Marksist kuram, bir olguyu incelerken onun bütün içinde kapladığı konumu ve diğer olgularla olan ilişkisini, bilimsel bir yöntemle ele almaya çalışır. Marksizm Descartescı mekanik determinist şemadan farklı olarak, neden-sonuç ilişkisini analiz etmekle kalmaz, sonuca yol açan nedenleri, bu nedenlerin somut durumla ilişkisini soyutlayarak değerlendirir.[i] Marx, gerçeğin bilgisine ulaşmak için basit soyutlamalardan yola çıkmanın daha yerinde olduğunu 1857 yılında yazdığı Giriş’te ve Grundrisse’nin başlangıç pasajlarında (nesne-nesnenin bilgisinin ayrımı) belirtmiştir.[ii] Marx, bu yöntemle, burjuva yöntemden farklı olarak görünüş ve gerçeklik arasındaki ikiliği aşmaya çalışır. Yalnızca görünüş bize ele alınan olgunun belirlenimleri hakkında bir şey anlatmaz, bizim gerçekliğe dair konuşabilmemiz için bilime ihtiyacımız vardır.
Marksist yöntem, maddi yaşamın içinde cereyan her olguyu, ortaya koyduğu ilkeler doğrultusunda açıklamaya çalışır. Maddi yaşamdan kasıt ise toplumu ilgilendiren ana belirleyici gelişmelerdir. Bu bir tarihsel kırılmalar yaratan ekonomik krizler, savaşlar, vb. olabileceği gibi kapitalizmin kendi içinde derhal bir değişiklik yaratmayacak ancak dönüşümlerin görünüşüne dair siyasal krizler, suikastlar da olabilir. Yani gövdesini bütüncüllüğün (holistic) ve ilişkiselliğin oluşturduğu Marksist epistemoloji ve Marksist yöntem, yeri geldiğinde salt tarihsellik içinde kalmayarak konjonktürel olana da değinebilir. Konjonktürel olana değinmek sıkıntıları da beraberinde getirebilir. Çünkü konjonktürel durumlar, genel değil özel, bütün değil tekil, ilişkisel değil fonksiyonel, tutarlı değil eklektik unsurları göz önüne almaya mecbur bırakabilir. Bilineceği üzere Lenin’in konjonktür analizi (1917’ye kadar yazdığı eserlerde), diyalektik bir şekilde belirlenimcilik yanında görece olumsallık içermekteydi. Yahut Gramsci’nin Hapishane Defterleri’nde sosyo-ekonomik güç analizlerini kavrama yöntemini dışında konjonktürel örüntüler kavramı geçmekteydi. Buna göre bütünün içindeki parçalara da bakılabilirdi. Sözün özü, Marksizm (Grundrisse bağlamında) nesneden yola çıkarak nesnenin bilgisine, olaydan/olgudan yola çıkarak bunların bilgisine ulaşır. Bu düşünsel işlem aynı zamanda mikro noktalara da ister istemez değinmek zorunda kalır.
Topluma dair Marksist yöntem, realisttir. Yani pozitivist bilim idealini, genel yasalar aramayı, bununla bağlantılı açıklama modellerini reddeder.[iii] Ancak topluma ilişkin objektif bir bilimin varlığını yadsımaz. Toplumu ilgilendiren, gündelik yaşamı kaplayan, somut erkek ve kadınları rahatsız eden veya temel eşitsizliklerin altında yatan olguları analiz sürecinde Marksizmin işlevsel avantajı burada yatmaktadır. Sadece olayı, olay olma durumu içinde değil; olaya neden olan etkileşim düzeyleriyle -varsa olgusal temeli- birlikte gündemine alır. Bu daha çok toplum tiplerinin yani formasyonel durumlarının yapısıyla ilişkili bir durumdur.[iv] Özellikle kapitalist toplumsal formasyonlarda sıkça görülen şiddet edimleri, bu açıdan ikili okunmaya müsaittir.
Örneğin liberal-hümanist yöntemle dünyaya bakanlar, bir ülkenin ordusunun bir başka halk üzerinde yaptığı sistematik veya anlık şiddet biçimlerini tarihsel süreklilik içinde okumaz (Fransız Ordusu’nun Setif Katliamı gibi). Genellikle ait olduğu anlam dünyasının içinden askeri şiddeti değerlendirmeye çalışır ama bir şeyler yerine oturmaz; düşüncelerinde kopukluklar oluşur. Eşitliğin ve özgürlüğü sınırlı bir düzeyde kavrayan bu liberal-hümanist, somut erkek ve kadınlardan ziyade yasalar önünde soyut insanların tarihsel olmayan eşitliğini verili kabul ettiği için bir halkın üyelerinin öldürülmesini idrak etmekte zorlanır.[v] Olanları sadece bir şiddet edimi düşüncesinin içine sıkıştırır: Söz konusu askeri şiddetin faili askerlerdir ve askerlik yani militarizm, özü itibariyle “şiddet sarmalına” dolanarak sarmaşık gibi büyümüştür. Bu liberal, askeri şiddet edimine ilişkin “neden” sorusunu sormadığı müddetçe düşünceleri arasında bir kopukluk da sürmeye devam edecektir.
Liberallerin şiddet kavramsallaştırmasındaki başlıca referansları olan Hannah Arendt, yazının girişinde bahsettiğimiz epistemolojik ve yöntemsel ayrımdan farklı hareket ettiğinden bir toplumsal formasyondaki şiddet edimlerini “inanılmazlık” veya “kapitalizm-dışı” argümanları ile kavramayı tercih eder. Tamamlanmış Anlamsızlık makalesinde, bilimin zorunlu olarak bazı temel aksiyomlara yani doğruluğu ispatlanmaksızın kabul edilen önermelere dayandığını söyler. Peşinden de ekler: “var olan kavramlar sistemi ile kavranılmayan, beklenmedik fenomenler ortaya çıktığında bu aksiyomlar çöker”. Arendt’in beklenmedik fenomenlerle ifade ettiği yine şiddet edimleri içeren dönemin Nazilerin faaliyetleridir.[vi] Ancak gerek bu kitabında gerekse ilgili diğer kitaplarında Arendt’te ve diğer liberal-hümanistlerin temel açmazı, Nazist ojenizim (saf ırk yaratma) projelerini ve “nasyonal sosyalist kitlesel katliamları”, salt şiddet ve edimsel şiddet bağlamında değerlendirmeleridir. Şiddetin öncesini ve sonrasını anlama çabası içine girmezler. Bir boyutuyla ölüm meleği olarak anılan J. Mengele öncülüğünde Auschwitz-Birkenau toplama kamplarında yüz binlerce esirin biyolojik kobaylar olarak kullanılması şiddetin bir biçimidir. Yine de Arendt başta olmak üzere liberal kuramcıların şiddeti ele alırken çoğunlukla karşı karşıya kaldığı kuramsal açmazın nedeni, kavramsal düzeyden metodolojik düzeye geçişte yatar: Liberal-hümanist düşüncede, olay ve olgular kavranılırken mevcut ilişkisel durumlardan sıyrılarak mevcut maddiliğinden koparılır. Yüksek bir “etik” ilkeye bağlanılır ve olaylarla birlikte failleri “genelleştirilmeye” gidilir.[vii] Liberal şiddet kuramlarında mevcut olay ve olgunun kavramsal düzeyde genelleştirilmesine başvurmak çok yaygın bir yaklaşım olarak karşımıza çıkar. Bir askeri operasyon ile bir erkeğin bir kadını dövmesi salt bu kurumların içkin mantığına atfedilir. Örneğin erkek “doğası gereği” şiddete meyillidir. Erkek şiddetinde toplumsal cinsiyet rollerinin normatif düzeyde oluşumu dikkate alınmadan, ontolojik olarak cinsin kendisinde sorun aranılır. Sıklıkla da tikel örnekler üzerinden gidilir.
Liberallerin niyetlerinden bağımsız olarak düşünsel işlemlerindeki kopukluklar daha genel bir sorunun ele alınışına aittir: Düşüncede somut ve gerçekte somut. Marksist düşüncede, düşünce ve gerçek arasında mutlak bir mütekabiliyet yoktur. Ki böyle olsaydı, her düşündüğümüzü kusursuz bir şekilde işletiyor olmamız gerekirdi. Düşüncedeki bu kopukluğun nedenini epistemolojik düzeyde (Lacancı matematikle), bilgiyi sağlayan (nedensel) nedenler zinciri s1 noktası ile seçim yapmayı tanımlayan s2 noktası arasında her zaman atlama mesafesinin (boşluğun) olmasındandır.[viii] İki nokta arasındaki mesafeyi kapatmak mümkün müdür bilinmez ancak hiçbir zaman düşüncedeki somut ile gerçekte olup bitenlerin yüzde yüz uyuşmadığını söyleyebiliriz. Atlama mesafesi, çeşitli dolayımlayıcılar aracılığıyla kapatılmaya çalışılır. Liberal düşüncenin epistemolojik düzeyinde kavramlar ve kategoriler kompartımanlaştırılmış olduğundan, nesnel olaylar ve olgular arasında süreklilikler değil kopukluklular vardır. Mekân ve zaman üzerinde nesneler ve onların bilgisi, tanımlanabilen ama tanıtlanamayan bir şey tarafından serpiştirilmiştir. İşte bu serpiştirilme ile Marksist yöntemdeki düşünce ve gerçek ayrımı birbirilerinden farklıdır. İlkinde nedensel bir bağ silsilesi yoktur ve aranmaz. Marksizm’de ise bu bağ epistemolojik olarak sorunludur. Şiddet edimlerini değerlendirirken, bu sebeple Marksistler -koşullar müsaitse- sopayı her iki yöne büker.
Şiddeti liberal-hümanistler gibi etik ilkeyle özdeşleştirmek, zaman-mekân üzerinde esneterek insanlara ve toplumlara içkinleştirmek, şiddettin toplumsal uğraklarını görüngüsel düzeyde eşitleyecektir yahut indirgeyecektir. Şiddete neden olan özün, konjonktürel ve nesnel koşulların etkileşimlerini görünmezleştirecektir. Söz konusu liberalin zihninde öldürülenler duygusal düzeyde romantize edilecek ve anısı benzer başka bir olayın vuku bulmasına kadar sürecektir. Olayın unutulmaması için yapılacak şey, yasın diri tutulması olacaktır.[ix] Sözgelimi bir askeri operasyonun faili ordunun eylemliliği, genel bir ordu fikrine atfedilecek, araç–amaç ilişkisi olmaksızın orduların kuruluş ve işleyiş mantığı sorgulanmadan “kötü olduğu” önkabulleştirilecektir. Kısacası idealize bir niyet okunması yapılacaktır.
Yine Arendt, “bütün davranışlar gibi şiddet pratiği de dünyayı değiştirir” derken, olumlu veya olumsuz sonuçlarının ötesinde, gündelik yaşam başta olmak üzere toplumsal ilişki biçimlerinde şiddetin belirleyici gücünü anlatmak istemiştir. Ne var ki, bir olguya ilişkin belirlenim ve dönüşüm ilişkisinden bahsediyorsak ve bu ilişkinin toplumsal biçimlenişlere etkilerini göz önünde bulunduracaksak, maddeci bir zemine dolayısıyla Marksizme ihtiyacımız vardır. Şiddet gibi somut insan edimlerinde belirginleşen, tarihsel bir anda insanla birlikte zımnen veya açık bir anlam kazanan bir olgudan bahsediyorsak, somut insanın şiddeti “nerede” ve “nasıl”, “ne gibi faktörler” sonucunda işlevselleştirdiğini sorgulamalıyız. Somut insan, Marx’ın 18 Brumaire’de belirttiği üzere “kendi tarihini kendi yapar” ama daha önce yapan insanların yaptığı yapısal sınırlar içerisinde.[x] Yani belirli nesnel koşulların belirleyiciliği altında.
Belirlenim ilişkisi, maddeci bir diyalektikte tarafların birbirini etkilemesine dayanır. Tek veya çift yönlü gibi spekülatif tartışmaların ötesinde, Erik Olin Wright genel hatlarıyla altı belirlenimden bahseder.[xi] Bizi ilgilendiren, yapısal nedensellik kavramı içinde saydığı “aynen üretme”, “dönüşüm” ve “aracılık” olan üç belirlenim tarzıdır. Bu üç belirlenim, somut insanın taşıdığı “şeylerin” yapı içerisindeki eylemlerinde cisimleşmelerini ifade eder. İnsanlar taşıdığı roller bağlamında ideolojiyi “Pascal’ın dediği gibi dizleri üzerinde dudaklarını kımıldatarak” ya aynen üretir, ya da aracılığını üstlenir.[xii] Bu belirlenim varyantlarını, şiddet olgusunun olumsuz yankılarından olan silahlanma bağlamında hem geçmişe hem de günümüze bakarak belirlenim ilişkisinde şiddetin pozisyonunu örneklendirelim.
Hobbes, Leviathan’da “Hiçbir devletin, Leviathan’ın bile, başaramayacağı tek şey insanları ölmeye ve öldürmeye razı etmektir” tespitinde bulunmuştu. Bu satırları yazmasından yaklaşık iki yüz yıl sonra Napolyon başarılamayanı başarmış ve gönüllü -yani toplumsal rıza üretiminin zor biçiminde cisimlenişi olan- bir orduyu kurmayı başarmıştı.[xiii] Hobbes ve Napolyon arasındaki süre zarfında ekonomik, kültürel, siyasi ve ideolojik köklü dönüşümler yaşanmış, insanlar anlam dünyalarını dönüştürmek zorunda kalmıştı. Şiddet de bu süreçte yeninden revizyona uğrayarak biçimini değiştirdi: Silahlanma yerellikten ve bireysellikten koparılarak, merkezileştirildi; ordu ve polis erki biçiminde düzenlendi. Dikkat edileceği üzere zor ve rıza dikey bir ayrımla değil, diyalektik bir ilişki çerçevesinde, konjonktürel ve belirli bir takım ihtiyaçlara göre toplumsallığa adapte edilmiştir. Engels’in Tarihte Zorun Rolü’nde bahsettiği zora denk düşen rol, idealist bir düşüncenin dehlizlerinde zorun yani şiddetin söz konusu versiyonun erek değil, araç olduğudur. Robinson Cuma’yı köleleştirirken kendi doğası gereği böyle bir davranışa yönelmemiştir.[xiv] Cuma’nın hizmetlerinden ancak şiddet ediminin sürekliliği ve bunun aracılığıyla onun üzerinde kurduğu tahakküm sayesinde istifade edebilir.
Kapitalist toplumsal formasyonun sınırları içerisinden baktığımızda zor biçimiyle ortaya çıkan şiddet, toplumsal biçimlenişin gelişmişliğine ve (etik ilkelerden farklı olarak) içerdiği değerler sistemine göre, mikro ve makro ölçekte somut insanların yaşamlarında ortaya çıkmaktadır. Kapitalist üretim tarzının egemen olduğu toplumlarda makro ölçeklerde şiddet, hâkim üretim ilişkilerini tehdit edebilecek işçi sınıfına karşı, devlet erkinin bir uzantısı haliyle, meşru zor gücü eylemlilikleri şekliyle uygulanmaktadır. Dünya ve Türkiye bunların örnekleriyle doludur. Mikro düzeyde ise, kapitalizm tarafından ataerkil yapının entegre edilmesiyle oluşan sakat erillikler sonucunda aile içi şiddet formuyla karşımıza çıkmaktadır.
Şiddetin mikro düzeyi, Marksist kuramda yoğunluklu bir biçimde değerlendirilmemiştir. Zorun rolü üzerinden yapılan şiddet analizleri daha sonraki Marksist külliyatta devam etse bile[xv] mikro şiddet edimlerinin spesifik yorumları Kuramda nüve halinde bulunmaktadır. Bu noktada Feminist kuramdan gelen eleştirilerin bir ayağını burası oluşturmaktadır. Feminist kuram Marksizm’in kadını görünmezleştirdiğini ve kadının toplumsal konumunu salt ekonomik kategoride değerlendirdiğini ileri sürer. Örneğin kadına yönelik şiddet edimlerinden en belirgin olanı namus cinayetleridir. Namus cinayetlerinin diyalektik bir bağlamı vardır: İlki, kadın bedeninin üzerindeki denetim mekanizmalarının en aşırılaşmış biçimi olarak, yaşama kasteden boyutuyla namus cinayetleri. Bu noktada belirleyici olan ideolojik salgılardır (din, milliyetçilik, bunları besleyen ataerkilliktir). İkincisi, yine kadın bedeninin değişken sermaye olarak bir meta-formu kazandırılamaması durumunda cezalandırılma biçimidir (mirasın bölünmemesi için aile içi evlilikler, farklı aşiretlerin servet birlikteliği için evlilikler). Son boyut ise sosyal psikoloji açısından ezilmişliğin bir rövanşı olarak namus kavramı altında işlenen cinayetlerdir. Bunun psikopatolojik yansıması, iş yerinde veya başka tür kamusal alanda ezilen bir erkeğin yaşamdan alamadığı intikamı karısından, kızından, erkek çocuğundan almaya çalışmasıdır. Üzerlerinde aile reisi sıfatıyla yüzde yüz tahakküm kurmaya çalışmakta; gerçekleşmediği takdirde şiddet edimlerine başvurmaktadır. Her üç durumda da bir erkeği (ve erkeklikleri) çoğunlukla bir kadın (ve kadınlıklar) üzerinde şiddete yönelten maddi bir durumdur. En soyut görünen psikopatolojik intikam duygusunda dahi toplumsal konumda söz sahibi olamamanın getirdiği “eziklik” duygusu altında güç ilişkilerinde belirleyici olamama durumu yatmaktadır.
Konuyu güncele çekersek, başka bir açıdan son birkaç yılda ülkemizde öldürülen kadın sayısında bir patlama yaşanmaktadır. 2010 yılında öldürülen kadın sayısı 217’dir. 2010’da kadın cinayetleri ve yaralama olayları en sık İstanbul ve Adana’da görülmüş olup, İstanbul’da 17 kadın ve çocuk öldürülmüştür. Basında yer alan haberlere göre, cinayet, yaralama, taciz ve tecavüz olaylarının en sık yaşandığı bölge, Marmara Bölgesidir. 2010 yılında ölüm olaylarının yüzde 25’i Marmara, yüzde 19’u İç Anadolu, yüzde 17’si Akdeniz, yüzde 15’i Ege, yüzde 10’u Güneydoğu Anadolu, yüzde 8’i Karadeniz, yüzde 6’sı da Doğu Anadolu bölgelerinde yaşanmıştır. Bölgesel düzey kapitalist üretim ilişkileri bağlamında değerlendirilmeye tabi tutulduğunda –ekonomik indirgemeciliğe ve salt modernist yorumlara düşmeden- açıklayıcı ama yetersizdir. Katil zanlılarının profil dağılımı da önemlidir: Katil zanlısı olarak kovuşturmaya uğrayanların yüzde 19.11’i emekli; 17.64’ü ücretli çalışan/işçi; 16.71’i işsiz; 10.29’u çiftçi; yüzde 8.82 polis ve askerlerle emekli polis ve askerler; yüzde 4.41 şoförler, işverenler, sabıkalı/izinli hükümlüler; yüzde 2.94’ü esnaf; yüzde 1.47’si mühendislerin ve öğretmenlerden oluşmaktaydı[xvi]. Profili oluşturanların büyük çoğunluğu sanayileşmiş yani kapitalizme entegrasyonu daha önce gerçeklemiş Marmara bölgesine aittir. Mikro dağılımlarda ise ücretli çalışanlar, emekliler ve işsizler önce gelmektedir. Ülkemizdeki makro-ekonomik parametrelere baktığımızda asgari ücretle çalışanlar, işçiler, emekliler ve işsizler, yoksulluk sınırı rakamlarının altında yaşamaktadırlar. Daha doğrusu gündelik yaşamın kapitalist formu altında yaşam mücadelesi vermektedirler. Her sorun, böylesine bir yaşam standartsızlığında başka bir sorunu tetiklemekte; sömürü ve mülkiyet ilişkilerinden kaynaklı genel “memnuniyetsizlik”, kolektif mücadele alanına yönlendirilemediğinde “bireysel patlamalara” dönüşmektedir. Sorunun kaynağını ilk elden çözemeyen kişiler, ulaşması görece daha basit hedefler seçerek, sorunlarının kaynağını o kişilerde görmeye eğilimlidir. Mikro şiddet edimlerine neden olan, kadına yönelik şiddet/aile içi şiddet konseptinde ortaya çıkan (psikolojik kaynaklı sorunlar dışında) tüm versiyonlar, nesnel koşulların bir ürünüdür.
Biliyoruz ki, erkeğin kadına uyguladığı şiddet biçimi, kadın tarafından kendi çocuğuna da uygulanmakta, kadın bedeni ve çocuğun kendisi bir enformasyon köprüsü fonksiyonuyla gelecek nesillere bu şiddet edimlerini taşımaktadır. Marksizm detaylı bir kuramsal analiz geliştirmese de sunduğu yöntem ile bu tip şiddet edimlerinin nasıl incelenmesi gerektiğine dair ipuçları sunmaktadır. Çünkü diyalektik düşünce uyarınca şiddet salt ontolojik gerekçelerle açıklanamayacağı gibi salt ekonomik saiklerle de açıklanamaz. Kültürel ve ideolojik kodların, bu kodların taşıyıcılarının eylemleri tarihsel bir süreç içerisinde nakledilmektedir. Ataerkillik kapitalizmden de önce vardır. Kapitalizmle beraber ise kapitalizme uygun olduğu ölçüde varlığını devam ettirmektedir.
Notlar:
[i] Rene Descartes (1994), Metot Üzerine Konuşma, İstanbul: Sosyal Yayınları, Louis Althusser (2002), Marx İçin, İstanbul: İthaki Yayınları
[ii] Karl Marx (1999), Grundrisse, Ankara: Sol Yayınları, sf. 40-43.
[iii] Russel Keat, John Urry (1994), Bilim Olarak Sosyal Teori, Ankara: İmge Kitapevi, sf. 117.
[iv] A.g.e, sf. 124.
[v] Bryan Turner (1997), Eşitlik, Ankara: Dost Kitapevi, sf. 36-38.
[vi] Hannah Arendt (1998), sf. 73.
[vii] George Sabine (2000), Yakınçağ Siyasal Düşünceler Tarihi, Cem Yayınevi, İstanbul.
[viii] Slavoj Zizek (1999), İdeolojinin Yüce Nesnesi, Çev. Tuncay Birkan, İstanbul:Metis Yayınları.
[ix] Judith Butler (2005), Kırılgan Hayat, İstanbul: Metis Yayınları.
[x] Karl Marx (2007), Louis Bonaparte’in 18 Brumaire’i, Ankara: Sol Yayınları, sf. 13.
[xi] Eric Olin Wright (1979), Class, Crisis and the State, London: Verso, sf. 15-17.
[xii] Louis Althusser (2005), Yeniden Üretim Üzerine, İstanbul: İthaki Yayınları.
[xiii] Eric Hobsbawm (2007), Yeni Yüzyılın Eşiğinde, İstanbul: Yordam Yayınları.
[xiv] Friedrich Engels (1974), Tarihte Zorun Rolü, Ankara: Sol Yayınları, sf. 37.
[xv] F. Engels, Tarihte Zorun Rolü, ayrıca bkz. Alois Prinz (2008), Ulrike Meinhof. İstanbul: Versus Yayınları.