Sendikalar, işçi sınıfının bir sınıf olarak kendi arasındaki rekabete son vererek patrona karşı birleşmesi ve burjuvazi ile top yekun bir mücadelenin eseri olarak tarih sahnesine çıktılar. Tarihsel olarak birçok mücadele deneyimine* sahip olarak gelişen işçi sınıfı mücadelesi, makine kırıcılığından örgütlü işçi birliklerine evrilen kitlesel bir işçi hareketi olarak, sendikal örgütlülüğe de ilk adımını attı. Bu dönüşüm, işçi sınıfı açısından birliklerini kalıcı hale getirmenin yanı sıra örgütsel olarak da bir üst aşamayı ifade ediyordu. Bu nedenle, sendikaların doğuşu, işçilerin tek tek ya da kolektif olarak işverene karşı birleşme zorunluluktan kaynaklandı.
Sendikalardan bir örgüt olarak sınıflar mücadelesinin sahnesine çıkmalarından önce de işçilerin patronlara karşı süregelen bir mücadelesi söz konusuydu. Ancak bu mücadele çoğunlukla bireysel, dağınık ve çoğunlukla şiddet içeren eylemler şeklindeydi. İşçilerin yaşadıkları grev ve direnişlerden sonra birliklerini sürdürmeleri, patronlar karşısında güçlerini ortaklaştırmak amacıyla kalıcı birliklere olan ihtiyacı, sendikaları ortaya çıkaran koşulların olgunlaşmasını beraberinde getirdi. Bu kalıcı birleşmelerle sadece kendi aralarındaki rekabeti sonlandırmakla kalmayan işçi sınıfı, aynı zamanda işçi sınıfıyla uzlaşmaz derecede karşıt çıkarlara sahip bir sınıf olan sermaye ile mücadelenin de en önemli dayanağına sahip oldular. “İşverenlerle savaşımlarında işçilere siper hizmeti gören kalıcı dayanışmalar”[i]olarak sendikalar, işçilerin siyasal savaşımının** da ilk birlikleri, işçi sınıfının ilk kitlesel mücadele örgütü olarak tarih sahnesine çıktı.
Sendikaların yaşadığı ve halen karşı karşıya bulunduğu sendikal mücadeleye yaklaşım sorunu, sınıf mücadelesinin temel sorunu olarak varlığını devam ettiriyor. Giderek üyelerine yabancılaşan, yeni haklar elde etmek bir yana, mevcut haklarını koruma konusunda en temel görevlerini bile yerine getirmekten imtina eden, varlık nedenleri tartışılan örgütlere dönüşmeleri nedeniyle sendikaların mücadeledeki rolü ve görevleri, ilk ortaya çıkmalarından bu yana en çok tartışılan konuların başında geliyor. Tarihsel gelişim süreci içinde dönem dönem farklılıklar gösterse de, sendikaların ve sendikal hareketin niteliği, sendikalar için “içeriden” ve “dışarıdan” tartışılan bir konu olmayı sürdürüyor. Uzun sayılabilecek bir süreden bu yana varlıkları ve gerekliliği sorgulanır olan sendikaların, yola nasıl devam edeceklerinin cevabını bulmak bugün her zaman olduğundan daha fazla önem taşıyor.
Bugünkü halleriyle sendikaların büyük bir bölümü, sınıf örgütleri olmaktan hızla uzaklaşmış, sınıfın sorunlarına ve mücadelesine yabancı hale gelmiştir. Gün geçtikçe nicel ve nitel olarak zayıflayan sendikaların mevcut durum ve anlayışla sınıf hareketinin sendikalaşma ihtiyacına cevap olamayacağı açıktır. İşlerin artık “dün” olduğu gibi yürüyemeyeceği gerçeği, bugün çok geniş bir kesim tarafından dile getirilmektedir. Üyeleri ile seçimden seçime buluşan, sermayenin saldırı dalgaları karşısında üye ve güç yitiminden kurtulamayan, bir mücadele örgütü için kabul edilemez olan “pasif üye, aktif yönetici” anlayışı da işçi sınıfına hizmet eden mücadele örgütleri olarak sendikaların nasıl bir sendikal mücadele benimserse gerçek işçi örgütleri haline gelebileceği sorusu önem kazanmıştır.
Çeşitli burjuva akımlardan beslenen mevcut sınıf dışı sendikal anlayışlar, işçi sınıfı saflarında yaratmış olduğu tahribat ve kafa karışıklığıyla sendikal mücadelenin dolayısıyla sınıf mücadelesinin geriye düşmesine neden olmaktadır. Oysa işçi sınıfının bir sınıf olarak tarih sahnesine çıktığı andan itibaren içerden ve dışarıdan bu tür sınıf düşmanı fikirlerle mücadele ederek ilerlemiş olması ve her türlü burjuva karakterli sendikacılık yaklaşımını yenilgiye uğrattığı ölçüde başarılı olması, işçi sınıfı mücadelesinin tarihsel bir gerçekliğidir.
Sorun sendikalar ve sendikal mücadele olarak adlandırıldığında, her türden burjuva ideolojinin ve sınıf dışı “sol” anlayışların, Marksizm dışı değerlendirme ve manipülasyonuna açık hale gelmektedir. Çünkü sınıf mücadelesi, işçi sınıfının iktidar mücadelesinden ve işçi sınıfının devrimci bir sınıf olarak görev ve yükümlülüklerinden soyutlanarak ücret mücadelesine indirgenmektedir. Bu nedenle özellikle sermaye saldırılarının yoğunluğu, işçi sınıfın tarihsel kazanımlarının bir bir yok edilmesi karşısında sınıf mücadelesi, ekonomik mücadele ile eşitlenerek ya da sadece ona indirgenerek ele alınmaktadır. Kazanım ve kayıplar ekonomizm üzerinden değerlendirilmekte, TİS’ler bu yaklaşımla sorgulanmaktadır. İşçi sınıfı mücadelesi ekonomik, politik bir hareket olarak gelişmesine rağmen, sınıf mücadelesi esas olarak “maddi yaşam koşullarının” iyileştirilmesi olarak ele alındığından, burjuvazinin sularında kulaç atmak kaçınılmaz hale gelmektedir.
Sendikalar ve sendikal sorunlara farklı yaklaşım ve bu yaklaşımları ele almadan önce sendikaların hangi ihtiyacın ürünü olarak ortaya çıktıkları ve sınıf mücadelesinde işlev ve görevlerinin neler olduğunu, en önemlisi de işçi sınıfının iktidar mücadelesinde sendikal örgütlerin yerini belirlemekte yarar var. Gerek sendikal bürokrasi gerekse farklı renk ve yaklaşımdaki kimi sendikal anlayışların, sendikaları işçi sınıfının iktidar mücadelesini güçlendiren araçlar olmalarından alıkoyacak yaklaşımlara sahip oldukları bilinmektedir.
Engels, konuyla ilgili olarak; “…eğer işçiler sadece kendi aralarındaki rekabeti yok etmekle yetinip daha öteye gidemezlerse, ücret kanununun sonunda yeniden işlemeye başlayacağı gerçektir. Ancak amaçlarının bu şekilde sınırlandırılması, günümüz sendikal hareketinin ölümü olacak, sonunda işçiler arasındaki rekabetin yeniden canlanmasına yol açacaktır. Böyle bir politika söz konusu değildir. Zorunluluk, sendikaları rekabetin yalnızca bir yönüne değil, tümüne son vermeye itecektir. Bu sonuca ulaşılacaktır.”[ii] demektedir.
Engels’in belirtmiş olduğu gibi; sendikal örgütlerin doğuşunu koşullayan, öncelikle işçilerin kendi arsındaki rekabete son verme zorunluluğudur. Ancak bu, sorunun sadece bir yönünü oluşturmuştur. Eğer hala kapıda bekleyen işsizler ordusu, burjuvazi tarafından, içerde çalışan asgari ücretli işçiye karşı bir tehdit aracı olarak kullanılmak isteniyorsa, Engels’in sözünü ettiği “rekabetin” bugün de bütün kurallarıyla geçerli olduğu görülecektir. Ancak rekabeti aşmanın yolu söz konusu rekabeti sadece yok etmekle kalmayıp onun da ötesine geçmek olduğu, yani işçi sınıfının iktidarını kurmak olduğu açıktır. İşte burada belirtilen rekabetin ortadan kaldırılması sınıfın kendi siyasetini yapmasıyla, iktidar mücadelesini güçlendirmesi ile olanaklıdır. Asıl olarak kapitalist iktidarı yıkmak ve yerine kendi iktidarını kurmak perspektifiyle hareket etmek sendikal mücadelenin de temel sorunu olmak durumundadır.
İşçi sınıfı elbette ki kendi arasındaki rekabeti sonlandırmalıdır, ancak daha ötesine geçmek sendikal örgütlemeler için bir zorunluluktur. Hangi amaçla yapılmak istenirse istensin bugün de tartışma konusu olan bu meseledir. Bu tartışmaların merkezinde işçi sınıfının iktidar mücadelesine yaklaşım sorunundan ayrı ele alınamaz. Eğer sendikalar sadece işçi sınıfının kendi arasındaki rekabeti yok etmeye dönük mücadelenin ortaya çıkardığı araçlar olsaydı elbette ki o zaman bizlerde sendikaları salt ekonomik mücadelenin*** birer aracı olarak görür ve sendikaları bu görevi ne derece yerine getirdiği üzerinden tartışmayı sürdürürdük. Ancak “işçiler açısından rekabetin yeniden canlanmaması” için sendikaların yüklenmiş olduğu görev ve sorumluluğun günlük, kısa vadeli çıkarlardan daha fazlasını gerektirdiğini, rekabetin yok edilmesinin bir ön şart olarak işçi sınıfının iktidar mücadelesine bağlandığı açıktır.
İŞÇİ SINIFI VE SENDİKALAR
İşçi sınıfı ve sendikalar konusu tarih boyunca sınıf mücadelesine ilgi duyan tüm kesimlerin dikkatini çekmiş ve bu konu üzerinden yoğun tartışmaların yürütülmesine neden olmuştur. Birinci Enternasyonalin Cenevre Kongresi’nde kabul edilerek karar haline getirilen önergesinde Marx; sendikalarla ilgili olarak, “Sendikalar sermaye ile emek arasındaki gerilla savaşı için vazgeçilmez duruma gelmişlerdir, o halde bizzat ücretli emek sisteminin ortadan kaldırılmasını gerçekleştirecek örgütlü organlar olarak daha da fazla önem taşırlar.”[iii] ifadesiyle, sendikalar ile işçi sınıfının iktidar mücadelesi arasındaki dolaysız ilişkiyi belirtmektedir. Sınıf mücadelesinden ayrı değerlendirilmeyecek kadar sınıf mücadelesinin araçları olan sendikalar, emek ile sermayenin karşıt mücadelesinin sonucunda ortaya çıkmış sınıf örgütleridir. Ancak işçi sınıfını tanımlamada yaşanan yanlışlıkların neden olduğu Marksizm dışı yanlış kavrayışlar, sendikal mücadelenin de yanlış ele alınmasını beraberinde getirmiştir.
Kapitalizm sınıflı bir toplumdur ve kapitalist toplumdaki iktidar mücadelesi de iki temel sınıf, burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki iktidar mücadelesidir. Kapitalist toplumda sınıfların karşılıklı konumlanışı ve sermaye sınıfı ile işçi sınıfı arasındaki karşıtlığın tanımlanmasında yaşanan kafa karışıklığı ve sınıf dışı etkilenmelerin yol açtığı yanlış değerlendirmeler kaçınılmaz olarak sendikalar ve sendikal mücadeleye yönelik tartışmalı değerlendirmeleri ortaya çıkarabilmektedir.
Sosyalizmin geçici yenilgisinden cesaret alan ve özellikle 80’li yıllardan sonra yoğunlaşarak devam eden sosyalizm düşmanlığının o yıllarda gelmiş olduğu nokta, işçi sınıfını ve onun tarihsel konumunu yok sayarak, sınıfa ait değerlerin içini boşaltmak olmuştu. Kimileri işçi sınıfının tanımını değiştirmiş, kimileri hızını alamayarak sınıfın tükendiğini ve Marksizm’in sınıf tahlilinin sorunlu olduğunu iddia etmiş, kimileri de ar damarları çatlamışçasına kapitalizme ilericilik atfedecek kadar ileri gitmişti. Üzerinde bulundukları zemin böylesine bataklığa dönüşünce bunun üzerine inşa edilecek sınıf mücadelesi de, dolayısıyla bu mücadelenin önemli araçlarından sendikalara yaklaşım da sorunlu ve Marksizm dışı değerlendirmelerle malul hale gelmiştir.
İşçi hareketinin ilk mücadele aygıtları olmasa da, işçi sınıfının en gelişkin, en birleşik ve işçi sınıfı içerisinde rekabeti sonlandıran mücadele örgütleri olarak tarih sahnesinde yerini alan sendikaların, sınıf mücadelesi içindeki yeri ve işçi sınıfı mücadelesi açısından taşıdığı önem, sendikal mücadelenin güç ve itibar kaybettiği, aynı zamanda ağırlaşan çalışma koşulları nedeniyle sendikal örgütlenme istek ve çabalarının yükseldiği şu günlerde daha çok sorgulanır hale gelmiştir. Bu tartışmanın tarafları olarak bir yandan sendikaları sınıf mücadelesinden kopararak birer “sivil toplum” örgütüne dönüştürme çabaları, diğer yandan sendikal hareketin tekrar yüzünü sınıfa dönerek bir mücadele örgütü olarak yeniden ayağa kalkma tartışması olduğu açıktır. Bu nedenle çeşitli biçim ve argümanlarla günümüze kadar taşınan bu tartışmalar, bir yandan sendikalarda yaşanan “tıkanıklığı” aşmanın tartışması olarak görülse de, aslında tartışılan sınıfın kurtuluş mücadelesinde, işçi sınıfının ve onun örgütleri olan sendikalara yaklaşımı da açıklar niteliktedir. Çünkü sendikalar, soyut ve subjektif koşulların bir ürünü olarak değil, emek ve sermaye çelişkisinin üzerinden işçi sınıfının yarattığı tecrübelerle, tarihin somut, nesnel olgularına dayanarak var oldular. Bu nedenle bu tartışma yeni değildir. Tarihsel bir arka plana sahiptir. Bu tarihsel arka plan bir makaleyi zorlayacak bir hacimde olması nedeniyle, biz güncel yaklaşım ve tartışmaların ışığında konuyu irdelemeye çalışalım.
İŞÇİ SINIFININ İKTİDAR MÜCADELESİ Mİ, TOPLUMSAL MUHALEFET Mİ?
Sınıf mücadelesinin ekonomik, ideolojik ve politik boyutları göz ardı edilerek yapılan değerlendirme ve eleştiriler kapitalist gelişmeye bağlı olarak onun ekonomik sürecinin yanlış tahlillerinden kaynaklanmaktadır. Bu yanlış ve sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına yabancı tahlillerin sendikal alanda da karşılık bulduğu görülmektedir.
Yaşanan tıkanıklığı aşma iddiasıyla ortaya sürülen ve sendikal hareketin bütün dertlerinin dermanı olarak gösterilen ve aslında hiç de yeni olmayan “Toplumsal Hareket Sendikacılığı” (THS), bir sendikal anlayıştan daha çok sivil toplumcu bir bakış açısıyla karşımıza çıkmaktadır. Tam bir kafa karışıklığının ve eklektik yaklaşımın egemen olduğu ve yön verdiği bu anlayışın savunucuları, işçi sınıfının bileşimi ve yapısında yaşanan değişimleri kendilerince yorumlayarak, bu durum üzerinden “yeni duruma” uygun, yeni bir sendikal anlayışın gerekliliğini öne sürülmektedirler. Toplumsal Hareket Sendikacılığı broşüründen öğrendiğimize göre, “Dünya çapında yaşanan yeni bir proleterleştirme dalgası olarak da nitelenebilecek gelişmeler yaşanmakta, bu gelişmelerle birlikte, işçi sınıfının bileşimi ve yapısı da değişmeye”[iv] başlamıştır. Hemen belirtelim ki yeni bir proleterleştirme dalgasının oluştuğu doğrudur. Özellikle sanayi sitelerinde yoğunlaşan genç bir işçi kuşağının yetişmekte olduğu tüm kesimlerin ortak gözlemidir. Ancak anlaşılamayan, bu yeni dalganın neden sınıf mücadelesinin ve işçi sınıfının iktidar perspektifiyle ele alınmadığıdır.
THS, İşçi sınıfının kısa vadeli çıkarları ile uzun vadeli çıkarları arasında diyalektik bir bağ kurmaktan ısrarla uzak durmayı, büyük bir devrimcilik (!) saymaktadır. Bu durum, işçi sınıfı mücadelesi açısından yeni olmadığı gibi, sendikal mücadeleyi neredeyse sivil toplumculuğa yaklaştırmaktadır. Çözüm olarak ortaya sürülen ise, anarko-sendikalizmden devşirme, hatta onu kötü bir kopyası olarak karşımıza çıkan, işçi sınıfına iktidar mücadelesini yasaklamanın “sol” söyleminden öte bir şey değildir. İşçi sınıfın yerine çeşitli ara tabakaları esas alarak geliştirilen bu anlayış, anarko-sendikalizmin günümüze uyarlanmış bayat bir hali olmaktan öte gidemeyeceği gibi, bu yaklaşımın sınıf hareketinin yaşadığı sorunlara çözüm olması beklenemez.
THS broşürünün “Yeni Proleterleşme Dalgası” ara başlığı; “Değişim sürecinin işçi sınıfı saflarında yarattığı sonuçların, geleneksel sendikal hareket içinde kalınarak çözülemeyeceği giderek daha da belirginleşiyor. Sendikal harekette yeniden yapılanma, bir başka deyişle yeni bir sendikal hareketin yaratılması ihtiyacı bugün bütün çıplaklığıyla karşımızda duruyor.”[v] değerlendirmesi ile başlıyor. Sendikal bürokrasinin sendikal harekette yaratmış olduğu tahribat ve uzlaşmacı tutum yok sayılarak, bürokratik sendikacılığın neden olduğu tüm olumsuzlukların “geleneksel sendikacılık” olarak adlandırılması dikkat çekicidir. Bu paragrafın içerisinde eleştirilecek birçok başka yan bulunmasına rağmen, bürokratik sendikal anlayışın bir eleştirisi olarak görebiliriz. Ancak devamında bu tespitin nereye ulaşmak istediği anlaşılmaktadır; “Yeni bir sendikal hareket ihtiyacının dayandığı temel, işçi sınıfı saflarında yaşanan değişimdir. Dünya çapında yaşanan yeni bir proleterleşme dalgası yeni bir işçi kitlesi yaratıyor; bu yeni işçi kitlesi de yeni bir emek hareketine ve sendikal harekete ihtiyaç duyuyor.”[vi]
İşçi sınıfının geçmişte aynı çatı altında sahip olduğu birlikteliğin kısmen de olsa bu gün aynı düzeyde olmaması, işçi sınıfının üretim süreci içinde birbirinden yalıtılmış olmasını “işçi sınıfı saflarında yaşanan değişim” olarak ifade etmek ve bununu yeni bir sendikal anlayışın ön kabulü olarak görmek dikkat çekicidir. Kafa karışıklığının hüküm sürdüğü bu yaklaşımda, “yeni işçi kitlesi” ifadesinden kastedilenin kapitalist sömürünün bir sonucu olarak yoksullaşan kitleler olduğu açıktır. Dahası bu yaklaşım, kaba bir yoksullar yığınından, işçi sınıfı gibi modern bir sınıf çıkarmak amacı taşımaktadır ki, kabul edilemez olan da budur. Hatta her yoksul ve ezileni, düzensiz çeşitli çalışma biçimlerinde çalışanları toptan bir değerlendirmeye tabi tutarak, “bu yeni çalışma biçimleri özellikle kadın, çocuk, göçmen, azınlık ve ulusal eşitsizliğe maruz kalan emekçilerin üzerindeki sömürüyü yoğunlaştırıyor”[vii] denilerek geniş bir kesim sendikal mücadelenin öznesi haline getirilmek istenmiştir. Bu yaklaşımın sahiplerinin işçi sınıfını “Mevlana Tekkesi” gibi gördüklerini söylemek abartı olmaz. Her ezilen ve yoksulu proletaryanın yerine koymak ve proletaryayı böylesi bir zemin üzerinden tarif etmeye kalkışmak kafa karışıklığın da ötesinde anlamlar ifade etmektedir.
Esnek çalışmanın yaygınlaşması, taşeronlaştırmanın artması, kuralsız çalışmanın kural haline gelmesi uygulamaları eşliğinde, sermaye saldırıları her geçen gün artarak devam etmekte ve yaşanan saldırılar sonucunda binlerce işçi işten atılmakta, açlık ve yoksullukla karşı karşıya kalmaktadır. TİS hakkının fiili olarak ortadan kaldırılması, grevlerin bakanlar kurulu kararlarıyla engellenmesi, bürokrat sendika ağalarını rahatlatmakta, sendikacılığı masa başı görüşmelere indirgemektedir. Bürokratik sendikal anlayışın, bu saldırıları püskürtmek bir yana, bu yaşananlardan memnuniyet duyduğu ve sendikalardaki saltanatlarını sürdürmenin bir olanağı olarak gördükleri de bir gerçektir. Sendikal bürokrasinin en önemli destekleyicisi olduğu bu olumsuzlukları, “geleneksel sendikacılık” ifadesi üzerinden değerlendirmek, sorunu anlamamanın ötesinde sendikal bürokrasinin rolü ile sendikaların işlevini özdeş görmenin kaçınılmaz sonucudur. Sendikal hareketin sorunu, işçi sınıfının bileşimi ve yapısında meydana gelen değişimler kadar, sendikal bürokrasinin ardı arkası kesilmeyen ihanetleridir.
Burada kapitalizmin geçirmiş olduğu değişimin işçi sınıfının niteliği ve yapısında karşılıklı olarak değişikliklere yol açtığı ve açacağı gerçeğinden hareketle, bunun kaçınılmaz bir şekilde olumsuz siyasal sonuçlara ulaşacağının peşinen kabul edildiğini de vurgulamak gerekir. THS, işçi sınıfının bileşimi ve yapısında meydana gelen değişiklikleri, (ara sınıfların proleterleşme süreçleri de bu ifadenin içinde girer) mutlak, kaçınılmaz ve kendinden menkul bir şekilde değerlendirmektedir. İşçi sınıfının mücadele, örgütlülük ve bilinç faktörünün, yaşanan değişiklikler üzerindeki etkisini yok sayıp, kapitalizmin yaşadığı dönüşümü nesnel bir süreç olarak mutlaklaştırmak, bu sonuçları veri alıp sendikal anlayışı bu zemin üzerinde tanımlamak, kaçınılmaz bir şekilde yanlış ve hatalı sonuçlara ulaşabilmektedir. İşçi sınıfının bugünkü (“geleneksel” dedikleri) sendikal örgütlülüklerine mutlak anlamda olumsuz yaklaşarak, bu örgütlülükleri sendikal bürokrasinin kaleleri olarak değerlendirmektedirler. Böylesi çarpık bir yaklaşımın “geleneksel” olarak tanımlanan sendikalar ile bu sendikaların örgütlediği işçi sınıfına mesafeli ve hatta giderek düşmanca bir tutum takınmalarını beraberinde getirmesi kaçınılmazdır.
Sendikal anlayıştan önce sorgulamamız gereken meselenin bu olduğu açıktır. Söylenen aslında şudur: “Sendikal hareketin dibe vurmasında, aslında sendikal bürokrasinin fazla bir suçu yok, ne yapsınlar, devir değişti, işçi sınıfının yapısı değişti, eski örgüt modelleri artık ihtiyaca cevap vermiyor.” Utangaçça davranmaya gerek yok, “İşçi sınıfının bileşimi ve yapısı değiştiğine” göre, yeni bir “işçi sınıfı” ve “yeni bir sendikal anlayışla” yola devam edersiniz! Tam da burjuva ideologların çeşitli dönemlerde, özellikle de sosyalizmin geçici yenilgi yaşadığı dönemlerde dile getirdikleri gibi. Bu yaklaşım, yukarıda da vurguladığımız gibi 80’li yıllardan sonra işçi sınıfının yapısındaki değişimi kendince yorumlayarak bu durumun işçi sınıfının devrimci niteliğini ortadan kaldırdığını öne süren liberal yeni dünya düzenci anlayışa ne de çok benzemektedir. Sosyalizmin maddi bir güç olarak tarih sahnesinde yer aldığı günlerin aksine benimsenen kavramlar üzerinden “sınıftan kaçış”ın teorisini oluşturmanın “ilericilik”, “devrimcilik” sayıldığı bir dönemin sendikal yaklaşımının da “yeni” kavramının çekiciliğine kendisini kaptırmasını çok görmemek gerekir. Sorun ideolojik ve sınıfsal temelden ayrıştırılarak ele alındığından varacağı yerin -niyetten bağımsız da olsa- sınıf anlayışının ve sınıf mücadelesi kavrayışının temelden sakatlanması olduğu görülecektir.
THS broşüründe “yeni sendikal anlayış” olarak ileri sürülen “yeni görüşleri” okumaya devam edelim: “Emek hareketi dünya çapında bir kriz yaşıyor. Bu krizin nedenleri arasında hiç kuşkusuz emek hareketinin ve sosyalizmin önderliğinin yenilgisi önemli bir yer tutuyor. Bununla birlikte emperyalist sistemin yapısında ve emek-sermaye ilişkilerinde gözlenen bir dizi değişim de krizi oluşturan etmenler arasında yer alıyor.”[viii] Kapitalist gelişim ve bağlı olarak ekonomik sürecin tahliline yönelik bu yaklaşımın Küreselleşme ve yeni dünya düzeni tezlerinden etkilenmenin “sol” versiyonu bu olsa gerek. Yani bu anlayışın savunucularına göre, değişim sadece emek-sermaye ilişkileriyle sınırlı değil(!), aslında emperyalist sistemin yapısında da bir değişiklik olmuştur. Haksızlık etmek gibi bir derdimiz yok, ancak Marksizmden ve Marksist sınıf tahlilinden anladıkları bu kadardır. İşçi sınıfının üretim araçlarıyla kurulan ilişkisinin üzerinden atlanarak, kapitalist toplumdaki işçi sınıfının Weber sosyolojisinin bile gerisine düşerek, sosyal tabakalaşma, meslekî ayrımlar, gelir durumları ve genel bir yoksulluk ve “ezilme” vurgusu üzerinden yapılacak “değişim” analizinin bir sonucu olarak emekle sermaye arasındaki çelişkinin değiştiğini söylemek hem de bunu “devrimcilik” iddiası ile yapmak. İşçi sınıfının, kapitalist sistemle olan temel çelişkisinin ıskalanmasının varacağı sonuç bundan başka bir şey olamazdı zaten.
Bahsi geçen yeni (!) sınıf tahlili devrimci sözlerle ne kadar cilalanmaya çalışılırsa çalışılsın, onun Marksizm ve sınıf dışılığı hakkında bolca örnek sıralanabilir. Ancak biz birkaçını burada aktararak devam edelim. Örneğin sınıf tahlilini ve tarifini devletin ekonomideki rolünü esas alarak yapmak başlı başına bir garabet örneğinin ötesinde, doymak bilmeyen ve her gün yeni sömürü kaynaklarına ihtiyaç duyan sermayenin saldırılarını anlamamaktır. Hele alıntıladığımız şu yaklaşım Marksizm’in ne kadar anlaşıldığının belgesi olacak niteliktedir. “Devletin ekonomideki rolünün değişmesine bağlı olarak kamu çalışanlarının büyük bir bölümü de bu yeni işçi kitlesine dahil oluyorlar. Ayrıca kentlerin yoksul kenar mahallelerinde yoğunlaşan, kısa süreli işlerde çalışan yarı işçi-yarı işsiz kitleler ve informel sektör çalışanları da yeni işçi kitlesi içinde giderek daha fazla önem kazanıyorlar.”[ix] Kamu emekçilerini de işçi olarak gören anlayışın doğal bir sonucu olarak, devletin ekonomideki rolü üzerinden sınıfın tanımını değiştirmek veya değiştiğini öne sürmek, yetmedi tüm “çalışanları” işçi olarak görmek, sınıftan ve sınıf mücadelesinden ne anlaşıldığını göstermektedir. Sözü daha fazla uzatmadan yanıtını Lenin’e ve Engels’e bırakalım.
Lenin, Rusya Komünist Partisi’nin (Bolşevik) (RKP (B)) 16 Mart 1921 günlü X. Kongresi’ne sunulan “Partinin Birliği ve Anarko-sendikalist Sapma Üzerine Rapor”unda Marx ve Engels’e atıfta bulunarak, 20. yüzyılın başlarında bugünkü THS savunucularıyla benzer savunularda bulunanların yaklaşımını “sapma” olarak değerlendirdikten sonra; “Marx ve Engels sınıflar arasındaki ayrımı unutanlarla üreticilerden, halktan ya da genellikle çalışanlardan söz edenlerle savaştılar. Birazcık olsun Marx ve Engels’in yapıtlarını bilen biri onların, her yerde üreticilerden, halktan, genellikle çalışanlardan söz edenleri alaya aldıklarını unutamayacaktır. Genellikle çalışanlar ya da çalışan insanlar yoktur, ama ya üretim araçlarına sahip, bütün zihniyeti ve alışkanlıkları ile kapitalist olan ve başka türlü de olamayan bir küçük patron vardır, ya da bambaşka bir zihniyette ücretli işçi, kapitalistlerle uzlaşmaz karşıtlık durumunda, çelişki durumunda ve onlara karşı savaşım durumunda olan büyük sanayinin ücretli işçisi vardır.”[x] demektedir.
İçeriğinden koparılarak içi boşaltılmaya çalışılan proletaryanın ne olduğunu kimleri kastettiğini Engels’e bırakarak bu yaklaşımı incelemeyi sürdürelim. Engels, Komünizmin İlkeleri adlı yapıtında; Proletarya nedir? sorusuna yine kendisi yanıt vererek; “Proletarya, toplumun, geçim araçlarını herhangi bir sermayeden elde edilen kârdan değil, tamamıyla ve yalnızca kendi emeğinin satışından elde eden; sevinci ve üzüntüsü, yaşaması ve ölmesi, tüm varlığı emek talebine, dolayısıyla işlerin iyi gittiği dönemler ile kötü gittiği dönemlerin birbirlerinin yerini almasına, sınırsız rekabetten doğan dalgalanmalara dayanan sınıfıdır. Proletarya, yani proleterler sınıfı ondozuncu yüzyılın çalışan sınıfıdır.”[xi] diyerek net bir cevap vermektedir. Alıntıyı uzatma pahasına devam edelim. Engels aynı eserinde, “O halde proleterler her zaman var olmamışlar mıdır?” sorusuna “Hayır. Yoksul halk ve çalışan sınıflar her zaman var olmuştur ve bu çalışan sınıflar çoğunlukla yoksuldular. Ama demin sözü edilen koşullar altında yaşayan bu tür yoksullar, bu tür işçiler, yani proleterler her zaman var olmamışlardır, nasıl ki rekabet her zaman serbest ve sınırsız olmamışsa”[xii] cevabını vermiştir. Bu yaklaşımı ile Engels, proletarya ile diğer toplumsal katmanlar arasındaki farkı ortaya koyarken özellikle kimlere proleter denilmesi gerektiğini açık bir şekilde ifade etmiştir.
THS broşürünün ilerleyen sayfalarında niyet saklanamayacak kadar açığa çıkmaktadır. Üstü kapalı olarak sunulmaya çalışılan, sınıfın, Marksizmin sendikalara ve sınıfa yaklaşımın reddine varacak “tahliller” ileri sürüldüğünü görüyoruz. “Daha açık bir ifadeyle, bu süreçte sınıfın ekonomik, demokratik ve politik örgütlenme biçimlerinde, yani sendikalarda ve/veya siyasal örgütlülüklerde (parti, hareket, cephe vb.), eski biçimlerin, tarzların eleştirisini içeren ve yeni koşulların doğurduğu ihtiyaçları dikkate alan bir yeniden yapılanmaya gereksinim duyuluyor.” Marksist literatürün tüm açıklığına ve kaynaklarına rağmen; varılan sonucun bu olması, Marksist sınıf tahlilinin nasıl da yok sayıldığını göstermekte ve Lenin’in yukarıda yapmış olduğumuz alıntıda dile getirdiği “sapma” tespitinin ne kadar doğru olduğunu bir kez daha teyit etmektedir.
THS açısından hemen her soruna müdahil olma yönelimi, işçi sınıfının siyasal örgütlenmesini yok sayma ya da geri plana itme eğilimi yaratarak, bilinçli ya da bilinçsiz, siyasal örgütlenmeyi önemsizleştirmektedir. Bu durum, kapitalist sistemin yıkılması gereğinin ötelenmesi, en fazla sistem içi çözümlerin hedef olarak belirlenmesini beraberinde getirmektedir. Dolayısıyla mevcut yapısıyla THS’nin sistem içi bir muhalefet hareketi olarak kalması ve kendi mücadele alanını bizzat kendisinin sınırlandırması kaçınılmazdır.
Sınıfların iktidar mücadelesinde işçi sınıfını sadece yapısal bir olgu, “sabit” toplumsal bir kategori olarak değerlendirmenin, işçi sınıfının durağan bir yapı değil, sürekli oluşum halinde olan bir süreç ve ilişki olarak görülmemesinin doğal sonucu, işçi sınıfını diğer toplumsal kategorilerle bir değerlendirmek ve onlarla aynılaştırmaktadır. Bu yaklaşımdan işçi sınıfının iktidar mücadelesi çıkmayacağı gibi, THS savunucularının özel bir önem atfettiği güçlü bir “Toplumsal muhalefeti” de oluşturamayacağı açıktır.
Sonuç
Yaşanan savaşlar, insanlığın çektiği açlık ve yoksulluk, doğanın kâr uğruna katledilmesi, emekçilerin evlerinin kentsel dönüşüm adı altında talan edilmesi gibi son yıllarda yoğunlaşan saldırılar, tekelci kapitalizmin ürünüdür ve bunlar olmadan kapitalizmin yaşaması mümkün değildir. Elbette ki işçi sınıfı devrimci bir sınıf olarak ezilen tüm bu toplumsal kesimlerin taleplerini sahiplenen ve bu kesimlerle birlikte yürütülen mücadelenin merkezinde yer alan bir sınıftır. İşçi sınıfının başka türlü kendisi kurtulurken başkalarını da kurtaran bir sınıf olma özelliğini kazanması mümkün değildir.
Kabul edilemez olan, sosyolojik olarak “ara tabaka” niteliğindeki çeşitli toplumsal kesimlerin, işçi sınıfının yerine ya da onunla aynı düzeyde değerlendirilmesidir. Yoksulluk gibi bir kavramın yarattığı yoksul, dışlanmış, ezilen kesimlerin işçi sınıfı yerine konularak ve bu kesimlere işçi sınıfından daha fazla önem atfedilerek mücadelenin merkezine konulması, mücadele hedeflerini geriletmenin ve kısa vadeli kazanımlar tercih edilerek “toplumsal muhalefetin” örgütlenmesi ve iktidar mücadelesinden vazgeçmenin itirafıdır. Sivil toplumculuğa kapı aralayan bu yaklaşım ve bu yaklaşım üzerinden sınıf mücadelesini toplumsallaştırma, kendince geniş tabanlı bir “yurttaş hareketi” yaratma gayretleri sermayenin ihtiyaçlarına “sol”dan destek vermek anlamına gelmektedir.
Sürdürülen bu tartışmanın dünya sendikal hareketinde hacimli bir evveliyatı olduğunu biliyoruz. Bugün yaşadığımız bu tartışmaları bu tarihsel arka planlardan bağımsız olarak ele almak ve “yeni bir yaklaşım” olarak değerlendirmek elbette yanlış olur. THS’nin bir ayağı ekonomizmde, bir ayağı da sınıf mücadelesinde sendikal örgütü, siyasal örgütün yerine koyan ve işçi sınıfının sermayeden bağımsız siyasal mücadelesini şiddetle reddeden anarko-sendikalizmde olduğu açıktır.
Son yıllarda ulusal ve uluslararası çeşitli sendikal platformlara yansıyan ve tartışılan bu sınıf dışı yaklaşımların yaygınlık kazanmalarının sosyalizmin geçici yenilgi yaşadığı yıllara denk gelmiş olması dikkat çekicidir. Sermayeyle uzlaşmaz sınıf karşıtlığı üzerinden kendisini var eden işçi sınıfının iktidar mücadelesini yok sayarak yapılacak olan her sendikal mücadele tahlili, işçi sınıfını düzenin sınırları içerisine mahkûm etmenin yollarını açmaktadır. Sendikal mücadeleyi işçi sınıfının iktidar mücadelesinden soyutlayarak, sınıf mücadelesinin ekonomik, ideolojik ve politik boyutlarını bütünlüklü bir biçimde ele almayan ve mücadeleyi ekonomik taleplerle sınırlayan bir yaklaşımın, hangi iddia ile ortaya çıkarsa çıksın sendikaları burjuva siyasetinin kollarına terk etmesi kaçınılmazdır.
Nitekim süslü cümlelerle ve sözümona yeni bir mücadele platformu yaratma iddiasıyla ortaya çıkan “Toplumsal Hareket Sendikacılığı” anlayışı, aslında düzen sınırları içerisinde çözüm üretmekten öte bir anlam taşımamaktadır. Kapitalist-emperyalist sistemin kendisine değil de, çeşitli emekçi kesimler üzerinde yaratmış olduğu sonuçlarına karşı mücadele etmeyi işçi sınıfının iktidar mücadelesinin yerine koymak, işçi sınıfının tarihsel devrimci rolünü anlamamaktır.
Sendikal hareketin yaşadığı sorunları tek bir nedenle açıklamak elbette doğru bir yaklaşım olamaz. Ancak yaşanan gelişmeler ve sermayenin artan saldırıları karşısında sınıfın iktidar mücadelesini yok sayarak icat edilecek her yaklaşım işçi sınıfı mücadelesini ve dolayısıyla sendikal hareketi daha da geri noktalara savuracak ve onu burjuva reformların sınırlılığına mahkûm edecektir. Çok uzaklara, eski örneklere gitmemize gerek yok. İçinde bulunduğumuz yıl içerisinde gerçekleşen TEKEL işçilerinin mücadelesi üzerinden, sınıf hareketinin önderlik potansiyeline baktığımızda bitti denilen, bir süredir yerine yenisi aranan işçi sınıfının, sendikal bürokrasinin cenderesinden kurtulduğunda nelere kadir olduğunu görebiliriz. Sınıf mücadelesinin dünyada ve Türkiye’de yaşanmış deneyimlerine baktığımızda, diyeceklerimizi, tahlillerimizi işçi sınıfının tarihe mal olmuş deneyimleri üzeriden yaptığımızda, sınıf mücadelesi açısından neyin doğru neyin yanlış olduğunu görmek mümkün.
* * Birçok mücadele deneyiminden öğrenerek ilerleyen işçi sınıfının başlıca tarihsel deneyimleri olarak 1830 Lyon Ayaklanmasını, Çartist hareketleri ve 1848-1849 devrimlerini sayabiliriz.
* ** Burada söz konusu olan siyasal savaşımın; burjuva karakterli bir siyasal savaşım, yani Marx’ın sonrasında Lenin’in de belirttiği gibi, işçilerin ekonomik anlamda yürüttüğü her mücadelenin aslında siyasal bir nitelik taşıdığı, ancak bunun burjuva anlamda bir siyasal mücadele (ekonomizm) anlamına geldiğini belirtmek gerekir.
* *** Elbette sendikalar ekonomik mücadele de verecek, görece de olsa daha iyi yaşam koşullarına sahip olmaları yönünde mücadele edeceklerdir. Buradan anlaşılması gereken sendikaların işçi sınıfının iktidar mücadelesinde “iktisadi ve siyasal mücadeleyi ayrılmaz bir biçimde bir biçimde” (Lenin) ele alınmasında ve işçi sınıfın gelecek sorunu ile ne kadar ilişkilendirildiği ile ilgilidir.
[i] Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, Sol Yayınları 1979, syf. 156
[ii] Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfının Durumu, Sol Yayınları 1979, syf. 292
[iii] Marks-Engels: Seçme Yapıtlar, Cilt: II, Sol Yayınları, 1977, syf. 99
[iv] Toplumsal Hareket Sendikacılığı (THS) Broşürü, syf, 6
[v] (THS) Broşürü, syf, 25
[vi] (THS) Broşürü, syf, 25
[vii] (THS) Broşürü, syf, 29
[viii] (THS) Broşürü, syf, 7
[ix] (THS) Broşürü, syf, 29
[x] Marx, Engels, Lenin, Anarşizm ve Anarko Sendikalizm, Sol Yayınları, Birinci Baskı, syf. 409
[xi] Engels, Komünizmin İlkeleri, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, syf, 9
[xii] Engels, a.g.y, syf, 10