Türkiye’de işçi sendikalarının örgütlenme düzeyinin düşüklüğü ve sendikalara hakim olan uzlaşmacı çizgi ve atalet, bazı sendikaların bu durumu aşma çabalarına rağmen hareket içindeki egemen eğilimdir.
Sınıf çelişkileri derinleşmekte ve kendiliğinden hak mücadelesi örnekleri son yıllarda çoğalmakta, ancak canlı bir sendikal örgütlenmeye büyük bir ihtiyaç duyulan bu anda sendikal hareketin uzun zamandır içinde bulunduğu uzlaşmacı çizgi birleşmesinin de önünü kestiği mücadeleyi geriye itmektedir.
Denilebilir ki, işçi sınıfının irili ufaklı birçok mücadele ve örgütlenme çabalarına sendikalardan ihtiyacı karşılayacak cevap gelmemektedir. Bunun çokça nedeni olmakla birlikte, bu yazıda kamu taşeron işçileri* ve onların örgütlenme mücadelesi üzerinden bir değerlendirme yapmaya çalışacağız.
Kamu taşeron işçilerinin mücadelesinin bugün hangi düzeyde olduğunu ele almadan önce kamu işyerlerinde taşeronlaştırmanın neden ve nasıl bu kadar yaygınlaştığına bakmak doğru olacaktır.
KAMUDA TAŞERONLAŞTIRMA: NEREDEN NEREYE?
Taşeron iş ilişkileri, hukuksal ifadesiyle “asıl-işveren” “alt-işveren” ilişkisi, son 15-20 yıl içinde üzerine çokça konuşulup tartışılan bir konu olsa da, kapitalist üretim ilişkileri içinde oldukça eski bir uygulamadır. Bu nedenle, Türkiye’de yürürlükte kalmış tüm iş kanunlarında “alt-işverenlik” ilişkisi değişik şekillerde de olsa tanımlanmış ve fiilen var olan ilişki burjuva hukukunca da tanınmıştır. Fiilen ve hukuken kapitalist üretim ilişkilerinde geçmişten beri var olan taşeronluğun Türkiye’de burjuvazi için gerçekten çok yönlü ve işlevli bir araca dönüşmesi, ’89 Bahar Eylemleri sonrasına denk düşmektedir.
Hatırlanacağı üzere, özellikle kamuda çalışan işçiler, 1980 darbesi ve sonrasında ücret ve sosyal haklarına ilişkin büyük kayıplarını, 1989 yılında en yaygın ve kitlesel hale bürünen işçi eylemleri ve bu süreçte kamuda imzalanan toplu iş sözleşmeleriyle telafi edebilmişti, ve aynı süreç, memurların da büyük bir mücadeleye girişinin önünü açmıştı.
1989 Bahar Eylemleri ve sonraki yıllar içinde sınıfın kazanımları karşısında, burjuvazi, bir ölüm kalım savaşı verdiğini çok daha açık olarak hissettiğinden olsa gerek, işçi sınıfının büyük mücadelelerle sermayeden söküp aldıklarını geri almak için çok kapsamlı saldırıları kullanmaya çalışmıştır.
Sermaye yönünden rövanş almanın kamudaki en temel yönelimlerinin başında özelleştirmeler ve taşeronluk sisteminin yaygın olarak devreye sokulması gelmektedir.
Kamu hizmetlerinde taşeronluk sistemi, 1985 yılından itibaren, önce belediyelerde, temizlik gibi hizmetlerin yavaş yavaş taşeron şirketlere ihale edilmesiyle başlamıştır. Ancak 1990’lara kadar bu ihale etme örnekleri çok münferittir. Esas yaygınlaşma 1990’larla birlikte hız kazanmıştır.
Taşeronluk sisteminin patenti, Türkiye’de, bilindiği üzere, ANAP Hükümeti’nindir. Ancak, ANAP Hükümeti’nden sonra gelen hiçbir hükümetçe taşeronluk sistemi geri çekilmemiş, aksine daha da geliştirilmiştir. En son AKP Hükümeti döneminde bu uygulamalar doruğa çıkarılmıştır ve daha fazlası da yapılmak istenmektedir.
Örneğin, 2003 yılında kamuda istihdam edilen daimi işçi sayısı 304.039 iken, 2011 yılında bu sayı 156.451’e düşürülmüştür. Kamuda daimi işçi sayısı düşürülürken, bu alanlardaki işçi açığı sürekli taşeronluk sistemiyle ikame edilmiştir.
Kısaca, Türkiye’de kamu alanında taşeron işçi çalıştırılması herhangi bir hükümetin münferit uygulaması değil, 20 yıldan fazla bir süredir, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda uygulanmakta olan bir devlet politikasıdır. Devlet aygıtının kapitalist düzende burjuvazinin bir egemenlik aleti olduğunun en iyi örneklerinden birini taşeron işçiliği üzerinden de görmek mümkündür.
1989 Bahar Eylemlerinin ardından, sermayenin, işçi sınıfından rövanş almada gösterdiği bu programlı ve istikrarlı çalışma, elbette burjuvazinin Türkiye’deki uygulamalarıyla sınırlı olmayıp, kendinden çok daha önce bu yolu kat etmiş uluslararası örneklerini de varsaymaktadır. Burada bir parantez açıp, bu örneklerin oldukça çarpıcı olanlarından birine yer vermek uygun olacaktır. Çünkü burjuvazi dünyanın her yerinde aynı güdü ile hareket etmekte ve kendi mezar kazıcılarını alt etmede her yolu ve yöntemi uygulamaktadır. Bu anlamda, kapitalizmin beşiği İngiltere’de kömür işçileri ve onların sendikalarıyla, sermayenin çıkarlarını savunup uygulamada kararlı davranan burjuva hükümetler arasında sürmüş olan mücadele, Türkiye’de hem 1989’u, hem de sonraki süreci daha net görüp anlamak açısından iyi bir imkan sunmaktadır.
İngiltere’de 1972 ve 1974 yıllarında gerçekleştirilen kömür işçileri grevi ardından ortaya çıkan süreç, aslında, Türkiye işçi sınıfı açısından geleceğinin bir örneği gibidir. 1972 yılında İngiltere kömür işçileri ücret sıralamasında 17. sırada yer alırken, başarılı bir sendikal örgütlenme ve grev ile % 27 ücret artışı elde etmiş ve ücret sıralamasında 1. sıraya yükselmişlerdi. 1974 grevi de ücret artışı talebiyle başlamış ve yapılan grevin ardından sendika taleplerini hükümete yine kabul ettirmişti. (İngiltere’de kömür madenleri ve işletmeleri o dönemde KİT niteliğinde işletmelerdir.)
Aynı süreç iktidardaki Muhafazakâr Parti’ye erken seçim kararı aldırırken, beklenmedik şekilde İşçi Partisi iktidara gelmiştir. Ancak, Muhafazakâr Parti’nin bu dibe vuruşu, bu partinin bakanlarından Margaret Thatcher’a parti içinde yükselme ve güç toplama fırsatı sunmuş ve 1979 yılında Başbakanlık koltuğuna oturduğunda, İngiliz burjuvazisinin sendikaların aşırı güçlü hale geldiği ve bunun mutlaka kırılması ve sendikaların toplumsal gücünün adeta yok edilmesi gerektiği fikrini gayet planlı ve programlı şekilde uygulamaya sokmuştur.
Kömür işçilerinin ve onların sendikalarının İngiltere’de sahip olduğu gücün kırılmasının ilk adımları 1979 yılında atılmış, nükleer enerji kullanımı, olası bir greve karşı kömür stoklarının artırılması, sermaye için gerekli yasaların çıkarılması vb. gibi uygulamalar hayata geçirilirken, sendika bütün bu olup bitenin ne olduğunu tam olarak anlayamamış; bunun bedelini de, 1984 yılında girdiği ve 356 gün süren başarısız grev deneyimiyle ödemiştir. Grevin ardından 40 maden ocağı kapatılmış ve 38.000 kişi emekli edilmiştir. İngiltere’de sermaye, böylece, 1972-1974 grevinde kaybettiklerinin rövanşını 1984’te almıştır. Ama nihai savaş verilip zafer kazanılana kadar işçi sınıfı için böyle yenilgiler her zaman olabilecektir. Bu parantezi kapatıp Türkiye kamu taşeron işçilerine dönebiliriz.
KAMU TAŞERON İŞÇİLERİ: NEREDEN NEREYE?
Türkiye’nin 81 ilinde kamu taşeron işçisinin olmadığı tek bir kamu işyeri yoktur. Her iş kolunda, her kamu işyerinde taşeron işçisi bir şekilde istihdam edilmektedir. Bu kadar yaygın bir şekilde kullanılan taşeronluk uygulamaları, kamu taşeron işçileri için aynı oranda ortaklaşan sorunları da ortaya çıkarmıştır.
Kamu taşeron işçilerinin en önemli sorunlarının başında her an işten atılma kaygısı, yani iş güvencesinin olmaması yer almaktadır. Ücretlerin düzeyi, Türkiye ortalaması bakımından, asgari ücreti geçmemektedir. Servis, yol ücreti, yemek gibi ek yardımlardan taşeron işçilerin çok azı yararlanabilmektedir. Yıllık izin, mazeret izni vb. hakları kullandırılmamaktadır. Resmi tatil, bayram tatili, fazla mesai gibi çalışmalarının karşılığı ödenmemektedir. Büyük bir sıkıntı da kıdem tazminatı haklarının uygulanmamasıdır. En az bunlar kadar önemli bir konu da, taşeron işçilerin deyimiyle “insanca muamele görme” taleplerinin karşılanmamasıdır.
Ortaklaşan bu sorunlar, kendiliğinden bir şekilde, kamu taşeron işçilerini son dönemde daha çok bir araya gelmeye itmektedir. Kamudaki taşeron işçilerin son dönemde göze çarpan örgütlenme ve hak alma mücadelesinde birkaç olgunun ön plana çıktığı, hatta mücadelenin bir dönemece geldiği söylenebilir. Özellikle, 2009 yılından sonra yaygınlaşma eğilimi gösteren kamu taşeron işçi dernekleri, bu kendiliğinden bir araya gelme çabasının ürünüdür.
Türkiye’nin neredeyse her ilinde kurulmaya başlanan bu işçi derneklerinde farklı iş kollarından kamu taşeron işçilerinin bir araya geldiği ve işçilerin taleplerinin bu dernekler aracılığıyla ortaya konduğu görülmektedir.
Kamu taşeron işçilerinin birlikte mücadele arayışı, bir yandan taşeronlaştırma üstünden büyük kârlar sağlayan, sermaye birikimini ilerletip palazlanan burjuvazinin kendi ayak bağlarını yarattığı süreci de açıkça göstermektedir. Komünist Manifesto’da önümüze serilen kapitalist gerçek burada da işlemektedir. Sermaye birikiminin burjuvazinin elinde olmayan ilerleyişi emekçiler arasındaki rekabetin yerine birlikteliklerinden gelen dayanışmayı koymakta/zorlamakta ve burjuvazinin ürettiği, her şeyden önce, kendisine karşı mücadele edecek yeni güçler olmaktadır. Burjuvazi, durmadan, kendi “mezar kazıcıları”nı üretmektedir.
İşte sermayeye karşı mücadeleye yönelen bu güçler, yani kamu taşeron işçileri ve onların dernekleri, 2012 yılı Ocak ayında Çalışma Bakanlığı yetkilileriyle bir araya gelerek, mevcut sorunlarını hükümet nezdinde dile getirmeye çalışmışlardır.
İŞÇİ SINIFININ VEKİLİ SORUYOR.. BAKAN CEVAPLIYOR
Bu görüşmenin ayrıntılarını, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanına verilmiş soru önergesine gelen yazılı cevapta bulmak mümkün. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik’in yazılı olarak cevaplaması için İstanbul Bağımsız Milletvekili A. Levent Tüzel tarafından verilmiş soru önergesine, 2012 yılı Nisan ayı içinde Bakan tarafından verilen yazılı cevapta, bazı kamu taşeron işçi derneklerinin yetkilileri ile görüşme yapıldığı ve “iyileştirmeler” yapılacağı yönünden açıklamalar bulunmaktadır. Biraz uzun olmakla birlikte, süreci daha iyi görebilmek için Bakan’ın yazılı cevabını alıntılamak doğru olacaktır.
“Bakanlığımız, ülkemizde sosyal diyalogun en etkin işletildiği kurumların başında gelmektedir. Bu kapsamda, 12.01.2012 tarihinde düzenlenen toplantıda alt işveren işçi dernekleri temsilcilerinin konuyla ilgili görüş ve önerileri alınmış ve uygulamada yaşadıkları güncel sorunlar tespit edilmiştir. Bu sorunlar doğrultusunda, alt işveren işçilerinin emeklerinin karşılığı olan ücretlerinin tam ve zamanında ödenmesini güvence altına almaya, alt işverenlik ilişkisinin ‘kötüye kullanımı’ ile kıdem tazminatı bakımından işçinin hak kaybına uğratılmasını önlemeye, yıllık ücretli izinlerin uygun olarak kullandırılmasına yönelik çalışmalar Bakanlığımızın gündemindedir.
“Bununla birlikte, kamu kurum ve kuruluşlarınca alt işveren yanında çalışan işçiler, Kamu İhale Mevzuatı hükümleri uyarınca gerçekleştirilen ihaleler yoluyla istihdam edilmektedir. Bu nedenle alt işveren yanında çalışan işçilerin ‘ihale mevzuatına dâhil olan hususlar’ bakımından kadrolu personel ile eşitlenmesi yönünde bir çalışmamız bulunmamaktadır.
“Türkiye çapında alt işveren sayısı 27.643, alt işveren yanında çalışan işçi sayısı ise 498,227’dir.”
Bakanlıkla görüşmelere hangi kamu işçi dernekleri katılmıştır?
Bu dernek yetkilileri neler talep etmişler, ne cevap almışlardır?
500.000 kamu taşeron işçisinin ücret, sosyal haklar ve iş güvencesi gibi başlıca sorunlarını Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı nezdinde dile getirenler neden öncelikle sendikalar değil de, işçi dernekleri olmuştur?
Sendikalar hâlihazırda kamu taşeron işçilerinin mücadelesinin neresindedir?
Sorular daha da çoğaltılabilir, ancak yukarıda belirttiğimiz soruların ilkine cevap arayarak ilerleyelim.
BAKANLIKLA GÖRÜŞMELERE HANGİ KAMU İŞÇİ DERNEKLERİ KATILMIŞTIR?
Belirttiğimiz üzere, 2009 yılından itibaren kurulmaya başlanan kamu taşeron işçi derneklerinin bazıları bir araya gelerek bir platform veya federasyon oluşturmuş, bazıları da şubeleşerek yaygınlaşmaya çalışmaktadır.
Örneğin; Adana, Adıyaman, Antalya, Bolu, Çorum, Erzincan, Gaziantep Giresun, Mersin, Hatay, Kahramanmaraş, Kayseri, Konya, Kütahya, Muş, Niğde, Ordu, Şırnak, Tokat, vb. illerde kurulu 25’e yakın kamu taşeron işçi derneğinin bir araya gelerek 2012 yılında kurduğu kısa adı TİDEP olan Türkiye İşçi Dernekleri Platformu, yine 2012 yılı Haziran ayı içinde, KİDEF adı altında ilk taşeron işçi federasyonunu oluşturmuştur.
İstanbul merkezli olarak 2010 yılında kurulmuş ve bildiğimiz kadarıyla bir platforma üye olmayan ve henüz şubesi de bulunmayan, kısa adı Taş-İş-Der olan Taşeron İşçileri Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği de, özellikle İstanbul Üniversitesi hastanelerinde çalışan taşeron işçiler tarafından hayata geçirilmiştir.
Başka bir örnek ise, merkezi Şanlıurfa’da olan 2011 yılı Ocak ayında kurulmuş, kısa adı KAŞİP olan Kamu Şirket Personelleri Eğitim Kültür, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneğidir. Bu derneğin, halen 20 ilde şubesi ve bölge temsilciliği bulunmaktadır.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nda yapılan görüşmelere katılan derneklerin belli başlıları yukarıda belirttiğimiz dernek ve platformlar olmakla birlikte, bu örgütlenme örnekleri içinde Hükümet tarafından dikkate alınan ismin KAŞİP olduğunu belirtmeliyiz.
Kuruluşunun üstünden henüz 1 yıl geçmeden neredeyse Türkiye’nin yarısında örgütlenme yürütüp şubeleşebilen derneğin yetkilileri bizzat AKP milletvekili tarafından meclise davet edilmiştir. KAŞİP’in resmi internet sitesinde, görüşmeye ne şekilde davet edildikleri kendi ağızlarından aktarılmaktadır:
“…Manisa milletvekili ve sağlık komisyon üyesi muzaffer yurttaş tarafından meclise davet edildik. Bu meclis görüşmesi Türkiye taşeron işçisinin kendi resmi makamı ile mecliste temsil edildiği ilk görüşme olacaktı. Kamu şirket personelleri genel merkezi bu görüşmeye diğer taşeron işçi derneklerinin de katılması teklifinde bulunarak ordu, Gaziantep, Şırnak başkanlarından oluşan bir heyetle gidildi. Mecliste o gün yaklaşık 14 milletvekili ile görüştük. Bir sonraki gün çalışma bakanlığında 2 müsteşar yardımcısı, bakan yardımcısı ve 3 bakan danışmanı ile görüştük. Bu görüşmeler basında işçiler Ankara’ya çıkarma yaptı şeklinde yansıdı. …Kuruluşun 9. ayına kadar Malatya, Batman, Adana, Şırnak, Ceyhan, Akçakale, Harran ve Suruç ta kitlesel örgütlenmeyi meydana getirip Bayburt, Kütahya, Adıyaman, Diyarbakır, Konya, Osmaniye, Mersin, Zonguldak, İstanbul, Ankara, Van, Ağrı, Hatay, Elazığ ve Eskişehir de örgütlenmeyi başlatmış nitekim toplam 45 ilde çalışmalar yapmaktayız. (Yazım hataları değiştirilmeden alıntılanmıştır. -FKÇ)”
AKP milletvekilinin ve Bakanlığın bu derneğe dönük yakın ilgisi, belki, dernek genel başkanının, derneğin kuruluşundan önce, kısa bir süre MÜSİAD’da ve 2008-2010 yıllarında AKP’nin gençlik kollarında faaliyet yürütmüş olması ve AKP ile yakın ilişkilerinden kaynaklı olabilir. Ancak, bu ilginin kişisel yakınlıklardan çok daha başka nedenleri olduğu açıktır. Bu nedenleri görebilmek için Bakanlık ile dernekler arasında yapılan görüşmenin ayrıntılarına bakmak gereklidir.
KAMU TAŞERON İŞÇİLERİ NE İSTİYOR, NE “ÖNERİLER” GELİYOR?
2012 yılı Ocak ayında yapılan kamu taşeron işçi dernekleri ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı yetkilileri arasındaki görüşmede, taşeron işçi derneklerinin 31 başlık halinde sundukları sorunları Bakanlıkça 14 madde halinde toplanarak taslak öneriler getirilmiştir.
Kamu taşeron işçilerinin en önemli taleplerinin başında iş güvencesi, yani kadrolu çalışma gelmektedir. Bakanlık, bu konuda, “alt işverenler”le (taşeron firmalar) 3 ila 5 yıllık ihaleler yapılacağı ve en azından işçilerin bu ihale süreleri içinde kısmi iş güvenceleri olacağı şeklinde bir “öneri” ya da dayatma ortaya koymaktadır. Böyle bir “öneri”nin kamu taşeron işçisine hiçbir iş güvencesi sağlamadığını/sağlayamayacağını her taşeron işçisi bilebilecek durumdadır. Taşeron şirket 3-5 yıllık ihaleler kazandı diye işçiyi en azından bu süreler içinde mutlaka istihdam edecek diye bir yasal zorunluluk yoktur. Yani, “alt işveren” denen taşeron şirket, isterse, her an işçiyi işten çıkarabilir. Bu durumda, Bakanlığın ihale sürelerini uzatma “teklifi”, olsa olsa ihalenin taraflarının, yani “üst”ü ve “alt”ıyla, parçalanmış iş sürecini birbirlerine pazarlayan burjuva tarafların işine gelebilir.
Yine taşeron işçiye sözde iş güvencesi sağlama gerekçesiyle, Bakanlık, 4857 Sayılı İş Kanunu 2. Maddesini tümden değiştireceğini, “alt-işveren ilişkisinin kesin şekilde tanımlanacağını ve asıl işveren ile alt işveren arasındaki çizgilerin netleştirileceğini” belirtmektedir.
İş Kanunu 2. Maddesinde “alt-işveren”le “asıl-işveren”in (sanki işçiye iane kabilinden ve iyilik olsun diye “iş” “veren” olarak kuşkusuz tanımlanamayacak işin asıl sahibi olan kapitalistle işin bir bölümünü onun yerine üstlenen taşeron kapitalistin) iş ilişkileri, bu ilişkide kapitalistlerin işçilere karşı sorumlulukları ve muvazaa/hile hali düzenlenmiştir. Bu maddenin tümden değiştirilmek istenmesindeki amaç, taşeron işçilerin muvazaa iddiasında bulunmasının önüne geçmek, yani asıl-kapitalist alt-kapitalist ilişkisinin hileli olduğundan bahisle, esasen asıl-işveren/asıl kapitalist (burada kamu) işçisi sayılmasına dönük taleplerin önünü kesmek ve tüm taşeron işçileri haksız hukuksuz bırakılmış durumlarıyla “alt işveren”/taşeron kapitalist işçisi saymak içindir.
Burada dikkat edilecek diğer bir konu odur ki, bu yasa maddesinde yapılmak istenen değişiklik, sadece kamu taşeron işçilerini ilgilendirmemektedir. Bu yasa değişikliği, aralarında ayrım yapmadan, 4857 Sayılı İş Kanunu kapsamındaki özel veya kamuda çalışan milyonlarca işçiyi etkileyecektir.
Taşeron işçilerin en çok yakındıkları sorunlarından biri de, kıdem tazminatı haklarının fiilen uygulanmamasıdır. Kamu taşeron işçileri uzun yıllar çalışmalarına karşılık, çalıştıkları taşeron şirketlerin –tabii ki çoğu durumda sadece isimlerinin– sürekli değişmesi ve resmi kayıtlarda her seferinde yeniden işe giriş-çıkış yapılması ve şüphesiz taşeron şirketlerin kıdem tazminatı ödemeye yanaşmaması nedeniyle bu haklarını fiilen alamamaktadırlar. Kıdem tazminatlarını bazı durumlarda ancak dava yoluyla ve eksikli olarak kazanabilmekte ve “kamu”nun, yani patron durumundaki devletin bu alacaklar yönünden sorumlu tutulmasını sağlayabilmektedirler.
Bakanlık ise, kamu taşeron işçisine, “kıdem tazminatı fonu”nu yürürlüğe sokarak işçilerin bu haklarının güvenceye alınacağını söylemekte ve işçileri açıkça aldatma yoluna gitmektedir.
“Fon”un derde deva olacağının ileri sürülmesi, hak gaspıyla sorun çözme dayatmasının yanında kapitalistlere “işsizlik fonu” türünden yeni bir peşkeş kapısı açılacak da demektir ki, kıdem tazminatı fonunun ne olduğu, neyi amaçladığı üzerine çokça yazı yazılmış ve görüş bildirilmiştir. Kıdem tazminatı fonu en özcesiyle işçi sınıfının geneli için ancak cehennemin kapısının açılmasıdır diyebiliriz.
Kamu taşeron işçilerinin diğer özlük hakları ve ücretleri konusundaki taleplerine, Bakanlığın verdiği “öneriler” ya da dayatmalara burada çokça girmeyip, sadece şunu belirtelim. Eğer kamuda taşeron işçi çalıştırılmasına son verilip, taşeronlaştırma dayatılan işçiler kamu işçileri olarak istihdam edilirse bu sorunların hepsi çözülebilir.
Ayrıca, Bakanlığın özlük hakları ile ilgili bu “öneri”, doğrusu dayatmaları kendi içinde ve yasal düzenlemelerle zaten çelişiktir. Çünkü 4857 Sayılı İş Yasası’nda yıllık izin, fazla mesai, tatil ve bayram çalışması ücretleri vb. zaten düzenlenmiştir. Ortada, bunlara ilişkin bir yasal düzenleme eksikliği değil, fiilen varolan yasayı uygulamama durumu söz konusudur.
Yukarıda saydığımız sorunlar ve bu sorunlara dönük Bakanlık dayatmalarına, TİDEP’in bünyesindeki derneklerden, Taş-İş-Der’den ve diğer taşeron işçi derneklerinden muhalefet şerhleri geldiğini; ancak yapılan 14 “öneri”nin tamamının KAŞİP tarafından benimsendiği söylemeliyiz.
Yeri gelmişken değinmekte fayda olan bir konu da şudur ki, KAŞİP’in, iş yasasından ayrı olarak, Taşeron İşçi Yasası çıkarılması talebi bulunmaktadır. Anlamı açıktır; bir yandan taşeron işçiliğin “kaldırılmasını” talep etmekte olduğu iddiasındaki bu dernek, diğer yandan taşeron işçiliğin ayrı bir yasayla daha kesin bir şekilde tanımlanmasını istemektedir.
KAMU TAŞERON İŞÇİLERİNİN ÖRGÜTLENMESİNDE YOL AYRIMI
Kamu taşeron işçilerinin mücadelesinde gelinen nokta artık az çok netleşmiştir. Son 20 yıl içinde ağır çalışma koşulları ve güvencesizlik, işçileri, bu çalışma koşullarının değiştirilmesi yönünde mücadeleye zorlamıştır. Mevcut iktidar da aynı oranda bu birleşen ve gittikçe gelişen mücadele dinamiğini görmekte ve tam da bu noktada, yükselen mücadeleyi kontrol altında tutmak istemektedir. Bakanlığın özellikle KAŞİP’e gösterdiği ilgi, bu nedenle boşuna ve anlaşılmaz değildir.
İş güvencesi ya da kıdem tazminatı sorunlarına dönük ortaya konan “çözüm önerileri” ile sermaye ve hükümetin varmak istediği yer açıktır: Kamuda çalışan tüm taşeron işçilerin, “kamu işçisi/asıl-işveren işçisi” sayılmasına dönük taleplerinin önünü kesmek ve geçirmek için can attıkları kıdem tazminatı fonu yasasına işçi sınıfı içinden destek bulmak. Bu desteği de bizzat kamu taşeron işçilerinden sağlamak isteyen hükümet, dayatmalara “evet” diyen KAŞİP yönetimi üzerinden taşeron işçilerini sermayenin çıkarlarına yedekleme çabasına girişmiştir.
KAŞİP’in yönetiminin eleştirisi de tam da bu nedenle gerekli ve zorunludur. Sadece iş güvencesi ve kıdem tazminatı üzerinden bile ele alındığında, Bakanlık tarafından getirilen “çözüm” “önerileri”nin kimin çıkarlarına uygun olduğu görülebiliyor. Yoksa, ortada gerçekten sınıf mücadelesine yönelmiş bir KAŞİP bulunsa ve işçi sınıfının çıkarlarını koruyan bir çalışma yürütülüyor olsa idi, bu derneğin genel başkanının AKP’de faaliyet yürütmüş biri olması sorun teşkil etmezdi.
Muhtemeldir ki, kamu taşeron işçi derneklerinin çoğunun kurucuları ve üyeleri büyük oranda hükümet partisine ya da diğer sermaye partilerine oy vermiş ya da yakın durmuşlardır. Burada önemli olan, zamanında kimin hangi partiye oy verdiği ya da hangi partinin yandaşı olduğu değildir. Önemli olan, taşeron işçilerin yaşadığı sınıfsal çelişkiler nedeniyle hak mücadelelerine girişmiş olmaları ve kendiliğinden bir şekilde kendi sınıf çıkarlarını sahiplenmeye yönelmeleridir. Bu durum sınıf mücadelesi açısından önemli bir noktadır. Ancak, birleşerek sınıf çıkarları için mücadeleye yönelen işçilerin, KAŞİP aracılığıyla sermayenin çıkarlarına alet edilmek istenmesi mutlaka karşı durulması gereken bir durumdur.
Şimdi, tüm bu tablo içinde, akla gelen önemli bir soruya dönebiliriz: Sendikalar gibi sınıfın en önemli örgütlenme araçlarından biri dururken, kamu taşeron işçileri neden derneklere yönelmişlerdir ve sendikalar bu örgütlenmenin neresinde durmaktadırlar?
SENDİKALAR KAMU TAŞERON İŞÇİLERİ MÜCADELESİNİN NERESİNDE?
Sendikaların hâlihazırda kamu taşeron işçilerinin mücadelesinin neresinde olduğu sorusuna cevap vermeden önce, şunu belirtmek gerekir ki, dernek mi-sendika mı gibi bir ikileme düşmeden, somut durum içinde derneklerin ve sendikaların bu örgütlenmedeki yerini ele almak gereklidir. Çünkü, işçi sınıfı yüzyıllara yayılan mücadelesi içinde çok değişik örgütlenme araçları kullanmış ve mücadele örnekleri vermiştir, ve her örgütlenme aracıyla mücadele biçimi, ancak somut durum içinde ele alındıklarında mücadeledeki işlevleri anlaşılır hale gelir.
Taşeronlaştırma karşısında işçi ve memur sendikalarının yıllar içinde bazıları başarıyla sonuçlanmış örgütlenme çalışmaları olmakla birlikte, kamudaki taşeron işçilerinin örgütlenmeleri konusunda genele yayılmış ve birleşik bir sendikal hareketten söz etmek bugün için mümkün değildir. Hele sadece kamuda değil, taşeron çalışmanın “a”dan “z”ye tüm işkollarını pıtrak gibi sardığı özelde çalışan taşeron işçileri de katarsak, sendikaların taşeron işçilerin örgütlenmeleri açısından olumlu denebilecek bir pozisyonda olmadıkları ortadadır.
Örneğin, Türk-İş’in 1999 yılındaki 18.Olağan Genel Kurulu’nda, kamuda taşeronlaştırmaya karşı sendikaların yürütmesi gereken bir dizi çalışma karar altına alınmıştır. Ancak, bu kararların üzerinden 13 yıl geçmesine karşın, alınan kararların kâğıt üzerinde kaldığı açıktır.
Bazı memur sendikaları, örneğin Sağlık Emekçileri Sendikası hastanelerde çalışan kamu taşeron işçilerinin örgütlenmesiyle ilgili tüzük değişikliği yapıp örgütleme için somut adımlar atmış olmasına karşın, beklenen düzeyde bir başarı sağlanamamıştır.
Bu örgütleme çabaları geneli görmeyen, bir program ve plandan uzak tekil mücadeleler şeklinde sürdürülmüş olup, sendikaların genel merkezlerinden, çoğu kez kamu taşeron işçilerinin örgütlenme taleplerine olumlu bir cevap verilmediği ve örgütlenmelerinin ciddiye alınmadığı, sendikaların genel olarak sınıfın bütünüyle değil ama “kendi” örgütlü işçileriyle “ilgilendikleri” söylenmelidir. Kamu taşeron işçilerinin sendikalaşmasına “ilgisiz” kalan bazı sendika yönetimleri, bu örgütlenmelere dönük çekimserliklerine dair belli başlı “gerekçeler” ileri sürmektedirler.
Taşeron işçilerinin örgütlenmesinde sendikalardan gelen temel yakınmalar, “taşeron işçinin bilinçsizliği, bu işçilerin genelde taşeron firmanın akraba ve hemşeri çevresinden ya da hükümete yakın bir çevreden oldukları, sendikal örgütlenmeye yakın durmadıkları” yönündedir. Sık sık dile getirilen yakınmalardan biri de, mevcut sendikal yasaların taşeron işçisinin sendikalaşmasını neredeyse imkânsız kıldığıdır.
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, kamu taşeron işçileri 20 yıldan uzun bir süreçte çokça deneyim sahibi olmuştur ve artık sendikaların kendi hak mücadelelerinde önemli araçlardan biri olduğuna dair az çok bir bilince sahiptirler. Belki 10 -15 yıl önce bu tarz eleştirilerde belirli bir haklılık payı olabilirdi, ancak bugün gelinen noktada bunların gerçeği yansıtmadığı açıktır.
Sendikaların itirazlarının aksine, bundan 7-8 yıl önce bile, AKP ve MHP’ye dönük siyasi tercihleri olan kamu taşeron işçilerinin sendikal örgütlenme mücadelesi yürüttükleri örnekler görülmüştür ve bilinir ki, siyasal bilinç/sınıf bilinciyle sendikal bilinç/kendiliğinden bilinç bir ve aynı şey değildir. Siyaseten AKP ya da bir başka burjuva partisini desteklemekte olan sınıf bilinçli olmayan/geri bilinçli işçilerin sendikal haklarını sahiplenerek siyaseten destekledikleri parti ya da partilere ve hükümetlerine karşı ekonomik mücadeleye atılmalarında şaşılacak hiçbir şey olmadığı gibi, bu tür çok örnek olmasının yanında, sözü edilen bilinç bulanıklıklarıyla, ama ücret, sendikal örgütlenme hakkı, kıdem tazminatı hakkı, sosyal hak vb. taleplerle işçilerin hak mücadelesine girmelerinin, bu mücadele içinde dost ve düşmanlarını tanıyarak sınıf bilinçli işçilere dönüşmelerinin temel zemini ve ön koşulunu oluşturduğu bilinir.
Diğer bir örnek şudur: BEDAŞ bünyesindeki taşeron işçiler, bundan 9-10 yıl önce, Enerji Yapı Yol Sen Sendikasının etrafında toplanarak, taleplerini taşeron firmalara “takım sözleşmesi” ile kabul ettirmeye çalışırken, bugüne geldiklerinde, sendikalarında örgütlenmeyi büyük oranda başarmışlardır.
Bu ve benzeri örgütlenme çabaları şunu açıkça ortaya koymaktadır ki; kamu taşeron işçileri, hem hükümet partisine yakın siyasi tercihlere sahip, hem taşeron şirket patronunun yakın çevresinden olsalar bile, artan sınıf çelişkileri ile ağır çalışma koşullarına karşı mücadeleye yöneldiği görülmektedir.
Kaldı ki, kamu taşeron işçi derneklerinin büyük bir kısmı sendikalara alternatif olarak çıkmadıklarını, sendikaların bu mücadelede kendilerine önayak olup deneyimlerinden faydalanmak istediklerini belirtmekte ve bu derneklere üye işçilerin sendikalaşma haklarının tanınmasını talep etmektedirler. Bu da göstermektedir ki, sendikaların, kamu taşeron işçilerinin “işçi bilincine sahip olmadığı, örgütlenmeye yanaşmadıkları vb.” şeklindeki eleştirileri 2012 yılında çok da anlamlı değildir.
Sendikalardan gelen diğer bir itirazın da, mevcut sendikal yasaların taşeron işçisinin sendikalaşmasını neredeyse imkânsız kıldığı şeklinde olduğunu söylemiştik. Az çok işçi örgütlenmesinde yer almış herkes bu durumu zaten görebilir. Mevcut sendikal yasaların, kamu taşeron işçisinin sendikal örgütlenmesini –yasanın buyurduğu çerçeve içinde kalındığında– “imkânsız” kılacak onlarca madde barındırdığı bir gerçek olup, diğer yandan aynı zorlukların tüm işyerlerindeki örgütlenmeler için de geçerli olduğunu söylemek gerekir. Sendikalar Kanunu ve Toplu İş Sözleşmesi ve Grev Lokavt Kanunu sınırları içinde kalındıkça, ister özel, ister kamu olsun, işçilerin sendikal örgütlenme ve TİS mücadelesinin bu kanunlarının labirentlerinde kaybolmasına şaşmak gerekmeyecektir.
Tabii ki, kamudaki taşeron işçilerinin, her türlü burjuva hukukunun göz göre göre çiğnenerek çalıştırıldığı koşullarda, burjuva hukukunun ayak oyunlarıyla dolu yasal sınırlar içinde kalarak sendikal örgütlenme mücadelesinin yürütülmesi mümkün değildir. Sınıf mücadeleleri tarihinde çok gerilere gitmeye gerek yoktur; 1989 Bahar Eylemleri’ne giden yolda, mücadeleci işçiler önce pasif direniş vb. olarak adlandırılan yöntemleri kullanmaya başladıklarında, sendikalar yasası ve ilgili mevzuatların buyurduklarını değil, kendi meşru sınıf çıkarlarının buyurduğu toplumsal mücadele “yasalarını” dikkate almışlardır.
Çok çarpıcı olması nedeniyle burada dile getirilmesi gereken bazı sendikacılardan gelen bir itirazı da belirtmek gereklidir. “Taşeron işçileri sendikaya üye yaparsak, işten atılırlar, işçilerin ekmeğiyle oynamış oluruz.” İşçileri sendikaya üye yapmama konusunda çok çeşitli bahaneler olmuştur, ancak bu “pes” dedirten cinstendir. Her aklıselim kişi bu koşularda ister özel, ister kamu alanında olsun, en ufak sendikalaşma girişiminde patronlarca yapılacak ilk hamlenin genelde işçi çıkarma olduğunu zaten bilir.
İşten atılma riski olmadan sendikal örgütlenmenin koşulu herhalde patronun istediği ya da kurdurduğu sendikada örgütlenmek olabilir. İşçi sınıfının mücadele tarihinde hangi gerçek sınıfsal başarı bedeli ödenmeden kazanılmıştır ki? Eğer bu tür gerekçelerin sözünü eden sendikacılar, eğer kendileri mücadeleye hazırlar ve gerçekten bu kadar yüce gönüllülükle işçileri düşünüyorlarsa, işçilerin karşısına çıkıp “biz sizin sendikada örgütlenmenizi sizin sınıf çıkarlarınız ve geleceğiniz açısından zorunlu görüyoruz, ancak bu zor bir mücadeledir, patron sizin sendikalı olmanızı istemez, işten de çıkarabilir, ancak bu zorlu mücadeleyi birlikte aşabiliriz” demelidirler. Açıklık her zaman iyidir ve gösterilen bu açıklık karşısında işçiler kendilerini bekleyen riskleri daha kolay göğüsleyeceklerdir. Yeter ki, mücadeleye niyet, samimiyet ve açıklık ortaya konulabilsin, bahaneler üretilmesin.
Sendika yönetimlerince ileri sürülen bu belli başlı “itirazların” nedeni, ne işçilerin sendikaya çok uzak durması, ne de yasaların yarattığı imkânsızlıklardır. Başka nedenlerin yanı sıra asıl ve gerçek neden, sendika bürokratlarının çıkarları ve yaşamlarıyla işçi kitlelerinden kopuklukları, merkezlerden aşağıya doğru her düzeyde profesyonel yöneticilik ve sendikacılığı meslek olarak benimseyip yürütme eğilimleri ve mevcut durumu koruma çabalarıdır.
Hatırlanacağı üzere, 1989 Bahar Eylemleri’nin öncüleri, işçi sınıfının az çok politikleşmiş kesimlerinden gelen ve genel olarak genç sayılabilecek işyeri temsilcileri ve öne çıkan mücadeleci işçilerdi. Bu işyeri temsilcileri ve öncü işçiler, 1980 darbesiyle tırpanlanan ücret ve sosyal hakları ve örgütlenme özgürlüklerine dönük saldırılara karşı yavaş yavaş tabanda birleşerek Türkiye işçi sınıfını ayağa kalkacak duruma getirmişlerdi. Bunu yaparken, o dönemin sendikalarının başında bulunan sendika bürokrasisini de büyük oranda sarsmışlar ve sınıfın ihtiyaçlarını dile getiren mücadeleci öncü işçilerden bir kısmı da sendika yönetimlerine girmişlerdi.
O günden bugüne işçi sınıfına ve mücadelesine sarsılmaz bir inançla bağlı kalabilen az sayıda sendikacı kalmıştır. Şunu da belirtmek gerekir ki, 1989’un canlı hareketi ile sendika yönetimlerine gelen sınıf sendikacıları 1995 sonrasında ivme kaybeden hareket içinde yine bürokrat kesimlerce tasfiye edilmeye çalışılmış ya da sınıf mücadelesinin gereklerine ayak uyduramadıkları durumda kendileri düzen içinde eriyip bürokratlaşmışlardır. Ancak burada sorun, şu sendikacının şunu, diğerinin bunu yaptığı değil, ama gelinen noktada sendikaların geneline hakim olan atalet ve kendi durumunu meşrulaştırma çabasıyla sendika bürokrasisinin egemenliğidir. Sendika yönetimlerinin bugünkü genel eğilimi bürokratizm ve mevcut durumu koruma çabasıyla karakterizedir ve bu erimeyi ve işçi gözünde itibarsızlaşmayı beslemiştir.
Bu yapıyı koruma kaygısı taşıyanlar, sadece kamu taşeron işçisi üzerinden bile bakıldığında, 1989 deneyiminde olduğu gibi canlı bir örgütlenmenin bürokrasiyi ve onun düzen içi dengelerini sarsıp dağıtma potansiyeli taşıyacağını, sınıfın yakıcı ihtiyaçlarının bir defa sınıf temelli örgütlenmeye girişildiğinde bütün yapıyı saran bir dinamizme dönüşeceğini ve kendilerini koltuklarından edeceğini iyi bilmektedirler.
Sendikaların sınıfın mücadelesini geliştiremeyen bugünkü durumları, tabii ki dernekleri tercih nedeni yapmaz, ancak sendikaların kamu taşeron işçilerinin mücadelesinde etkin kullanılan araçlar olamaması ve bu alanda örgütlenme ve mücadele aracı boşluğu kamu taşeron işçi derneklerince doldurulmaya çalışılmaktadır. Örgütsüz olarak, ne taşeron patronu, ne de kamu işyeri yönetimlerine karşı bir şey elde edilemeyeceğini görerek bir araya gelmeye başlayan ve ortak talepler etrafında mücadeleye yönelen kamu taşeron işçileri yönünden dernekler, işçilerin birliğini sağlamak bakımından bir rol oynamaktadırlar ve küçümsenmeleri yanlış olur. Ancak, sadece dernek gibi bir aracın işçiler için yeterli olmadığı/olamayacağı da tartışmasızdır.
Türkiye işçi sınıfının nicel ve nitel gelişmişlik düzeyi, sınıf çelişkilerinin keskinliği gibi unsurlar göz önüne alındığında, kamu taşeron işçilerinin mücadelesinde işçi ve memur sendikalarının çok önemli araçlar olarak devreye girmeleri zorunludur. Bazı derneklerin bizzat kendilerinden gelen “sendikalar bize önayak olsun, biz sendikalara alternatif değiliz, sendikalaşmak istiyoruz” talebi de dikkate alındığında, kamu taşeron işçilerinin mücadelesinde en etkin aracın sendika olacağı herhalde açıktır.
Ancak, geneline hakim olan bürokrasi ortadayken sendikaların daha etkin bir örgütlenme aracına dönüşmeleri nasıl başarılacaktır– yanıtlanması gereken soru budur.
Sendika bürokratlarının hidayete ermelerini beklemek söz konusu olamayacağına göre, sendikaların bu alanda etkin bir örgütlenme merkezi olmasının önünü açacak olanlar, öncelikle sınıf bilinçli/politik mücadele içindeki işçilerle tüm bu gidişattan rahatsız olan ve haklarını sahiplenme tutumu alan mücadeleci işçiler, işyeri temsilcileri ve sınıf mücadelesinde safını işçi sınıfından yana belirlemiş sendikacılar olabilir. 1989 Bahar Eylemleri’nin eksiklikleri kadar doğru tutumlarından da ders alarak, bu mücadeleyi ilerletmeye aday işçilerin bir araya gelmeleri ve ulusal ölçekte birleşik örgütlenme ve mücadelenin ihtiyaçları üzerinden bir çalışmayı önlerine koymaları Türkiye işçi sınıfı için kaçınılmaz bir hal almıştır.
Önümüzdeki dönemde birlikte tutum alma, kamu taşeron işçilerinin de mücadelesinin başarısını belirleyecek temel noktadır. Kamu taşeron işçilerinin işyerlerinden kaynaklı özgül sorunları olmakla birlikte, neredeyse tümünün temel sorun ve taleplerinin ortak olduğu açıktır. Ancak, somut mücadele örnekleri, her bir mücadelenin tekil olarak, sadece kendi işyerini kapsar şekilde yürümekte olduğu şeklindedir. Oysa sağlık, enerji, alt yapı hizmetleriyle tüm kamu işyerlerinde taşeron işçiler aynı dert ve taleplere sahipler ve hemen aynı şeyleri dile getirirlerken, mücadelelerini birleşik bir mücadeleye dönüştüremedikleri ölçüde yalıtılmışlıkları içinde en fazla kısmi başarılar sağlayabilmeye adaydırlar ki böylesi lokal mücadelelerin örnekleri hiç de az değildir. Oysa mücadelenin başarısı bu yalıtık örnekleri aşan ortak ve birleşik bir mücadelenin örülebilmesindedir.
Kamu taşeron işçilerinin hem kendi aralarında hem de kadrolu çalışan işçi ve memurlarla bir araya gelip sorunlarını paylaşmaları ve çözüm imkanları için farklı iş kolları ve işyerlerinden katılımlarla işçi kurultayları örgütlemeleri, hem taşeron, hem kadrolu çalışanlar yönünden birleşik ve genel bir mücadelenin ilk adımlarından biri olabilir.
Kamu taşeron işçisinin mücadelesi şüphesiz yalnızca 500.000 işçinin mücadelesi değildir. Kadrolu işçiler ve memurlar yönünden biraz olsun çalışma koşulları ve ücretlerini iyileştirebilmenin en temel yolu, yanı başlarında, asgari ücretle ve en ağır çalışma koşullarında hiçbir iş güvencesi olmaksızın çalışan taşeron işçilerinin çalışma ve yaşam koşullarının düzeyini kendi düzeylerine çıkarmayı görev edinmeleri ve dolayısıyla mücadelelerini taşeron işçilerin mücadeleleriyle birleştirmeleri olabilir. Eğer bu yapılamaz ve sermayenin saldırısı püskürtülemeyip taşeronlaşmayla işgücü maliyetlerinin aşağı çekilmesinin önü alınamaz ise, kadrolu çalışan işçi ve memurlar, fazla zaman almadan ücret ve çalışma koşulları bakımından taşeron işçilerin düzeyine geriletileceklerdir. Sermayenin istediği tam da budur.
Görüldüğü üzere kamu taşeron işçilerin sorunları sadece kamu taşeron işçilerini bağlamamakta, çok yönlü şekilde ve tüm bölükleriyle Türkiye işçi sınıfını doğrudan ilgilendirmektedir. Mücadele de aynı çok yönlülük içinde ve işçi sınıfının bütün bölüklerini içine alarak genişlemek zorundadır. Ayrıca, sınıf hareketini birleştirmeye dönük atılacak adımlar içinde kamu taşeron işçileri, mücadeleleri ve bugünkü örgüt araçları olarak derneklerinin de önemli bir yeri olacağı açıktır.
Bu alanda tartışılacak çok şey olduğu kuşkusuzdur, ancak kamu taşeron işçilerinin mücadelesinden yola çıkarak tartışmaya çalıştığımız şey, dönüp dolaşıp Türkiye işçi sınıfının kendi bağımsız sınıf siyasetini yapmak üzere politik bir hareket olarak örgütlenmesine ve mücadelesine bağlanmaktadır. Bu zorunluluğu en iyi şekilde açıklayan ise, F.Bolte’ye 23 Şubat 1871 tarihli mektubunda, yine Marx olmaktadır:
“Siyasal hareket üzerine not: Doğal olarak işçi sınıfının siyasal hareketinin kesin amacı, siyasal iktidarın ele geçirilmesidir ve elbette ki, bunun için daha önceden belli bir gelişim düzeyine ulaşmış, bizzat iktisadi savaşımlarda oluşmuş ve büyümüş bir işçi sınıfı örgütü gerekir.
Ama öte yandan, işçi sınıfının, sınıf olarak, egemen sınıflara karşı çıktığı ve dıştan gelme bir baskı ile onları geriletmeye çalıştığı her hareket, siyasal bir harekettir. Örneğin, tek tek bireyler olan kapitalistlerden bir tek fabrikada ya da bir tek sanayi kolunda, grevler yoluyla vb. çalışma süresinin (işgününün) kısaltılmasını koparmaya çalışmak, salt iktisadi bir harekettir; buna karşılık, 8 saatlik yasayı vb. amaçlayan bir hareket, siyasal bir harekettir. Ve işte bu biçimdedir ki, işçilerin ayrı ayrı bütün iktisadi hareketlerinden her yanda siyasal bir hareket, yani işçi sınıfının çıkarlarını genel bir biçimde, genel bir toplumsal baskı kuvveti niteliği taşıyacak bir biçimde zafere ulaştırmak amacında bir sınıf hareketi ortaya çıkıverir. Bu hareketler daha önceden belli bir örgütü varsayarlarsa da, aynı derecede, kendi yönlerinden bu örgütü geliştirmenin araçlarıdırlar da…”
Türkiye işçi sınıfının sınıf savaşımındaki köşe taşlarından 1989 Bahar Eylemleri deneyimi ve onun hem öncesi hem sonrası mücadele örneklerinden biriktirdikleri üzerinden, bu hareketlerin zaafları ve eksikliklerini görerek yürütülecek bir sınıf mücadelesi, işçi sınıfının önünde aşılmaz gibi görünen engelleri silip atacaktır. “Bunu kimler yaratacak?” diye sorarsak, cevabı açıktır. Sendikaların dibe vurduğu, ama arayış halinde olan işçi bölüklerinin de el yordamıyla bir çıkış aradığı dağınık mücadele örnekleri içinde birleşik bir mücadele olarak gelişme sıkıntısı çeken ve ivme kazanamayan tüm bu hareketin yönünü belirleyecek olanlar bilinçli işçilerdir.
Burada kastedilen bilinçli işçi/işçiler ise, bir anımsatma yaparak ifade edilirse, “her biri kendi talebini, kendi sloganını haykıran, diğer işçilerle emekçilerin hangi talepleri olduğunu çok da umursamayan farklı kesimleri, ortak talepler, tüm diğer taleplerin de çözüleceği belirli talep/talepler etrafında birleştirme, onları ortak bir mücadele içine çekme görevini üstlenen işçi/işçilerdir.”
Türkiye işçi sınıfının bir parçası olan kamu taşeron işçilerinin mücadelesinde bir yol ayrımına gelinmiştir, bu gerçekte bir ölüm kalım savaşıdır; taşeron işçiler ya kendi bağımsız sınıf siyasetleri etrafında örgütlenecekler ya da burjuvazinin yedeğine düşürüleceklerdir. İlk seçeneğin hayata geçirilmesi, şüphesiz sınıf mücadelesinin nesnelliğini dayanak edinecek bilinçli işçilerin ellerindedir ve Türkiye işçi sınıfı hem kendi hem de dünya işçi sınıfının deneyim ve birikimleriyle kendi bağımsız sınıf çıkarları etrafında toplanmak zorunluluğuyla karşı karşıyadır. Bu zorunlulukla birlikte, sadece, bugün sınıfın ne olduğuna değil, neyi yapmak zorunda olduğuna bakmak gereklidir.