Bilimsel düşünce ve dinsel inanç uzlaşabilir mi? Bilinenle yetinmeyip, gözleyip sınayarak, sorgulayıp araştırarak bilginin, bilinenin sınırlarını genişletmeye çalışan bilim, dogmayı, söylenmiş olanı sorgulayıp sınamadan katıksız inanmayı emreden din ve dini inançla kol kola girip aynı yolda yürüyebilir mi? Bilimsel olgu, bulgu ve gözlemler, nesnel maddi dünya, değişmez, mutlak, dini dogmalarla açıklanabilir mi? Yüzyıllar önce dinle yollarını ayıran bilim yeniden dinin kollarına atılabilir mi, ya da dinsel inancın önünde secdeye kapanabilir mi? Uzun yıllar boyunca değişik biçim ve platformlarda tartışılıp yanıtı verilerek çözümlenmiş olan bu eski sorular ya da soru bir süredir yeniden gündeme getiriliyor. Sanki daha önce bu konular hiç tartışılıp ele alınmamış, yanıtları sanki hiç verilmemiş gibi, bilimsel düşünce ile dinsel inancın uyum içinde beraber hareket etmesi gerektiği düşüncesi yeniden bilim dünyasına dayatılıyor. Durum böyle olunca, konunun bir kere de burada, tarihsel, siyasi, ideolojik, toplumsal, felsefi, epistemiyolojik / bilgi teorisi gibi değişik yönleriyle ele alınması gerekti. Bu yüzden bu yazımızda bilimsel düşünce ve dinsel inancın, çok daha genel olarak bilim ve dinin yan yana gelip gelemeyeceğini, uzlaşıp uzlaşamayacağını ele alıp irdeleyeceğiz.
Her ikisi de kendi yöntem ve araçlarıyla doğayı açıklama amacı güden; her ikisi de doğanın, nesnel maddi dünyanın ve insanın o dünyayla ilişkilerinin insan beynindeki yansımaları olan; ve bu yüzden de her ikisi de insan düşüncesinin ürünlerinden öte bir şey olmayan bilim ve din (ve felsefe), bilimsel düşünce ve dinsel inanç binlerce yıl birlikte, yan yana, iç içe gittikten sonra yollarını ayırdılar. Her ikisi de nesnel maddi dünyanın yansımaları olmalarına karşın bunlardan birincisi (bilim ve bilimsel düşünce), o nesnel maddi dünyayı temel alıp o dünyadan yola çıkarak doğayı açıklamaya çalışırken, ikincisi (din ve dinsel inanç), o maddi dünyanın yansıması olan düşünceyi temel alıp maddi dünyayı açıklamaya çalışır; o düşüncenin, o aklın (“ilahi aklın”) maddeyi yarattığını savunarak maddenin ancak bu düşünce ve “ilahi akıl”la açıklanabileceğini öne sürer. Oysa belirttiğimiz gibi nesnel maddi dünyanın insan beynindeki yansımasından öte bir şey olmayan insan düşüncesi, akıl, onun yansıması olduğu için bu anlamda bizzat kendisi de maddidir. Bu yüzden maddi olandan ayrılamaz; maddi olandan hareket etmek, onu temel almak zorundadır. Doğa, nesnel maddi dünya, kısacası madde ve onun biçimlerinden biri olan hareketi ondan yola çıkılmaksızın açıklanamaz, bilinemez. Bu nedenle de, dinin ve dinsel inancın önerdiği yolla ne doğa bilinip açıklanabilir, ne de onun bilgisine ulaşılabilir. Sonuç olarak, birbirine zıt, birbiriyle uyuşmayacak yol ve yöntemleri, önermeleri olan bilim (ve bilimsel düşünce) ile din (ve dinsel inanç) bir araya gelemez; bilimsel bulgu ve gözlemler dinsel inançla açıklanamaz. Bir araya getirildiklerinde kaybeden, eli kolu bağlanan, yolunu şaşıran hep bilim ve bilimsel düşünce olur, din ve dinsel inanç değil. Bu nedenle bilimsel düşünce ile dinsel inancın kol kola girmesine karşı çıkılmalıdır.
Yukarıda sorduğumuz soru ya da soruların yanıtlarını vermeden, bunları ayrıntılı incelemeye girişmeden önce günümüzdeki durumu özetledikten sonra konunun tarihsel arka planını kısaca ele alalım. Önce yakın dönemde olanlara şöyle bir göz atalım.
BİLİME DİZ ÇÖKTÜRME ÇABALARI
Geçtiğimiz yıl özellikle doğa bilimleri açısından önemli bir yıl oldu. 2009 bütün dünyada, “Darwin Yılı” olarak kutlanması nedeniyle bir yandan biyolojik / yaşam bilimlerinin yılıyken, bir yandan da, “Astronomi Yılı” olmasıyla uzay bilimleri / kozmolojinin yılıydı. Zira 2009, hem İngiliz doğa bilgini Charles Darwin’in doğumunun 200., ve onun ünlü evrim kuramını açıkladığı ve bu yüzden de doğadaki canlı çeşitliliği ve tarihinin kavranışını derinden etkilemiş olan kitabı “Türlerin Kökeni”nin yayınlanışının 150. yıldönümüydü. Bu nedenle bütün dünyada “Darwin Yılı” ilan edilip kutlanmıştı. Öte yandan, geçtiğimiz yıl hem de, evren ve uzaya yeni bir gözle bakılmasının yolunu açarak uzay bilimleri / kozmolojide yeni bir dönem başlatan, Ortaçağ karanlıklarının aralanmasında ilk çentiği atanlardan olan Galileo Galilei’nin teleskopunu gökyüzüne çevirip yıldızları incelemeye başlamasının da 400. yıldönümüydü. Bu yüzden, UNESCO tarafından bütün dünyada “Astronomi Yılı” olarak da ilan edilmişti. Bu iki ilan doğrultusunda Türkiye dahil dünyanın pek çok ülkesinde yıl boyu süren kutlamalar yapıldı, çok farklı biçim ve içeriklerde etkinlikler düzenlendi. Çeşitli bilimsel konferans ve sempozyumlar, akademiye ve halka yönelik toplantılar, paneller, festivaller, sergiler, konserler, televizyon programları, açık oturumlar, değişik söyleşiler yapılıp farklı kültürel ve sanatsal ürünler sergilendi. Doğa bilimlerinin özellikle bu iki önemli alanı ve bu alanların pek çok sorunu ve tartışma konusu, bu etkinlikler vesilesiyle, kapandıkları üniversite binaları ve laboratuvarlardan çıkıp belli ölçülerde de olsa “dışarı”ya, “halka açılma”, halkla yüz yüze gelme fırsatı buldu. Bilim dünyasının tartışma ve sorunları, az çok, o dünyanın dışındakilerle paylaşılmaya çalışıldı. Ama bu “dışa açılma”, beklendiği gibi, evrim konusunun oldukça popüler olmasının, hem de uzun süredir popüler olmasının da etkisiyle daha çok biyolojik bilimlerde, özellikle de evrim konusunda, “Darwin Yılı” etkinliklerinde yaşandı. “Astronomi Yılı” etkinlikleri üniversite kampüsleri ve gözlemevlerinin bahçe duvarlarının dışına pek de fazla çıkamadı; uzay bilimleri / kozmoloji ve astrofiziğin sorun ve tartışma konuları yine de “içeri”de kalmayı sürdürdü. Bu nedenle, 2009’da öne çıkan daha çok “Darwin Yılı” idi. Ülkemizdeki durum da dünyadaki bu genel görünümden farklı olmadı.
2009’u doğa bilimleri açısından önemli kılan kuşkusuz sadece bu iki yıl dönümü değildi. Geçtiğimiz yıl aynı zamanda, bilimi, yüzlerce yıldır arasının açık olduğu dinle yeniden barıştırma ya da uzlaştırma; dinsel dogmaları, bilinemezliği, mistisizmi, ilahi güçleri, kutsal kitaplardaki vahiy ve dini açıklamaları bilimin içine, -hem de bu kez doğrudan ve aleni biçimde- daha fazla sokma, yamama çabalarının hız kazandığı bir yıl da oldu.
20. yüzyılın özellikle son çeyreğinde, teorik fizik ve kuantum mekaniğinden uzay bilimleri / kozmoloji, astronomi ve astrofiziğe dek fiziki bilimlerin neredeyse her alanında, dinle bilimi uzlaştırma çabaları gözlendi; bazı bilim insanlarının, bu alanlardaki yeni gözlemleri kutsal kitaplardaki anlatımlarla açıklama çabalarının özellikle parlatılıp öne çıkarıldığı; dinle bilimi bir araya getirmeye çalışan bu bilim insanların çalışmalarına çok büyük mali kaynaklar aktarıldığı görüldü. Bu çabalar sonucunda, büyük bağışlar yapılıp ciddi üniversite ve bilim kuruluşları da işin içine sokularak düzenlenen bilimsel toplantılarda alanında söz sahibi bilim insanlarıyla din adamları bir araya getirildi, bilim insanlarının din adamlarına yaklaşması sağlandı. Hatta daha da ileri gidilerek, yine milyonlar harcanarak, ünlü fizik profesörleri Paul Davies ve Ian Barbour gibi din ve bilim uzlaşısını savunan tanınmış bilim insanlarına dini kutsayan, bilime dinin davet edildiği kitaplar yazdırıldı, bu yönlü açıklamalar yaptırıldı. Bunların yanı sıra, bu yönde bir özel amaç ve çabası olmadığı halde, felsefi bir birikim ve doğru bir açıklama yönteminden yoksun; bilimsel öngörü ve bilimsel-felsefi spekülasyon yapma gücüne sahip olmayan, ancak, yukarıda sözü edilen çabalardan etkilenmiş, matematik profesörü ve kozmolog Stephen Hawking örneğinde olduğu gibi bazı bilim insanlarının, bilimsel çalışmalarında, mevcut deneysel yöntem ve gözlemlerin yetmeyip de zorlanıp elde ettikleri bulguları açıklayamadıkları yerlerde, işin kolayına kaçarak tıkandıkları her yere bir yaratıcı, ilahi güç soktukları da gözlendi, gözleniyor. Bütün bunların sonucunda, bilimsel bulgulara gelişigüzel dini açıklamalar yamanıyor, her yere bir bilinemezlik, bir yaratıcı, bir doğaüstü güç, tanrı sokuluyor. Böylece bilimsel çalışmanın, daha ötedekini öğrenmenin, daha da ötesini arayıp bulmanın; bilimsel öngörü ve çıkarsamanın, felsefi spekülasyonun, koca bir duvarla önü kesiliyor. Sonuçta bilim orada bitiriliyor.
Ancak, bu çabalar ve bilimsel bulguları yukarıda ifade edildiği gibi “”açıklama” yöntemleri, -Katolik kilisesinin bazı cılız girişimleri bir yana bırakılırsa- yakın döneme kadar biyolojik bilimlerde pek görülmüyordu. Son yıllarda, özellikle de 2009’da, evrim kuramı nezdinde bu girişimler ve böyle “kolaycı” yöntemler biyolojik bilimlerde de gözlenir oldu.
BİR “KUTSAL SAHTEKARLIK” ŞAMPİYONU: YARATILIŞÇILIK
Biyolojik bilimlerde yakın döneme dek ikili bir durum gözleniyordu. Bunlardan birincisi, biyolojik /genetik determinizm ve indirgemecilik kullanılarak bütün canlı yaşamı ve bu yaşamın bütün etkinliklerini genlere indirgeyerek her şeyi ve her durumu sadece biyolojik yapıyla ve daha da indirgeyerek yalnızca genlerle açıklama yöntemiydi. İş o kadar ileriye vardırıldı ki, çok geçmeden tek tek her bir durum ve etkinlikten sorunlu bir gen olduğu açıklanmaya başlandı. Giderek, genlere mistik ilahi bir nitelik, böyle bir doğaüstü güç yüklenir oldu. Örneğin, DNA’nın yapısını bularak Nobel ödülü alan ünlü James Watson, bu yeni modaya uymakta gecikmeyerek, “Eskiden kaderimizin alnımızda yazılı olduğunu sanırdık; oysa şimdi biliyoruz ki genlerimizde yazılı” dedi. Çok geçmedi, birileri çıkıp, inanç genini, tanrı genini bulduğunu bile iddia ettiler. Ancak bu şarlatanlıklar, neyse ki fazla uzun sürmedi. Örneğin, insan genlerinin sayısının iddia edilenin çok çok altında, 25 binden az çıkması; aynı genin farklı durumlarda kodladığı binlerce farklı varyasyonu olduğunun tespit edilmesi; genleri kontrol eden, onların okunması, çalıştırılması, susturulması, başka genlerle ortak çalışmaya sokulması gibi bir sürü farklı görevlere sahip çok sayıda yeni küçük RNA zincirlerinin bulunması; hatta kalıtımın bazı özelliklerinin DNA yerine RNA ile geçtiğinin bile gösterilmesi; epigenetik gibi yeni alanların belirmesi gibi yepyeni bilimsel bulgular, bütün bu iddiaları bir anda yerle bir ettiler. Bütün umutlarını genlere bağlayanların umutları hemen söndü.
Biyolojik bilimlerde, yakın dönemde gözlenen ikinci durum ise, başta biyoloji ve jeoloji olmak üzere bilimin değişik dallarını derinden etkileyen; biyolojik / yaşam bilimlerinin olmazsa olmazı derecesinde temel kuramlarından birisi olan evrim kuramı nezdinde bilime doğrudan saldırılması; evrim kuramı, evrimsel değişim dönüşüm yerine, canlığının kökenini ve tarihsel olarak gelişimini, bütün dinlerin temel çatısını oluşturan yaratılış miti ve anlatımlarıyla açıklanmasıydı. Bu doğrultuda, evrim kuramı ve Darwin’e, bu kuramı ve bilimi savunan bilim insanlarına dünya çapında devasa bir saldırı kampanyası başlatılıp sürdürüldü; hala sürdürülüyor. Çekirdek kadrosunu ABD’deki köktendinci Evangelist – Protestan odakların oluşturduğu ve yaptıklarını “Yaratılış Bilimi”, ve “Akıllı Tasarım” olarak niteleyen yaratılışçılık hareketi ya da yaratılışçılar, arkalarına aldıkları büyük mali ve politik destekle (Reagan ve Bush yönetimlerinin doğrudan desteği vardı) başlattıkları bütün dünyaya ihraç ettiler. Bilim karşıtı bu kampanya kısa zamanda bütün dünyaya yayıldı. Bizde son 20–25 yılda ortaya çıkıp gelişen ve BAV ve Harun Yahya örneğiyle somutlaşan yaratılışçı hareket işte bu ihraç sonucu doğdu.
Yaratılışçılık ve onun özgün bir biçimi olan Akıllı Tasarımcılığın temel karakteri bilimsel bulguları tahrip edip, aleni yalan söylemesi, gerçeği çarpıtıp çok farklı göstermesi. Bunda o kadar ileri gidiyorlar ki, bilim dünyasının neredeyse tümü, tek vücut halinde evrim kuramı ve Darwin’e sahip çıkarken, bütün bilimsel bulgu ve elde edilen yeni bilgiler evrimi kuramını daha da pekiştirip doğrularken, onlar hala “bilim evrimin yanlışlığını gösterdi”, “bilim dünyası Darwin ve Evrimi reddetti” diyebiliyorlar. Bunda o kadar pervasızlar, bilimsel bulgu ve gelişmeleri, gerçekleri öylesine çarpıtıp tam tersini söylüyorlar ki, önde gelen teolog ve Hıristiyanlık felsefecilerinden Paul Tillich’in, dinsel amaçlar uğruna her yolun mübah görülmesi, ilahi davaya yararlı bir sonuç elde etmek için gerçeklerin saptırılması yöntemini ifade etmek için kullandığı “kutsal sahtekarlık” (sacred dishonesty) ifadesinin günümüzdeki en somut temsilcisi durumundalar.
Yaratılışçılık hareketi, Darwin ve evrim kuramını bahane ederek bilimi ve bilim insanlarını doğrudan karşısına alıp saldırdığı; “kutsal sahtekarlık” ilkesini ifrata vardırarak bilimdeki en belirgin bulguları bile çarpıtıp tahrif ederek reddettiği; bilimle tek ilgisi ve tek çabası evrim kuramını “mat etmek” olduğu için, her ne kadar sokakta geniş taraftar bulsa da (çünkü sokaktaki insana dini inançları ve evrim kuramı arasında bir seçim yapması dayatılmıştı), bilim dünyasında inandırıcı bulunmadı, bulunmuyor, bilim çevrelerinde hemen hiç tutunamadı, tutunamıyor. Bu yüzden de, bilimin ve bilim insanlarının kendileri açısından, çıkardığı devasa yaygaraya karşın ciddi bir tehlike oluşturmuyor. Ve üstelik saldırı içeriden değil dışarıdan. Oysa yaratılışçılığın, evrim kuramı nezdinde de olsa bilime karşı çıkma uğraşılarının yerine, koluna girerek onu dinle uzlaştırma çabaları biçiminde beliren “yeni” “moda” bir eğilim arkadan sağlam adımlarla ve çok güçlü biçimde geliyor. Yukarıda açıklandığı gibi, bir süredir daha çok teorik fizik ve kozmolojide görülen dini inancı bilimsel çalışmalara sokma çabası, artık evrim kuramı nezdinde biyolojik bilimlere uygulanmaya başlandı. Kendilerini artık saklama gereği duymadan, bağıra çağıra gelmeye başladıklarından bu gelişin, bol paralı misyonerlerin biyolojik / yaşam bilimlerine yönelen ayak sesleri 2009’da daha gür duyulur oldu.
Günümüzde bilimle dini yeniden buluşturma çabaların başını iki büyük güç, Katolik kilisesi (Vatikan) ve Amerikan “John Templeton Vakfı” çekiyor. Papalığın çabalarının yanı sıra, yüzmilyarlarca dolarlık dev servetini dinle bilimi, dinsel inançla bilimsel düşünceyi bir araya getirme hayalinin emrine veren Amerikalı borsa kralı ve spekülatör John Marks Templeton’ın kurduğu John Templeton Vakfı, cömert bağışları ve dev araştırma fonlarıyla, tanınmış pek çok bilim insanı ve bilim kuruluşunu daha şimdiden yanına çekmeyi başardı. Önemli isimlerin araştırmalarına yaptığı çok büyük mali destekler; Harvard, Yale, Princeton, MIT, Stanford, Oxford, Cambridge gibi dünyanın en ünlü, ciddi ve köklü üniversitelerinde kurduğu büyük bütçeli araştırma merkezleri ve laboratuarları; bu üniversiteler eliyle dağıttığı dev araştırma fonları; ünlü Science dergisini çıkaran AAAS ve İngiltere Bilimler Akademisi konumundaki Kraliyet Topluluğu (Royal Society) dahil olmak üzere bilim topluluğu ve örgütlenmelerine yaptığı cömert bağışlar; bu kurumların yönetimlerine yerleştirdiği adamları; kısacası John Templeton’un milyarları, dinin, dini inancın ve din adamlarının bilim dünyasına yaklaşmasında, hatta yer yer girmesinde önemli rol oynadı, giderek artan biçimde rol oynuyor. John Templeton Vakfının dağıttığı bu bilimsel çalışma ve açıklamalarda dini inancın önemine vurgu yapan çalışmalara yaptığı mali desteğin bugüne dek yarım milyar doları bulduğu belirtiliyor. Bu desteğin miktarı her geçen yıl biraz daha artırıyor. Babasının ölümünden sonra vakfın başına geçen oğul John Templeton’un kendi açıklamasına göre, vakıf bilim çevrelerine günümüzde yılda 60 milyon dolar dağıtıyor. Yine, bilimde tek kişiye verilen en büyük para ödülü (Nobel ödülünden de fazla) bu vakfa ait. “Templeton Ödülü” adı verilen ve dinsel ifadeleri bilimsel yollarla en iyi açıklayan ya da daha açık ifadeyle bilime dini en iyi yamayan kişilere her yıl verilen ödülün miktarı 1 milyon sterlin (yaklaşık 1,5 milyon ABD doları).
Yukarıda da belirtildiği gibi, daha çok Templeton Vakfının çabalarıyla bir süredir Anglo – Amerikan dünyasına ve daha çok da teorik fizik ve kozmoloji – uzay bilimlerine yönelik, dinle bilimi uzlaştırma çabaları, son birkaç yıldır, evrim kuramı temel alınarak ciddi ölçülerde biyolojik bilimlere yöneldi. Bu yönelim 2009’da ülkemize de görülmeye başladı. Bunu birkaç örnekle somutlayalım.
HIRİSTİYAN DÜNYASINDAN İSLAM DÜNYASINA
Papalık kurumu, Vatikan’da, John Templeton Vakfının desteğiyle 3-7 mart 2009 tarihleri arasında, Roma’da, “Biyolojik Evrim: Olgular ve Teoriler” isimli 5 günlük bir uluslar arası evrim konferansı düzenledi. Resmi düzenlemesini, Vatikan’ın üniversitesi durumundaki Gregoryan Pontifisyal Üniversitesiyle ABD’deki Cizvit üniversitelerinden Notre-Dome Üniversitesinin birlikte yaptıkları evrim konferansına, aralarında, Douglas J. Futuyama ve Franscisco J. Ayala’nın da bulunduğu dünyanın en önemli evrimcileri ve Katolik ilahiyatçı ve felsefeciler davet edilip buluşturuldular. Tek tek değişik ülke ve üniversitelerdeki benzer toplantılardan sonra bu çaba Hıristiyan ve Anglo-Amerikan dünyasından Türkiye üs alınarak İslam dünyasına yöneldi. Templeton Vakfı’nın yan kuruluşu olan Cambridge Üniversitesi bünyesindeki “Faraday Bilim ve Din Enstitüsü” , Roma konferansının hemen ardından, 22–25 nisan tarihleri arasında İstanbul’da, “Darwin Yıldönümü Sempozyumu” adlı 3 günlük bir evrim sempozyumu organize edildi. Resmi organizasyonunu Templeton Vakfı’nın İngiltere-Cambridge Üniversitesi’ndeki bir enstitüsü olan “Faraday Bilim ve Din Enstitüsü”nün yaptığı ve çok yıldızlı The Ritz-Carlton Otelinde düzenlenen sempozyuma davet edilen Türkiye’nin evrim çalışan ve evrim üzerine yazan bilim insanı ve akademisyenleri, Türkiyeli bazı ilahiyatçılar ve ABD, İngiltere ve Hindistan’ın önemli üniversitelerinden getirilen ve dinle bilim uzlaşısını savunan ünlü isimlerle buluşturuldu. Yine, 16 haziran’da İstanbul’da, Bahçeşehir Üniversitesinde İngiltere Canterbury Başpiskoposluğu, ABD Georgetown Üniversitesi ve Bahçeşehir Üniversitesinin birlikte düzenledikleri ve açılış konuşmasını Canterbury Başpiskoposu Rowan Williams ve Bahçeşehir Üniversitesi rektörünün yaptıkları “Hıristiyanlık ve İslam açısından Din ve Bilim” konferansında din adamları ve ilahiyatçılarla bilim insanı ve akademisyenler bir araya getirildi.
John Templeton vakfı başarılardan çok hoşnut kalmış olacak ki, daha büyük adımlar atmaya, dev festivaller düzenlemeye başladı. İlkini 28 mayıs-1 haziran 2008 tarihleri arasında New Yorkta, New York Üniversitesi, Columbia Üniversitesi, Rockefeller Üniversitesi ve New York City Üniversitesiyle birlikte düzenlediği ve sanat ve bilim dünyasının çok ünlü ve medyatik isimlerinin davet edildiği “Dünya Bilim Festivali”ne 120 bin kişi katıldı. Aynı festivalin geçtiğimiz yıl, 10-14 haziran (2009) tarihleri arasında düzenlenen ikincisine ise 165 bin kişi katıldı. Festivalin üçüncüsü, bu yıl, 2-6 haziran tarihleri arasında ve yine New York’ta yapılacak. Bu yılki festivale katılımın 200 bini geçeceği tahmin ediliyor.
BİLİM – DİN İLİŞKİSİ SORUNUNDA GENEL YAKLAŞIMLAR
Bilim ve din arasındaki ilişki sorunu, düşünce tarihi boyunca, din felsefesi ve teolojiden, bilim tarihi, bilim felsefesi ve epistemoloji’ye dek pek çok disiplin içinde tartışılan ve bugün de oldukça güncel olan çok boyutlu felsefi sorunlardan biri oldu. Tarihsel dönemlere göre, farklı kesim ve disiplinler konuya biraz daha fazla yoğunlaştı. Bugün konuyu en fazla tartışan, din felsefesidir. Modern bilimle ilişkilerinin ve bu bağlamda ortaya çıkan sorunların ayrıntıları ve içeriğinde önemli farklılıklar bulunmasına karşın, bugün bilim ve din ilişkisinde dört temel felsefi yaklaşım gözlenir: Bunlar, (1) çatışma, (2) birbirlerinden ayrı ve bağımsız tutma, (3) diyalog ve (4) birleştirme yaklaşımlarıdır. Bu yaklaşımların her birini yazımızın ilerleyen bölümlerinde tek tek ele alacağız.
Yukarıdaki yaklaşımlardan, günümüze damgasını vuran, daha çok din ve bilim arasında diyalog ve birleşim olmasını savunan yaklaşımdır ve bunu da daha çok, Papa 16. Benedikt önderliğinde Katolik kilisesi ve Katolik din felsefecileri ile Templeton Vakfı etrafında toplanmış ilahiyatçılar ile Paul Davies ve Ian Barbour gibi akademisyenler oluşturuyor. Ancak tek tek bütün bu kişi, kesim ve kurumlar, savunularının felsefi dayanağını aynı yerden, Yeni Tomacılıktan alıyorlar. Bu yüzden Yeni Tomacılık felsefi akımını kısaca tanıtarak, temel tezlerini spotlar halinde özetleyelim.
ORTAÇAĞA’A GERİ DÖNÜŞ: YENİ TOMACILIK
Vatikan ya da Katolik kilisesinin resmi felsefesi, “Yeni Skolastik” de denilen Yeni Tomacılıktır. Bu felsefi akım, 13. yüzyılda yaşamış ve yüzyıllarca Ortaçağda kilisenin resmi felsefi düşüncesi olmuş olan Aquinolu Thomas’ın görüşlerinin günümüze uyarlanmaya çalışılan biçimidir.
Aquino’lu Thomas, Ortaçağın resmi, idealist-dini felsefesinin en gözü pek ve en gerici temsilcisiydi. Ortaçağda uzun süre egemen olmuş olan Yeni Platonculuğun yerine Yeni Aristoculuğu geçirmişti. Skolastik de denilen görüşlerini, Yunan Felsefecisi Aristotales’in düşüncelerini bozuşturup Katolik kilisesinin, dinin dogmalarına uyarlayarak ortaya koymuştu. Antik Yunanistan’da Aristotales, ağırlıkta kalan yanı idealizm olsa da yine de materyalizm ile idealizm, diyalektik ile metafizik arasında yer yer gidip geliyordu. Thomas, Aristotales’teki bütün o materyalist ve diyalektik düşünceleri, özellikle de maddenin sonsuzluğuna ilişkin tezleri ayıklayıp çıkardı ve Antik Yunanistan’ın büyük düşünürünü en katı bağnazlığın, dogmatizmin, gelişme ve bilim karşıtlığının sözcüsü yaptı. Bilindiği gibi, Thomas’ın düşünceleri, kısa zamanda bir bütün Hıristiyanlığın, ama daha çok da Katolik kilisesinin resmi felsefi görüşü haline gelip, yüzyıllarca Batı düşünce dünyasını derinden etkiledi.
İşte Aquino’lu Thomas’ın, Batı düşünce dünyasının yüzyıllarca kıskaca alınmasını sağlayan bu gerici düşüncelerinin güncellenmiş halinden öte bir şey olmayan ve bu yüzden de, 1879 yılında bizzat Papa 13. Leo tarafından Hıristiyanlığa uygun yegane felsefi akım ilan edilen Yeni Tomacılık, 19. yüzyılın sonlarında Fransa’da ortaya çıktı. Çok geçmeden de, Katolik nüfusun ağırlıkta olduğu İtalya, Belçika, Almanya, Avusturya ve İspanya gibi ülkelerin felsefi ve dini çevrelerinde yaygın taraftar buldu. Ancak, bununla da yetinmedi ve 20. yüzyılda, ekonomik, sosyal, politik ve ideolojik nedenlerle Ortaçağ karanlığının yeniden hortlatılmaya çabalandığı ABD gibi Protestanlığın egemen olduğu ülkelere taşınıp oralarda özellikle yaygınlaştırılmaya çalışıldı. Bugün ABD’deki bir sürü Katolik üniversite ve enstitü, bunların desteğiyle çıkarılan çok sayıda dergi ve gazete Yeni Tomacı görüşleri yayıyor.
Metafizik yapısı içinde, nesnel gerçekliği savunmak iddiasındaki Yeni Tomacılık, Aquino’lu Thomas’ın görüşlerini Kant, Schelling ve Hegel’in idealizmleriyle birleştirmeye çalışır. Yeni Tomacılara göre nesnel gerçeklik vardır, çünkü insanın bilincinin yanı sıra doğadaki bütün nesneler de tanrı tarafından yaratılmıştır. Tanrı, bu nesnel gerçekliği bilip tanısın diye insana bir akıl (us) vermiştir ve insan, bilincinin dışındaki nesnel gerçekliği, bu aklı sayesinde bilip tanıyacaktır. Ancak, Yeni Tomacıların bu akılcılıkları, metafizik anlamda bir akılcılıktır; çünkü onlara göre, dinsel dogmalarla uyuşmayan bilimsel gelişmeler akılcı değil akıl dışıdır. Bunun yanı sıra, doğadaki her şeyin tanrı tarafından belli bir amaçla yaratıldığını savunan Yeni Tomacılık, doğayı tanrısal düşüncenin, tarihi de tanrısal amacın gerçekleştirilmesi olarak görür.
Temel karakteri ve çabası, yeni bilimsel bulgu ve kuramları saptırıp, bozup tahrif ederek dinsel dogmalara uygun hale getirmeye çalışmak olan Yeni Tomacılığa göre, gerçeğe ulaşmanın üç yolu vardır: Bilim, felsefe ve din. Ancak bu gerçeği elde etmek için bilim, metafizik felsefeye; metafizik felsefe de dine uygun olmak zorundadır. Aksi durumda gerçeğe ulaşılamaz. Onlara göre, bilim, günlük gerçekleri çözümlemekten öte bir şey yapamaz çünkü; mutlak ve ulu gerçeğe ancak inanç yoluyla ulaşılabilir. Bu yüzden, bilim, kendine, başka şeyleri değil, inancı güçlendirecek kanıtlar bulmayı amaç edinmelidir.
Günümüzdeki en önemli temsilcisinin Papa 16. Benedikt olduğu Yeni Tomacılık, toplumsal düzen hakkında da bir şeyler söyler. Sosyalizmi alabildiğine eleştirirken, ara sıra kapitalizme de bazı yüzeysel eleştiriler getirir. Örneğin tekelciliğe karşı çıkıyor gibi görünür. Ekonomik ve siyasal gücün belli ellerde toplanmasının doğru olmadığını söyler, para kazanma hırsının ahlaki çöküntülere yol açtığını öne sürer, yoksullara karşı daha şefkatli ve cömert davranılmasını öğütler. Ancak kapitalizmin temellerine ilişmez. Kendince üçüncü bir yol olarak, sosyalizm ve kapitalizm yerine kilisenin egemenliğine dayanan ve el altından yine kapitalizmin desteklendiği “yeni” bir toplum düzeni önerir. Ama öte yandan, insanın bu dünyayı değil, öteki dünyayı düşünmesini salık verir; çünkü gerçek kurtuluş ve mutluluğun ancak dinle sağlanabileceğini iddia eder. Bu yüzden de, toplumsal haksızlık ve adaletsizliklerin karşısına mücadeleyi değil duayı çıkarır.
Bu giriş ve arka plandan sonra, konu artık ele alınmaya başlanabilir. Ancak bunu yazımızın bir sonraki bölümde yapacağız. Bir sonraki bölümde, Papa 16. Benedikt’ten Paul Davies ve Ian Barbour’a, Harun Yahya’dan ülkemizdeki ilahiyatçılara ele aldığımız konunun önemli temsilcilerinin görüşlerini ve elbette ki, Yeni Tomacılığın temel tezlerini bilimdeki son bulgular ışığında tek tek ele alıp irdeleyeceğiz.
Spotlar yazıya dahil değil (Web’e konmayacak!)
SPOTLAR:
1- Bilimsel düşünce ve dinsel inanç uzlaşabilir mi? Bilinenle yetinmeyip, sorgulama, gözlem ve sınamayla bilginin, bilinenin sınırlarını genişletmeye çalışan bilim, söylenmiş olana katıksız inanmayı emreden din ve dini inançla kol kola girip aynı yolda yürüyebilir mi? Nesnel maddi dünya, bilimsel olgu, bulgu ve gözlemler, değişmez, mutlak, dini dogmalarla açıklanabilir mi?
2- Bilim ve dinin ikisi de kendi yöntem ve araçlarıyla doğayı açıklama amacı güderler. Yine, bilimsel düşünce ve dinsel inanç, doğanın, nesnel maddi dünyanın ve insanın o dünyayla ilişkilerinin insan beynindeki yansımalarından ibarettirler ve bu yüzden her ikisi de insan düşüncesinin ürünleridir.
3- Doğa, nesnel maddi dünya, kısacası madde ve onun hareketi, maddeden yola çıkılmaksızın açıklanamaz, bilinemez. Bu nedenle, dinin ve dinsel inancın önerdiği yolla ne doğa bilinip açıklanabilir, ne de onun bilgisine ulaşılabilir.
4- 20. yüzyılın özellikle son çeyreğinde, teorik fizik ve kuantum mekaniğinden uzay bilimleri / kozmoloji, astronomi ve astrofiziğe fiziki bilimlerin neredeyse her alanında, dinle bilimi uzlaştırma çabaları gözlendi. Aynı çabalar bugün biyolojik bilimlerde gözleniyor.
5- Temel karakteri ve çabası, yeni bilimsel bulgu ve kuramları bozup tahrif ederek dinsel dogmalara uyarlamak olan Yeni Tomacılığa göre, gerçeğe ulaşmanın üç yolu vardır: Bilim, felsefe ve din. Ancak bu gerçeği elde etmek için bilim, metafizik felsefeye; metafizik felsefe de dine uygun olmak zorundadır. Aksi durumda gerçeğe ulaşılamaz.