu dönemde de düzenin kaybettiği kesimleri yeniden kazanmak niyetinde. Bunu yaparken de, özellikle kendisine oy vermiş olanlara yönelik olarak, sözünde duracağı, vaat ettiklerini yerine getireceği, yani oy verme nedenlerinin karşılığını vereceği görüntüsü yaratmaya çalışıyor. Şimdi, Irak’a asker gönderme “görevini” de kendisinden istenilen biçimde yerine getirebilmek için, bir yandan halkın örgütlü kesimlerine savaş açarken, bir yandan da geniş örgütsüz kitleleri örgütlü bir tepkiden uzaklaştırmaya ve Amerikan uşaklığına teslimiyeti kabul çizgisine kazanmaya çalışıyor.
Özelleştirmeye karşı mücadele eden işçilere, ürününün karşılığını isteyen üretici köylülere, insanca bir yaşam ve demokratik Türkiye isteyen kamu emekçilerine esip gürlerken, geniş emekçi yığınlarını da iki yandan sıkıştırıyor. Birincisi, sokağa çıkıp eylem yaparak hakkını arayan emekçileri terörist ilan edip -sınıf mücadelesindeki dönemsel geriliklere de sırtını yaslayarak- “bunlar bir avuç bozguncu, ülkeye zarar veriyorlar” diyor; mücadeleyle kazanılamayacağı, aksine kaybeden “küçük azınlık”a dahil olunacağı fikrini besliyor. İkincisi ise, sanki Irak’a asker gönderme meselesi, emekçilerin tümünü ilgilendiren sorunlardan bağımsızmış, ve, Türkiye’nin dış politikasıyla kendisini kanıtlama, Ortadoğu’da söz sahibi olma sorunuymuş gibi göstererek, halkı bunun her bakımdan gerekli olduğuna ikna etmeye çalışıyor.
En başta, Ortadoğu’da ekonomik ve siyasi olarak olarak söz sahibi olunması gerektiği iddiası temellendirilmeye çalışılıyor. Ekonomik kurtuluşun onsuz olmayacağı iddia edilen IMF ile kurulan bağımlılık ilişkilerini asker gönderip göndermemenin belirleyeceği, kredilerin bu meselede alınacak tutuma bağlı olduğu yolunda ileri sürülen görüşler, bağımsızlık fikrini de ortadan kaldırmayı hedefleyen liberal Amerikancı tutumun bir ifadesi. Yine Kürt sorununun bir bahane olarak kullanılıyor olması da var ki, özel timin bölgeye yığılması ve derin devlet provaları, bölgede daha ciddi gelişmeler yaşanacağını ve sorunun daha uzun bir süre kullanılacağını gösteriyor. Egemenler cephesinden, ekonomik açıdan Irak’taki ihalelerden kırıntı bile olsa pay kapma fikrinin cazibesine kapılan kesimler yönünden işçi sınıfı ve emekçilerin yedeklenmesi ihtiyacı ortada dururken, siyasi açıdan da Ortadoğu’da istikrarın sağlanması için “yeniden yapılandırma” girişimlerinin bir parçası olmaya halkı ikna etme ihtiyacı var. Örneğin Orgeneral Hilmi Özkök’ün manşetlere taşınan “yanı başımızdaki yangına seyirci kalınamaz” biçimindeki açıklaması hedeflenen bu ihtiyacı karşılamanın ta kendisiydi. Bu, aynı zamanda, MGK’nın da bu propaganda çalışmasında önemli bir yerde durduğunun ve duracağının göstergesidir. Zira MGK, Irak’a gönderilecek askerlerin orada temizlik, sağlık, eğitim vb. hizmetleri görmek üzere gideceği açıklamasını da doğrulamış ve onaylamıştı.
Irak’taki “yeniden yapılandırma” sürecine Türkiye’den gönderilecek 10.000 askerin istikrarı sağlamak üzere katılacağı fikri, yalnızca MGK’nın ve çeşitli çevrelerin desteğiyle değil, aynı zamanda Kürt ve Türk emekçilerin Irak halkı için duyduğu haklı kaygıyı suiistimal yoluyla da yayılmaya çalışılıyor. Propaganda unsuru olarak kullanılan tüm diğer zayıf noktalarla birlikte ele alınması gereken bu durum dikkate değer bir biçimde ifadesini buluyor.
“Hıristiyan ABD askerleri, Müslüman Irak halkına zulmediyor, Iraklı kadınların namusuna göz dikiyor, çocukları öldürüyor. Müslüman Türk askeri Irak’a giderse daha insaflı davranacak ve Irak halkının çekiği bu zulüm son bulacak.” diye özetlenebilecek olan demagoji, temelini, Irak halkı için duyulan kaygıdan alıyor olsa da, hareket noktası, emperyalistler ve işbirlikçilerinin çıkarlarıdır.
İlk olarak, bu demagojik propaganda, dini duygulara az ya da çok sahip, Saddamsız bir Irak’ta istikrarı ancak ABD gibi bir gücün sağlayabileceğini düşünen kesimleri hedef alıyor. Elbette bu kesimler içinde yer alanların sınıfsal karakterine göre, işlerinin biraz da olsa düzeleceği umudunu taşımak, ihalelerden kırıntı kapmanın hayalini kurmak gibi özellikler de eklenebilir. Ancak bu kesimlerin ana gövdesini, Irak’a asker göndermeye bağlı doğrudan bir ekonomik çıkara sahip olmayan, fakat bölgede “sular durulduğunda” dolaylı da olsa yararını göreceğini düşünen işçi sınıfı ve emekçiler oluşturuyor.
Dahası, aslında bir bağımsızlık, özgürlük sorunu olan Irak halkının yaşadığı zulmün, yalnızca insafsız bir baskı olarak görülmesi, dolayısıyla bundan kurtuluşun “din kardeşi” “insaflı Müslümanların gönderilmesi” ile olacağının düşünülmesi de bir diğer yanı oluşturuyor. Tam da bu nokta, bu propagandanın etkisinin nasıl kırılacağına dair bir ipucu taşıyor. Çünkü, asker göndererek yangına seyirci kalınmayacakmış, söndürülmesine yardımcı olunacakmış gibi gösterilse de, bu, olsa olsa, her yere yayılan kirli dumanı üfleyerek yok etmeye çalışmak ve yangının yayılarak büyümesine yol açmaktır.
İSTİKRARSIZLIĞIN İSTİKRARI
Irak’ta bir istikrar sorunu vardır ve aslında bu sorun tüm Ortadoğu’ya aittir. Ancak bu istikrarsızlığın kaynağında, Irak’ın yeraltı ve yerüstü zenginliklerine sahip olmak ve burayı bir sıçrama tahtası olarak kullanmak için sürdürülen işgal vardır. Tüm Ortadoğu’yu hedefleyen, bunun için ülke işgalleri, etnik ve dinsel çatışmalar, tehditler gibi sayısız yöntem kullanan işgalciler istikrarsızlığı asıl yaratanlardır. Kastettikleri “yeniden yapılandırma”, kendi çıkarları doğrultusunda Irak’ı tekellere pay etmek, kendi hizmetlerinde bir siyasi ortam yaratmaktadır. Ancak Bağdat’ın düşmesinden sonra yaşanan süreç göstermektedir ki, Şii grupların durumdan bir türlü hoşnut olmaması gibi nedenler, emperyalistlerin lehine bir istikrarın oluşmasının önünde engeldir. ABD’nin istikrar diye ifade ettiği durum, aslında başta Türkiye olmak üzere tüm Ortadoğu ülkelerini içine çekecek bir kaosun başlangıcıdır.
Başta Türkiye vardır, çünkü ABD’nin köşeye sıkıştırıp kendisine tamamen bağlayacağı ve bunun için çatışmaları ve istikrarsızlığı ilk yayacağı ülke Türkiye’dir.
Türkiye’nin göndermeye niyetlendiği askerler her ne kadar Irak halkının yararına görünen temizlik, sağlık, eğitim, konut hizmeti vs. işlerle meşgul olacak gibi gösterilmeye çalışılsa da, yapacakları iş, ABD’li işgalcilerin bugün yapmakta olduğunun aynısıdır, göreceği hizmet ABD’ye hizmettir. ABD emperyalizminin işini görmek, işgalin suç ortaklığını üslenmek anlamındadır. ABD’ye ve emperyalizme göbekten bağlanmak, her şeyiyle teslim olmak demektir. Bağımsızlığı tümüyle yitirmek, sömürge bir jandarma devlet olmak demektir. Bunun Türk ve Kürt emekçileri için anlamı ise, her adımda daha fazla bataklığa gömülmek, ABD’nin kolluk gücü olarak en pis işlerle “onurlandırılmak”, varlığını ABD varlığına “hediye etmek”tir. Ve önünde sonunda Irak halkının yaşadığı acıları yaşamak, gördüğü zulmü görmek demek…
Üstelik “jandarmalık için gitmemek”, ama “temizlik, sağlık, eğitim, konut vb hizmeti götürmek üzere asker göndermek” kimi aldatabilir? “Müslüman Türkiye halkı”nın sağlığı ve eğitimine göz dikenler, halkı hastane kapılarında süründüren ve cahil bırakanlar, sağlık ve eğitime bütçede ayrılan ödenekleri neredeyse bütünüyle kesenler, insanları naylon çadır ve barakalarda yaşamaya mahkum eden, köylerde ve kentlerde evlerini başlarına yıkanlar, temizlik ve sair kamu hizmetlerini özel şirketlere peşkeş çekerek üç-beş kat pahalılandıran ve halkı bunlardan yararlanamaz kılanlar mı Irak halkına sağlık, eğitim, konut hizmeti, temizlik vb. götürecek? Kendi “müslüman halkı”nın elinden tüm kamusal olanakları gaspedenler mi bunları “müslüman Irak halkı”na vermeye gidecekler? Bu, yalnızca, Irak’a asker gönderilmesine karşı olan halkı aldatıp ikna etmeye yönelik bir demagoji durumundadır. İşgalciliğe soyunan ve bölgenin yağmalanmasından nasiplenmek isteyen bir “bölge gücü” olarak gericiliğin başlangıçta gösteri olarak birkaç hastane ve okul açması beklenir, bu işgalci pratiği örmeye yönelik bir şaldan başka şey olmayacaktır. Asıl olan, ABD emrinde işgalin suç ortaklığı, halkın evlatlarını ABD çıkarlarının emrine asker olarak vermek ve bundan üç kuruşluk çıkar sağlamaya çalışmaktır.
İstikrar diye ifade edilen bu durum, aynı zamanda, Kürt sorununun yeniden yeniden kaşınmasına yol açacak, tüm Ortadoğu’da ve Türkiye’de Kürt sorunu eksenli yeni senaryoların oynanmaya başlamasının nedeni olacak, ve Kürt sorunu, emperyalistlerin elinde evirip çevirip halkların başına dolayıp duracakları çözülmez bir yumağa dönüşecektir. ABD’nin sömürgesi durumuna düşmüş bir ülkede eğitimin, sağlığın, çalışma koşullarının, hak ve özgürlüklerin, demokrasinin ne halde olacağını yaşanan örneklerden görmek ve anlamak mümkün. Dumanına üfledikleri yangının yayılınca nereyi yakacağını tahmin etmek hiç de zor değil.
Kısacası, istikrarı sağlamak üzere yapıldığı iddia edilen tüm bu “yeniden yapılandırma” çabaları, sadece istikrarsızlığın istikrarını sağlayacaktır. ABD’nin bu kanlı planları doğrultusunda Irak’a gitmek, ister Müslüman olunsun ister Hıristiyan, işgalci olmak demektir. Bugün Irak halkı işgalcilere ne yapıyorsa, yarın işgalci olanlara “Müslüman kardeşleri” bile olsa yapacağı şey aynıdır. Kurtuluş Savaşı’nda İngiliz, Fransız, İtalyan vb. emperyalistleri ve işbirlikçilerinin işgaline karşı savaşan halkların evlatlarını Irak’ta işgalci Amerikan-İngiliz emperyalistlerinin emrine asker olarak göndermeye çalışanların, onlara işgal askeri yaftası taktırmaya olduğu kadar, Irak’lı direnişçiler işgalcilerin yanında suç ortaklarını hedef aldıklarında tek laf söylemeye hakları olmayacaktır.
SONUÇ OLARAK
Bu biçimiyle sürüp gidecek olan istikrarsızlığın bir sonraki kaynama noktasının –İran’ın yanı sıra– Türkiye olacağı gerçeği, bu propagandanın kırılacağı önemli noktalardan biri. Ama aynı zamanda “Müslüman asker insaf eder” fikrinden etkilen kesimler açısından Irak halkının yaşadığı zulmün nerede ve nasıl biteceğinin de bilinmesi gerekir. Ortadoğu’da barışın emperyalistlerle barış demek olamayacağının bu kesimlerce de savunulması için, Ortadoğu’nun nasıl bir istikrara ihtiyacı olduğunun ve bunu kimlerin nasıl başaracağının da görülen bir gerçek olarak kabul edilmesi gerekir.
Aynı emperyalist planın ayrı ayrı hedeflediği/hedefleyeceği ülkelerin Türk, Kürt, Arap, Fars, Türkmen, Alevi, Şii halkların ortaklaşacağı yer, bulundukları bölgedeki barışın onların ellerinde olduğu gerçeğidir. Her birini ayrı ayrı sömüren emperyalizmden kurtulmadan barışın hiçbir ülkeye gelemeyeceğini bilerek, verilecek ortak bir mücadelenin, bugün Irak halkının işgalcilere karşı verdiği direniş mücadelesini kat kat büyüteceği bilinmelidir.
Irak halkı için duyduğu kaygı ve dini duyguları sömürülen Türk ve Kürt emekçilere dönüp ülkedeki Müslümanların Müslümanlara ettiği o sonu gelmez zulümleri göstermek, aldandıkları bu çözüm formülünün boş ve işe yaramaz olduğunu anlatacaktır. Irak halkının yaşadıklarına insanım diyen kimse aldırmazlık edemez elbette, fakat işgalcisi “olacaksa Müslüman olsun” demek onları kurtarmayacak, aksine taşları ve kurşunlarının hedefine aynı coğrafyayı ve kaderi paylaştığı bir ülkenin halklarını koymasına neden olacaktır. Tarihte hiçbir halk, emperyalistlerden ve ona teslim olanlardan bir hayır görmedi, bundan sonra da görmeyecek, onları hayırla da anmayacaktır.
Olanı biteni iyi kavrarsak, olacak olanları bilebiliriz. Irak halkı için duyduğumuz kaygıyı emperyalizme karşı bilinçli bir öfkeye ve anti-emperyalist bir eyleme dönüştürmezsek, emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin yalanlarının ilk hedefi, ilk kandıracakları biz olmaya mahkum oluruz. Oysa, inanacağımız şey, ortada ortak bir düşman olduğudur. Bu düşman, kanı her yere bulaştırmaya, Ortadoğu’da saplandığı batağı başka yerlere sıçratmaya çalışıyor. Yangına seyirci kalınmayacaksa, yangını çıkaranları, yarattıkları tüm eziyeti, zulmü ve pisliği yanlarına katarak kovmak zorundayız. Zira yangın bu tarafa geliyor, ilk kimin tutuşacağı belli. İşte o zaman yangını söndürmek için “Müslümanlık” bile fayda etmeyecek.
Kardeş kanı dökmek hiçbir zaman unutulmayacaktır, emperyalizme karşı direnişi büyütmek ve Ortadoğu’dan kovmak üzere mücadeleye atılmak da. Seçim bize ait. Emperyalistlere ve işbirlikçilerine 6. filoyu, 1 Mart’ı, 21 Mart’ı hatırlatmak bizim ellerimizde. Iraklı kadınların, çocukların ellerindeki, Filistin halkının simgesi olan taşı, tüm Ortadoğu’nun emperyalizme duyduğu öfkeye dönüştürebilirsek, o taş hedefini tam ortadan vuracaktır.