İnsanlık tarihinde önemli bir yeri olan Ortadoğu bölgesi, tüm dünya için ilgi odağı olma özelliğini arttırarak sürdürmektedir. Kimi zaman dinsel-ulusal nedenlerden, kimi zaman Doğu ve Batı uygarlıklarının buluşmasında önemli yeri olan İpek Yolu ticaretinin ana güzergâhı üzerinde olmasından, kimi zaman da jeostratejik konumundan dolayı, bitmek tükenmek bilmez savaşlara sahne olan bölge; kaynakları, kültürel birikimleri, muazzam tarihsel zenginliği ile dünyanın bu ilk uygar coğrafyası, aynı zamanda dünyanın en sorunlu bölgesidir de.
Emperyalist politikaların ve Siyonist gericiliğin güdümüne girmemesi noktasında, yalnızca emperyalistlerin ve Siyonistlerin değil, aynı zamanda Arap gericiliğinin de sürekli boy hedefi durumunda olan “verimli hilal” adı verilen, bugünkü Irak, Suriye, Lübnan topraklarını kapsayan bölge olması ve Afrika ile Asya arasındaki ilişkide coğrafik olarak önemli bir yer tutması nedeniyle beş bin yıllık tarihi boyunca otuz kez işgale uğrayan Filistin, İsa’dan önceki dönemlerden bugünlere kadar sürekli olarak büyük güçlerin üzerinde çekiştiği bir merkez olagelmiştir.
FİLİSTİN TARİHİNE ÇOK KISA BİR BAKIŞ
Filistin’e İsa’dan önce çölden gelen Kenan halkı, göçebeydi. Ülkelerine “Kenan” adını verdiler. Filistin sözcüğü Yunanlılardan kalmadır ve Filistinlilerin ülkesi anlamındadır. Filistinliler Kenan ili’nin sahilini İ.Ö. 1400 yıllarında fethetmişler ve ülkelerine Filistiya adını vermişlerdir. Filistin Arap egemenliğine geçmiş, Ürdün ve Lübnan’la birlikte Büyük Suriye’nin bir parçası olmuştur. 1948’de göçmen Avrupalı Yahudiler suni devletlerini kurduklarında Filistin’e İsrail adı verildi.
İSRAİL’İN ORTADOĞU’DA TUTTUĞU YER
1948’le birlikte kurulan İsrail devleti, emperyalizmin askeri, politik, iktisadi ve teknolojik desteğini sınırsız ölçekte alarak, uluslararası hukukun evrenselliğini ve BM kararlarını çiğneyip Arap topraklarını işgal ederek, buradaki mevzilerini güvence altına almaya devam ediyor. İsrail devletinin estirdiği terör; ne Filistin ulusal direnişine karsı kendini savunmak, ne de Arap tehdidine karşı kendi güvenliğini sağlama almak amacıyla gerçekleşiyor. Tersine, açıkça görülen, İsrail’in “yaşam alanını” genişletme politikasıdır. Bir başka deyişle işgal ettiği toprakları yeniden ve yeniden işgal ederek bölgedeki etki alanını genişletmek koşuluyla, Nil nehrinden Fırat’a kadar olan bölge üzerindeki emperyal hayallerini gerçekleştirme politikasıdır. Bu politika, emperyalist sermayenin küreselleşme politikasının bir uzantısı olduğu da kuşku götürmez bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır.
Eski ABD başkanlarından Reagan; “İsrail, Armageddon’un (İncil’de iyi ile kötü arasında geçeceği ve dünyanın sonunu getireceği bildirilen savaş), yani dünyanın sonunun geleceği bu bölgede güvenebileceğimiz tek istikrarlı demokrasidir. Sovyetler Birliği’ni; Ortadoğu’da engellemek zorundayız. İsrail orada olmasaydı, ABD bizzat kendisi orada olmak zorunda kalırdı” demiştir. Bu açıklama, ABD’nin İsrail’e biçtiği stratejik rolün neyi amaçladığına en iyi örnektir diyebiliriz. 1950’lerde ABD, İngiltere ve Fransa tarafından imzalanan üçlü deklarasyondan Bağdat Paktı’na (1955) kadar ve özellikle 1951’de kurulan “Müttefik Orduları Ortadoğu Konseyi” oluşumu da İsrail’i, Ortadoğu bölgesinde askeri güç olarak konumlandırma göreviyle yükümlü kılınmıştır.
Emperyalizm, değişik ülkelerde olduğu gibi, komünizm ve sosyalizme karşı mücadele konsepti ile oluşturduğu oluşumların bir benzerini ve tehlikelisini, Ortadoğu’daki askeri, siyasi ve ekonomik işbirliği adı altında İsrail ile gerçekleştirirken, aynı zamanda, İsrail’in İstihbarat Örgütü olan MOSSAD’ı da çeşitli ülkelerdeki devrimci demokratik mücadelelerin önünü kesme, provoke etme ve diğer gerici örgütlenmeleri kullanma (Lübnan’daki Falanjistler gibi) doğrultusunda yönlendirmiştir.
Yine ABD önderliğinde gerçekleştirilen İsrail-Mısır stratejik işbirliğinin amaçlarından birisi FKÖ’nün “aşırılıklarından” temizlenmesidir. 17 Eylül 1978’de gerçekleşen Camp David görüşmeleri ardından imzalanan barış antlaşmasında Filistin sorununa sözde “otonomi” ile çözüm bulunuyordu. Bu barış antlaşmasının arka planında, Filistin yerleşim alanlarının ve bütün kurumlarının imha planı olduğu fazla zaman geçmeden bütün yönleriyle açığa çıktı. Sabra ve Şatilla mülteci kamplarında katliam gerçekleştirildi. İsrail savunma bakanı olan ve katliamlarda gerçek ismine kavuşan kasap Şaron önderliğinde “Galile Barışı” adı verilen işgal hareketiyle Lübnan’a girildi. FKÖ’yü çökertmek için her türlü vahşet yapıldı. Falanjistler, katliama taşeron olarak kullanıldı. Resmi makamlar, 19 bin ölü, 30 bin yaralı olduğunu açıkladı. Ancak şimdiye kadar kesin bilanço ne açığa çıkmış ne de bilinmektedir. Toplu mezarlar ise bilinçli müdahaleler sonucu bulunamamıştır.
VE İNTİFADALAR…
1929–39 sürecinde İngiliz sömürgeciliği ve Siyonist gericiğe karşı yürütülen savaşımda önemli mesafeler alınmasına karşın, doğru bir politik önderliğin olmayışı ve örgütsüzlüğün üstüne bir de Arap işbirlikçi yönetimlerin ihaneti eklenince önceleri duraksayan, daha sonra ise sömürgeci güçlerin, savaş mekanizmasını daha gelişkin ve ileri bir anlayışla devreye sokmasıyla birlikte yenilgiye uğrayan Filistin Devrimi, ancak 1965 Ocak’ında işgalci İsrail’e karşı, Arafat liderliğindeki El Fetih örgütü tarafından yapılan eylemle ayağa kalkabildi. Göçmen konumunda olup çeşitli Arap ülkelerinde yaşayanlarla birlikte tüm Filistinliler, yeniden ve büyük umutlarla hareketlendiler. Sosyalistinden milliyetçisine kadar her kesimden çok sayıda Filistin örgütü, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) çatısı altında toplanarak mücadele için seferber oldu.
Silahlı mücadele ve halk savaşı stratejisi izleyen FKÖ’nün yakın müttefikleri S.B ve müttefikleriyle ilerici Arap rejimleriydi. 1965–80 arasındaki Filistin Devrimi; hem ulusal, hem bölgesel hem de uluslararası bir karakter taşıyordu. Bu yönüyle de emperyalistlerin dikkatlerini tekrardan üzerine çekmekte gecikmedi.
1967’deki Arap-İsrail Savaşı Arap rejimlerinin tam bir yenilgisiyle sonuçlandı. İsrail, Gazze ve Batı yakasını işgale başladı. Mısır’dan Sina Yarımadası’nı, Suriye’den ise Golan Tepeleri’ni işgal ve eski Kudüs’ü de ilhak ederek, işgal ettiği topraklarda Yahudi yerleşim birimleri oluşturmaya başladı.
Tüm bu olumsuz gelişmelere rağmen, Filistin Devrimi coşkusundan hiç bir şey kaybetmeyerek olumlu anlamda yoluna devam etti diyebiliriz. Ancak, ülke içinde örgütlenme zorlukları, Ürdün, Suudi Arabistan gibi gerici ve işbirlikçi Arap rejimleriyle sürtüşmelerle ilgili bazı yanlış taktik kararlar ve diplomatik eğilimler pratik olarak mücadeleye darbe vuran ve onun kırılma noktalarını oluşturan etkenler haline geldi. 1970 Eylül (Kara Eylül) ayında gerici Ürdün rejimiyle çıkan çatışmada, yaklaşık 30 bin Filistinli katledildi. O zamana kadar devrimin karargâhını barındıran Ürdün, Filistinlilere mezar oldu. Bu ağır darbeden sonra mücadele, Lübnan topraklarında özellikle de İsrail’e sınır Güney Lübnan bölgelerinde, “Fatehland” adı verilen bir çeşit kurtarılmış genişçe bir alanda sürdürüldü.
Burada da ağır baskılarla karşılaşan ayaklanma buna rağmen 1974’e kadar yükselişini sürdürdü. Hatta FKÖ’nün o yıl BM’de gözlemci statüsü kazanmasıyla birlikte uluslararası alanda ilk büyük diplomatik zaferini kazanmış oldu.
Ancak gittikçe rehavete kapılan ve bürokratik eğilimlerle birlikte askeri ve politik reflekslerini kaybetmeye başlayan FKÖ’nün silahlı mücadele yöntemini ikinci plana itmesiyle birlikte, Filistin devrimi gerilemeye başladı.
1975 Lübnan iç savaşında önce arabulucu ve sonra da taraf olan Filistinliler; İsrail’in, Lübnanlı Hıristiyanlarla ittifak kurarak Filistin mülteci kamplarında katliamlar yapması ve yaptırması sonucu, ağır yaralar aldı ve yine İsrail’in, Lübnanlı Hıristiyanların yardımıyla Güney Lübnan’ı işgal ederek Beyrut’u kuşatmasıyla birlikte FKÖ, Lübnan’ı terk ederek başka Arap ülkelerine gitti ve Lübnan’daki kampları dağıtıldı.
1965’te büyük umut, kararlılık ve coşkuyla başlayan ayaklanmanın ve onun askeri-politik önderi konumundaki FKÖ’nün geldiği nokta hiç de iç açıcı değildi. Yukarıda da değindiğimiz Camp David barış antlaşması (ya da kandırmacası), ve sonrasında yaşanan ağır yenilgi ve katliamlarla birlikte tüm bu olumsuz gelişmeler, Filistin halkında derin bir çaresizlik, yılgınlık ve ekonomik anlamda da yoksulluğa neden olmuştu. İşte Filistinlilerin bu en zor döneminde, Filistin Devrimi, 1987’de yeni bir intifadayla önemli bir tırmanışa geçti. Bu intifada’daki ana mücadele yöntemi; taşlı, sopalı, sapanlı molotof kokteylli direniştir. Dış dinamiklerini ve olanaklarını kaybetmiş bir anlamda yalnızlaşmış diyebileceğimiz Filistin halkının, kendi iç dinamikleriyle ve işgal altındaki topraklarda gerçekleştirdiği bu çıkışından bir yıl sonra 15 Kasım 1988’de bağımsız Filistin devletinin kuruluşu ilan edildi. İntifada 1992’ye kadar yükselen bir grafik çizdi ancak, 1992 yılında gelindiğinde, intifadada durgunluk, yorgunluk dahası önemli oranda bir geriye düşüş gözlendi. Ekonomik, sosyal ve siyasal olarak bazı olumsuzluklar açığa çıkmaya başladı.
KÖRFEZ SAVAŞİ VE PAX-AMERİCANA
Dünyanın çok büyük bir bölümünde olduğu gibi Ortadoğu’daki güç dengeleri de önemli oranda iki bloklu dünyaya göre biçimlenmişti. Ancak Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğu ülkelerinin dağılma ve çöküşünden sonra, bölgedeki dengelerde de önemli oranda oynamalar oldu ve emperyalistler, özellikle de sosyalist kampın dağılışından sonra kendisini karşı durulmaz bir süper güç ilan eden ABD, çevresinde güçlü bir ittifak oluşturarak Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmek için harekete geçti.
Irak ile İran savaşını körükleyen bu savaşta Irak’ı açıkça destekleyen, İngiltere ve Almanya ile birlikte Irak’ı ve Ortadoğu’yu korkunç bir silah deposuna dönüştüren ABD, 1991 yılma gelindiğinde “Kahve Bahane” misali Irak’ın Kuveyt’i işgalini gerekçe gösterip Irak’a saldırarak, Körfez Savaşı’nı başlatmış oldu.
Irak’ın askeri gücüne önemli darbeler vurduktan ve bir türlü tam istediği gibi hizaya sokamadığı diğer bölge ülkelerine de gözdağı verdikten sonra, ABD ve İsrail için nimet, Filistin ve Ortadoğu halkları için ise külfet ve yıkım anlamına gelen bildik barış görüşmeleri ile Ortadoğu “barış” süreci yeniden başladı.
Ancak Körfez Savaşı, Filistin halkının son 45 yıl içinde üçüncü kez yerinden olmasına neden oldu. 1949 yenilgisiyle İsrail’in işgal ettiği yerlerden kaçan 900 bin dolayında Filistinli, diğer Arap ülkelerine sığınmış, 1967’deki 6 gün savaşından sonra da Golan Tepeleri Batı Şeria ve Gazze’yi terk etmek zorunda kalan 350 bin Filistinlinin büyük çoğunluğu Ürdün’e sığınmak zorunda kalmıştı. 1991 Körfez savaşında ise başta Kuveyt olmak üzere diğer Arap ülkelerinden 400 bin Filistinli onları kabul eden yegâne ülke olan Ürdün’e göçtü. Sonuç olarak, bugün 3 milyon civarında Filistinlinin Ürdün, Suriye ve Lübnan gibi ülkelerde sürgünde yaşadığı tahmin edilmektedir. Ayrıca gerek sürgünde gerekse kendi topraklarında olan Filistinlilerin ekonomik durumları günden güne bozulmaktadır. Yalnızca Körfez Savaşı’nda maddi kayıplarının Kuveyt’te bıraktıkları mallar hariç 10
Milyar dolar olduğu tahmin edilmektedir.
VE 2000’li YILLAR
2000’li yıllara gelindiğinde, Körfez Savaşı ve ardından yapılan barış görüşmeleri sonucunda ABD’nin ve gitgide büyüyerek Ortadoğu’ya sığmaz hale gelen Yahudi sermayesinin Ortadoğu’yu şekillendirmekte yetersiz kaldığını görebilmekteyiz. Bu yetersizliğin başlıca nedeni olan bölgenin kendine özgü güçlü dinamikleriyle birlikte; artık dünya egemenliğine oynayan, en azından bunu ABD ile paylaşma yönünde güçlü ve önemli adımlar atan diğer emperyal güçlerin ortaya çıkışını gösterebiliriz.
28 Eylül 2000 tarihinde Ariel Şaron’un kontrgerilla çetesiyle birlikte Harem-Ül Şerifi ziyaret etmesi, zaten Oslo antlaşmasının yarattığı hayal kırıklığı ile kaynayıp duran Filistin halkı için bardağı taşıran son damla oldu. Ve bu koşullarda yeni bir intifada gerçekleşti. Böylece Oslo’da Pax-Amerikana çerçevesinde başlatılan “Barış süreci” askıya alınmış oldu. Aslında Filistin halkının birliğini bozmaya ve aykırı grupları özerk Filistin yönetimi adı altında kurulan Arafat hükümetine, onun polis gücüne ezdirmeyi planlayan bu emperyalist dayatma barışı, Arafat’ın bütün tavizlerine karşı çökmüştü.
Öncekilerle aynı özellikleri taşısa da; genel ve güçlü bir halk örgütlenmesinin yaratılmasındaki eksiklikler bakımından, önceki intifadalarda ayrılan bir özellik taşıyan bu intifadadaki önderliğin zayıflığı, kalkışmanın her aşamasında kendisini hissettirdi.
Çıkan çatışmalarda kendisi de önemli kayıplar veren İsrail, 11 Eylül saldırılarının ardından “ortak düşman, uluslararası terör” demagojik söylemiyle, Körfez Savaşı’nda olduğu gibi diğer emperyalist güçlerin en azından bir bölümünü yanında saflaştırmanın ve bununla birlikte gitgide zayıflayan dünya egemenliğini güçlendirmenin hesaplarını yapıp olanaklarını yaratmaya çalışan ABD’nin de onayıyla, Filistin tarihinin en kapsamlı işgal hareketini başlattı. Doğrudan Arafat’ın karargâhını ve Filistin özerk yönetimini hedef alan saldırı, kısa sürede tüm dünyanın tanık olduğu bir katliama dönüştü.
SONUÇ OLARAK
Bu gelişmeler oluyorken uzun bir süredir Arafat’ın devre dışı kalması gerektiğini ve “daha yumuşak” liderlerle muhatap olmak istediğini sıklıkla beyan eden İsrail ile bu yılın Nisan ayında J. W. Bush’un İngiliz ITV televizyonuna yaptığı açıklamada Arafat’ın “Ortadoğu da bir anlaşma sağlayacak durumda olmadığını söylemesi hatta daha ileri giderek Arafat Oslo’da terörizme karşı mücadele sözü vermişti. Ateşkesi sağladığını düşünüyorduk. Ancak intihar saldırısıyla karşılaştık. Arafat her şeyden önce otoritesinin olduğunu kanıtlamalıdır. Arafat halkını yüzüstü bırakmıştır.” türünden provokatif söylemleri, “Arafat’tan daha makul” liderlerle masaya oturmak istemesi, bununla da sınırlı kalmayarak Filistinlileri de dışta tutup, Suudi Arabistan, Ürdün ve Mısır’ın liderlerinin adını verip “bölgede otoritesini kullanabilecek başka liderler vardır. Suudi veliaht prensi Abdullah ilk planda rol almaktadır. Mısır devlet başkanı Hüsnü Mübarek, Ürdün Kralı Abdullah gibi liderler vardır. Colin Powell, bu liderlerle kalıcı bir barış süreci başlatmak için Ortadoğu’ya gidiyor” diyen Bush; yine Haziran ayındaki açıklamalarında ise, meşru Filistin liderinin adını ağzına almadan, onun devrilmesi gerektiğini söyleyip ardından da Filistin devletini bugün kabul etmediklerini ilan ederek baklayı ağzından çıkararak Filistin sorununa ilişkin temel politikayı ortaya koymuştur.
Siyasal planda demeç ve açıklamalarla askeri planda ise kurşun, bomba ve katliamlarla sürüp giden bu saldırıların amacı, Filistin halkının gözünde teslimiyetçi tutumu ve verdiği tavizlerden ötürü siyasal ve sosyal karizmasını önemli oranda yitirse de alternatifsizliğinden dolayı hala birleştirici özelliğini koruması nedeniyle Filistin halkı nezdinde liderliği devam eden Arafat’ın, tam olarak tasfiyesi ile birlikte, Filistin halkının örgütlü ve birleşik mücadelesini sekteye uğratıp, Filistin topraklarını küçük parçalara ayırarak ve yerine gelecek çok daha güvenilir, ABD ile İsrail’in politikalarına zerrece itiraz etmeden secde edecek Afganistan’daki gibi bir yönetim ile birlikte Filistin devrimini nihayetlendirmektir.
Bunlar başarıldığında, ABD emperyalizmi ve ülküdaşı İsrail Siyonizm’i, bölgede kendileri için her dönem istikrarsızlık unsuru haline gelmiş ve bu yönüyle de Ortadoğu halklarına “kötü örnek” olan bölgenin bu anti-emperyalist ve direngen unsurunun bertaraf etmiş olarak rahat bir nefes alacak! Ortadoğu’daki ekonomik ve politik geleceklerine daha güvenle bakabileceklerdir.
Tüm bunlar oluyorken Filistin ve Ortadoğu halklarının, devrimci dinamiklerini harekete geçirip anti-emperyalist bir mücadeleyle birlikte emperyalistlerin ve bölge gerici yönetimlerinin planlarını bozmaları; bugünkü Filistin’e yapılan saldırıları püskürtmek ve olası bir Irak saldırısını önlemek yoluyla da emperyalistlerin bölgedeki etkinliğini ve yükselişini kırmaları, bağımsız demokratik bir Filistin Devleti’nin kuruluşu ve bölge haklarının kendi gerici-işbirlikçi yönetimlerinden kurtuluşu için başlangıç adımları olacaktır.