Bir tarafta, tüm mal ve hizmetleri üretip var etmesine karşın yoksulluk çeken ve özgürlüklerden yoksun emekçiler, diğer tarafta, bütün üretici değer ve kaynakları tekelinde toplayan kapitalist burjuvazi arasında, ulusal ve uluslararası ölçekte sınıflar mücadelesi ve çatışma bütün vahşeti ile devam etmektedir.
1900’lü yıllardan bu yana mal ve hizmet üretimi ve pazarların ve kuşkusuz bir ilişki biçimi olarak sermayenin uluslararasılaşmasının vardığı boyut ortada, ve dünyaya, emekçilerin haklarına yönelik saldırganlık ve halkların daha ileriden köleleştirilmesiyle birlikte –küreselleşme adı takılarak– kapitalist entegrasyonun önündeki tüm engellerin kaldırılması her yol ve araçla dayatılıyor. Buna karşılık, mal ve hizmet üreten kesimler, kadını, erkeği ve çocuklarıyla işçi ve emekçiler, yarattıkları değerlerin eşit, adil toplumsal dağılımını sağlamak ve sömürüsüz bir dünya yaratmak için bir araya gelerek, çeşitli biçimlerde örgütlenerek, bu eşitsizliğe dur demek ve yeni bir dünya kurmak için ulusal ve uluslararası ölçekte güçlerini birleştirme çabası içindeler.
Bu karşıtlık üzerinde yükselen gelişmeler, dünyada olup-bitenler, aslında, iki temel sınıflı ve burjuvazinin hunhar egemenliği üzerine kurulu dünyada “bir sınıfın diğer sınıfı alt etme” mücadelesi olarak şekilleniyor. Kapitalist emperyalist koşullar altında bu mücadelenin seyri tek düze ilerlememekte; iki sınıf arasındaki uzlaşmaz mücadelenin hem dünya ölçeğinde hem de tek tek ülkelerdeki seyri, o günkü konjonktürel duruma göre değişkenlik arz etmektedir.
Günümüz kapitalist koşulları altında, bu iki sınıfın, temelde, geçici durumlar dışında, asla barış içinde bir arada çatışmasız yaşamaları mümkün değildir.
Bu hatırlatmaların yapılma nedeni, elimize geçen bir kitap. Kitabın adı, “Avrupa Birliği’nde Sosyal Diyalog; Üçlü Sistem ve Danışma”.
Kitap, Avrupa Sendikalar Konfederasyonu (ETUC) işbirliği ile HAK İŞ, DİSK ve KESK’in ortak çalışmalarını yansıtıyor. Kasım 2003 tarihinde basımı yapılan kitapta en çok üzerinde durulan konulardan biri, “Üç Taraflı İşbirliği” ve ”sosyal diyalog”. Sözü edilen birlik ve sosyal diyalog, sendikaların “temsilcileri”, işveren temsilcileri ve hükümet temsilcileri arasında öngörülmekte; emekçi-işveren-hükümet arasında oluşması gerekli birlik ve sosyal diyalog üzerinde durulmaktadır. Dünyanın birçok ülkesinden bu türden sosyal diyalog ve üçlü ittifak örnekleri verilerek, esasen günümüz koşullarında, bunun, insanlığın kurtuluşu için vazgeçilmez bir yöntem, bir ideolojik tutum olduğu ballandırılarak anlatılmaya çalışmaktadır.
Kitap, günümüz koşullarında, ekonomik ve politik egemenliği elinde tutan burjuvazinin bir “yürütme komitesi” olan hükümetin, işçi ve işverene eşit mesafede durduğunu, bir bütün olarak dünya ve ülke politikalarına işçi ve işverenle birlikte yön verdiğini öne sürmekte, dahası, sınıflar arası mücadelenin yerine “Sosyal Diyalog” ve uzlaşıyı asıl seçenek olarak sunmaktadır. Doğrusu, üyesi olduğum bir emek örgütü olan KESK adına bu yaklaşımları, sınıf sendikacılığı için tehlikeli bir yaklaşım, bir sapma olarak değerlendiriyorum. Zaten emekçileri ilgilendiren en önemli yön de bu noktadır.
Kitapta şöyle denmektedir;
“…Burada Hükümet iki tarafın etkileşimi parametrelerini ortaya koyan sessiz ortak durumundadır.”
HÜKÜMET, DEVLET, EMEK VE SERMAYE
Kapitalist sömürü koşullarında devlet aygıtına baktığımızda, devlet; ordu, polis ve bürokrasiden meydana gelmektedir. Yürütücü güç olarak merkezi hükümetle birlikte, ordu, polis, bürokrasinin, hepsi birlikte, ezilenlerin üzerinde baskı gücünü, burjuvazinin iktidarının siyasal dayanaklarını oluşturduğu bilinen bir gerçektir. Kitap yazarlarından sayın IŞIK’ın, hükümeti, bir baskı aracı olan devletten ayrı ele alması, ve, müdahaleci olmadığını ileri sürerek, onu, işverenle işçi temsilcileri arasında arabulucu ve tarafsız olarak benimsemesi tam bir safsatadır. Çünkü Hükümet devletin icra organıdır. Dolaysız bir biçimde sermayenin temsilcisi, çıkarlarının ve siyasal egemenliğinin yürütücüsü durumundadır. Yürütücü işlevini, çeşitli ülkelerde ve somut durumlarda, –güvenlik konsey ve kurulları türünden– başka organ ve kurumlarla paylaşıyor olup olmamasının, bu yönüyle bir önemi yoktur. Sınıf güç ilişkilerine bağlı ve sınıf mücadelesinin ürünü belirli geçici durumlar dışta tutulursa, genel olarak sermayenin egemenliği koşullarında, burjuva hükümetlerin, taraflı ve kendisini hükümet eden lehine davranmasından doğalı yoktur.
Öncelikle emek örgütleri; sermaye ve egemenliğinin yanında, var olma nedenleri arasında sayılan ve bu nedenlerin en önemlilerinden olan ekonomik ve sosyal haklardan emekçileri mahrum bırakan kapitalist sömürü çarklarının işleyişini kolaylaştıran ve gözeten, aldığı siyasal, mali vb. önlemlerle işleyişini besleyen ve sermayenin yürütücü temsilcisi hükümetlere ve onun –tek başına veya başka kurumlarla birlikte– koordine ettiği diğer tüm baskı aracı kurum ve aygıtlara karşı mücadeleden doğmuştur. Dolayısıyla hükümetlerin tarafsız ve arabulucu niteliğine sahip olduğunu savunmak, hem sendikalara ve hem de işverene eşit mesafede durduğu fikrini yaymak, emekçilerin bağımsız olarak örgütlerini kurmalarının da reddidir ve hükümeti, verilen mücadelenin hedefinden çıkarmaktır. Bu yaklaşım sınıf işbirliği fikrinin somut bir biçimi ve savunulmasından başka bir şey değildir.
Sayın IŞIK daha ileri giderek;
“Burada hükümet, işverenler ve işçi sendikaları, aralarındaki kaçınılmaz ayrılıklara karşın, orta ve uzun dönemde gerek kendileri gerekse toplumun tümü için yararlı olacak uzlaşma alanları bulurlar. Bu yaklaşım, özünde hem sınıf mücadelesi hem de dizginsiz kapitalizm doktrinini zımnen reddederek, farklı çıkarlar arasında uzlaşma arayan bir ideolojiye dayanır.”
Tekelci kapitalizm ve onunla birlikte oluşan sömürü ve gözetim (sömürü koşullarının devamının garanti edilmesi) aygıtları olan hükümet, silahlı ve sivil bürokrasinin, tamamen rant ve artık değer gaspı üzerine oturmuş, sömürüye dayalı kurumlaşmalar olduğu bilinen bir gerçektir. Ancak Işık, “Üçlü ittifak” adını verdiği, ve bu üçlü ittifakın esas belirleyicisi olan hükümet, işçi temsilcisi ve işverenlerin, birlikte, uzun vadede ülke ve çalışanların çıkarlarını koruduklarını, bunun üzerinde uzlaştıklarını yazmaktadır. Doğrusu, yüzyılı aşkındır dünya çapındaki bütün çelişki ve çatışmaların nedeninin emek-sermaye çelişkisi ve kapitalist kâr hırsı olmadığının, bu çelişki ve çatışmaların soyut ve anlamsız çatışmalar olduğunun, sınıflar arası mücadelenin yerine “üçlü ittifak” ve “sosyal diyalog” ile bütün sorunların çözüleceğinin ileri sürülmesi; kuşkusuz yeni geliştirilmiş bir görüş olmadığı gibi, “onuru”, sayın Işık’a da ait değildir, ama abes ile iştigal olduğu kesindir.
Son yüzyıla kabaca göz atıldığında, körler dışında herkesin görebileceği açlık, işsizlik, yoksulluk ve savaşların bütün vahşetiyle devam ettiği gerçeğini bay Prof. Dr. Rüçhan IŞIK neyle izah edecek. Ancak sayın profesör, yine de sömürenlerle sömürülenlerin ittifakı ve diyaloguna dair yazmaktan kaçınmamaktadır; çünkü, yapılan, bir “hizmet”tir; kendisinin belirttiği gibi, ideolojik içeriklidir, sermaye ve düzenine ideolojik bir hizmettir, ve elbette şu “fani dünya”da getirileri olan, mevki ve sair olanaklar sağlayacak bir hizmettir. Ancak bu hizmetin, akılları çelinmek ve sermaye ve kurumlarına bağlanıp yedeklenmek için kalem oynatılan emekçiler ve çıkarlarıyla ilgisiz olduğu kesindir. Bu, emekçilerin gözlerini bağlamaya yönelik bir hizmettir.
TEMSİL VE DEMOKRASİ
Sayın Işık devam ederek, “…üç taraflı işbirliğinin ardındaki bir diğer temel fikir, temsili demokrasi fikridir.” demektedir.
Temsili demokrasi nedir? Temsili demokrasi; “demokratik” bir şekilde seçilerek çeşitli kesimleri temsil eden temsilcilerin herhangi bir konuda bir araya gelerek eşit koşullar altında söz ve yetki sahibi olması, kararlar alıp uygulaması olarak ileri sürülür. Bunun böyle olmadığı, gerek “demokrasinin beşiği” sayılan Avrupa’da, gerekse ülkemizde defalarca yaşanarak kanıtlanmıştır. Tersini iddia edenlere hemen hatırlatalım; yakın zamanlarda grevlerin yasaklanmasından, özelleştirilmelerin yaygınlaştırılmasına, grevsiz ve toplu sözleşmesiz kamu emekçileri sendikacılığından TİS’lerin tek taraflı bağıtlanmasına, Kamu Yönetimi Temel Kanununun çıkarılma uğraşından YÖK yasasının “yenilenmesi”ne kadar, hangi somut durumda hangi temsilden bahsedilebilir? Ülke nüfusunun en az yüzde 95’i Irak işgaline karşı ve en az yüzde 80’i ABD’den nefret ederken, ülkenin Amerikan emperyalizmi, emel ve planlarının, örneğin “Büyük Ortadoğu Projesi”nin hizasını alması ve “atlama tahtası” ve taşeronu rolünü yüklenmesi, bu planları hayata geçirecek NATO’nun İstanbul’da toplanan zirvesi sürecinde ise tüm idari yetkinin Türkiye’nin ne temsili organı TBMM’nin ne de ordu, emniyet ve valiliğinin değil ama NATO komutasının elinde toplanması; “temsil” ve “demokrasi” sözcükleri ve pratiğiyle ne denli uyuşur? Ya da Başbakanı’nın seçimler sırasında 6 milyar liradan fazla milletvekili maaşıyla geçinemediğini açıkladığı bir ülkede asgari ücretin, –emekçilerin hiçbir söz ve karar hakkı olmaksızın– IMF direktifiyle ve tamamen “diyalog”suz, “ittifaksız”, tek taraflı olarak 15 milyon TL artırılması, hangi “temsil” ve “demokrasi”nin ürünüdür?
Ama, sayın profesör “temsili demokrasi” ve onun “üçlü ittifak” ve “sosyal diyalog”la bağlantısından söz etmekte bir sakınca görmemektedir. Bu “demokrasi”nin ABD’nin Irak’a götürmekte olduğu akıllı bombalı, pazaryeri ve cami bombalamalı, düğün füzelemeli, işkenceli, sivil katliamları “demokrasisi” ile ilişkili olduğundan kuşku duyulamaz. Bugün yeryüzünde demokrasinin tam anlamıyla uygulamasının, kuşkusuz temelinde emek sömürüsünün kalkması yatan yolu, başta dünya ve tek tek ülkelerin işçi sınıfı olmak üzere halkların sermaye ve emperyalizme, gericiliğe karşı yürütecekleri mücadeleden geçmektedir, onlarla “diyalog” ve “ittifak”tan değil. Bunca olan-biteni ve uygulamayı görmezden gelerek, üçlü sistem ve sosyal konseylerle gerçek temsili demokrasinin hayata geçeceğine ve bunların sistemin doğasına uygun olduğuna inanmak için olağan bir saflık bile yeterli olmayacaktır! Ancak yine de ve her şeye rağmen, yüzyıllardır süren ve günümüzde ciddi biçimde sertleşmekte olan emek ile sermaye ve emperyalizm ve gericilikle emekçi halk arasındaki çelişki ve çatışmanın üzeri örtülmek istenmektedir ki; bu da sınıf ve halk kavramlarının ve sınıflararası mücadelenin inkarına, egemenlerin egemenliklerin, artık herkesi öfke ve isyana sürüklediği koşullarda bile onaylanıp kutsanmasına yöneliktir. Kitabın zaten başından sonuna söylemeye uğraştığı da budur.
“ÜÇLÜ SİSTEM”: EMEKÇİNİN VE HAKLARININ REDDİ
19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkan bu yaklaşım, günümüze kadar varlığını sürdüregelmiştir. Eğer sözü edilen ittifaklar toplumsal çıkarları gözeten oluşumlar idiyseler, yüz yılı aşkın süreden beri açlık, işsizlik, yoksulluk ve savaşlar neden önlenememiş, niçin ezilen ve sömürülen kitlelerin en basit ihtiyaçları bile bunca zaman hiç değilse az-çok giderilememiştir. Başta Avrupa ve ABD olmak üzere tüm ülkelerde, ezilenlerin hak ve talepleri, bugün itibariyle emeğin haklarına ve demokrasiye ilişkin talepleri bütün aciliyetini korumaktadır. Eğer farklı sınıflar arasında toplumsal uzlaşma geçerli olsa ve bu yoldan toplumun bütün kesimlerinin sorunları çözülebilir olsaydı, bu talepler yerine başka taleplerin öne çıkması gerekmez miydi? Oysa gerek Avrupa çapında ve gerek ABD ve diğer gelişmiş kapitalist ve gelişmekte olan ülkelerde, temel mücadele nedeni olarak, iş, ekmek ve özgürlük sorunları hâlâ çözümü en acil sorunlar durumundadır. Dünyada ezilenlerin bugünkü durumu, demokrasi ve iş-aş yoksunluğu gösteriyor ki, “üçlü sistem” denilen şey ve öngörülen uzlaşma ve ittifak hiçbir işe yaramamıştır, bir işe yarayacağı da beklenemez.
Kuşku yok ki, işveren-sendikalar-hükümet uzlaşması ve birliğine dayalı “üç taraflı işbirliği”, emekle sermaye arasındaki işbirliği olarak, işçi ve emekçilerin kapitalistlere karşı hak ve iktidar mücadelesinin, sosyalizmin yerine önerilmekte ve emekçilerin sorunlarını –olanaksız olan– sistem içinde “çözme”nin ve kapitalizmden güç alacak (!) “kurtuluşları”nın yolu olarak salık verilmektedir. Bu durumda, ne hak mücadelesine ne sosyalizme gerek kalmaktadır.
Zaten şu cümle çok dikkat çekicidir: “…farklı çıkarlar arasında uzlaşma arayan bir ideolojiye dayanır.” Bay profesör, “üç taraflı sistem”i; işçi sınıfının, sınıflar mücadelesini öngören, tarihin materyalist yorumuna, artı-değerin keşfi ve kapitalist karşıtlık ve toplumsal gelişmenin diyalektik açıklamasına dayanan bilimsel dünya görüşü yerine, kapitalist koşullar altında uzlaşı ve diyaloga dayalı “yeni” bir ideoloji ve yeni bir pratik olarak sunmaktadır. Dolayısıyla profesör tarafından “aydınlatıldıklarında”, işçi ve emekçilerin diyalektik materyalizme ihtiyaçları kalmayacaktır ki, bu, burjuva think-tankçıların sınıflar ve sınıf mücadelesi ve bu mücadelenin emeğin iktidarına kadar genişletilmesi zorunluluğunu çarpıtma çabasının ta kendisidir.
Ancak, bütün bu gerçeklere aykırı ve bozuşturucu önerme ve savunmalar, ters ve hiç de uygun olmayan bir zamanda gündeme getirilmektedir. Bu önermenin, dünya burjuvazisinin sosyalizm tehlikesinden kaçınmak üzere benimseyip uygulamaya yöneldiği “sosyal devlet” önleminin genelleştirilmesi koşullarında bir anlamı olabilirdi. Benzeri görüşler, çarpıtmaya dayalı sınıf işbirliği önermesi içerikli olarak örneğin 1950’lerde savunulmuştur. Daha çok sosyal demokrat partiler eliyle ve sınıf işbirliğini benimsemiş sendikalara dayanarak, ama kuşkusuz sendikaları bu yönde işlevsel kılmak üzere, sınıfın ve emekçilerin durumlarını iyileştirmeye yönelik az-çok tavizlerin verildiği koşullarda, bu görüşlerin belirli bir nesnel karşılığı olmuştur. O koşullarda da çarpıtmadır, emekçilerin aldatılmasına dayalıdır ve sınıf işbirlikçisidir; ancak bugünden önemli farkı, Işık’ın savunduğu türden diyalog, uzlaşma ve işbirliğinin, “sosyal devlet” çerçevesine oturması ve burjuvazinin tavizler politikasına dayanması, bundan güç almasıdır. Bugünkü koşullarda ileri sürülen profesör Işık’ın görüşlerinin ise, çarpıtma ve sermayeye hizmet içerikli emekçileri yedekleme çabası olmasının yanında, bir nesnel karşılığı da yoktur. Profesör, boşu boşuna, hiçbir karşılık vaad etmediği, tek bir taviz ve durumlarında en küçük bir iyileştirme bile öngörmediği işçi ve emekçileri kapitalizme yedeklenmeye ikna etmeye uğraşmaktadır. Sermayeye hizmet sunmaktadır, gerçekleri çarpıtıcıdır, ama, gerçekçi de değildir. Emekçiler, sermayenin dünya ölçeğinde neoliberal politikalar izleyerek ellerinde en küçük hak bırakmamaya yemin ettiğini her gün bir kez daha kanıtladığı, “sosyal devlet”i yerle bir ettiği küresel saldırganlık koşullarında, sermaye ve hükümetleri diyaloga, uzlaşmaya vb. kesinlikle yanaşmaz ve sermayenin çıkarları en ileri noktadan gerçekleştirilmeye çalışılırken, onu neden dinlesin! Bu koşullarda ne “diyalog”u, ne “uzlaşma”sı, “kimi kandırıyorsun” demezler mi adama?
“SOSYAL DİYALOG”: PEŞKEŞİN BENİMSENMESİ
Aynı kitapta, “Türkiye de sosyal diyalog ve toplumsal uzlaşmanın kurumlaştırılması; Tarihsel süreç” bölümünde, “ Nitekim son yıllarda toplu iş sözleşmelerinin süratle yenilendiği, uyuşmazlıkların giderek azaldığı görülmektedir.” denmekte, ve, “Üretmeden bölüşmenin mümkün olmadığı gerçeğin kavranması, tarafları daha çok üretip, daha adil bölüşmenin yollarını birlikte aramaya yöneltmiştir.” diye devam edilmektedir.
İlk aktarılan toplu sözleşmelerle ilgili bölüm yönüyle yazar “yerden göğe kadar haklı”! Söyleyecek laf bulmak zor.
Özellikle son yıllarda toplu sözleşmelerde sendikaların neredeyse tümüyle devreden çıkarılması eğilimi egemen olmuştur. Bazan “5’li” ya da “7’li sivil inisiyatif”lerden de söz edilmektedir. Ancak, aslında tek inisiyatif olan hükümet ve sermayenin istekleri doğrultusunda, genellikle sıfır zam dayatılarak jet hızı ile TİS’ler bağıtlanmaktadır. Toplu sözleşmelerin genel çerçeveleri bile hatta IMF tarafından çizilmekte, sık sık hükümetten “ne yapalım, IMF var vb..” laflarını duymaktayız. “Diyalog”, “üç taraflılık”, “uzlaşma” vb. edebiyattadır. Gerçekte, bir tarafın varlığı bile neredeyse reddedilmektedir, taraf tek, inisiyatif tektir. Bunun adına da ‘hepimiz aynı geminin içindeyiz, bu gemi batarsa hepimiz batarız’ denerek, toplumsal çıkarları gözettiklerini ifade edenler; gelirlerin %20’sini nüfusun %80’nine ve %80’ini ise nüfusun %20’sine bölüştürülmektedir. Tablonun böyle oluşunun nedeni, birlikte hareket etmek, uzlaşmak, ‘sosyal diyalog’ ve ‘üçlü sistem’ olsa gerek! Emekçilerin sözde temsilcileri olan sendika ağalarının, bu “üçlü sistem” çerçevesinde, kapalı kapılar ardında, emekçiler aleyhine hükümetle uzlaşmasıyla, sermaye lehine emekçiler defalarca satılmıştır. Bu nedenlerledir ki, TİS’ler çok çabuk sonuçlanmaktadır. Ama hemen hiçbir TİS’ten, taraflardan özellikle birinin, çalışanların ve toplumun genel çıkarlarını gözeten bir sonuç çıkmamıştır; bu koşullar altında çıkmasını beklemek de saflıktır. Çünkü işsizliğin çığ gibi büyümesi, yoksulluğun katlanması, özelleştirmeler ve yeni yasal düzenlemelerle daha kötü çalışma koşullarının dayatılması, bu sözde “toplumsal uzlaşma”nın sonuçları değil de, nedir? Bu “uzlaşma”dan kimlerin kârlı çıktığı, kimlerin kaybettiği de gün gibi ortadadır.
Alıntılanan ikinci pasaj ise, birlikte üretmek, birlikte bölüşmekten ve adil davranmaktan bahsetmektedir. Dünyadaki insanların yaşam düzeyine bakıldığında, durumun vahameti ortadadır: Bugün dünya nüfusunun yarıya yakını yoksulluk sınırında ve günde ancak iki dolar harcayabildiği bir yaşam sürmekte; 1.3 milyar kişi, günde ancak bir dolar harcayabilmekte; 800 milyon kişi ise açlık sınırında yaşamaktadır. Hayatı yaratanlar emekçilerdir, yoksul kalanlar yine onlar. “Adil bölüşme” bu mudur?
Türkiye, farklı değildir: 14 milyon kişi günde bir dolardan az gelire sahiptir. İkinci bir 14 milyon kişi daha eklendiğinde, 28 milyon kişi, 1,8 dolar gelire sahiptir, ve kuşkusuz, -tasarruf edemeyeceklerine göre- ancak o kadar harcayabilmektedir. 28 milyon kişi, Türkiye nüfusunun neredeyse yarısına yakını, günde ancak 1,8 dolar=2.700 bin TL= 9 ekmek alabilmekte ya da örneğin İstanbul’da iki kez belediye otobüsüne bindiğinde, birer öğünden günde 3 ekmek yiyememektedir. Barınma, giyinme, sağlık, çocuk bakımı gibi olmazsa olmazlara ise beş kuruş ayıramamaktadır. Adalet!
Bu baylara sormak gerekir: Çok sayıda işçi ve emekçi günde 12 saat ve daha fazla ve üstelik, sigortasız, sendikasız, asgari ücretle çalışmaktadır. Türkiye’de 57. Hükümet tarafından hazırlanıp “7’li sivil inisiyatif” ile hayata geçirilen iş kanununun bir kölelik kanunu olduğu, işçi ve emekçilerin çalışma yaşamında görülmektedir. “Adil bölüşme”nin “sosyal diyalogu”nun gereği bu mudur? Yine yakın zamanda lastik ve cam işçilerinin grevlerinin görmezden gelinen işçi “tarafı” bir yana, işverenler ve örgütlerinin, “sivil inisiyatif”in isteği ve desteği ile “arabulucu” (!) hükümetçe yasaklaması sizlere ne ifade etmiştir? Grev yasakları, sizlere hangi “diyalogu” ve hangi üretimin “ortak bölüşümü”nü ya da neyi ifade etmektedir?
Türkiye’de 7 Aralık 1999’da kurulan “7’li sivil inisiyatif”in kuruluş amaçları; “eşitlik, bağımsızlık, gönüllülük ve kararlılık” olarak Türkiye kamuoyuna sunulmuştu. Gerçekte, sözü edilen 7’li inisiyatifin bu amaçlarında hangisi gerçekleşmiştir? Haklarını teslim etmek gerek, sadece emekçilerin haklarının gasp edilmesi karşısında kararlılık göstermişlerdir! Bu emek düşmanı “7’li inisiyatif”in, kuruluş amaçları arasına işçi-emekçi taleplerini almasının tek nedeni vardır: Dünyada ve Türkiye’de işçi ve emekçiler için elzem olan eşitlik, özgürlük ve iş-ekmek taleplerini istismar etmek, bu taleplere sahip çıkma görüntüsü vererek, işçi ve emekçilerin öfke ve mücadelesini, bu inisiyatif aracılığı ile sistem içinde tutmak ve burjuva iktidarlarını pekiştirmek. Bu, “7’li inisiyatif”in açıklanan amaçlarının tek birisinin bile gerçekleşmemiş oluşuyla da kanıtlıdır? Bu konuda söylenebilecek tek şey vardır: Ülke eşitliksizlikler ve kuralsızlıkların derinleştiği bir ülke haline gelmiş, emperyalizme ve kurumlarına (IMF, DB, DTÖ vb.) bağımlılığı daha da artmıştır.
EMEK HAREKETİNE MÜDAHALE VE YEDEKLEYİCİLİK
Prof. Dr. Rüçhan Işık’ın dediğine ve aslında görmek ya da göstermek istediğine göre; 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkan “iki taraflı” uyuşmazlıkların çözümünü amaçlayan komisyonlar tamamen işlevsel olmuşlardır; bu komisyonlar 1848’den beri Avrupa’da faaliyet göstermiş, ve, inanan olursa, işçi meseleleriyle hükümet politikaları böyle zeminlerde birlikte belirlenmiştir! Bu tür komisyonlar Türkiye’de denenmemiş ve “iş” görmemiş değildir. Ekonomik Sosyal Konsey, bunlardan biridir. Bunlar, Türkiye ya da başka ülkelerde, uzlaşmaya yatkın önderleri aracılığıyla işçi ve emekçilerin “ikna edilip”, sermayenin çıkar ve politikalarının peşinden sürüklenmesinin tezgahlandığı zeminler olmuşlar, sermayenin çıkarlarına uygun kararların kotarılıp sınıfa dayatılmasının mekanizmalarını güçlendirmeye yaramışlardır.
Bu komisyon ve konsey vb.ler, TÜSİAD, TOBB, TİSK, MESS, TESEV gibi işveren örgütlerinin katılımıyla, emekçilerin mesleki, sendikal, demokratik örgütlerine müdahale ederek, onlarla birlikte ve onlar üzerinden, ama bir toplumsal uzlaşma ve anlaşma görüntüsü yaratmaya da özen göstererek, emekçileri, halkı etkilemeye, sermaye ve hükümetin politikalarını dayatmaya yöneliktirler.
Benzeri etkileme çabaları, ulusal ve uluslararası alanda örgütlü bulunan sendikalar açısından da pek farklı değildir. Konumuzla da bağlantılı son olay hâlâ hafızalarda tazeliğini korumaktadır. Avrupa ülkeleri tarafından finanse edilip, Avrupa Sendikalar Konfederasyonu (ETUC) aracılığıyla büyük miktarlarda para aktarılarak, “Sendikaların eğitim çalışmaları”na müdahale edilmesi, boşuna olmasa gerek . KESK, DİSK, HAK-İŞ gibi sendikaların Avrupa Birliğine (AB) entegrasyon sürecine katkı sağlamak amacı ile toplantılar düzenlemeleri, sendika eğitimlerinin bu çerçeveyi benimseyen içeriğiyle düzenlenmesi; Avrupa işçi sınıfı ve emekçilerinin sözde temsilcileri eli ve aracılığıyla, sermayenin koyduğu kurallara, kapitalizme uyum gösterme yönelimine denk düşmektedir. Adı geçen bu kitap da bu yönde çabanın somut bir ürünüdür aslında. İşe yarayıp yaramadığını önümüzdeki süreçte hep birlikte göreceğiz.
BURJUVA İDEOLOJİSİ VE GERÇEK
Enine boyuna açıklandığı gibi, “sosyal diyalog” “üçlü sistem” denilen şeyin bir ideolojik yaklaşımın araçları olması, sınıf mücadelesini reddeden ve emekçileri kapitalistlerin yedeği haline getirme ve kapitalizmin uysal köleleri halinde tutma peşindeki bir ideolojiye, kuşkusuz burjuva ideolojisine dayanması, işçi sınıfı ve emekçilerin sendikalarının ve örgütlü emekçi kesimlerin demokratik kitle örgütlerin ilkesi durumuna getirilmek istenmesi, kitabın en tehlikeli yanıdır. Ve kitapta yapılan tüm saptama ve öneriler, böyle bir ideolojik tutuma dayandırılmıştır. Örneğin gerçeklere tümüyle aykırı olarak şunları söyleten saf ideolojik yaklaşımdan başka ne olabilir:
“Avrupa birliği ile entegrasyon sürecimizde son dönemde gözlenen ivmenin doğal bir sonucu olarak, Türkiye’de de daha belirgin bir sivil toplum hareketi oluşmuş, ekonomik ve sosyal taraflar, devlet ve ona bağlı karar alma mekanizmalarında daha etkin bir rol oynamaya başlamışlardır”
Yakın zamanda AB ve en başta ABD’nin dünya pazarlarını yeniden paylaşma rekabeti ile Balkanlar’daki vahşetten başlayarak Afganistan’ın ve ardında Irak’ın işgali ve Türkiye’nin birine asker vererek katılması, diğerinin oluşturduğu bataklığın kıyısından ise şimdilik dönmesi, AB süreci ile başlayan sivil toplum hareketinin başarıyla gelişmesinin bir tezahürü olsa gerek! Çünkü yazar, bu işgaller ve daha bir çok anti-demokratik uygulamanın kararlarının STÖ’lerin bu sürece etkin katılımıyla alındığını söylemektedir.
Oysa, bırakalım gelişmeyi, Türkiye’de örneğin sendikaların üye, güç ve itibar kaybetmekte oldukları sır değildir. Ve bu güç ve itibar kaybının işçi konfederasyonlarının örneğin “beşli”, “yedili” vb. “inisiyatifler” ve Ekonomik Sosyal Konsey vb. içinde yer almasıyla, IMF heyetleriyle “iyiniyet görüşmeleri” yapmak dahil olmak üzere, emek düşmanı kurum ve kuruluşlarla senli benli toplantılar düzenlemeleriyle, karşı etkinlik düzenlemek yerine, emeğe ve emekçilere saldırı kararlarının onaylandığı “İktisat Kongresi” gibi “birlik ve ittifak” kurumlarına sözde eleştirel katkılar sunmalarıyla, bulundukları örneğin Asgari Ücret Tespit Komisyonu’ndaki “etkinlikleri” ile doğrudan ilişkili olmadığı kim iddia edebilir? Hele bu sonuncusu, yazar profesörün “ekonomik ve sosyal taraflar, devlet ve ona bağlı karar alma mekanizmalarında daha etkin bir rol oynamaya başlamışlardır” saptamasını ne kadar da haklı çıkarmaktadır! Türk-İş, Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nda müthiş “etkin bir rol oynayarak”, asgari ücretin yıllık 15 milyon TL. artışını büyük bir cengaverlikle verdiği mücadelenin ürünü olarak sağlamış olmalıdır!
Gülünç bir asgari ücret belirlenmesi ve “karar alma mekanizmalarında”ki Türk-İş’in durumu ve rolü, açık bir şekilde profesörü yalanlamakta ve tüm tezlerini çökertmektedir. “Devlet ve ona bağlı karar alma mekanizmalarında”, işçi ve emekçiler adına, onların “temsilcileri” olarak bu mekanizmalarda yer alan “sosyal taraf” olarak “etkin bir rol oynanması” olanaklı değildir. Bu mekanizmalar, işçi ve emekçilerin, adlarına buralara katılan sendika bürokratları tarafından sermayeye ancak peşkeş çekilebileceği aygıtlardır. Devletin ve sermayenin olduğu yerde, onlarla uyum ve diyalog değil, ancak dişe diş bir mücadeleye dayanarak bulunulabilir. Ve kesindir ki, işçi ve emek tarafının etkinliğinin aracı bu mekanizmalar değil, ama işçi ve emek kitlelerini kucaklayan talepler uğruna “aşağıdan”, tabandan yürütülen mücadeledir. Ancak bu mücadeleye dayandıktan sonra, uzlaşmanın değil mücadelenin örgütleri olarak sendika ve konfederasyonlar, sermaye ve hükümetle kuşkusuz görüşmeler yapacaklar ve belirli anlaşmalara varacaklardır. Yanlış olan ve sınıfa ve emekçilere ihanetten başka bir şey olmayan, sermaye ve hükümetle görüşmek ve anlaşmalar yapmak değil, emek hareketine dayanıp emekçilerin taleplerini sahiplenmeden, “devlet ve ona bağlı karar mekanizmalarında”, “sosyal diyalog” aracılığıyla ve “üçlü sistem”le emekten yana kararlar alınabileceğinin ileri sürülmesi ve emekçilerin sermaye ve çıkarlarına bağlanmasıdır. Çünkü bu karar mekanizmalarında, sadece sermayenin örgütleri karar alıcı pozisyondadırlar. Sivil toplum örgütleri adı altında ve etkinleştikleri iddiasıyla ileri sürülenler de, TÜSİAD, TOBB, TİSK vb. gibi sermaye örgütlerinden, TESEV vb. gibi burjuvazi tarafından örgütlenmiş vakıflardan Türk Amerikan İş Konseyi gibi uluslararası boyutlu patron birliklerinden başkaları değildir. Bunlara, sermayenin amaçlarına hizmet için, içlerinde bir dizi şirket vb. olarak örgütlenen ve doğrudan Dünya Bankası tarafından öngörülüp desteklenen “proje örgütleri”ni kuşkusuz katmak gerek. Bu örgütlere örnek olarak “Gündem 21” çerçevesinde ortaya çıkan “Kent Konseyleri”, GAP kapsamında kurulan bu tür onlarca sözde “yardım” örgütü verilebilir.
İşçi ve emekçilere gerekli olan ise, uzlaşmacı ve sınıf işbirlikçi bir sendikacılık anlayışını aşarak mücadeleci bir çizgide kendilerini yenilemeleri gereken sınıf sendikaları başta olmak üzere, kendi sınıf örgütleridir.
MÜCADELE ZORUNLULUĞU
Kaygılandırıcı olan, kitapta savunulan gerici düşünce ve önerilere KESK yönetiminin, örneğin Sami Evren’in yanıt vermemiş olması, ama tersine, sistemle entegrasyonu savunan bu kitaba Sami Evren’in bir şekilde katkı sunmasıdır.
Onca lafı edilen “sosyal diyalog” ve “üçlü sistem” gibi işbirlikçi söylemler ve Avrupa Birliği’ne entegrasyon, uyum vb. sözcüklerin her yanından fışkıran, emekçilere zehir saçan anılan kitabın son bölümlerinde, KESK Genel Başkanı Sami Evren, bu konularda konuşmamaktadır. KESK’in mücadele seyrini anlatırken ise, Sami Evren’in KESK’in 2003 yılı TİS görüşmelerinin akıbetini şöyle ifade etmesi, herhalde söylediklerimizi doğrulamaktadır: “…Dolayısıyla son söz hakkının Bakanlar Kuruluna bırakılmış olması, evrensel normlara aykırılığı ve siyaset sahnesindeki gelişmeler nedeni ile sorun olmaya devam ediyor.”
Kuşkusuz “sosyal diyalog”la, “ikili”, “üçlü ittifaklar”la dünya ve ülke politikalarına ilişkin ortak karar verilmemektedir. Eğer evrensel hukuk normlarına uyulmuyorsa, uymayan bu güruhu karşı, emekçilerin bağımsız politikaları ve fiili ve meşru mücadelesi mücadelesinde başka çare yoktur. Hukuka da ancak böylelikle uymaya “ikna edilecekleri” şüphesizdir. Öyleyse, “üçlü ittifak” ve “sosyal diyalog” denilen şeylere, emek cephesinden destek verilmemesi ve bunlara hiçbir katkı sunulmaması, aynı platformlarda yer alınmaması,karşılarında suskun kalınmayıp mücadele edilmesi zorunlu sayılmalıdır.
Önümüzdeki süreç, herhalde, bütün bu emeğe ve emekçilere saldırı nitelikli yaklaşım ve görüşlerin çok tartışılacağı bir dönem olacaktır.