I. MARKSİZM VE SAVAŞ
Marksizm, bütün diğer konularda olduğu gibi, savaş konusuna yaklaşımında da dogmatik, sonsuza dek geçerli olmak üzere saptanmış bir görüşe sahip değildir. Marksizm her savaşı reddetmez, tersine her somut durumda, savaşa yolaçan nedenleri ve tarihsel koşulları irdeler; her savaşta kendi tutumunu belirleyebilmek için savaşın karakterini bilimsel bir şekilde tahlil eder. Marksizm genel olarak savaşları ikiye ayırır:
Haklı savaş; bu türden bir savaş bir fetih savaşı değildir, aksine bir kurtuluş savaşıdır ve bu özelliği itibariyle ya halkı dış saldırı ve köleleştirme girişimleri karşısında savunmayı hedefler, ya da halkı kapitalist kölelikten kurtarma amacını taşır, son olarak da sömürge ve bağımlı ülkeleri emperyalizmin boyunduruğundan kurtarmayı amaçlar.
Haksız savaş; bu, yabancı ülkeleri ele geçirmeyi, yabancı halkları köleleştirmeyi amaçlayan bir fetih savaşıdır.
(SBKP –Bolşevikler– Tarihi)
Bu ayrımdan, ister istemez, herhangi bir savaşın, hangi taraftan bakıldığına bağlı olarak, haklı ve haksız bir savaş olabileceği sonucu çıkmaktadır. Örneğin Hollanda emperyalizminin Endonezya’ya karşı saldırısı, Hollanda cephesinden haksız bir fetih savaşı iken, Endonezya halkı açısından bağımsızlık uğruna verilen haklı bir kurtuluş savaşıdır.
Görüldüğü üzere, Marksizmin savaşa ilişkin tutumu savaşın somut karakterine bağlıdır; üstelik bu tutum, eğer savaşın karakterinde bir değişim gündeme gelmişse, savaşın seyri içersinde de değişebilir. Bu bakımdan, 1870/71 Fransız-Alman Savaşı oldukça öğretici bir örnektir. Bu savaş, Almanya açısından, İmparator III. Napoleon’un fetih emellerine ve Alman halkının iç sorunlarına müdahale etmesine karşı, haklı bir kurtuluş savaşı olarak başlamıştı. Marx ve Engels bu nedenle, bu savaşın Alman işçilerince desteklenmesinden yana tutum almışlardı. Marx, “Uluslararası İşçi Birliği Genel Konseyi’nin Fransız-Alman Savaşı Üzerine İkinci Çağrısı”nda şöyle yazmaktaydı:
“Alman işçi sınıfı, engelleme gücüne sahip olmadığı savaşı, Almanya’nın bağımsızlığı ve Almanya ile Avrupa’nın, İkinci İmparatorluğun ezici karabasanından kurtuluşu için bir savaş olarak, candan gönülden destekledi.”
Ancak, 2. Eylül 1870’de savaşın karakteri tümden değişti. Napoleon Sedan’da mağlup edilip tutuklandı. Prusya kralının, Fransız halkına karşı değil de sadece Napoleon’a karşı savaştığına dair resmi vaadinin aksine, savaşa, Fransız Cumhuriyeti’nin ilanından sonra da devam edildi. Fransız illeri olan Alsas ve Loren Almanya tarafından ilhak edildi. Savaş, haksız bir fetih savaşına dönüştü. Marx ve Engels ve Alman Sosyal Demokrasisi bu durumda kararlı bir şekilde savaşa karşı çıktılar. Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin Merkez Komisyonu 5. Ekim 1870’de bir manifesto yayınladı. Orada şu açıklama yapılmaktaydı:
“Alman işçi sınıfının adına konuştuğumuzun bilincinde olarak, Alsas-Loren’in ilhak edilmesini protesto ediyoruz..”
Böylelikle, savaşın karakteri değiştiği için, Alman işçilerinin savaş karşısında aldıkları tutum da birkaç hafta içinde tümden değişmiş oldu. Demek oluyor ki, işçi sınıfının tutumu açısından savaşın karakteri sorunu tayin edici bir önem taşımaktadır. Marksistler açısından genel, tüm zamanlar için geçerli bir tutum olamayacağı gibi, tüm savaşların mutlak olarak reddedilmesi de söz konusu olamaz.
II. 1914/1918 BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NIN KARAKTERİ
Marksist, materyalist tarih anlayışı, savaşın nedenini nihai olarak ekonomik koşul ve ilişkilere bağlar. Ekonomik gelişmeyle savaşlar arasındaki bağıntının görülmesi, kapitalizm çağında ve özellikle de onun en yüksek aşaması olan emperyalizm çağında zor olmasa gerek. Emperyalizm, mali sermayeli büyük tekellerin, kartellerin, konsernlerin, tröstlerin vb. egemenliğiyle karakterize olmaktadır. Bu tekeller, sadece iç pazarı değil, hükmetmek amacıyla dünyayı da kendi aralarında paylaşıyorlar. Basit meta ihracından giderek daha çok sermaye ihracına geçiyorlar, bu yolla adeta soğurgan kollarıyla dünyayı kucaklıyorlar. Tekeller her yerde egemenlik peşinde koşuyorlar. Bu egemenlik, ancak “nüfuz alanı”na ilgili emperyalist devletin askerinin ayak basmasıyla sağlama alınmış oluyor. Bu nedenledir ki, 19. yüzyılın sonunda, emperyalist dönemin oluşmasını, dünyanın emperyalist büyük güçler arasında çok hızlı bir paylaşımı öncelemiştir. Lenin bu paylaşımla ilgili şu ilginç rakamları aktarmıştır:
Sömürgeci Avrupa Devletlerine ve ABD’ye ait toprakların yüzde oranları
Ülkeler 1876 1900 Fark
Afrika 10,8 90,4 + 79,6Polinezya 56,8 98,9 + 42,1Asya 51,5 56,6 + 5,1Avustralya 100,0 100,0 —Amerika 27,5 27,2 – 0,3
(Lenin, “Emperyalizm – Kapitalizmin En Yüksek Aşaması”, Neuer Weg 1945, sf. 67)
Görüldüğü gibi, söz konusu 25 yıl içerisinde Afrika ve Polinezya paylaşılmıştır. Asya ve Amerika’da sahipsiz ülkeler olmadığından, yani devletsiz herhangi bir ülke bulunmadığından, bu durumdan çıkan sonuç, dünyanın paylaşılmasının 20. yüzyılın başlangıcında nihai olarak tamamlanmış olduğudur. Kuşkusuz, bu paylaşım, ancak emperyalist büyük devletler arasındaki o zamanki güçler dengesine göre gerçekleşebilirdi. Başka bir deyişle, o zamanın (ekonomik ve askeri bakımdan) en güçlü büyük devletleri olan İngiltere ve Fransa bu paylaşımda aslan payını alırken, nispeten daha zayıf olan ülkelere, özellikle de Almanya’ya daha küçük bir pay düşmekteydi.
Bununla birlikte, kapitalizm, tek tek ülkelerde oldukça eşitsiz gelişmektedir. Kapitalist gelişme yoluna sonradan giren genç ülkeler, gelişmelerine, yaşlı kapitalist ülkelerin daha yeni ulaşmış oldukları teknik bir düzeyden başlamaktalar; yani genç ülkeler nispeten daha elverişli koşullarda gelişmeye başlamakta, ve başka koşulların da uygun olması durumunda, çok daha hızlı bir gelişme temposunu yakalamaktadırlar. Gelişmedeki bu eşitsizlik, kapitalizmin emperyalist aşamasında çok daha fazla artmaktadır. Genç emperyalist ülkeler yaşlı olanlara hızla yetişmekte ve onları sollamaktadır. Almanya ve İngiltere örneğinde bu olgu çok net görülmektedir. Aşağıdaki rakamlar, Almanya’nın bir çeyrek yüzyıl içinde en önemli üretim kollarında İngiltere’ye nasıl yetiştiğini, dahası onu geçip nasıl çok arkalarda bıraktığını gösteriyor.
Milyon ton olarak üretim
İngiltere Almanya
1887’de taş kömürü 164,7 76,3
1913’de taş kömürü 220,0 287,0
1887’de çelik 3,7 1,2
1913’de çelik 7,8 18,3
Diğer sınai kollarında da gözlemlenen gelişmedeki bu eşitsizlik, büyük güçler arasındaki dengeyi tamamıyla bozdu. Dünyanın paylaşımı ise, eski güçler dengesine göre gerçekleşmişti. Alman emperyalizmi kendisini mağdur görüp dünyanın yeniden paylaşılması talebini kesin bir biçimde gündeme getirirken, İngiliz emperyalizmi statükonun korunmasından yana bir tutum almaktaydı. Bu durum, Alman emperyalizminin Birinci Dünya Savaşı öncesinde en saldırgan güç olmasına ve söz konusu çelişkinin tek olanaklı çözümü olarak savaşa doğru dümeni tereddütsüzce kırmasına yol açmıştır. 1914 öncesinde karada ve denizde silahlanma yarışının temposunu belirleyen ve kesintisiz tehditleriyle dünya savaşı tehlikesini büyüten Almanya idi.
Hiç şüphesiz, güçler dengesi, sadece Almanya ile İngiltere arasında değil, tüm dünyada bozuldu. Zira, eşitsiz gelişme yasası bütün emperyalist ülkeleri etkilemektedir. Fakat Almanya ile İngiltere arasında çok daha kaba bir şekilde etkisini gösterdi. Öyle ki, Alman-İngiliz karşıtlığı, Birinci Dünya Savaşı’nda kendisini ortaya koyan ana karşıtlıktı.
İşte savaşlara yol açan, emperyalist kapitalizmin bu ekonomik gelişmesidir.
“Sorun şudur: kapitalist ülkelerin gelişmesindeki eşitsizlik süreç içinde genellikle, kapitalizmin dünya sistemindeki dengesinin sert bir biçimde bozulmasına yol açar. Bu arada, hammadde ve pazar bakımından yetersiz bırakıldığını düşünen kapitalist ülkeler grubu, genellikle, durumu değiştirmeye ve ‘nüfuz alanları’nı silah zoruyla kendi lehine yeniden paylaşmaya dönük girişimlerde bulunur. Bunun sonucu olarak, kapitalist dünyanın iki düşman kampa bölünmesi ve bu kamplar arası savaş gerçekleşir.” (J. Stalin, “9 Şubat 1946’da Moskova Stalin-Seçim Bölgesi seçmenlerinin seçim toplantısındaki konuşma”)
Gerek Birinci ve gerekse İkinci Dünya Savaşı bu şekilde oluştu. Buna karşın, İkinci Dünya Savaşı’nı –Hitler Savaşı’nı–, Birinci Dünya Savaşı’nın bir kopyası olarak değerlendirmek yine de yanlış olacaktır.
Karakteri itibariyle, Birinci Dünya Savaşı “klasik” bir emperyalist savaştı; yani bu savaş her iki taraf açısından haksız bir savaş, bir fetih savaşıydı. Her ne kadar Alman emperyalizmi, ittifak kurduğu ülkelerle birlikte, 1914’de özel bir saldırganlık rolüyle göze batıyorduysa da, karşısındaki müttefik devletler de salt ganimetlerini korumakla sınırlı bir mücadele vermiyorlardı, tersine yeni yağmalar peşindeydiler. İngiltere, savaş yoluyla Alman rakibini yere sermek ve onun nüfuz alanlarını ele geçirmek istiyordu. Fransa Saar ve Ruhr bölgelerini fethetmek isterken, Rusya Türkiye’yi parçalayıp Çanakkale’yi ele geçirme düşleri kuruyordu. Birinci Dünya Savaşı’nda savaşan her iki tarafta da emperyalist çıkarlar esas ölçüttü ve bunlar savaşın karakterini de belirlemekteydiler.
Elbette bu, Birinci Dünya Savaşı’nda başka, örneğin ulusal unsurların da bulunmadığı demek değildir. Lenin haklı olarak, Marksist diyalektiğin gerek doğada ve gerekse toplumda “saf” görüngülerin olmadığını belirten öğretisine dikkat çeker. Nitekim, ne “saf” bir kapitalizm vardır (hâlâ bir önceki üretim tarzının kalıntısı olarak köylüler ve el zanaatçıları vardır), ne de “saf” bir emperyalizm bulunmaktadır (tekellerin yanı sıra tekelci olmayan kapitalist işletmeler de vardır). Aynı şekilde “saf” bir emperyalist savaş da yoktur. Birinci Dünya Savaşı’nda da “ulusal bir unsur”, yani bir ulusal kurtuluş savaşı unsuru bulunmaktaydı. Bunun üzerine Lenin 1915’te şunları yazmaktaydı:
“Şimdiki savaştaki ulusal unsur sadece Sırbistan’ın Avusturya’ya karşı savaşıyla temsil edilmektedir. Sadece Sırbistan’da, Sırpların arasında, uzun yıllardan beri varolan ve milyonlarca ‘ulusal kitleyi’ kapsayan bir ulusal bağımsızlık hareketiyle yüz yüzeyiz. Bu hareketin ‘devamı’, Sırbistan’ın Avusturya’ya karşı savaşında ifadesini bulmaktadır. Bu savaş yalıtılmış olsaydı, yani bu savaş Avrupa’daki savaşın bütünüyle, İngiltere’nin, Rusya’nın vb.’nin kâr ve talan amaçlarıyla ilintilenmemiş olsaydı, o zaman bütün sosyalistler Sırp burjuvazisine başarı dilemekle yükümlü olurlardı – bu sonuç, şimdiki savaşın ulusal momentinden çıkartılması mutlak gerekli olan tek doğru sonuçtur.”
(Lenin, “Seçme Eserler”, Cilt 5, sf. 193, Alm. baskısı)
Ancak, Sırbistan’ın Avusturya’ya karşı savaşı bütünden kopuk değildi, dünya savaşı bütününün bir parçasıydı, ve bu nedenle de ulusal unsur, savaşın karakterini değiştiremeyen tali bir momentti. Savaş haksızdı, her iki taraftan da emperyalist bir savaştı, ve bu nedenle savaşta yer alan ülkelerin işçi sınıfının görevi de aynıydı: Anayurdu savunma değil, tersine, II. Enternasyonal’in Basel Kararları’nda belirlenmiş olduğu gibi, savaşın krizini kapitalist sınıf egemenliğini yıkmanın bir aracına dönüştürebilmek için kendi emperyalist burjuvazisine karşı mücadele.
III. İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI ÖNCESİ GELİŞMELER
Gelecekteki tarihçiler, İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıç tarihini kesin belirlemek istediklerinde işleri pek kolay olmayacak. Nitekim, savaşın başlangıcı olarak 1 Eylül 1939’u, yani Hitler’in Polonya’ya saldırdığı ve İngiltere ve Fransa’nın savaş ilan ettikleri tarihi almak oldukça keyfidir. Hatırlanacağı gibi, bunun öncesinde, Avusturya ve Çekoslovakya zorla ilhak edilmişti. Fakat bu olaylar da savaşın başlangıcı olarak görülemez. Bu bakımdan, İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıcı olarak, Alman faşizminin 1933’teki zaferini esas almak daha mantıklıdır. Zira, Almanya’da terörist diktatörlüğün kurulmasıyla, mali sermayenin emperyalist ve şovenist unsurları iktidara getirildiler. Bu olay, Alman emperyalizminin artık hızla savaşa doğru yol alma niyetini taşıdığının bir ifadesiydi. Mali sermaye tarafından Hitler’e verilen esas tarihsel görev, savaşın hazırlanması ve gerçekleştirilmesiydi. Hitler hükümetinin savaşa dönük olmayan hiçbir adımı yoktu. Faşizmin Almanya’daki zaferi yalnızca dünyadaki tüm faşist unsurları güçlendirmedi, giderek etkileri artan saldırgan unsurları da her yerde su yüzüne çıkardı. Bunlar, savaşı, sistematik olarak hazırladılar ve adım adım başlattılar. İkinci Dünya Savaşı’na varan yolda en önemli aşamalar şunlardır:
– 1935’de faşist İtalya Habeşistan’a saldırır ve ilhak eder;
– 1936’da Almanya ve İtalya İspanya’daki müdahalelerine başlarlar;
– 1937’de Japonya, Merkez Çin’e girer ve Peking, Tientsin ve Şanghay’ı işgal eder;
– 1938 başında Almanya Avusturya’yı ilhak eder;
– 1938 sonbaharında Almanya, Südet bölgesini ele geçirir;
– 1938 sonunda Japonya, Kanton’u işgal eder;
– 1939 başında Japonya, Hainan adasını ele geçirir;
– 1939 Martı’nda Almanya, Bohemya ve Moravya’yı ele geçirir ve Çekoslovakya’yı işgal eder;
– 1939 Martı’nda Almanya, Memel’i işgal eder.
Bütün bunlar, Eylül 1939’da netice itibariyle İkinci Dünya Savaşı’nı patlatan Alman-Polonya savaşının başlamasından önce cereyan eden olaylardır. Bu nedenle, Stalin Mart 1939’da, SBKP’nin 18. Kongresi’ne sunduğu raporda şunu tespit etmekteydi:
“Halkların arasına fark edilmeksizin sızan savaş, böylelikle 500 milyondan fazla insanı etkisi altına almaktaydı; savaş, kapsadığı alanın çapını devasa büyüttü: Tientsin, Şanghay ve Kanton’dan Habeşistan üzerinden Cebelitarık’a kadar… Yeni emperyalist savaş bir gerçeklik oldu.”
Demek ki, İkinci Dünya Savaşı, faşist saldırganların emperyalist savaşı olarak başladı. Ancak, İkinci Dünya Savaşı, hiçbir şekilde ‘klasik’ bir emperyalist savaş değildi, tersine, bu savaş faşist-emperyalist güçlerin tek taraflı bir yağma savaşıydı. Yukarıda aktarılan her bir aşamayı İkinci Dünya Savaşı’nın 1939’da patlak verişine kadar tahlil ettiğimizde, karşımıza sürekli aynı olgu çıkmaktadır: küçük ve zayıf halklar, çok güçlü faşist saldırganların saldırısına ve tecavüzüne uğramaktadır. Fakat halklar, çok cüzi istisnalar dışında, bu tecavüze boyun eğmemekte, aksine ulusal özgürlük ve bağımsızlıkları için bir ölüm-kalım mücadelesini başlatmaktadırlar. Bu durumda, Habeşistan, Çin veya İspanyol halkının savunma savaşını emperyalist bir savaş olarak nitelemek çok abes olurdu hiç şüphesiz. Bu halklar, ulusal bağımsızlık ve özgürlüklerini hiçe sayanlara karşı haklı bir kurtuluş savaşı vermişlerdir.
Görülebileceği gibi, İkinci Dünya Savaşı’nın karakteri, savaşın habercisi sayılabilecek olaylardan başlamak üzere, Birinci Dünya Savaşı’nın karakterinden açık farklılıklar göstermekteydi. İkinci Dünya Savaşı; faşist saldırganlar tarafında haksız bir fetih savaşıydı; saldırıya uğrayan halklar tarafında ise, haklı bir ulusal kurtuluş savaşıydı.
IV. İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NIN KARAKTERİ
İkinci Dünya Savaşı’nın bu karakteri, işte, iki önde gelen emperyalist gücün –İngiltere ve Fransa’nın–, 1 Eylül 1939’da Polonya’ya saldıran Almanya’ya savaş ilan etmesiyle birlikte bulanıklaşmıştır. Bu durum savaşın karakterini şu bakımdan değiştirmekteydi: artık o zamana kadar olduğu gibi, sadece faşist saldırganlar zayıf halklara saldırmıyorlardı, aynı zamanda emperyalist büyük güçler de savaşa dahil olmaktaydılar. Açıktır ki, hiç kimse 1939’da İngiltere veya Fransa’nın emperyalist karakterini inkar etmeyi düşünmeyecektir. Aynı şekilde, İngiltere ve Fransa’daki bazı gerici çevrelerin, Almanya’ya karşı savaşa evet derken emperyalist amaçlardan hareket ettikleri de hiçbir şekilde reddedilmeyecektir.
Bununla birlikte, burada da Marksistin görevi, esas olanla esas olmayanı, ana sorunla ana sorun olmayanı birbirinden ayırdetmektir. Bilindiği gibi, savaş teorisyeni Clausewitz şunu söylemiştir: “Savaş, politikanın başka araçlarla devam ettirilmesidir.” Bu, özellikle son savaş için geçerlidir. Faşist ülkelerin politikaları, esaslı bir biçimde demokratik ülkelerin (demokratik emperyalist ülkeler de dahil) politikalarından ayrışmaktaydı. Faşizm, açık bir terörist diktatörlüktü. Faşizm, faşist örgütler için tam bir egemenlik talep etmekteydi ve bunu yaşama da geçirdi. Burjuva demokratik özgürlüklerin son kalıntıları yok edildi, hak ve hukuk ayaklar altına alındı. Acımasız bir SS ve Gestapo terörü hakimdi, özgürlükçü veya barışçı düşüncelere sahip insanlar hapse atıldı ve katledildi, kültür değerleri anlamsızca imha edildi. Her şey üniformalaştırıldı, tek düzeleştirildi, yalnızca faşist düşünceye izin verildi.
İkinci Dünya Savaşı, tüm hatlarında bu faşist politikanın damgasını taşımaktaydı, kelimenin tam anlamıyla faşist politikanın savaş aracılığıyla sürdürülmesiydi. Faşizmin tam egemenlik talebi, dünya egemenliği talebi olarak ortaya çıkmaktaydı. Bu dünya egemenliği talebi saçma ırk teorisinde ideolojik ifadesini bulmaktaydı. Alman faşizmi yalnızca dünyanın yeniden paylaşımı için değil, tersine dünyanın Alman emperyalizminin egemenliği altına girmesi için savaşmaktaydı. Alman emperyalistlerin böbürlenerek sözünü ettikleri “egemen aryen ırkı”nın hedefi, diğer sözüm ona aşağı ırk ve halkları kendi boyunduruğu altına almak ve onları kendi köleleri yapmaktı. Alman faşistleri, bu çerçevede, açıkça bazı halkların (Yahudiler, Polonyalılar vd.) fiziki imhasından söz etmekteydiler. Böylelikle faşist savaş, yalnızca başka büyük emperyalist güçlerin dünya egemenliği pozisyonlarına yönelik bir tehditten ibaret değildi, aynı zamanda diğer halkları da, dahası tek tek ulusal varlığı itibariyle geriye kalan tüm dünyayı tehdit etmekteydi.
Savaşın sürdürülüş tarzı, faşizmin bu özel hedefine uygun düşmekteydi. Kuşkusuz, savaşlar her zaman korkunçtur, her zaman ölüm ve yıkımı beraberinde getirmektedirler. Fakat yakın tarihte hiçbir savaş, faşist orduların son savaşında olduğu kadar anlamsız bir vahşet ve imha hırsıyla sürdürülmemiştir.
Savaşın bütün hukuksal kurallarının faşist saldırganlar tarafından hiçe sayılması, SS ve Gestapo’nun cinayetleri, rehine ve esirlerin (sadece savaş esirlerinin değil, sivil esirlerin de) kitlesel olarak katledilmesi, Auschwitz ve Buchenwald’da olduğu gibi, kitle katliamı amacıyla en modern sınai tesisleriyle donatılmış özel toplama kamplarının inşa edilmesi, ekonomik ve kültür değerlerinin hiçbir savaş zorunluluğundan kaynaklanmaksızın anlamsızca yok edilmesi – işte bütün bunlar, son dünya savaşını birincisinden temelden ayırdeden karakteristik özelliklerdir. Buraya bir de, 20. yüzyılın ortasında Avrupa’da köleliğin yeniden tesis edilmesinden başka bir anlama gelmeyen, Hitler’in, sözüm ona “Avrupa’nın yeniden düzenlenmesi” girişimini eklemek gerekir. Denilebilir ki, bu olguların birçoğu nüve halinde Birinci Dünya Savaşı’nda da mevcuttu, aynı şekilde, faşist egemenlik yöntemleri de daha önceleri nüve halinde vardı. Ama bununla birlikte, savaş tarzındaki bu tipik faşist yöntemler, İkinci Dünya Savaşı’nda o kadar genel ve yaygındı ki, burada, ister istemez, savaşın başka ve farklı bir karakterinden söz etmemiz gerekmektedir. İkinci Dünya Savaşı faşist saldırganlar cephesinde baştan itibaren, özgürlük sevgisini bağrında taşıyan halkları köleleştirmeyi amaçlayan haksız bir yağma savaşıydı. Halklar bu bakımdan ulusal varlıklarıyla birlikte tehdit altındaydı.
Bu durum, birinci emperyalist savaşta karşılaşmadığımız diğer bir yeni olguyu son savaşta ortaya çıkarmaktaydı: faşist saldırganlara karşı ortaya çıkan ve fiiliyatta faşizm tarafından boyunduruk altına alınan halkları topluca kapsayan aktif direniş hareketi. Birinci Dünya Savaşı’nda da cephe gerisinde tek tük direniş hareketleri vardı, ancak bunlar istisnaydı. Bu bakımdan Birinci Dünya Savaşı’nın cephe gerisi genelde sakindi. İkinci Dünya Savaşı’nda ise, tam tersi bir durumla yüz yüzeyiz: faşist orduların işgal ettiği tüm ülkelerde, işgalcilere karşı tüm halkın katıldığı çetin ve şiddetli bir direniş mücadelesi patlak verdi. Bu direniş Yugoslavya’da güçlü bir partizan ordusunun kurulmasına ve Alman tümenlerini bağlamada zaman zaman İngiliz ordularının Afrika’da bağladığından daha çok tümeni bağlayan askeri eylemlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu partizan savaşı, bu direniş hareketi doğmuştur, çünkü ezilen halklar ulusal varlıklarını tehlikede görmüş ve bunun üzerine özgürlük ve bağımsızlık savaşını başlatmışlardır. Faşist işgalcilere karşı bu direniş hareketi, birinde daha güçlü birinde daha zayıf biçimlerde olmak üzere, işgale uğramış tüm ülkelerde gelişmiştir: Polonya’da, Çekoslovakya’da, Danimarka’da, Norveç, Hollanda, Belçika, Fransa, Yugoslavya, Arnavutluk ve Yunanistan’da. Bu direniş hareketi, faşizme karşı genel mücadelenin asla tali bir yönü değildi, tersine temel bir parçasıydı. Şüphesiz hiç kimsenin aklına bu direniş hareketini, örneğin Yugoslav partizanlarının mücadelesini, emperyalist bir savaş olarak nitelemek gelmeyecektir. Faşizm tarafından tehdit edilen halkların ulusal kurtuluş savaşı, Hitler’in Sovyetler Birliği’ne saldırmasından önce de, son dünya savaşının temel bir karakteristik özelliğiydi. Stalin de, belirtilen seçim konuşmasında, faşist saldırganların açıkladığımız savaş hedeflerine işaret ederken bu gerçeğin altını çizer:
“Bunun karşısında, mihver devletlere karşı gelişen İkinci Dünya Savaşı, Birinci Dünya Savaşı’ndan farklı olarak, başından itibaren bir anti-faşist, kurtuluş savaşı karakterini almıştır; bu arada bu savaşın görevlerinden birisi de demokratik özgürlüklerin yeniden tesis edilmesiydi.” (J. Stalin, “9 Şubat 1946’da Moskova Stalin-seçim bölgesi seçmenlerinin seçim toplantısındaki konuşma”, SWA-Verlag, Berlin, sf. 6)
Bu amaç için, yani demokratik özgürlüklerin yeniden elde edilmesi ve faşizmin yıkılması için, boyunduruk altındaki halklar ve İngiltere’nin orduları (şu veya bu muhafazakar İngiliz devlet adamının öznel amaçlarından bağımsız olarak), Sovyetler Birliği’ne saldırılmasından önce de savaşıyorlardı. Hitler’e ve onun uydularına karşı savaşın nesnel karakteri, bu savaşın haklı, anti-faşist bir kurtuluş savaşı olmasıydı.
Başka bir deyişle, her ne kadar ilk büyük sosyalist gücün savunma savaşına girişmesi gibi yeni bir moment işin içine girmişse de, Sovyetler Birliği’ne saldırı savaşın karakterini değiştirmemiştir. Savaşı her iki taraf bakımından “klasik” bir emperyalist savaş olarak görmek ne kadar yanlışsa, aynı şekilde, Sovyetler Birliği’nin katılmasıyla birlikte, savaşa yeni bir karakter, kapitalizme karşı sosyalist bir savaş karakteri atfetmek de o kadar yanlıştır. Sovyetler Birliği ulusal özgürlük ve bağımsızlığını savunmak ve muhafaza etmek için Hitler’e karşı bir anavatan savaşı vermekteydi. Sovyetler, bu savaşı, aralarında en büyük emperyalist güçlerin (İngiltere ve ABD’nin) de bulunduğu, özgürlükten yana tüm halklarla birlikte yürüttü. Bu nedenle, Sovyetler Birliği’nin savaşa katılması savaşın karakterini değiştirmedi, sadece savaşın anti-faşist ve kurtuluş savaşı karakterini daha da pekiştirdi. Stalin sözü edilen konuşmada bunu çok açık bir şekilde vurgulamıştır. Diyordu ki:
“Sovyetler Birliği’nin mihver devletlerine karşı savaşa katılışı, İkinci Dünya Savaşı’nın anti-faşist kurtuluş savaşı karakterini sadece güçlendirebilirdi ve nitekim gerçekten de güçlendirmiştir.”
Hiç şüphesiz, Sovyetler Birliği’nin savaşa katılması savaşın kurtuluş savaşı karakterini çok önemli ölçüde güçlendirmiştir. Kızıl Ordu’nun Sovyet-Alman savaşının ilk döneminde, yani Hitler’in askeri kuvveti henüz kırılmamışken gösterdiği kahramanca direniş, boyunduruk altındaki halkların umut ve özgüvenlerini oldukça artırdı. İşgal edilen bütün ülkelerdeki direniş hareketinde belirli bir artış ve canlanma kendisini hissettirdi. İşgal edilmiş Sovyet topraklarındaki kapsamlı partizan hareketini de buraya dahil etmek gerekir. Bu hareket de, bütün ülkelerdeki direniş hareketleri üzerinde şevk verici bir rol oynamıştır.
Bu etkide, Stalin’in Sovyet-Alman savaşının hemen başında yaptığı açıklama da özel bir rol oynadı. Stalin bu açıklamasında, Sovyetler Birliği’nin savaşta sadece kendisini savunmakla yetinmeyeceğini, tersine hedeflerinin aynı zamanda faşizmin zulmü altında inleyen halklara özgürlük mücadelelerinde destek vermek olduğunu vurgulamıştır. 3 Temmuz 1941 tarihindeki radyo konuşmasında şunları söyler:
“Faşist zalimlere karşı anavatanı savunmak için verilen bu halk savaşının amacı, sadece ülkemizin üzerindeki tehlikeyi ortadan kaldırmak değil, aynı zamanda Alman faşizminin boyunduruğu altında inleyen Avrupa’nın bütün halklarına da yardım etmektir.” (J. Stalin, “Sovyetler Birliği’nin Büyük Anavatan Savaşı”, Almanya’daki Sovyet Askeri İdaresi Yayınevi, Berlin 1945, sf. 10)
Ana katılımcıları Sovyetler Birliği, ABD ve İngiltere’nin olan Anti-Hitler Koalisyonu, savaşın anti-faşist karakteri temelinde meydana geldi. Bilindiği gibi, bu koalisyonda çok farklı toplumsal koşullara ve çok farklı politik yapıya sahip ülkeler bir araya gelmiştir. Bu koalisyonda, iki en büyük emperyalist gücün, İngiltere ve ABD’nin yanı sıra, sosyalist büyük güç olarak Sovyetler Birliği yer almaktaydı. Bu bileşimi nedeniyle koalisyonun yakın zamanda dağılacağını ileri süren sahte peygamberlerin sayısı az değildi. Ve özellikle de Nazi propagandası, Anti-Hitler Koalisyonu’nda yer alan büyük güçlerin farklı karakterlerine işaret ederek, bu koalisyonun yakında iflas edeceğini bıkmaksızın duyurup durdu. Gel gelelim, iflas edenler Naziler oldu; Anti-Hitler Koalisyonu ise önüne koyduğu hedefe, faşist saldırganların boyunlarının kırılması hedefine ulaştı; üstelik bu koalisyon, bütün görüş ayrılıklarına karşın, savaş sonrasında geçirdiğimiz birinci yılda da canlılığını kanıtladı. Tarihte görülen bu en güçlü koalisyonun temelini ise, son dünya savaşının tam da belirtilen anti-faşist ve kurtuluş savaşı karakteri oluşturmaktaydı.
Hiç şüphesiz, bu savaşta da başka, emperyalist unsurlar bulunmaktaydı. 1914/1918 savaşı ne kadar “saf” bir emperyalist savaş idiyse, son dünya savaşı da o kadar “saf” bir anti-faşist kurtuluş savaşıydı. Gerek Fransa’da ve gerekse İngiltere ve ABD’de bütünüyle emperyalist amaçlarla savaşa katılan belli başlı gerici çevreler vardı. Özellikle savaşın öncesinde, Münih Konferansı’na kadar cereyan eden olaylar bunu kanıtlamaktadır. O dönemde Fransa ve İngiltere’de iktidarda olan gerici politikacılar, bu süreçte bilinçli olarak faşist saldırganları teşvik ediyorlardı. Zira, Hitler’in savaş makinasını sadece ve sadece Sovyetler Birliği’ne karşı harekete geçirebileceklerini umuyorlardı. Bunların İspanya iç savaşında izledikleri karışmama politikası, Franco ve onun faşist patronlarına verilen dolaysız bir destekti. Çekoslovakya’yı faşist çakallara yem olarak verdikleri Münih’te Hitler ve Mussolini önünde teslim olmaları, faşist yırtıcı hayvanın ne denli açgözlü olduğunu aslında onlara da göstermeye başlamıştı. Sonuçta, faşizmin herkesi, onların kendi halklarını da ölümle tehdit ettiğini anlamak zorunda kaldılar. Nitekim bu halklar, faşizm yanlısı politikanın ulusal yıkım politikası olduğunu anlamak durumundaydılar. Fransız halkı bunun için çok ağır bir bedel ödedi. İngiltere’de Winston Churchill gibi kaşarlanmış gerici ve emperyalist bir politikacı, anti-faşist mücadelenin başına geçmek ve İngiliz dünya imparatorluğunun devasa güçlerini bu mücadele için seferber etmek zorunda kaldı. Burada, Churchill’in bunu yaparken, geçtiğimiz günlerde Fulton’daki bilinen konuşmasında Anglosakson ırkının egemenliğine ilişkin dile getirdiği aynı gerici emperyalist düşüncelerden mi hareket ettiği sorusunun hiçbir önemi yoktur. O, savaş esnasında, İngiltere’de, nesnel olarak Hitler’e karşı anti-faşist mücadelenin bayrağını taşımaktaydı. Yine kuşkusuz, ABD’nin savaşa katılmasının ardından Birleşik Devletler’de de, saf emperyalist bir politika izleyen ve buna rağmen Sovyetler Birliği’nin desteklenmesinden yana olan çevreler vardı. Sovyetler Birliği’nin direniş gücü Amerika’da (başka yerlerde de) genel olarak desteklenmekteydi. ABD’nin eski Dışişleri Bakanı Stettinius bir zamanlar şunu yazmıştı:
“Rusya’daki savaşın 1 Ağustos 1941’e kadar sona ereceğine dair lafların sarf edildiği birçok tartışmayı hatırlarım.”
Amerikan emperyalistleri arasında bazıları, bu savaşla birlikte, sadece Hitler Almanya’sının değil, aynı zamanda Sovyetler Birliği’nin de yok olacağını ve böylelikle onun büyük ve zengin topraklarının Amerikan emperyalizminin kucağına düşeceğini hesaplamış olabilir. Fakat Sovyetler Birliği’ni tanımamaya dayanan bütün bu öznel gaye ve hesaplar, savaşın karakterini belirleyemez. Bunlar ikincil, tali unsurlardır. Nesnel olarak ise, Hitler’e karşı mücadele eden ülkeler bu savaşı İngiliz-Sovyet-Amerikan Koalisyonu’nun eylem programı temelinde sürdürmekteydiler. Bu program, Ekim Devrimi’nin 25. yıldönümü dolayısıyla 6. Kasım 1942’de yaptığı konuşmada Stalin tarafından şöyle özetlenmiştir:
“İngiliz-Sovyet-Amerikan Koalisyonu’nun eylem programı ise şöyledir: Belirli bir ırkın üstünlüğünün ortadan kaldırılması; ulusların eşitliği ve topraklarının dokunulmazlığı; boyunduruk altına alınmış ulusların kurtarılması ve egemenlik haklarının yeniden tesisi; her ulusun kendi kaderini tayin hakkı; zarara uğramış uluslara ekonomik yardım ve maddi refaha ulaşmaları için destek; demokratik özgürlüklerin yeniden sağlanması; Hitler rejiminin yok edilmesi.” (J. Stalin, agy, sf. 55)
Bu noktaların hiçbiri emperyalist bir talep içermemektedir. Aksine, son savaşın özel karakterine işaret etmektedirler. Bu savaş; faşist saldırganlara karşı verilen bir savaş olarak, ne haksız ne de emperyalist bir savaştı; tersine haklı ve anti-faşist bir kurtuluş savaşıydı.
Marksistlerin savaş karşısındaki tutumları da bu gerçeğe dayanmaktaydı. Faşist ülkelerdeki işçiler, tüm ilerici demokratik güçlerle ortaklaşa faşist rejime karşı mücadeleyi kesintisiz sürdürürlerken, faşizm tarafından tehdit edilen ülkelerdeki Marksist işçiler ulusal özgürlük mücadelesinin başına geçtiler. Komünistler ve sosyalistler direniş hareketinin en aktif savaşçıları oldular. İngiltere ve ABD gibi faşizm tarafından işgal edilmeyen büyük ülkelerdeki Marksist işçi çevreleri, Hitler Almanyası’na karşı mücadeleye aktif destek verdiler ve böylelikle faşizm üzerinde zafer kazanılmasında katkı sundular. Başka bir deyişle, savaşın değişen karakteri böylece işçi hareketinin değişen bir taktiğini beraberinde getirmiştir.
İlerici halkların mücadele hedefine ulaşılmış, faşist saldırganlar teslim olmak zorunda kalmışlardır. Ancak, görev henüz bitmemiştir. Faşizm dünya çapında çok derin bir yenilgi almış, ama kökü henüz tam kazınmamıştır. İleri kapitalist ülkelerde hâlâ kuvvetli faşist güçler bulunmaktadır (hatta İspanya’da faşizm daha iktidardır). Almanya’da da hâlâ üzerlerine gidilmedikçe umutlanan faşist unsurlar bulunmaktadır. Savaş, politikanın başka araçlarla devam ettirilmesiyse, savaştan sonraki politika da, savaşın başka araçlarla sürdürülmesidir. Bu demektir ki, savaş esnasında ilan edilen hedefler artık gerçekleştirilmelidir. Faşizmin yenilgisinden sonra tüm ilerici demokratik güçlerin görevi; yere serilen faşist düşmanı nihai olarak ortadan kaldırmak, faşizmi kamu yaşamının tüm alanlarında temelden yok etmektir. Ancak; hâlâ mevcut olan ve faşizm hastalığını saçan yuvalar her yerde tümden tasfiye edildiğinde, her yerde kamusal kurumlar, ekonomi ve kültürel yaşam bütün faşist unsur ve etkilerden temizlendiğinde; işte ancak o zaman, insanlığın son savaşta yaptığı büyük ve sonsuz fedakarlıklar boşuna yapılmış olmayacaktır. Ancak o zaman hedefe, demokrasi ve barışa, gerçekten ulaşılmış olacaktır.