Kaybolan kimlikler üzerine düşünceler

Eylül sonrası romanlarından, “Devrimciler”, kendi türü içinde diğer kitaplardan farklı bir yerde olduğundan, okuyucu olarak, üzerinde, bir şeyler söyleme gereği duydum.
“Devrimciler”i kendi türünde diğer kitaplardan farklı kılan ne? Birincisi: Yazarın olaylara yaklaşımında bir bütün olarak, kitaptaki olay örgüsü ve sonuçlan açısından kabaca bile olsa bir gerçeklik var. İkincisi: 12 Eylül sonrası, kendilerini çölde vaha sanıp, serap olmaktan öteye gidemeyen bir tutumla ortaya çıkan kimi yazarların ucuz suçlama, yakıştırma ve küfürlü yaklaşımlarından uzak, doğrudan zor karşısında teslimiyeti savunmayan bir anlayışla yazılmış. Okuyucuyu sıkmayan, dilde akıcı bir üsluba sahip. Yazarının ilk kitabı olmasına rağmen, bu özellikler, kitabı benzer romanlardan farklı kılan yanlar.
Ama dünü bugün, bugünü yarın için yaşamayı, yaşam biçimi olarak seçen birçok okuyucunun, kitabı okuduktan sonra ne düşündüklerini biraz ayrıntılı dile getirilmesinde yarar var.
Çünkü niyeti ne olursa olsun, kitap, yazarının öznel düşüncelerini aşıyor. Doğrudan devrimcileri ilgilendiriyor. Çünkü: ekonomisinin doğmamış bebelere bile kefen biçtiği, baskının işkencecinin yalnızca zorkonaklarıyla sınırlı olmadığı, çığ gibi büyüyen işsizlikle, dar gelir ipi ile işkence, halkın boğazını sıkarken, günlük intiharların onlarla sayıldığı, henüz on üç-on dört yaşındaki kız çocuklarının sokak pazarlarına döküldüğü ve ayyaş-evlerinin günden güne çoğaldığı bir ülkenin, sorumluluk, sağduyu sahibi yazarlarının söyleyecek milyonlarca sözü varken “Devrimciler” kitabında devrimcilerin, yalnızca, sığ ve geleceğe mum ışığı kadar bile aydınlık vaat etmeyen, çökkün, yılgın yanının işlenmesi, duyarlılık sahibi, yaşanan tüm olumsuzluklara, alınan tüm yaralara rağmen yaşamdan ve yaşamı güzellikler uğruna savunmaktan yana umudunu yitirmemiş insanlara ve yaşamın kendisine -yazarın öznel niyeti ne olursa olsun- saygısızlıktır, haksızlıktır.
Kitapta, yaşam içinde azımsanmayacak bir çevrenin “küçük bir dünyasının” sınırları çizilmiş. Kitaptan anlaşıldığı kadarıyla yaşananlar ve yaşayanlar büyük olasılıkla gerçektir. Kabaca geçmişi ve o küçük dünyanın insanlarını irdeliyor. Yer yer haklı saptamalar var. Örneğin: Kahramanların hemen hepsi öğrenci kökenli, öğrenci gençliğin dinamik, atak, yeniliğe açık, coşkulu yanları törpülenip eridiğinde geriye, yazarın çizdiği umarsız, bıkkın ne edeceğini bilmeyen şaşkın insanlar kalır. Anlatılan çerçevede yaşanan yanlışlar da doğrudur. Ama bir sanat eserinde, özellikle de bir romanda nesnellik, yalnızca yaşananların gerçekliğinden ve yazarının öznel düşüncesinden ibaret değildir. “Gerçeklik, ayrıntıların gerçekliğinden başka, tipik durumlarda tipik kişilerin tipik konumlarda gösterilmesi” de demektir.
“Devrimcilerde” çizilen tiplere gelince: karakteristik bir tek özellik göze çarpmıyor, devrimciler diye anlatılan bu tipler üç aşağı, beş yukarı birbirlerine benziyor. Ortak özellikler: kitapta olmayan, anlaşılmayan bir amaç için körler gibi el yordamıyla bazen da “tanrı buyrukları ile”, sağa sola döneleyip duran, çoğunluğu mücadelesini terk etmek için fırsat kollayan kişiliksiz sığ tipler. Ayrıntılarda derinlik yok. Kahramanların olumlulukları ve daha çok olumsuzluklarını irdelemek kuşkusuz cesur ve dürüst bir tutum ama çizilen kişiliklerde olumlanan yanlar da olumsuz olanlar. Tam da bu noktada kaba nesnelliğe düşüyor yazar. Romanda ayağı yere basmayan kaba tipler -hayal meyal- yarının insanı olarak; biraz duyarlı, hassas, insanı yanları gelişmiş olanlar ise, sanki düzenle bağlarını sürdürsünler diye görülür bir biçimde -karşı devrim safına olmasa da- devrim safının dışına itilmişler yazar tarafından, Akın ve Aylin tiplerinde açıkça somutlandığı gibi.
12 Eylül’le beraber her türden saldırının yanında sistemli bir düşünsel saldın kampanyası da bağlatıldı devrimcilere, demokratlara. Radyo-TV ve basından sürekli “yok edildiler, başları ezildi, başlarını ezemedilerse bellerini kırdılar.” vs. Malzemelerini düzen sesinden, soluğunu karamsarlık ve yılgınlıktan alan bir sürü yazar türedi. Eline kalemi alan hedefini şaşırdı, bastı küfrü devrimcilere. Ahlaki ve moral değerlerin tümü hasıraltı edilmeye çalışıldı. Yazarlık adına yozlaşmanın çürümenin bayrakları açıldı. Bir yazarın dürüstlüğü nerde başlar nerde biter? Bu soruların yanıtları henüz tam anlamıyla 12 Eylül sonrası romanlarda verilemedi.
Aynı soruyu aynı kefeye koymadan “Devrimciler”in yazarına da sormak gerekir: Yazar için dürüstlük nerde başlar nerde biter?
Söz konusu romanda devrimciler anlatılıyor -belki kitabın adı yanlış-ama nedense, bu insanların iç hesaplaşmaları, bu hesaplaşmalarında da kendi içlerindeki zor’a yenilmeleri dışında fazla bir şey yok. İşte bu yanıyla yeterince “dürüst” ve nesnel değil yazar. Çünkü yaşayan, yaşadıkça çoğalacak geleceğin soy değerleriyle donanmış insanından iz yok. Kahramanlarının kişiliğinde yarını inkâr ediyor. Bu insanlar kimdi? Burjuva basınında sözü edilen kurbanlar mıydı? Bir idealleri var mıydı? Bu ideallerinin kavgası sonlu mu? Sonu olmayan bir kör dövüşü içinde, var olmayan bir düşler ülkesi için mi yaşadılar? Haklılıkları-haksızlıkları yok. Sonuç olarak, anlık karar ve duygularıyla dövüşen, uğruna, bin bela ile yaşadıkları “güzel bir dünyayı” kendi bireysel kurtuluşlarıyla yer değiştiren insanların bir garip serüveni… Diyelim ki yazarın anlattığı “küçük dünyanın” ruh halidir roman. Romanın perspektif kıtlığı da nesnellikten uzaklaşması da burada başlar. Olumsuzlukların yanlışların diz boyu yaşandığı bir dönemde hiç mi olumluluklar, doğrular, güzellikler yoktu. Romanda anlatılan o küçük dünyanın sınırları, devrimcileri gerçekten anlatır mı? Yazar istesin ya da istemesin romandaki “küçük kahramanların” dışında, kahramanlar devrimciler vardı, vardır. “Devrimciler” de insanlar, bilerek-bilmeyerek. “sorgusuz seçeneksiz” yok ediliyor, devrimcileri açıktan dil uzatılmasa da, karanlığın safında yerini alıyor roman. Bir karşılaştırma açısından değil ama bir yazarın ne denli nesnel olup olmadığının ölçüsüdür. F. Engels’in Balzac’ın gerçekliği hakkında yazdıkları : “evet, Balzaç politik tutumu bakımından kralcıydı: Büyük eseri, kibar toplumun onulmaz çürümesi üzerine bir sürekli ağıttır; yok olmaya mahkûm sınıfa gönül vermiştir. Ama bütün bunlara karşın, en derinden duygudaş olduğu adamları ve kadınları, soyluları sahneye çıkarınca en keskin hicvini, en acı ironisini yaratır. Gizlemediği bir hayranlıkla sözünü ettiği insanlar da, sadece en yavuz politik düşmanları, o sıralarda (830-36) gerçekten halk yığınlarının temsilcileri olan Clitre Mery’nin Cumhuriyetçi kahramanlarıdır.
Balzac’ın böylece kendi sınıf duygudaşlıklarını ve önyargılarını çiğnemek zorunda kalması, sevgili soyluların çöküşünün gerekliliğini görmesi ve onları bundan daha iyisini hak etmeyen kimseler olarak anlatması; geleceğin gerçek insanlarını görmesi -o zaman için yalnız onlar vardı- gerçekçiliğin en büyük zaferidir ve koca Balzac’ın en büyük özelliği budur bence.”
“Devrimciler”de gerçeklik tersinden ele alınıyor. Romanda aynı ben’ in bir parçası olan Bedri, işkencenin bin-birine karşı yiğitçe göğüs geren inançlı biri iken, romanda öldürülüyor. Gerçek yaşamda da fiziken öldürülen nice yiğit Bedri’ler oldu, olacaktır. Diğer ben’i temsil eden, kendi iç dünyasında kavga mı geri çekilme mi ikilemi içerisinde kıvranarak kendi bireysel kimliğini kavganın dışında, düzenle bağlarını pekiştirmekle bulup teslimiyetçi seçen Akın’ a can verip yaşatıyor. Yaşam içinde Akınlar da epeyce yer kaplıyor. Olması gereken gerçek bu mudur? Yarının güzelliklerine bugünden sahip çıkarak, yarınları yakınlaştıracak olan kahramanlar Bedri’lerdir, Akın’lar değil. Burada kitabın gerçeği dirimin karşısına ölümü koymakta. Özcesi, romanda, Bedri’lerin kaçınılmaz sonu ölmek, geriye kalan tüm devrimcilerinki de teslimiyettir mesajı veriliyor.
Romandaki diğer önemli eksiklik de romanın yöntemine yaklaşım: “Devrimciler”de politik insanlar yaşıyor ama politik yanları, yalnızca politik olmaktan görülen zararlar ve sıkıntılarda, iç hesaplarında kavga dışı kalmayı yeğlemelerde dışa vuruluyor. Elbette bir sanat eserinde ve söz konusu romanda, politik reçeteler ya da doğrudan taraf tutan, bildiri anlayışı olmamalı. Ama kahramanlarına salt devrimci oldukları için dünyalarını iç çekişlere ve karanlıklara bırakabilen yazar, o aynı üslup ve roman diliyle yaşanan hata ve yanlışların yanı sıra onları aşmanın yollarını imleyebilirdi. “Devrimciler” yöntemi aydınlıktan gelecekten değil, yok olandan, tükenenden yana.
Aleksandr Herzen’in “acılar içinde kıvranan halkın çığlıklarını en iyi duyurabileceği kürsü Edebiyat kürsüsüdür.” sözünü anımsamamak mümkün değil böylesi romanları okumanın ardından. En coşkulu türkülerinde bile, hüznün, oturacak bir yer bulduğu, onulur-onulmaz yaralarla derinden sarsılmış bir toplumda, dürüst aydın yazarın sorumluluğu: çürüyen, yok olmaya yüz tutmuş bir dünyanın karşısına, insanın ve onun gerçek değerini bilen, savunan güzel bir dünyayı koyma çabası olmalıdır. Çünkü bu ülkenin insanının, hayatının her alanında olduğu gibi edebiyatta da acıya, karanlığa, karamsarlığa ihtiyacı yoktur. Hele devrimcisinin, demokratının kendi bireysel kurtuluşunu toplumdan soyut, örgütsüz, kendi kabuğuna çekilerek sağlamaya ne hakkı vardır ne de gücü…
“İnsanın görülmemiş derecede küçümsendiği ve çaptan düşürüldüğü günümüzde, kişinin en ivedi ve en soylu görevi olayları şarkılaştırmak olmalı. Kuşkusuz bu gerçeğin bilincine varacak, insanın insanca sözüne ve onun bülbülleri bile susturabilecek orkestrasına katılma yürekliliğini gösterecek hayli insan var.”
LOUİS ARAGON

Ekim 1988

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑