Ankara ve İstanbul Belediye Başkanları son günlerde sık sık su sorunu -daha doğrusu susuzluk sorunu- ile ilgili açıklamalar yapıp, uyarı ve önerilerde bulunuyor bizlere. Seçimler nedeniyle su kesintisi yapmayan belediyeler Ağustos’tan itibaren neredeyse hergün su kesintisi yapacaklarını açıkladılar. Bu uyarı ve önerilere konu olan sorunun gerekçesi malum; “küresel ısınma”. Yıllardır Türkiye’nin su kaynaklarının tehlikede olduğuna dair bilim insanlarının uyarılarını dikkate almayan belediyeler, bir anda üzerlerindeki yükü küresel ısınmanın üzerine atmanın rahatlığını yaşıyor gibi görünüyorlar: “Yaz ayları geldi, su sıkıntısı başladı. Gerekçe küresel ısınma”. Suçlu zaten Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe tarafından ilan edilmişti. Kimdi küresel ısınmanın ve yaz aylarında susuz kalmamızın suçlusu? “Ayşe Teyze”. Suçlu Ayşe Teyze olduğuna göre cezalandırılan da kuşkusuz Ayşe Teyze olmalıydı.
İşte belediye başkanlarımızın hem “yeni suçların işlenmesini engelleyecek” hem de “suçluları cezalandıracak” çözüm önerilerinden birkaç örnek: “Halı yıkamayın, banyo yapmayın duş alın, bulaşıklarınızı bulaşık makinesinde yıkayın (tabii evinizde varsa!), hatta yapabiliyorsanız su bile içmeyin(!)”. Çünkü belediye su vermeyecek. Ama bu uyarıları yapanlardan biri olan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, parkları, yolları şehir şebeke suyuyla yıkayacak, susuzluğa ve sera etkisine karşı vatandaşa İstanbul’da “teras çatı” yapılmasını[1] ve su tasarrufunu önerecek. Belediye Başkanımız, evlerin çatılarında “ormancıklar” yaratarak yağmur bulutlarını çekecek, sera etkisini en aza indirecekmiş. Böylece İstanbul’un yağmalanan, yıllardır plansız yapılaşmaya açılan; taş ve maden ocaklarına, lüks villa sahiplerine, turizmcilere, golf sahalarına ve tekellere peşkeş çekilen ormanlarının ve su havzalarının tahribatını durdurmak ve bu alanları kurtarmak yerine, çatılara kurulacak ormancıklarla sorunu çözecekmiş! Üstelik çatılarımıza ormancıklar yapmamızı öneren belediye başkanımız, yönetime gelir gelmez, Ömerli içmesuyu havzasında golf tesisleri yapılmasına izin veren Ömerli Su Havzası Çevre Düzenleme Planı hakkında Ali Müfit Gürtuna’nın başkanlığında Büyükşehir Belediyesi tarafından açılan iki davadan feragat etmişti. Bunun üzerine davalar, davaların esası hakkında karar verilmesine yer olmadığı gerekçesi ile sonlanmıştı. Böylece, Ömerli Su Havzası Çevre Düzenleme Planı ile İstanbul’un su ihtiyacının yüzde 40’tan fazlasını karşılayan Ömerli içme suyu havzasında ormanlık alanlar imara açılmıştı.[2]
İstanbul’un barajlarında 100 günlük su kaldığının açıklandığı günlerde DSİ Genel Müdürü Mümtaz Turfan çarpıcı bir açıklama yaparak yaşanan su sıkıntısının asıl nedeninin ortaya koydu. İstanbulluların susuz kalmasının nedeni – en azından sadece- küresel ısınma değil, belediyenin 312 milyon m3’lük suyu depolama alanı olmadığı için Marmara Denizi’ne boşaltmasıydı. İSKİ’nin açıklamasında ise depolama alanı olmadığı için 2006 yılında denize dökülen suyun 312 milyon değil 450 milyon m3 olduğu ifade edildi. İstanbul’un günlük su tüketiminin 2 milyon m3 olduğu düşünüldüğünde, 7 aylık suyun denize döküldüğü açığa çıkıyor.[3]
Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek ise Ankara barajlarında beş aylık su kaldığını ve su kesintilerinin Ağustos ayında başlayacağını resmen ilan etti. 13 senedir bu şehrin belediye başkanlığını yürütmesine rağmen, Gökçek’in üretebildiği tek çözüm halkın suyunu kesmek oldu.
Bir taraftan yöneticiler küresel ısınmaya karşı kendilerince çözüm üretirken diğer yandan bir gecede meclisten geçirilen Orman yasasının 2B maddesiyle ormanların ve sulak arazilerin yok edilmesinin önünü açtılar. Bu arazilerin bir kısmına Golf sahası yapılması gündeme getirildi. Herbiri yılda yaklaşık iki milyon ton su tüketen golf sahalarından ülkemizde yüz tane yapılması planlanmaktadır. TEMA’nın ve diğer bazı çevre örgütlerinin başlattığı “su tasarrufu” kampanyası çerçevesinde İstanbul’un dört bir yanına asılan ilanlarda, “daha kısa süre duş alan, traş olurken, dişini fırçalarken suyu tasarruflu kullanan, bulaşıklarını bulaşık makinesinde yıkayan vs.” bir ailenin yılda ortalama 140 ton suyu “kurtarabileceği” ifade ediliyor. Ancak kaba bir hesap yaparsak, bir golf sahası her yıl 14 bin ailenin “kurtarabileceği” suyu tek başına harcamaktadır. Ayşe Teyze’ye daha az su tüketmesini öneren yöneticiler nedense golf sahalarının su tüketimine ilişkin sessizliklerini koruyorlar.
DEĞİŞİMİN NEDENLERİ
Dünyanın iklimi yüzyıllardır değişikliğe uğramaktadır. Bununla birlikte, yine yıllardır insanlığın doğaya müdahalesi de ekosistemler ve dolayısıyla iklim üzerinde bölgesel değişikliklere yol açmıştır. Ancak son yıllarda küresel iklim değişikliği ya da daha popüler deyimle küresel ısınma[4] yediden yetmişe, akademisyeninden televizyoncusuna kadar herkes tarafından tartışılmaktadır. Peki ne oldu da bu değişiklik gazetelerin Internet sitelerinde kalıcı birer başlık haline geldi?
Her ne kadar iklim değişikliği ülkemiz gündemine daha çok ABD ve Kyoto Protokolü tartışmaları ile girse de, bu süreç aslında daha eskilerde başlamıştır. 1800’lü yılların sonlarında ilk defa sera gazlarının artışından ve bunların olası etkilerinden söz edilmeye başlanmıştır. Ancak bu konu o dönemde çok fazla yankı bulmamıştır. 1979 yılına geldiğimizde ise bir grup bilim insanı, Dünya Meteoroloji Örgütü’nün çağrısı ile 1. Dünya İklim Konferansı’nda biraraya gelerek iklim değişikliğinin önüne geçilebilmesi için hükümetlere çağrıda bulundular. 1985 yılı Ekim ayında Karbondioksit ve diğer sera gazlarının iklim değişiklikleri üzerindeki rollerinin ve ilgili etkilerin belirlenmesi üzerine Avusturya’da toplanan uluslararası konferans, yine iklim değişikliğinin nedenleri ve olası sonuçlarının altını çizmiş ve hükümetlere iklim değişikliğinin önlenmesine ilişkin bir takım önerilerde bulunmuştur. Konferans bileşimi ayrıca karbondioksit salınımının önümüzdeki yüzyılın ilk yarısında iki katına çıkacağını da öngörmüştü.[5]
İklim değişikliği, tüm dünyanın gündemine 1988 yılında, Amerikan Uzay Araştırma Enstitüsü NASA’da iklim uzmanı olarak çalışan, Uzay Araştırmaları Bölümü yöneticisi Dr. James Hansen’in Temsilciler Meclisi’ndeki konuşmasıyla oturdu. Dr. Hansen konuşmasında, “gözlemlenen sıcaklıkla insan faaliyetleri sonucu atmosfere yayılan gazlar arasında güçlü bir neden-sonuç ilişkisi bulunduğunu” dile getirmiştir. Bu konuşma ABD ve dünya kamuoyundaki tartışmaları tetikledi[6]. ABD kamuoyu ve yönetimi bu süreçte iklim değişikliği olgusunu kabul etmek durumunda kaldı. Daha sonra, yaratılan kamuoyunun da etkisiyle Birleşmiş Milletler tarafından IPCC (Hükümetlerarası İklim Değişimi Paneli) yapıldı. Bu panelin sonucunda yayınlanan raporda, atmosfere salınan karbondioksidin yaklaşık %60’ının enerji ve endüstri sektörleri kaynaklı olduğu belirtilmiştir. Bu raporda, karbondioksit tutumu ve depolanması konusunda öneriler de verilmiştir[7]. Daha sonraki yıllarda yazılan IPCC raporlarında ise yeni bilimsel veriler ışığında, iklim değişikliğinin sebepleri ve sonuçları yansıtılmaya ve çözüm önerileri oluşturulmaya çalışılmıştır. Tüm bu raporların işaret ettiği nokta, atmosfere salınan sera gazlarının insan kaynaklı (antropojenik) olduğu yönündedir.
Ancak insan kaynaklı (antropojenik) kavramı kullanılırken kelimenin anlamı bireylere yüklenmekte ve bilinçli bir çarpıtma yapılmaktadır. Bu anlayışa göre, evlerimizdeki su ve enerji tüketimini azaltarak iklimsel değişimi önleyebiliriz. Burada bir noktayı belirtmekte ve gözden kaçırmamakta fayda var. Kaynakların doğru yönetilmesi, boşa harcanmaması iklimsel değişimin yol açtığı sonuçları hafifletecektir ancak bu değişimin sorumlusu bireyin bizzat kendisinin evinde/yaşamında yaptığı hesapsız-düşüncesiz su/enerji tüketiminden çok kapitalist sistemin ta kendisidir.
Kuşkusuz yeryüzü sürekli bir değişim içerisindedir. İnsan da bu sürecin doğal bir parçası olarak doğayı kendi lehine değiştirmekte ve doğaya müdahale etmektedir. Fakat sanayi devrimi ile birlikte kapitalizmin de gelişimine paralel olarak nüfus artışı, kentleşme, makineleşme arttıkça kullanım alanları genişlemiş, doğal kaynaklar kontrolsüzce tüketilmiştir. Tüm bunlar ise doğaya daha kontrolsüz bir müdahaleyi beraberinde getirmiştir. Kapitalizm, doğası gereği planlı ve sürdürülebilir değildir. Kaynakları kısıtlı (sonsuz olmayan) bir gezegende sürekli genişleyen pazarlar, hızlı tüketim ve üretim fazlası üzerine kurulmuştur. Bu nedenlerle doğal kaynakları sınırsız ve plansız kullanma eğilimindedir. Günümüzde kapitalist sistem aşırı tüketimi körüklemektedir. Bunun için küresel ısınmayı bile kullanmaktadır. Bunun en çarpıcı örneğine bir banka reklamında rastladık geçen aylarda. Reklam, küresel ısınmaya gönderme yaparak kendi kredi kartlarının doğa dostu olduğunu vurguluyordu. Yani kapitalizmin sebep olduğu küresel ısınmayı en aza indirecek sözde “doğa dostu” bir kredi kartı! Bir yandan küresel ısınmayı engellemek için insanlardan tasarruf yapmalarını isteyeceksiniz diğer yandan tüketimi artırmaktan başka bir işe yaramayan kredi kartının “doğa dostu” olduğuna dair reklam yapacaksınız. Burjuva ikiyüzlülüğü böyle bir şey olsa gerek.
DEĞİŞİMİN SONUÇLARI
Bilimsel modeller belli konularda ayrışırken, hepsinde ortak olan nokta ise şudur: 2100 yılına kadar yerküre ortalama 2°C ısınacaktır. Bu ısınma azami ve asgari 1 ila 3.5 °C arasında olacaktır. Yani en iyi ihtimalle yeryüzünün sıcaklığı toplamda 1 derece artacaktır. 1 derece gözümüze küçük gelebilir ancak yeryüzü sıcaklığı her bölgede homojen olarak artmayacaktır. Bazı bölgelerde sıcaklık aşırı artış gösterirken bazılarında sıcaklıkta azalma görülebilecektir. Bu aşırı artış ya da azalmalar bölgesel etkiler gösterecektir.
İklimsel değişimin pek çok biyolojik etkisi bulunmaktadır. Bunlardan biri de hiç kuşkusuz biyoçeşitlilik üzerindeki etkileridir. Sıcaklıktaki değişim o bölgenin ekosistemini etkileyeceğinden, orada yaşayan canlı türlerinin doğal ortamlarının değişmesine, dolayısıyla da uyum sağlayamayan türlerin zamanla soylarının tükenmesine yol açacaktır. Örneğin, iklimsel değişim yüksek yerlerdeki/dağlardaki buzulların erimesine ve oranın bitki örtüsünün değişmesine yol açacaktır. Bu süreçten o bitkilerle beslenen hayvanlar da etkilenecektir. Bu durum, tüm besin zincirinin etkilenmesi ile sonuçlanacaktır. Uyum sağlayabilen canlılar elbette yaşamlarını sürdürebilecektir ancak uyum süreci zamana yayılacaktır. Doğadaki besin zincirindeki bozulma besin zincirinin bir parçası olan biz insanları da etkileyecektir. Bugün dünya üzerinde nesli tükenmekte olan ve koruma altına alınan pek çok tür/canlı bulunmaktadır. İklimsel değişimle birlikte şüphesiz bu sayıda da bir artış olacaktır.
İklimsel değişim tarımı da etkilemektedir ve etkileyecektir. Hava sıcaklığındaki artış ve azalışlar o bölgede tarım amaçlı yetiştirilen bitkilerin verimini düşürecektir. Belli başlı bölgelerde bitki verimlerinde kısmi artışlar da görülebilecektir ancak genel olarak verimin düşmesi beklenmektedir. İklimsel değişimin kaçınılmaz sonuçlarından biri de kuraklıktır. İklimsel değişim, nüfus artışı, sanayileşme vb. nedenlerle su kaynaklarının hızla kirlenmesine ve orta kuşak enlemlerde yer alan Türkiye gibi ülkelerde yağış rejimlerinin olumsuz yönde değişmesine ve neticede kuraklığa sebep olmaktadır. Kuraklık ve su kaynaklarının kirlenmesi, azalması beraberinde sıtma gibi parazitlerle yayılan bulaşıcı hastalığı beraberinde getirecektir. Kuraklık toprağı daha da verimsizleştirecek ve tarımı olumsuz etkileyecektir.
Sera gazlarının normal seviyesi yeryüzü üzerini sararak güneşten gelen enerjinin dünya yüzeyine ulaşmasına izin verirken, oluşan ısının da kaybolmasını engellemektedir. İnsan etkinlikleri (fosil yakıt kullanımı, ormansızlaştırma vb.) daha fazla sera gazının atmosferde birikmesine ve artan sera etkisine sebep olmaktadır. Biriken sera gazlarının oluşturduğu daha kalın örtü ise güneşten gelen enerjinin ısı halinde dünya yüzeyinde daha fazla tutulmasına sebep olmaktadır. Bu da iklimsel değişimi tetiklemektedir çünkü dünya yavaş yavaş ısınmaktadır. Sera gazlarının birikiminin neden olduğu iklimsel değişim ve ozon tabakasının incelmesinin/yok olmasının yarattığı etkiler çoğu zaman birbirine karıştırılmaktadır. Ozon tabakası insan etkinlikleri sonucu açığa çıkan CFC (kloroflorokabon) ve halon gazlarının salınımı nedeniyle incelmekte ve yok olmaktadır. Bu gazlar aynı zamanda sera gazlarıdır. Ozon tabakası güneşten gelen zararlı UV (morötesi) ışınları bir süzgeç gibi süzmekte ve dünya yüzeyine ulaşmalarını engellemektedir. Dolayısıyla açığa çıkan sera gazlarının birikmesi hem iklimsel değişimi tetiklemekte, hem de ozon tabakasının yok oluşunu beraberinde getirmektedir. Morötesi ışınlar DNA yapısında değişikliklere (mutasyonlara) yol açabilmekte, deri kanseri başta olmak üzere pek çok kanser türüne neden olabilmektedir (Pek çok kanserde DNA’da biriken birçok mutasyonun rol oynadığı bilinmektedir). İklimsel değişimle birlikte birçok doğal afetin şiddetinin ve sıklığının artması da beklenmektedir. Bu afetler arasında aşırı sıcak hava dalgalarını, sel, fırtına vb. sayabiliriz. Tüm bunlara ek olarak buzulların erimesi, deniz suyu seviyesinin yükselmesine ve pek çok ada ülkesinin ve adanın topraklarının bir kısmının sular altında kalmasına neden olacaktır. Verimli tarım arazilerinin bir kısmı da bu süreçte sular altında kalacaktır. Buna bağlı olarak insan göçlerinin artması da beklenmektedir.
İklimsel değişim nedeniyle oluşan/oluşacak kuraklığın sinyalleri başladı bile. ABD’nin Kaliforniya eyaletinde arıların toplu bir şekilde ortadan kaybolması çeşitli spekülasyonlara sebep oldu. Bir kısım bilim insanı kurak ve ılık geçen kış ayları nedeniyle bu ölümlerin yaşandığını söylerken, diğerleri bir böcek ilacının arıların yön duygusunu etkilediğini iddia etmektedir. Bazıları ise bu büyük ölümlerin/yok oluşların arkasında yapay arı besinlerinin olduğunu savunmaktadır. Arı toplu ölümlerinin nedenleri hala araştırılıyor. Şimdilik fenomeni açıklayacak ortak bir mekanizma bulunamamıştır. Toplu arı ölümleri Kanada, Avrupa ve hatta ülkemizde de görülmüş ve bilim insanlarını endişelendirmiştir. Çünkü ölümler ekonomiyi ve yaşamı doğrudan ve dolaylı olarak önemli ölçüde etkilemektedir. Özellikle arılar pek çok bitkinin polenlerini taşıyarak tozlaşmayı sağladığı için arı ölümleriyle bağlantılı olarak tarım da etkilenecektir. Bu örnek aslında doğadaki küçük bir değişimin yaşamı nasıl etkileyeceğini anlatması bakımından oldukça önemlidir. Şu an görülen arı ölümlerinin sebebi iklimsel değişim olmayabilir ancak iklimsel değişimin pek çok ekosistemi, dolayısıyla canlıyı olumsuz yönde etkilemesi beklenmektedir.
İklimsel değişim yalnızca doğayı ve insan sağlığını etkilemekle kalmayacaktır, iklimsel değişimin ekonomik ve politik etkileri de olacaktır. Günümüzde yaşanan petrol savaşlarının yerini su savaşlarının alması olasıdır. Çünkü bugün bile pek çok ülke su sorunu yaşamaktadır ve bu sorunun katlanarak artacağı açıktır.
TÜRKİYE’YE ETKİLERİ
İklimsel değişim ülkemizi de etkilemektedir. Özellikle son yıllarda yaşanan sel vb. afetlerin sıklığı, bazı bölgelerde yaşanan şiddetli kışlar, yalancı baharlar da aslında bu tabloyu az çok gözler önüne sermektedir. Pek çok akademisyen ve meslek örgütü küresel ısınma ve buna karşı alınacak önlemler konusunda kamuoyunu uyarmakta ve bilgilendirmektedir. Örneğin Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarımsal Sulama Bölüm Başkanı Prof. Dr. Süer Anaç ülkemizde barajların üçte ikisinin boş olduğunu ve ciddi bir kuraklık sorunuyla karşı karşıya olduğumuzu vurgulayarak, Anadolu’da 1877-78 yıllarında yaşanan ve 93 kıtlığı olarak da bilinen büyük kuraklığın neden olduğu sonuçları anlatmıştır. Bu dönemde pek çok ülkede binlerce insan yaşamını yitirmiş, milyonlarca hayvan da telef olmuştur[8]. Rize Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi Dekan Yardımcısı Yrd. Doç. Dr. Cemalettin Şahin, havaların bu sene sıcak geçmesi nedeniyle hamsi sezonunun kısa sürdüğünü açıkladı. Havaların ısınması, hamsi göç yollarının değişmesine ve hamsi sezonunun dört-beş ay yerine bir buçuk ay sürmesine neden olmuştur.[9] Hamsi sezonunun beklenenden bu kadar kısa sürmesi ise ekonomisi daha çok tarıma ve balıkçılığa dayalı olan bölge halkını etkilemektedir. Mayıs ayında Ziraat Mühendisleri Odası Adana Şube Başkanı Ayhan Barut, bu sene yaşanan kuraklık yüzünden Çukurova yöresinde geçtiğimiz yıl 1 milyon 400 bin ton olarak gerçekleşen buğday rekoltesinin yüzde 10-15 oranında azaldığını ve 1 milyon 100 bin tonluk bir rekolte gerçekleşeceğini öngördüklerini belirtti[10]. Tüm bunlara ek olarak yaşanan kuraklıklar sulama maliyetlerini artırarak IMF ve Dünya Bankası’nın emriyle uygulanan tarım politikalarının belini büktüğü çiftçinin üzerindeki yükü daha da artıracaktır.
GERÇEK SORUMLU KİM?
İklim değişikliğinden en fazla zarar gören ülkeler, bu değişimde en az payı olan ve bu zararları bertaraf edebilmek için en az kaynağa ve uyum gücüne sahip olan ülkelerdir. IPCC, “iklim değişikliğinin can kaybı, yatırımlar ve ekonomiye etkisi açısından en fazla gelişmekte olan ülkeleri etkileyeceğini” vurguluyor. Bölge bazında yapılan değerlendirmeler, dünyada birçok bölgenin ciddi bir tehdit altında olduğunu ortaya koyuyor –örneğin Ulusal Araştırma Konseyi’nin yaptığı bir araştırmaya göre, ABD’de de ciddi etkiler beklenmekte–; ancak bu sorundan en fazla etkilenecek olan bölgeler, bu sorunun ortaya çıkmasında en masum olanlar.
İklim değişikliğinin boyutu CO2 yoğunluklarının ne kadar yükseleceğine bağlı; bu da fosil yakıtlarının yakılmasından kaynaklanan karbon emisyonları tarafından belirlenecek. Örneğin sera gazı yoğunluklarının 450 ppmv[asd1] ’de sabit tutulabilmesi için önümüzdeki yirmi yıl içinde yıllık karbon emisyonlarının bugünkü düzeylerin altına, 2100 yılında 2 milyar tona ve daha sonra da 1 milyar tonun altına inmesi gerekecek. Bunun için de küresel karbon emisyonlarının yüzde 70-80 oranında, yani şu anda görüşülen Kyoto değerlerinin çok daha altına indirilmesi gerekiyor.
ABD, dünyada en fazla karbon salınımına yol açan ülke; toplam içindeki payı 1990’da yüzde 22 iken bu oran 2000’de yüzde 24’e çıktı. Kyoto Protokolü, ABD’nin 1990 ile 2008 sonu arasında sera gazı emisyonlarını yüzde 7 azaltması koşulunu getiriyor. Oysa 1990-2000 arasında ABD’nin karbon çıktısı yüzde 18,1 ya da 235 milyon ton arttı. ABD’nin 1990’daki ve 2000’deki emisyonları arasındaki fark, Brezilya, Endonezya ve Güney Afrika’nın toplam yıllık karbon emisyonlarına hemen hemen eşit. ABD’nin yaklaşık 5 ton olan kişi başına emisyonu, dünyanın en yüksek emisyon oranı.
2001’de Bonn’da yapılan görüşmelerde bazı Amerikan sermaye grupları, Bush yönetimini onlara göre ekonomik açıdan riskli ve gereksiz bir anlaşma olan Kyoto Protokolü’nden çekildiği için övdüler. Ayrıca bazı gruplar iklim değişikliğinin varlığı ya da boyutları ile ilgili kuşku uyandıran bilim insanlarının çalışmalarına parasal destek sağlamakla da suçlanıyor. Kyoto’ya karşı en güçlü muhalefeti oluşturan Küresel İklim Koalisyonu, (GCC) güçlü olduğu dönemlerde fosil yakıtları sektörünün en güçlü şirket ve ticaret örgütlerini de yanına çekmişti. Fakat bu grubun, iklim konusunda çalışan bilim insanlarına saldırı düzenlemek gibi eylemleri de içeren aşırı hareketleri geri tepti: BP, DuPont, Royal Dutch/Shell, Ford Motor Company, Daimler Chrysler, Texaco ve General Motors kuruluşlarının tümü 1997-2000 arasında GCC’den ayrıldı. Öte yandan, otomobil ve enerji alanında faaliyet gösteren çokuluslu şirketler, iklim değişikliğine neden olan enerji politikalarına destek vermeye devam ediyorlar.
Yukarıda verilen örnekler açıkça gösteriyor ki, “küresel iklim değişikliği”nin asıl sorumlusu, bulaşıklarını elinde yıkayarak “çok” su harcayan Ayşe Teyze değil, kâr hırsıyla doğayı sömüren “küresel şirketler”dir. Bu nedenle, sorunun çözümü de “bireysel tasarruf”la değil küresel ölçekte enerji, ulaşım ve endüstri politikalarında köklü bir değişimle mümkündür. Tek derdi daha fazla kâr elde etmek olan, doğayı ve insanları sömüren kapitalizmin iklimsel değişimi durdurması değil yavaşlatması bile mümkün değildir. İklimsel değişime karşı verilen mücadelede bu nokta gözden kaçırılmamalı, mücadele, kapitalizmle ilişkisinden koparılmış bir “çevrecilik” temeline değil, doğayı ve insanı sömüren kapitalist sınıfa yönelik “sınıfsal” bir mücadele temeline oturtulmalıdır.
[3] Evrensel Gazetesi, 23.07.2007
[4] Yazı boyunca “küresel ısınma” yerine “iklimsel değişim” terimini kullanacağız. Çünkü her ne kadar iklim değişikliği bugün ısınma şeklinde görülse de, bu değişiklik belli bölgelerdeki sıcaklıklarda düşüşlere de neden olacaktır.
[5] http://www.icsu-scope.org/downloadpubs/scope29/statement.html
[6] http://en.wikipedia.org/wiki/James_Hansen
[7] http://arch.rivm.nl/env/int/ipcc/pages_media/SRCCS-final/SRCCS_Chapter2.pdf
[asd1]Ppm mi ppmv mi???