suyun ticarileşmesine karşı durmanın hayati önemi!

suyun ticarileşmesine karşı durmanın hayati önemi!

GAYE YILMAZ*

 

Su dünyanın gündeminde. Suya göz dikilmiş, su için konseyler kurulmuş (Dünya Su Konseyi) ve uğruna dünya çapında forumlar (Dünya Su Forumu) düzenleniyor. Suyun ticari bir mal haline getirilmesi gittikçe yaygınlaşıyor.

Değişimin tarihçesine baktığımız zaman, suyun ticarileşmesinin ilk sürecinin Dünya Su Forumu ve Dünya Su Konseyi ile başlamadığını görüyoruz. Mesela 18. ve 19. yy’da Avrupa’da ulus devletlerin inşası döneminde, Londra, Paris, Berlin gibi başkentlerde, bugün ismi dünyaca çok iyi bilinen ulusötesi su şirketlerinin var olduğunu ve kentlerin su dağıtımının bu şirketlerce yapıldığını görüyoruz. Bu oldukça şaşırtıcı. Tabii ki o dönemin bugüne göre bazı farklılıkları var. O dönemde, mesela ulus devletler henüz tam oluşmamış, doğal kaynak, adeta kapanın elinde kalır mantığıyla kullanılıyor. O dönemde, şirketler de buna el koymuşlar ve suyu para ile dağıtıyorlar.

Benzer bir örnek Osmanlı’da da var. Osmanlı’da, 19.yy da, Fransız ve İngiliz şirketlerinin İstanbul’un suyunun dağıtımına talip olduklarını ve su dağıtım işinin bir süre onlara teslim edildiğini biliyoruz. Zaten imparatorluğun başkenti olan İstanbul dışında su dağıtılacak bir yer yok, çünkü şebeke sistemi sadece İstanbul’da var, başka yerlerde çok daha doğal su edinim yolları kullanılıyor. Su dağıtım işi bir süre yabancı şirketlere veriliyor. Fakat arkasından muazzam zamlar geliyor. Öyle ki, orta sınıf bile bu zamlardan şikâyet etmeye başlıyor. Dolayısıyla suyun paralı bir hale gelişi çok eskiye dayanıyor.

Şunu da biliyoruz, dünyadaki pek çok çatışma ve savaşta, (insanlığın başlangıcından bu yana, yani kapitalizmden de önce) su önemli bir savaş nedeni olagelmiş. Suyun bu önemi, insanların kullanımı için çok temel bir doğal kaynak olmasıyla da ilişkili. Ama gücü elinde bulunduranların, gücü geliştirmek için, bunu stratejik bir silah olarak görmesiyle de alakalı.

1950’lere gelindiğinde, kapitalizmin altın çağı ve emek gücü kıtlığı yaşanıyor. Bir yandan da, savaştan sonra, telef olmuş bir erkek nüfus söz konusu. Avrupa’da özellikle sanayinin yeniden yapılanması gerekiyor. Ve bu sanayinin belli temel girdilere bedava ulaşması çok önemli. Aynı zamanda, emek-gücünün, reel ücretinin satın alma gücünün de yükseltilebilmesi için, belli kamu hizmetlerine bedava ulaşması gerekiyor. Sağlık, eğitim, su, çok az katkı payı ile alınan elektrik gibi hizmetler, o dönemde, devletler tarafından sağlanıyor. Keynesyen politikalar da buna zemin hazırlıyor. Ama sonra kriz patlak veriyor. Kriz, aslında 1966’da kapitalistleşmiş ülkelerde başlıyor. Ama bu krizde ikili bir durum söz konusu: Kâr oranlarının düşüşüyle birlikte aşırı bir birikim süreci de yaşanıyor. Zaten kâr oranları düşme eğilimine girdikçe, bu, mutlaka aşırı birikimden kaynaklanır. Kapitalistlerin bu aşırı birikimi üretken sermaye olarak değerlendirecekleri yeni alanlara ihtiyaçları doğuyor. İlk anda finans geliştiriliyor, finansal ürünlerin çeşitlenmesi gündeme geliyor. Arkasından da ciddi bir arayış başlıyor. (Son dönemlerde gündeme gelen innovasyon (yenilikçilik, buluşçuluk da olduğu gibi.) Kapitalistlerin bulacakları bu alanlar arasında, bugüne kadar kamu hizmeti olarak tanımlanagelmiş eğitim, sağlık, posta hizmetleri, ulaşım vb. hizmetler var. Artık bunlar da özel sektöre devredilebilir ve hepsi birer yatırım alanı olarak birikmiş sermayeye alan açar hale gelmiş durumda. Fakat bu kadarla sınırlı değil maalesef. Enerji üretimi, alt yapısı ve su da kapitalistlere bırakılmalı ki, bu sermaye, hemen üretkene dönüşebilsin. Gerçekten de bu teorik öngörüye uygun bir pratik gelişme var.

1972 yılında, yani tam krizli yıllarda IWRA (Uluslararası Su Kaynakları Birliği) kuruluyor. Böylelikle, su konusunda ilk defa uluslararası ölçekte bir yönetişim kurulu oluşmuş oluyor. ABD’de kurulan IWRA tamamen şirketlerden kurulu ve ilk aşamasında 1900 üye şirket bulunuyor. Ve IWRA, kuruluşundan kısa bir süre sonra, Birleşmiş Milletler (BM)’de danışman bir statü elde ediyor. (Toplumun gözünde BM, DTÖ, IMF ve DB gibi kurumların aksine, insani, toplumların çıkarlarını savunan bir kurum olarak bilinir. Ama gerçekte BM, sermaye birikiminin sürdürülmesinde çok önemli bir işleve sahiptir. Her zaman da öyle olmuştur.)

1996’ya gelindiğinde ise, artık, dünyada ilk defa Dünya Su Konseyi oluşuyor. Bu konsey de şirketlerden oluşuyor. Konseyde inşaat, enerji ve su şirketleri önde geliyor, içerisinde başka şirketler de var. Ama Dünya Su Konseyi, tüm dünya tarafından ciddi bir tepkiyle karşılanacağını düşündüğü için, 1 yıl sonra kendi forumunu kuruyor. (Çünkü forumlar her zaman insanlara çok sempatik gözükmüştür.) Mesela, bugün uluslararası su mücadelelerine baktığınızda, IWRA’dan söz edilmediğini görürsünüz. Bunu, ancak detay araştırmaya girdiğinizde bulabilirsiniz. Onların bahsettiği dünya su konseyi ve dünya su forumudur, bunun gerisindeki yapıların ve dinamiklerin hiç önemi yoktur. 1986-1994 Uruguay Raundu’nda çok taraflı birkaç anlaşma dizayn ediliyor. Bunlardan bir tanesi GATS’tır (Hizmet Ticareti Genel Anlaşması). Elimize gelen taslaktan biliyoruz ki, ilk defa 1995 yılında, suyun ticarileşmesi –aynen bu kelimeyle–, GATS anlaşmasının da önemli maddelerinden bir tanesi. GATS’ta özelleştirmenin tek harfinin bile geçmediğini görüyoruz, açıkça ticarileşme sözcüğü kullanılıyor. Açıkça şu da söyleniyor: “Bu anlaşma hiçbir zaman ulus devletleri kamu hizmetlerinin özelleştirmeye zorlama hedefi gütmemektedir.” “Ama” diye devam ediyor, “Kamu hizmetleri piyasa ölçeğinde ticarileştirilmek, rekabete açık hale getirilmek zorundadır.”

 

KÜRESEL ISINMA VE SUYUN TİCARİLEŞMESİ

Küresel ısınma ve iklim değişikliğiyle suyun ticarileşmesi arasında bir bağ bulunup bulunmadığını algılayabilmek için, ilk olarak, insanın doğayla kurduğu ilişkisini ve doğanın tahribatındaki etkilerini ele almak lazım. Bu ilişki çeşitli biçimlerde olabilirdi. İlla bizim insanlığın yaşadığı formatta olması gerekmiyordu. Bu ilişki biçiminin kendisinin de, küresel ısınma ve iklim değişikliğiyle doğrudan ilişkisi var. Bunu konuşmadan, bu etkinin olup olmadığını anlamak ve anlatmak kolay değil. İnsanlık, üretimi, kendi ihtiyaçlarını gidermek için de yapabilir. Nitelikler üretilir, insanların ihtiyaçları giderilir. Ama bizim içinde yaşadığımız sistemde, niteliklerin ve ihtiyaçların karşılanmasının hiçbir önemi yoktur. Önemli olan, değişim değerlerinin üretilmesidir. Bunun için de, üretebildiği kadar çok üretmek zorundadır. Çünkü birikim sağlamanın başka bir yolu yoktur.

Bu, sadece endüstriyel üretimde değil, bütün alanlarda böyle. Bir yandan en kalitesiz topraklara gelinmiş durumda, toprakları verimli hale getirmenin yolları aranıyor, öte yandan tarım ürünlerinin fiyatları borsalarda yükselsin diye ürünler yerlere dökülüyor, buğdaylar yakılıyor, filolarda uzun süre saklanıyor. Ama açlıktan ölen de insanlar var. Böyle bir çelişki içindeyiz. İlave toprakların tarım alanı olmak üzere açılmasının, küresel ısınma, iklim değişikliği üzerinde çok önemli bir etkisi var. Çünkü, kötü toprakların verimli hale gelebilmesi için çok daha fazla kimyasal kullanmak zorundasın; ve şunu biliyoruz ki, kimyasal madde kullanıldığında toprak çok daha fazla su ister. O istediği suyu verdiğin zaman, topraktaki tuzlanma oranı artar ve yeniden su ister. Yani tam bir kısır döngü.

Yanı sıra, rant için bütün su havzalarının yapılaşmaya açılması söz konusu. Bu, tamamen kapitalizmle ilgili bir şey. Ve buna bulunacak çözüm, sistemden bağımsız düşünülerek bulunamaz. Aksi takdirde ne yapmış oluyorsunuz? Su kaynaklarının ya yollarını kesiyorsunuz, ya yollarını değiştiriyorsunuz ya da su havzasının kendisini kurutuyorsunuz. Çölleşme dediğimiz olay bununla doğrudan alakalı. Su, bir döngünün sonucunda meydana geliyor. Yani temel olarak okyanuslar ve denizler, karalardaki nehirler ve göller üzerindeki buharlaşmayla ilintili. Bu buharlaşmanın suya dönüşmesinde ormanların etkisi çok büyük. Ama siz ormanları kesiyorsunuz. İklimlerin oluşmasında bu çok önemli. Ve buharlaşma suya dönüştüğünde hangi ülkede yağmur olarak yağacak, bunu da kimsenin önceden kestirebilmesi mümkün değil. Bu da başka bir sorun. Türkiye’ye yağan yağmurların hangi coğrafyadan geldiğini kimse bilemiyor. Mülkiyet açısından da başka bir sorun bu. Su, buharlaşmanın yaşandığı ülkenin midir acaba, yoksa yağmurun düştüğü ülkenin midir? Dolayısıyla kapitalist üretim tarzıyla çölleşmenin, küresel ısınmanın doğrudan ilişkisi var. Ama dünya, insanlığa ve doğaya daha uygun bir sistemde yaşıyor olsaydı, böyle bir kuraklık olmazdı demiyorum.

Doğanın kendi dengesini bilemiyoruz. Bu, belki başka bir dönemde de yaşanabilirdi. Ama muhtemelen daha farklı bir biçimde yaşanırdı. Çözümü de, “Suyun ticarileşmesi lazım” biçiminde önerilmezdi. Marx’a göre, kapitalizmde, doğal kaynaklar, üretimin devamını karşılayamayacak kadar azaldığında metalaştırılmak zorundadır. Bugünü ne kadar iyi tarif ediyor. Bir doğal kaynak, diyor Marx, ancak kapitalist üretime girdi olarak girip, süreklilik arz ettiği sürece bedava bir girdi olarak kapitaliste doğanın bir armağanı olarak üretimde yer alır. Ne zaman ki bu doğal kaynağın artık üretimin ihtiyaçlarını karşılama kapasitesi azalır, işte o zaman o doğal kaynağın metalaşmasının vakti gelmiştir. Marx bu tezi çok güzel koyuyor. Ama mesela 1970’lerde, yani IWRA’nın kurulduğu dönemde, içilebilir temiz su kaynakları bugünkü kadar azalmış değil. Bugün suyu metalaştıralım dediklerinde, bu faktörün birincil etken olmadığını, onun yerine aşırı sermaye birikiminin daha öncelikli bir faktör olduğunu düşünüyorum.

 

SORUNUN DÜNYADAKİ HALİ VE TÜRKİYE

Su konusunda ülkeler kategorize hale getirilmiş durumda. Su zengini, su fakiri.. Bir de orta derecede kendine yeter düzeyde suya sahip ülkeler var. Türkiye, Meksika, İspanya vb. pek çok ülke, bu üçüncü gruba giriyor. Yani suyu var aslında ve şu anda kendine de yetiyor. Yine bu ülkelerde zengin yeraltı su kaynakları var. Bu kaynaklar zengin ve henüz aktive edilmemiş, kapitalistlerin emrine amade hale getirilmemiş durumda. Mesela Türkiye’de, yeraltı yerüstü toplam su kaynağının yüzde 35’i kullanılır durumda.

Şu anda Türkiye’de toplanan Dünya Su Forumu ve Dünya Su Konseyi’nin, yani dünyadaki kapitalist firmaların hedefi, bu kullanılmayan yüzde 65’lik kısmı kullanılır hale getirmek. Aslında su, dünyanın bütün ülkelerinde bir sorun olarak mevcut durumda. Yani su zengini ülkelerde bile sorun var. Onlarda da ciddi bir kirlilik sorunu var. Mesela Kanada gibi dünyanın su açısından en zengin ülkelerinden birinde su kirliliği çok ileri boyutlara ulaşmış durumda. Kaldı ki, en su zengini olan ülkeler olan Kanada, İsveç ve Norveç’te bile suyun ticarileştirilmesi kaçınılmaz bir süreç. Bunun yanında, bu ülkeler, bir de, kendilerinde bol olan suyu diğer ülkelere satıp bundan bir kâr elde etmeye çalışıyorlar. Dolayısıyla bir kuzey-güney sorunuyla karşı karşıya değiliz. Bütün dünya halklarının ezilen sınıflarını doğrudan ilgilendiren ve topyekûn bir karşı çıkışı zorunlu kılan bir süreçle karşı karşıyayız.

Türkiye, Meksika ve İspanya’da yapılanları dikkate almakta fayda var. Bu sene, kapitalistlerin bir fuarı olan EXPO, İspanya’da yapıldı ve tamamen suya adandı. Meksika, İspanya ve Türkiye’yi ortaklaştıran birkaç tane karakteristik var. Üç ülke de, suyu kendisine yeter düzeyde olan ülkeler kategorisinde, yeraltı su kaynakları zengin ve henüz aktive edilmemiş. Bunların hayata geçirilmesi ciddi sermaye yatırımı istiyor. Üç ülkede de toplumsal hareketlerin su alanındaki çıkarları farklı. Böyle ülkelerde suyun ticarileştirilmesine karşı topyekûn homojen bir muhalefetin örgütlenmesi çok zor umudunu taşıyor kapitalistler.

Tüm bunlardan görülüyor ki, bizler, tesadüfen seçilmiş ülkeler değiliz. Gerçekten de Türkiye’de baraja çok haklı gerekçelerle karşı çıkan hareketler var, ama bu hareketler bütün barajlara hayır diyorlar. Çareyi topyekûn bir ‘hayır’da buluyorlar. Ama aynı ülkede suya erişimi sıfır olan insanlar da var. İstanbul’un göbeğinde 25 yıldır suyu olmayan mahalleler var. “Barajlara karşıyız, içme suyundan yoksun olanlar bizim umurumuzda değil”, bunu demenin bir hükmü yok.

Anti-kapitalist hareketlerin görevi, “baraja hayır” diyenlerle “benim suyum yok” diyenlerin çıkarlarının çatışmadığını göstermektir. Türkiye’de Suyun Ticarileşmesine Hayır Platformu’nun böyle bir işlevi olabilirse, sadece Dünya Su Forumu’nun yapılacağı Mart’a kadar değil, bundan sonraki süreçte de Dünya Su Forumu’nu, onun destekçilerini, Türkiye hükümetini, yani “bu ülkeden bir şey çıkmaz” diye düşünenleri şaşkına düşürmüş ve onlara iyi bir yanıt verilmiş olunur. Dünyadaki su ile ilgili muhalif hareketlere de çok önemli bir örnek yaratabiliriz. Bu çatışmalardan medet umdukları o kadar belli ki. Hükümet son bir yıldır özellikle kurak bölgelere gidip, “Size artık su getireceğiz” diyor. Uzun yıllardır susuzluğun pençesinde kıvranan toplumlara gidip, gerisini nasıl yapacağını söylemeden, “size su getireceğiz” dediklerinde bunun etkisinin ne kadar kuvvetli olduğunu düşünebilir misiniz? Bunun geri planını, ancak ‘Suyun Ticarileşmesine Hayır Platformu açıklayabilir. Diyebilir ki: “Evet getirecekler, ama cep telefonu gibi kontörle getirecekler. Sen iki tane tavuğu olan, iki metre kare bahçesinde ektiği domatesle yaşayan bir insan olarak bu kontörle başa çıkabilecek misin?” Hükümet yetkilileri bu gerçeği hiçbir yerde söylemiyorlar.

 

ASLOLAN TİCARİLEŞMEYE KARŞI OLMAKTIR

Öncelikle şunu belirtmek istiyorum, kendisini dünyada suyun ticarileştirilmesine karşı (özelleştirilmesi değil, ticarileştirilmesine karşı) konumlandıran tek organizasyon, Türkiye’de kurulan Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu. Bunu dışındaki yapılar tutarlı bir şekilde özelleştirmeye hayır diyorlar, ama bizim yaptığımız ayırımı yapmıyorlar. Neden özelleştirme değil de ticarileştirme karşıtı bir konumlanışa yöneldik?

Şunu biliyoruz ki, bu süreçte, aslında sadece su değil, birçok kamu hizmetinin metalaştırılması için mutlaka özelleştirilmesi gerekmiyor. Bu hizmetler, devlet elinde kalarak da piyasalaşabiliyor. Mesela, emek istihdamı esnekleşiyor, güvencesizleşiyor, piyasa koşullarında nasılsa aynen öyle oluyor. Ve artık bu durum, yani devletlerin hangi hizmet için olursa olsun personeli piyasa koşullarında istihdam etmesi, o personel tarafından yapılan üretimin yine piyasa koşullarında verilmek zorunda oluşu, uluslararası sözleşmelere girmiş durumda. Yani su, devlet tarafından dağıtılıyor, ama ticari bir mal olarak. Sadece özelleştirmeye karşı çıktığınız zaman, “Su devlet tarafından verilsin” dediğinizde, suyun metalaşmasına karşı çıkmamış oluyorsunuz. Ve bugün dünyadaki bütün su hareketleri bu hataya düşüyor. Evet, su devlet tarafından verilebilir, bunun altyapısı bütün ülkelerde var. Ama aslolan, onun bir meta haline gelmesine, bir ticari mal oluşuna karşı çıkmaktır.


* Birleşik Metal-İş Eğitim Uzmanı ve Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu Kurucu Üyesi

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑