güncel tartışmalar ışığında dersim tarihine kısa bir bakış

“bizi bir kamyona doldurdular.
tüfekli iki erin nezaretinde.
sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular.
günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar.
tarih öncesi köpekler havlıyordu.
aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk,
o havlamalar, polisler.
duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki.
annem sürgünde öldü, babam sürgünde öldü”

Cemal Süreya

 

Dersim ’38 katliamı, herhalde katliamın yaşandığı dönemler dışında ilk defa bu kadar geniş bir çevrede tartışılır oldu. Devrimci, demokrat güçler, Kürtler ve Dersim halkı bakımından, 38 Dersim katliamı, detaylı olarak bilinen ve içerde hep açık kalmış kanayan bir yaraydı. Fakat son dönemde bu katliamdan daha geniş halk kesimlerinin haberi oldu ve “Nedir bu Dersim katliamı?” sorusu sorulmaya başlandı.

Aslında katliamın nasıl gündeme geldiğiyle başlarsak, daha da anlaşılır olur.

10 Kasım’da TBMM’de Kürt sorununa ilişkin tartışmalar esnasında CHP grubu adına düşüncelerini ifade eden Onur Öymen, Dersim ve Şeyh Said isyanlarının bastırılmasında yöntem olarak kullanılan “müzakere değil, savaş” anlayışını bugün Kürt sorununda çözüm yolu olarak önerince, bu tartışmaların önü açıldı. İlk başta, bu açıklama bir dil sürçmesi veya Öymen’in kişisel düşünceleri gibi gösterilmeye çalışıldı. Oysa Öymen, burjuva devlet anlayışını iyi özümsemiş bir diplomat olarak, bu meselede geleneksel bir particilik yaklaşımdan da öte, seksen yıllık bir devlet politikasının sözcülüğünü yapmıştı. Bu durumda ayrıntıların önemi olmadığını anlatmaya çalışmıştır ve AKP’yi de bu olay üzerinden bir kere daha uyarmıştır. Diğer taraftan, Özellikle Dersim merkez ve ilçelerinde halkın önemli bir kesimin dahil olduğu protestolar ve CHP’ den istifalar gündeme gelmesine rağmen, CHP geri adım atmamıştır. CHP’nin “devlet mi, halk mı?” sorusuna cevabı, her zamanki gibi, ne pahasına olursa olsun devlet ve onun çıkarları olmuştur. Ne var ki, bütün bu tartışmalar ve tarihsel yüzleşme, AKP Hükümeti tarafından bugün sorunun demokratik çözümünün bir adımı olarak ele alınmadı, yalnızca CHP’yle hesaplaşmayı esas alan ajitatif bir yaklaşım sergilendi. Oysa ki, Dersim’den bugünkü Tunceli’ye gelene kadarki bütün bir tarih, 80 yıllık egemen zihniyetin statükocu yaklaşımın bir panoramasıdır adeta. Kıyımlar, katliamlar, asimilasyon, sürgün, yola getirme politikaları ve yarattığı sonuçlar bugün de etkisini sürdürmekte, varlığını devam ettirmektedir.

OSMANLI’DAN CUMHURİYET’E DERSİM’İN KISA TARİHİ

Osmanlı döneminde, Dersim, gerek coğrafi, gerekse de aşiret yapısından kaynaklanan doğal bir özerk yapıya sahipti (yurtluk ve ocaklık biçiminde). Yavuz Sultan Selim’in İran (Çaldıran Savaşları) üzerine yaptığı seferde, yol boylarında, özellikle Alevilere yönelik katliamlarında, Dersim’i de (daha çok batı Dersim’i) içine alan katliamları olmuş, ancak Dersim, bu vahşi saldırılara rağmen özerkliğini korumuştu.1847 yılında, Dersim’in Vilayet yapılmasına karar verilinceye kadar, bu durum böyle devam etmiştir. 1856 yılında çıkarılan toprak ıslah kanunu ile Osmanlı, ilk defa Dersim’e yönelmeye başlamıştır. Şu an kabul edilen rakamlara göre, 1840’lı yıllardan 1937’e kadar, Dersim’e, toplam 108 irili ufaklı askeri sefer (şimdiki adıyla operasyon) düzenlenmiş, ancak bu operasyonlarla bütünlüklü bir “başarı” sağlanamamıştır. “Dersim’e sefer olur, zafer olmaz” sözünün de buradan geldiği söylenir.

Gerek Osmanlı, gerekse de Cumhuriyet dönemi seferlerinin belli başlı amaçları nelerdir diye baktığımızda; Dersim’i merkezi otoriteye bağlamak, onlardan vergi ve asker almak, kızılbaş/aleviliği ortadan kaldırmak ya da Sünni İslam’a kazanmak amaçları sayılabilir. Ancak Cumhuriyet döneminde, bu amaçlara, ayrıca Dersim’i Türkleştirmek ve asimile etmek de eklenmiştir.

1905 yılına gelinceye kadar, Osmanlı, Dersim’e irili ufaklı birçok sefer düzenlenmiştir. Ancak bu seferler başarısız olunca, Abdülhamit ve ondan sonraki dönemde, Osmanlı, Hamidiye alaylarını Dersim üzerine sürmüştür. Osmanlı’nın, etnik unsurları sürekli çatıştırarak egemenliğini sürdürme anlayışı, burada da kendini bir kere daha göstermiştir. Bu dönemdeki çatışmalarda binlerce insan ölmüş, binlercesi sürgünle karşı karşıya kalmıştır. Osmanlı, o dönem, Dersimi zapt edemeyeceğini anlayınca, Dersim aşiretleriyle pazarlığa oturmuş ve Rus ordusuna karşı mücadele etmek karşılığında vergilerinin hafifletileceği ve Dersim’e dokunulmayacağı gibi sözler verilmiştir. Seyit Rıza ve arkadaşları, Rus ordusuna karşı, zaman zaman savaşarak ve zaman zaman uzlaşarak mücadele etmiştir. O dönem, Bab-ı âli gazeteleri, Seyit Rıza’ya ‘Dersim Generali’ lakabını vererek, ondan övgüyle söz etmişlerdir. Seyit Rıza ve arkadaşlarının esir aldıkları ve öldürdükleri Rus askerlerinin silahlarını almalarını kahramanlık olarak alkışlayan aynı gazeteler, Seyit Rıza’lar bu silahları nefsi müdafaa için 1937 yılında kullandıklarında ise, onları Ruslardan yardım almakla suçlamışlardır.

Cumhuriyet dönemine gelindiğinde ise, 1920 yılında, Meclis’ten, adına “nasihat heyeti” denen 11 milletvekilinden oluşan bir heyet, Dersime gelip ileri gelenlerle görüşmeler yapmıştır. (Bu görüşmeler, “müzakere etmediler’’ diyen CHP’li Onur Öymen’in tarih çarpıtıcılığına bir örnektir.) Bu görüşmelerin ardından, görüşme heyeti, Dersimlilerin talebi olan özerklik talebini TBMM’ye iletmiştir. 1921 Anayasası’nın; kurucu bir anayasa olarak, görece demokratik yanlarının olduğu bu dönemde, Dersim ve Kürdistan’ın başka bölgelerine özerklik verilmesi ciddi bir biçimde tartışılmıştır. Ancak Koçgiri İsyanı’nın kanlı biçimde bastırılmasının ardından, Dersimlilerin özerklik istemleri de reddedilmiş ve meselenin çözümüne ilişkin yöntem olarak, kan ve savaş benimsenmiştir. 1923’ten itibaren de, Dersim katliamı adım adım örgütlenmiştir.

Dersim vilayetini yeni yöntemle yapılandıracağız… Bundan sonra Dersim’e verilecek şeklin safhası başlayacaktır. Bütün tasavvurlar gizlidir.”– İsmet İnönü, Mustafa Kemal’e sunduğu meşhur “Kürt raporu”nda aynen böyle yazmaktaydı. Mustafa Kemal ise, TBMM’de, “Ulusumuzun layık olduğu yüksek uygarlık ve refah düzeyine ulaşmasının engellenmesinin düşünülmesine yer bırakılmadığını ve bırakılmayacağını huzurunuzda söylemekle mutluyum. (bravo sesleri, alkışlar) Tunceli’nde yapılan uygulamaların sonuçları bu gerçeğin belirtileri olacaktır.” şeklinde konuşmuştur. Mustafa Kemal’in mecliste anlattığı şudur: “İşlerimizin en önemlisi Dersim meselesidir. Bu yarayı, bu korkunç çıbanı temizleyip ve kökünden kesmek işi her ne pahasına olursa olsun yapılmalı ve bu hususta en acil kararların alınması için, hükümete tam ve geniş yetkiler verilmelidir.” (Millet Meclisi Tutanak Dergisi d. v, c. 20 s.18)

Dolayısıyla Dersim Katliamı adım adım ve planlı biçimde başlamıştı.

Kürdistan tarihinde, isyan denebilecek asıl olarak üç girişim vardır; bunlar Koçgiri İsyanı, Ağrı İsyanı ve Şeyh Said İsyanı’dır. Bütün bu isyanlar, dönemin koşullarından dolayı ayrı zamanda ve çoğunlukla da birbirinden önemli ölçüde ayrı gerçekleşmiş ve en az Onur Öymen’i tatmin edecek kadar kan dökülerek, analar, babalar ağlatılarak bastırılmıştır. Bunların dışında kalan ve “Kürt isyanları” olarak tarif edilen olaylar, daha çok, yapılan saldırılar karşısında nefs-i müdafaa durumundadırlar.

DERSİM: İSYAN MI? KATLİAM MI?

Dersim’e dair tartışmalar gündeme geldiğinde, kimi aydın yazar takımı, “Bu tartışmayı, daha doğrusu bu yarayı kaşıyıp yeniden kanatmanın anlamı yoktur, on yıllarca önce yaşanıp bitmiştir, nitekim Genç Cumhuriyet’e karşı bir isyan vardı ve Devlet onu bastırmalıydı” ve yine “Dersim aşiret ağalarının, din bezirgânlarının egemenliği altındaydı ve feodalizmle uygarlaşma çarpışmıştır. Bu da maalesef kanlı olmuştur” türü görüşler ileri sürmüşlerdir. Örneğin, Hürriyet gazetesinin apoletli köşe yazarı ve yeminli bir Kürt düşmanı olan Özdemir İnce, geçen yıl ( 25.05.2009) köşesinden, daha Dersim tartışmaları bu kadar alevlenmemişken, şöyle diyordu: “Bilindiği gibi Tanzimat’tan önce bütün doğu illeri derebeylik yöntemiyle idare edilmekteydi. Yönetim, derebeylerin ve aşiret reislerinin elinde idi. Tanzimat ile Kürt bey ve mirlerine tanınan ayrıcalık kaldırılmış ve bölge merkezi yönetime bağlanmıştır. Cumhuriyet döneminde hızlanan Kürt isyanlarının en önemli nedenlerinden biridir bu.

Dersim bölgesi Cumhuriyet döneminde de vergi vermiyor, askere gitmiyor ve çevre il ve ilçeleri talan etmeye ve soygunlara devam ediyordu.

1937 isyanı da bu nedenlerle çıkmıştı. Cumhuriyet, devrimlerine karşı direnen bir bölgeye müdahale etmeyip ne yapacaktı? Toprak reformu yaparak, köy enstitülerini kurarak yaranın kökenine gidilmek istendi. Ama bu kez aynı ağalar ve feodaller, TBMM’de bu girişimlere engel oldular.

Herhalde CHP’li Onur Öymen de İnce’den feyiz ve cesaret almış olmalı!

Öncelikle Dersim’in ’38’in, bir “isyan” değil, katliam olduğunu bizzat Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı söylemek zorunda kaldı. Aradan geçen 72 yıl sonra olsa da. Ancak yukarıda da kısaca değindiğimiz gibi, o dönemin kimi tarihi belgelerine baktığımızda, Dersim katliamının, 1923 ten başlanarak planlandığını görmek mümkündür. Devlet, 1926’dan 1935’e kadar, İçişleri Bakanlığı, Genelkurmay Başkanlığı, bölge valilikleri ve özel yetkili müfettişlerce toplam 9 rapor hazırlatmıştır.* Bütün bu raporların özü, dönemin Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’ın Mustafa Kemal’e sunduğu 1930 tarihli raporun şu kısmında yatmaktadır: “Reislerin, bey ve ağaların, seyitlerin bir daha gelmemek üzere batı Anadolu’ya nakli, sonra halkın en şerrir olanlarının Dersim’den uzak ovalara sevk ve öz Türk köyleri içersine dağıtılmaları… gereken yerlere blok havuzların yapılması**… Yüksek memurlara adeta koloni idarelerindeki yetkilerin verilmesi… Türklüğün telkini… Dersimli okşanmakla kazanılmaz, silahlı kuvvetlerin müdahalesi Dersimliye daha çok tesir yapar ve ıslahın esasını teşkil eder. Dersim önce koloni gibi ele alınmalı. Türk toplumu içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra ve yavaş yavaş öz Türk hukuku uygulanmalıdır.[1]

Yapılmak istenen açıktır ve 1936 yılında adım adım uygulamaya geçirilmiştir.

Dersimlilerin uçurumlardan atıldığı, mağaralarda zehirli gazlarla bombalandığı, kadın-çocuk-yaşlı tanımayan ayrımsız bir şiddet ve vahşetin uygulandığı, kundaktaki bebeklerin bile süngülendiği, derelerin cesetlerle dolup taştığı, kanın günlerce Munzur, Harçik olup aktığı, idam etmek için yaşlıların yaşlarının küçültüldüğü, çocukların yaşının büyütüldüğü, cesetlerin bile yakılarak yok edilemediği, idam edilen Seyit Rıza gibi liderlerin mezar yerlerinin bile saklandığı korkunç bir KATLİAMDIR Dersim.

Katliam neticesinde, resmi devlet kaynaklarına göre, 12-13 bin civarında insan öldürülmüş, 12 bin insan ise göç ve sürgüne uğratılmıştır. Ancak resmi rakamlar, katliamı mümkün olan en alt seviyede göstermeye yöneliktir; gerçekte ise, 30 ile 40 bin arası insan ölmüştür. CHP Grup Başkan Vekili Tuncelili Kemal Kılıçdaroğlu’nun, 1987 yılında, Bursa’da, evinde Röportaj yaptığı dönemin emniyet amiri İhsan Sabri Çağlayangil, Dersim Katliamı’nı şöyle özetlemiştir: “Mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı, Mağaraların kapısının içinden… Bunları, fare gibi zehirledi. Ve 7’den 70’e Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir harekât oldu.[2]

Barbarlığa uygarlık götürme” (ABD’nin Irak ve Afganistan’ı işgal gerekçesine çok benziyor) mevzuuna gelince…

Öncelikle, Dersim halkının, binlerce yıldır kendi coğrafyası, kendi doğal yaşamı içersinde zaten bir uygarlığı vardı ve bu, başlıca, son derece hümanist alevi/kızılbaş uygarlığıydı. Dili de Kürtçe ve Zazacaydı. Ancak, Osmanlı’dan geriye kalan topraklarda bir ulus devlet yaratma tutkusu bir “İttihat ve Terakki” ülküsüydü ve “tek devlet, tek millet, tek din, tek dil” biçiminde özetlenen bu ülkü, bütün farklılıkları tırpanlayan bir tek-ulusçu projeydi. Bugün CHP’nin Meclis’te dillendirdiği anlayış da, bu kanlı ‘uygarlık’ yolundan giden anlayıştan başkası değildir. Ayrıca yalnızca Dersim Katliamı’nda değil, Ağrı İsyanı’nın nihai olarak bastırılabildiği 1930’da, 15 bin kişinin katledilip Zilan Deresinin cesetlerle doldurulduğu günlerde de, sonranın “Milli Şef”i CHP’li İsmet İnönü şunları söylüyordu: “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.[3] Tesadüf olmasa gerek, yine aynı günlerde dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt (ki halen de bütün adliye saraylarında ve Adalet Bakanlığı’nda meşhur vecizleri asılıdır) da şu meşhur sözleri etmiştir:

Biz Türkiye denen dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz. Mebusunuz inançlarından samimiyetle bahsetmek için buradan daha müsait bir ortam bulamazdı. Onun için hislerimi saklamayacağım. Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler![4]

Buraya son bir ekleme yapalım… Dersim’e o dönem “ağaların, şıhların, din bezirganlarının saltanatını yıkarak uygarlığı götürme” iddiasında olanlar, öncesi bir yana, son 25-30 yılda Kürt illerinde yükselen ulusal hareketin karşısına, yine aşiret ağalarını, aşiretler ve ağalar üzerinden kurulmuş bir sistem olan koruculuğu, şıhları (Hizbikontraları- Kontgerillanın tetikçileri Hizbullah örgütü), uyuşturucu ve kaçakçılık baronlarını çıkarmadılar mı? Bunlar da “bölgenin muasırlaştırması (çağdaşlaştırılması)”, “bayındır hale getirilmesi” için yapıldı herhalde!

DERSİM KATLİAMI IŞIĞINDA GÜNCEL BİR HESAP

Son tartışmalar, egemen sınıfların tarihsel ayrım noktalarını da Dersim üzerinden bir kez daha gösterdi.

AKP ve onun sözcüleri, Dersim Katliamı’nı Meclis kürsülerinden anlatır ve “Bu katliam Osmanlı’yı tasfiye eden İttihatçı, Cumhuriyetçi güruhun eseridir” demeye getirirken, daha çok katliamın bütün kefaretini “solcu” Kemalistlere yıkmaya çalışmaktadır. Bunlar, katliamın sorumluluğuyla ilgili olarak, Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Mahmut Esat Bozkurt, Şükrü Kaya gibi CHP’lileri işaret ederlerken; Celal Bayar, Fevzi Çakmak, Kazım Karabekir’i ‘günahsız’ göstermeye çalışmaktadır. AKP’liler, daha da ileri giderek, “Fevzi Çakmak yetişmeseydi katliam daha büyük olurdu” diyerek, AKP’nin fikri dayanaklarının tarihi temellerini aklamaya, güç toplamaya çalışmaktadır. Öte yandan, Tunceli’de on yıllardır birinci parti olarak kalan CHP ise, 70 yıl “O tarihte Mustafa Kemal ölüm döşeğindeydi, Celal Bayar Başbakanlık yapmaktaydı. Dolayısıyla bu katliamın emrini Mustafa Kemal ve arkadaşları vermemiş, tam tersine, Mustafa Kemal, Seyit Rıza ve arkadaşlarının idamdan kurtarmaya gelmiş, ancak yetişememiştir” propagandasını yapmıştır. Dersim bölgesinde CHP’nin geçmiş yıllarda güçlü olmasının nedenlerinden biri de, bu propagandanın tutmuş olmasıdır. Aslında ise, Dersim katliamında ulusalcı güçlerin sorumluluğu ne kadar ise, Osmanlıcı, İslamcı güçlerin sorumluluğu ve suçu da o kadardır. Bunu görmek için, yalnızca 1926’dan 1937’e kadar yazılan raporlar ve sahiplerine bakmak bile yeterlidir. İsmet Paşa’nın “Şark Raporu”, Mareşal Fevzi Çakmak’ın “Dersim Değerlendirme Raporu” ve daha diğerleri ortadadır. Bütün propagandif kişiselleştirme çabalarının ötesinde, Dersim Katliamı ve diğer Kürt katliamlarının tamamı bir devlet politikası doğrultusunda gerçekleştirilmiştir ve bu politika bugün de birçok yönüyle işlemektedir. “Kürt açılımı”, “Alevi açılımı” , “Roman Açılımı” vb., bu devlet politikasının, tıkandığı yerden, farklı araçlarla sürdürülmek istenmesinin bir sonucu olarak gündeme getirilmiş politikalardır. Şu günlerde AKP ve CHP arasında devam eden ‘kavga’, bir yanıyla yeni Osmanlıcı–Ilımlı İslamcı güçlerle, ‘Laikçiler’, Cumhuriyetçiler kapışmasıdır. Ancak son noktada emperyalizme ve burjuvaziye daha iyi hizmet etme yarışı olan bu kavgadan, tarih de göstermiştir ki, her dönem Alevilere, Kürtlere ve ezilenlere daha fazla kan, gözyaşı ve yoksulluktan başka bir şey ürememiştir.

KIZILBAŞ ALEVİ VE KÜRT KİMLİĞİ TARTIŞMASI

Dersim katliamı sorunu gerçekte egemen güçlerin Kürt sorununa tarih boyunca yaklaşım biçimi olmakla beraber, bazı anlayışlar, Dersim Katliamı’nı, diğer bütün Kürt katliamları ve isyanlarından özellikle ayırmaya ve Kızılbaş Alevi kimliğinin bu katliamın tek ve gerçek nedeni olduğunu söyleyerek, Dersim Katliamı’nı, Kürtlere yönelik asimilasyon, inkâr ve imha politikalarından bağımsız değerlendirmeye çalışmaktadırlar.

Doğrudur, Dersim nüfusunun bütünü Alevidir. İnanç ve kültürleri bakımından da, birçok farklılıkları vardır. Ne var ki, bu farklılıklar, tek başına farklı bir ulus oluşturamaz. Zazacanın Kürtçenin bir lehçesi mi, ayrı bir dil mi olduğu tartışmaları bir yana, Zazaca konuşulmasından hareketle, Dersimlilerin yaşadıkları bölgeleri ‘Zazaistan veya ‘Alevistan’ olarak ifade eden bu çevreler, kaba köylü tipi bir yörecilik ve bölgecilik yapmaktadır. Bu temelde, özellikle Zazacılık ve Kızılbaş Aleviliği birleştirmenin ve buradan hareketle Dersimlilerin Kürt olmadığına bir tarihsel dayanak oluşturulmaya çalışılmaktadır.

Cumhuriyet döneminde, egemenler, Koçgiri’yi vurduktan sonra; Sünni Kürt aşiretlerin Koçgiri’ye destek vermemesini ve şeyh Said hareketindeki kimi dinsel yönleri kullanarak, Dersimlilerin 1925 hareketiyle birleşmesini önlemişlerdi. Hareket bastırıldıktan sonra ise, dönemin Dersim Mebusu Diyap Ağa ve Mıço Ağa gibilerinden 1925 Şeyh Said İsyanı aleyhtarı demeçler alınıyordu.

O dönemler, yaşandığı düşünülen, bugün bile sıkça anlatılan bir hikâye vardır. Bu hikaye şöyledir: “Şeyh Said, adamlarını bir heyet olarak Dersimlilerle görüşmek için Dersim’e gönderir. Dersimliler o heyete kurban keserler, ancak heyettekiler, ‘biz Alevilerin kestiği kurbanı yemeyiz’ diyerek kurbanı yemezler. Bu durum, Seyit Rıza ve arkadaşlarının 1925 İsyanı’na soğuk durmalarına sebep olur.” Bu hikâyenin ne zaman kimin tarafından uydurulduğu belli değildir. Ancak belli olan, bu hikâyedeki Kürtleri bölmeye yönelik amaçtır ve bu amaç, bugün de farklı biçimlerde kullanılmaya çalışılmaktadır.

Dersim’i, diğer Kürt topluluklarından yalıtma ve zamanı geldiğinde dersini vererek tasfiye etme, bu gizli politikanın temelini oluşturuyor. Nitekim, diğer hareketler bastırıldıktan kısa süre sonra, sıra Dersim’e gelmiş ve 1926’da Ankara’ya çağrılan ve şaşalı törenlerle ağırlanan aşiret reislerinin hemen tamamı, 1937-38 katliamlarında katledilmişlerdir.

Ankara’ya gelen heyetin TBMM’ye sunduğu talepler listesinde ve sonradan Dersim’e gönderilen “nasihat heyeti”ne ilettikleri şartlardaysa, Dersim bölgesi, Kürdistan’ın parçası ve burada yaşayanlar da Kürt olarak ifade edilmiştir.

SONUÇ

Özetlemek gerekirse, devletin Dersim politikası, kimi özgün yanları bulunmakla birlikte, Kürt sorununda uygulanan inkâr, imha ve asimilasyon politikalarının bir parçası olarak şekillenmiştir. Dersim katliamının dünü ve bugünü ile doğru anlaşılması, Kürt sorununun demokratik çözümü ve halkların-inançların eşitliğini esas alan bir demokrasi mücadelesi bakımından güncelliğini ve önemini korumaktadır.

Öte yandan, Dersim topraklarının her santimetre karesinde yaşanan vahşet onlarca kitaba sığmayacak boyuttadır. Bu katliamın sonrasında yaşanan sürgün ve sonrası asimilasyon politikaları da ayrı bir katliam olarak değerlendirilmelidir. Nitekim zamanın subaylarının, birbirinden ayırarak, sözüm ona evlatlık aldıkları, ailesinin bütün fertleri öldürülmüş çok küçük yaştaki kardeşlerin, bugünlerde bile birbirini bulma çabaları sürmektedir. Yani yaşanan katliamın izleri, aradan 72 yıl geçmesine rağmen, halen acılarıyla birlikte canlıdır ve sıcaklığını korumaktadır.

AKP, tartışmaların yaşandığı günlerde, sıkça Başbakan’ın ağzından “Dersim Katliamı” söylemine sarılarak, oy avcılığına oynamıştır. Bu vesile ile Alevilere kendini adres olarak gösterme gayretine girmiştir. Ancak bu beyhude bir çabadır. Zira söylemde (Dersim Katliamı) doğru olarak ifade ettiğiniz söylemin altını doldurmalısınız. Bu bakımdan, Dersim Katliamı öncesi alınan tüm kararlara dair Meclis tutanakları başta olmak üzere, katliam ve sonrasına ait tüm arşivler açılmalı ve gereği yapılmalıdır. Başta Seyit Rıza olmak üzere, birlikte asılarak nereye gömüldükleri bilinmeyen Dersimlilerin mezar yerleri açıklanmalıdır. “Tunceli Vilayeti’nin İdaresi Hakkındaki 2884 nolu Kanun”, 25 Aralık 1935 yılında, Mustafa Kemal’in onayıyla yürürlüğe girmişti. Tunceli adının kökeni, 1935 Tarihli ‘Tunçeli’ operasyonun adıdır ve o operasyonun adı, bugün hâlâ ilin resmi adı olmayı sürdürmektedir. Dersim ismi ise, halk içinde varlığını sürdürmekte, tarihine ve kültürüne sahip çıkmanın sembolü olmaya devam etmektedir. Dolayısıyla bugün Dersim isminin geri iadesi, bu mücadelenin önemli bir kazanımı olacaktır.


* Faik Bulut’un Evrensel Basım yayın’dan çıkan “Dersim Raporları” adlı kitabında bu raporlar bütün ayrıntılarıyla yayınlanmıştır.

** Bu öneri, bugün Munzur nehri üzerine barajlar inşa etmede ısrarın devletin yaklaşımındaki tarihsel derinliği göstermesi bakımından anlamlıdır.

[1] Erdoğan Aydın, Tiroj Dergisi, sayı 42, sf. 46

 

[2] Faik Bulut, Evrensel Basım Yayın, Dersim Raporları, sf. 28

[3] Milliyet, 31 Ağustos 1930

[4] Milliyet gazetesi,19 Eylül 1930

 

 

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑