Görevden alma*

Herhalde 1948/49 yıllarıydı. Matyas Rakosi’nin, Macar Şura Cunhuriyeti’nde oynadığı öncü rolü nedeniyle faşist Horthy rejiminin zındanlarında geçen 16 yıllık mahkumiyet dönemini anlattığı Hatıraları’nı okumuştum. O gün kesin kararımı vermiştim: Rakosi, komünist hareketin en cesur, kararlı ve bilgili önderlerinden biridir. Stalin’in ölümünün hemen ardından, özellikle de 20. Kongre’den sonra, Sovyet yönetiminin Tito ile elele vererek  Rakosi’yi önce nasıl geri plana ittiğini, ardından görevden alarak kötülediğini büyük bir öfke ve üzüntüyle izledim.
O zamanlar tuttuğum siyasi günlüğüme, 13 Ekim 1956 tarihli şu notu düştüm:
“Rakosi, devrimci komünist hareketin en trajik karakterlerinden biridir. Zamanı geldiğinde sosyalist bir Shakespeare ortaya çıkarak, Horty faşizminin 16 yıl boyunca zindanlarda yıkamadığı ve hayatının sonunda bir çınar gibi devrilen bu adamın trajedisini yazacaktır. Rakosi açık mücadelede değil; aksine kendisinin de yaklaştığını görmesine rağmen dikkat çekemediği bir komplo tarafından devrildi. Gerçek suçluları bilmesine rağmen suçu kendisi üstlenmek zorunda kaldı. Her zaman bir devrimciydi, ancak yaklaşan felaketi durdurabilmek için kendi devrimci onurunu kurban etmeye de razı oldu. Macar halkı, günü geldiğinde en büyük evlatlarından birisi olarak onun için anıtlar dikecektir.”
Henüz o gün gelmedi. Ama son dönemde, Matyas Rakosi’nin dört ciltlik Hatıralar’ı Budapeşte’de yayınlandı. Böylece Tito, Kruşçev ve İmre Nagy’nin kötü niyetli ve karşı devrimci sahtekarlıklarıyla resmettikleri Rakosi tablosunu temizlemek için ilk adımlar atılmış oldu. İlk iki cilt 1997, son iki cilt ise 2002 yılında yayınlandı. Komünist partileri, özellikle de KPD’yi (Almanya Komünist Partisi -Ç.N.) karalamakta uzmanlaşmış biri olarak yeterince tanınan Hermann Weber tarafından yayımlanan “Jahrbuch für historische Kommunismusforschung” (Tarihsel Komünizm Araştırmaları Yıllığı)’nın 2005 sayısı da, “demokratik sosyalistler” ve “reformist komünistler” adı verilen çevrelerde “Stalin’in en sadık ve eli kanlı taraftarı” olarak görülen Rakosi’nin Hatıralar’ını görmezden gelemedi. Ancak Weber, bu Hatıralar’ı tanıtan bir yazı yayımlamak için üç yıl bekledi ve Yıllık’ta Macar Endre Kiss tarafından kaleme alınan bir eleştiriye yer verdi. Karl-Heinz Graefe’nin 22.12.05 tarihinde, Neues Deutschland gazetesinde ve Werner Röhr’ün 26-27.11.05 tarihlerinde, Junge Welt gazetesinde yayınlanan makalelerinde, yazarların büyük bir şaşkınlıkla Rakosi hakkındaki düşüncelerini düzeltmek zorunda kaldıkları ifade ediliyor. Graefe şaşkınlığını şu sözlerle dile getiriyor: “Açıkça görüldüğü üzere Rakosi, bugüne dek kamuoyunda hakim olan yaygın kanının tersine Macar halkının nefret ettiği ilkel bir diktatör değilmiş. Halkın büyük bölümü Rakosi’ye saygı duyuyormuş.” Werner Röhr de, ne kadar etkilendiğini, Kiss’ten yaptığı şu alıntılarla ortaya koyuyor: “Rakosi Doğu Kültürleri Bilimi okumuştu ve altı dil konuşuyordu. Birçok alanda temel uzmanlık bilgilerine sahipti. (…)  Kavrama yeteneği olağanüstü düzeyde gelişmişti.”
Graefe”nin düştüğü notlar, bütün antikomünistlerin, antistalinistlerin ve Rakosi karşıtlarının yüreklerine su serper cinsten: “Buna rağman Kiss’e göre, Macaristan’daki Rakosi dönemini tümüyle yeniden değerlendirme gereksinimi yoktur. Sadece bazı düzeltmeler gerektiğini söylüyor. Rakosi bir psikopatik vaka değildi.”
Bizim burada yayınladığımız metin, Eberhard Kornagel tarafından Almanca’ya çevrilmiştir ve 2002 yılında, Budapeşte’de yayımlanan Rakosi’nin Hatıralar’ının 2. cildinin 1018-1021 sayfalarından alınmıştır.
Biz bu bölümü seçtik. Çünkü burada yer alan ifadeler, SBKP’nin Kruşçev-Mikoyan önderliğinde, 20. Kongre’den sonra Tito ile elele vererek mücadelede kendini kanıtlamış komünistleri kardeş partilerin yönetimlerinden temizlediğini ve onların yerine revizyonist, yani düşman unsurların yönetime gelmelerini sağladığını açık bir şekilde kanıtlıyor. Bu konuda sadece Macaristan’da değil, Polonya’da da başarılı oldular. Gerçi Polonya’daki müdahaleyi, yönetimdeki değişikliği sanki Polonya’nın bir iç meselesiymiş ve Kruşçev’in iradesine karşı gerçekleşmiş gibi dışarıya yansıtan bir oyun kurgulayarak yaptılar. Kruşçev 20. Kongre’den sonra Bulgaristan’da Georgi Dimitrov’un damadı olan parti önderi Vilko Çervenkov’un görevden alınarak yerine Todor Jivkov’un getirilmesini sağladı. Enver Hoca, Jivkov’un “Saatlerimizi Kruşçev’in saatine göre ayarlayalım”  şiarıyla hareket ettiğini söyler. Kruşçev’in DDR’de Walter Ulbricht’i devirerek, yerine kendi güvendiği kişilerden birini getirmek için defalarca girişimde bulunduğunu, ancak başarılı olamadığını Taubenfuss-Chronik adlı kitabımda (Cilt 2, sayfa 194-208) belirtmiştim.
Kruşçevci revizyonistlerin izlediği prensip, Gorbaçov’un izlediği prensibin aynısıdır. Gorbaçov hedefine ulaştıktan sonra bunu açıktan itiraf etmiştir:
“Hayatımdaki temel amacım komünizmi dağıtmak oldu. (…) Bu uğurda en fazla işi en üst düzeyde görevlere gelerek yapabilirdim. (…) SBKP ve SSCB’nin bütün yönetimini uzaklaştırmam gerekiyordu. Aynı şekilde bütün sosyalist devletlerdeki yönetimleri de uzaklaştırmam gerekiyordu.”
Kruşçev, kendisinin de ulaşmak istediği bu hedefe henüz ulaşamadığı için böylesi bir itirafta bulunamadı. Ancak yakından bakıldığında, onun da bu hedefin peşinde koştuğu görülebilir.
Rakosi’nin burada aktarılan hatıralarını ilk kez okuduğumda, Ekim 1956’da kendisine dair oluşturduğum değerlendirme ve fikirlerimin doğrulandığını gördüm. Ve bir kez daha gördüm ki; Rakosi’nin sergilediği tavırdan farklı bir tavır sergileme olanağı asla olmamıştı.
Ama ikinci ve üçüncü kez okuduğumda, bende huzursuzluk yaratan bir nokta dikkatimi çekti: Oportünizm nedeniyle değil, tersine partisinin geleceğine dair kaygılar duyduğu ve daha kötü sonuçların ortaya çıkmasını engellemek için, Mikoyan’ın parti yönetiminin değiştirilmesi yönündeki karşı devrimci taleplerinin Merkez Komitesi ve bütün parti tarafından direniş gösterilmeden kabul edilmesi için elinden gelen herşeyi yapmıştı.
Partimiz SED (DDR’deki Sosyalist Birlik Partisi -Ç.N.) ve onun yönetiminin, 20. Kongre’de dünya komünist hareketinin Marksist-Leninist temellerine yapılan bu saldırı karşısında gösterdiklerinden farklı bir tutum almasının gerçekten olanağı olmamış mıydı? Bu konuda kafa yordum ve tartışmalar sürdürdüm. Bunun sonucunda, bu soruyu bütün komünist partilerin ve yönetimlerinin, dolayısıyla Rakosi’nin kendisinin de aktardığı tavırları da kapsayacak şekilde genişletilmesi gerektiğine inanıyorum.
Bu soruya, başka yoldaşların da yardımıyla hangi yanıtı bulduğum, Özgürlük Dünyası’ndan bir yoldaşla yaptığım söyleşide görülmektedir. Bu söyleşide Walter Ulbricht’in oynadığı rolün nasıl değerlendirilmesi gerektiği üzerinde bir tartışma sürdürmüştük. (ÖD’den yoldaşa göre Ulbricht bir revizyonistti ve dolayısıyla DDR’nin çöküşünde pay sahibiydi. Ben ise Ulbricht’i revizyonizme karşı mücadele eden bir savaşçı olarak savunmuştum.)
“ÖD: Şimdi bakın: SB’de bir parti kongresi gerçekleştiriliyor. Buraya, birçok şeyin değiştirildiği bir rapor sunuluyor. SED’nin (Sosyalist Birlik Partisi) bir heyeti de bu kongreye katılıyor. Sonra ülkeye geri dönüyor. Elbette bu kongrede neler olup bittiğinin raporunun sunulması gerekir. Ve partiniz, bu yeni gelişmeler karşısında tavır belirlemek, değerlendirmede bulunmak ve sonuçlar çıkarmak zorundaydı. Çünkü partiniz o güne dek belli bir hat izlemişti ve şimdi SBKB bir dizi yeni tez ileri sürüyor, yeni bir çizgi izlemeye başlıyor. Bu durumda, SED buna ilişkin nasıl bir tutum alacak? Bu soru kendiliğinden dayatmıyor mu kendisini zaten?
Gossweiler: Eğer partimiz ve hükümetimiz, “Moskova’da, partinin ve devletin tepesinde revizyonistler oturuyor. Biz onların çizgisine uymayacağız” şeklinde bir açıklama yapmış olsaydı, Çin Halk Cumhuriyeti’ne yaptıklarını bize de yaparlardı. İttifak Sözleşmesi’ni feshederler, Federal Almanya emperyalizminin sürdürdüğü her türden ekonomik, politik ve askeri saldırıya karşı sundukları yardım ve desteği keserlerdi. (…) Zaten Krusçev, Walter Ulbricht’i devirmek için bir vesilenin, daha doğrusu bahanenin ortaya çıkmasını bekliyordu. (…) Krusçev’in Tito ile birlikte yaz ve sonbahar aylarında Rakosi ve Gerö’ye nasıl davrandığını siz de biliyorsunuz.
ÖD: Rakosi geri adım attı. Enver Hoca, Rakosi’nin samimi olduğunu, ancak yorgun düştüğünü söylüyor.
Gossweiler: Size söylemek istediğim şu: Bizim, yani parti ve devlet yönetimin yapabilecekleri ve yapması gerekenler kousunda sizin önerdiğiniz ve düşündüğünüz şey DDR’nin ömrünün kısalmasına yol açardı.
ÖD: DDR gibi, (…) bir ülke biraz önce söylediğimi yapsaydı belki sizin söylediğiniz gelişmeler de olabilirdi. Yani çökebilirdi. Ama aynı şekilde şu da olabilirdi. DDR’de gerçekten Bolşevik çizgide olan yönetim iktidarda olsaydı; yani her şeyi partisi ve halkı ile paylaşan, onlardan hiçbir şey gizlemeyen, onlarla birlikte mücadele eden bir yönetim iktidarda olsaydı, nihayetinde yenilgiye de uğrasa, bu mücadele sonunda SB ile bağlar kopardı. Ve bu durumda ideolojik açıdan sağlam durulsaydı –yenilgi ihtimalini de göz önünde bulundursak bile– tarihsel açıdan Sovyet revizyonistlerini açıktan tutum almaya zorlayan bir süreç başlardı.
Burada yenilip yenilmemek bir güç sorunudur. Bu soruyu gündeme getirmemiş olmak, kaçınılmaz olarak yenilgiye yolaçtı, hem de sosyalizmin bütün Avrupa’da yenilmesine. (…)
Belki bu sağlamlık tarihin akışını etkileyebilirdi. Ancak revizyonizmin kesintisiz, gizli ve yavaş yavaş etkisini artırmasını bir parça olsun mutlaka engelleyebilir ve revizyonistlere mücadeleyi dayatabilirdi, maskelerini çıkarmaya zorlayabilirdi. (…) Ama şu kesin: DDR, Çekoslavakya, Fransa, İtalya gibi gelişmiş ülkelerdeki komünist partiler revizyonizme karşı açıktan tavır almış ve mücadeleye girişmiş olsalardı, bu tarihin akışını değiştirirdi. Belki de Sovyetler Birliği’nde Leninist çizginin galip gelmesini sağlardı. Ancak pratik bir oportünizm nedeniyle harekete geçilmedi.
Gossweiler: Sovyetler Birliği’ndeki ve buna bağlı olarak bizdeki gelişmelerin nasıl sonuçlanacağını öngörmemiz mümkün olsaydı, yani karşı devrimin galip geleceğini bilseydik, parti yönetimimiz elbette farklı bir yol izleme kararı alırdı. Ama ben şundan eminim ve sanırım Walter Ulbricht açısından da durum farklı değildi: Krusçev ile başlayan revizyonizm, uzun süre sahnede kalamaz. Sağlıklı güçlerin Krusçevci çeteye karşı galip gelmeleri uzun sürmez. 1964’de Krusçev görevden alındığında bu inancımın doğru çıktığını düşündüm ve uzun süreden beri umduğum şeyin gerçekleştiğini sandım. O dönem olduğu gibi bugün de aynı şeyi düşünüyorum: Walter de benimle aynı düşüncededir. Bu geçici bir durumdur. Bu süreyi sağlıklı bir şekilde geçiştirmeye çalışmalıyız. (…)
Daha önce de söyledim: Revizyonizmin Sovyetler Birliği’ndeki etkisinin, bir şekilde geçiştirilmesi gereken dönemsel bir durum olmadığını önceden bilemezdik. Bunu bile bile böylesi bir tutum almış olsaydık, bu affedilmesi mümkün olmayan bir suç olurdu. Ama gerçeği uğradığımız yenilgiyle öğrendik.
Bu yüzden şu noktada haklısınız: Bu yenilgiden ders çıkarmamız gerekir. Baştan itibaren revizyonizme ve revizyonistlere karşı mücadeleyi başlatmamış olmak bir hataydı. Ancak bu sonucu, yaşadığımız yenilgiden ve sizin gibi yoldaşlarla yaptığım tartışmalardan çıkardım. Önceleri partimin ve Ulbricht önderliğindeki yönetimin izlediği politikanın, biz Marksist-Leninistler açısından izlenmesi mümkün yegane politika olduğunu düşünüyordum. Bugün farklı değerlendiriyorum. Bu politika, yozlaşmanın ilerlemesini ve felaketle sonuçlanmasını engelleyemedi.”
Bu gecikmiş, çok geç kalınmış sonuç çıkarma, Rakosi’nin o dönemdeki tavrını, bugün 1956’dakinden daha eleştirel görme sonucunu doğurdu. Ancak bu, komünist hareketin 20. yüzyıldaki en fazla örnek alınacak önderlerinden biri olarak ona gösterdiğimiz saygıyı azaltmaz.

MATYAS RAKOSİ’NİN HATIRALARI’NDAN
Mikoyan yoldaş, 13 Temmuz 1956’da hiç beklenmedik bir anda Budapeşte’ye geldi. Telefonla, derhal üç yoldaşla görüşmek istediğini bildirdi. Benim dışımda Gerö ve Hegedüs’ün görüşmeye katılmasını istiyordu. Ben diğerlerini görüşmeye çağırdım. Mikoyan yoldaş hemen konuya girdi. Sovyet yoldaşların Macaristan’daki gelişmelerden huzursuz olduğunu söyledi. Petöfi çevresinde yaşananları, henüz silahlı çatışmalar olmasa da, ikinci bir Poznan vakası olarak gördüklerini aktardı. Silahlı çatışmaların çıkmasını beklememizin yanlış olacağını, bu yüzden durumu düzeltecek bazı önerileri olduğunu bildirdi. Bu önerilerden biri, derhal parti yönetiminden ayrılmam, Genel Sekreter olarak yürüttüğüm görevlerin elimden alınmasını istemem ve Siyasi Büro üyeliğini bırakmamdı. Benim yerime Gerö yoldaşın Parti merkez yönetiminde Genel Sekreterliğe getirilmesini öneriyordu. Ardından, bir kısmı itibarları iade edilmiş yoldaşlarla yönetimin güçlendirilmesi gerekiyordu. Bu şekilde güçlendirilen önderliğin, başgösteren tehlikelere karşı daha etkili ve başarılı mücadele edebileceğini ekledi.
Öneri hepimiz için beklenmeyen bir şekilde geldi. Hızla durumu muhakeme ettim. SBKP Merkez Komitesi’nin bu öneri üzerinde tartıştığını ve önüme bir karar olarak koyduğunu gördüm. Diğer yoldaşların olmadığı ikili bir görüşmede bu durum bildirilmiş olsaydı bile, konuyu açma isteğinde bulunma imkanım olmayacaktı. Zaten böyle bir istek sonucu da değiştiremezdi. Benim bir rol oynamadığım bir parti önderliğinin, yaygınlaşan düşman akımlarla daha kolay başedebileceği düşüncesi, belki belli bir anlam taşıyabilirdi. Öte yandan benim yönetimden ayrılmam, düşman unsurlar açısından bir başarı olurdu, onları cesaretlendirip iştahlarını kabartabilirdi. Ama 1953’te, Moskova’da yapılan pazarlıklar aklıma gelince, o dönem söylediklerimin bugün daha geri bir noktadan kabul edildiğini gördüm. Bu görüşmelerde, gereksiz sarsıntılara yol açmamak adına, benim başbakanlık görevinden alınmam için gerekli hazırlıklara başlanmasını önermiştim. Ayrılmamın yol açacağı olumsuz etkileri öne çıkarsam, sanki yönetimde kalmak için ajite çekiyormuşum, bunu da partinin çıkarlarıyla gerekçelendiriyormuşum gibi bir izlenim oluşacaktı. Partiden ayrılmamın yaratacağı olumsuz etkilerin olumlulardan daha ağır basacağını düşündüğümü, bu yüzden konuyu tartışmaya açmak istediğimi söylesem, umut edilen olumlu etkilerin önemli bir bölümü baştan kaybolacaktı. Önder yoldaşların kararlarının doğruluğu hakkında şüpheler uyandıracaktım ve bu da onların şevkini kıracaktı. Ama çoğunluğun benim görüşlerimi paylaşması ve buna karşılık Sovyet yönetiminin kararında ısrar etmesi durumunda, SBKP ile bir çatışma ortaya çıkardı. Böylesi bir çatışma ise, başta partinin Yugoslavya’nın yoluna itilmesi olmak üzere, bir dizi tehlikeyi doğurabilirdi. Asla yeni zorlukların doğmasını istemediğim için, benim ayrılmama bağlı olarak ortaya çıkması muhtemel olumsuzluklara atıfta bulunarak Mikoyan Yoldaş’ın önerisini tartışmaya açmayı istemek fikrinden çabucak vazgeçtim.
Partinin çizgisiyle ilgili olarak ise şöylesi bir durum ortaya çıkacaktı: Gerö Yoldaş Genel Sekreter olacaktı ve bu da beni rahatlatıyordu. Çünkü onun da, eğer görevde kalsaydım yapacaklarımdan başka birşey yapmayacağından emindim. Aramızdaki tek fark, onun işinin daha kolay olmasıydı. Çünkü saldırılar esas olarak beni hedef almaktaydı. Aklıma gelen fikir, Mikoyan Yoldaş’ın önerisinde, Tito’nun benim kellemi istemesinin etkili olduğuydu. Ama o sırada bunu dillendirmenin önemli olmadığını düşündüm. Buna karşılık, benim yönetimden ayrılmamın, beklenmedik bir durum olacağı için, düşmanlarımızın saflarında ciddi bir kafa karışıklığı yaratacağını düşündüm. Onlar yeni bir saldırı planı hazırlayıncaya kadar, partimiz kendi saflarını çoktan sıklaştırıp saldırıları geri püskürtebilirdi.
Mikoyan Yoldaş önerisinin doğruluğunu ifade ederken benim aklımdan bütün bu düşünceler geçti. Kendisine, sunduğu öneriye karşı olmadığımı ve hayata geçirilmesinde yardımcı olabileceğimi söyledim. Mikoyan Yoldaş sevincini gizlemeden telefonun başına geçip Kruşçev Yoldaşı bilgilendirdi. Benim haberi nasıl karşıladığımı ve kararı nasıl uygulanacağımızı aktardı. Önerim üzerine, Siyasi Büro’yu derhal toplantıya çağırdık ve üyelerini gelen öneri ve benim öneriyi kabul ettiğim konusunda bilgilendirdik.
Yoldaşlar çok şaşırdı, gelişmelerin bu şekilde bir yön değiştirmesi hepsi için büyük bir sürpriz oldu. Bu sırada, benim için partide onursal başkanlık gibi bir görev alanı yaratmanın veya en azından Siyasi Büro üyeliğimin sürmesinin daha doğru olup olmayacağı sorusu gündeme geldi. (Kovacs ve Szalai yoldaşlar söz alıp bu doğrultuda görüş bildirdiler.) Ben derhal söz alıp buna karşı olduğumu söyledim. Siyasi Büro’nun buna rağmen bu yönde bir karar alması durumunda, Merkezi Yönetime bu kararın reddi için başvuracağımı belirttim. Bunun üzerine öneri sahipleri bu planlarından vazgeçti. Siyasi Büro’nun bir tek üyesi söz alarak aleyhimde konuştu. Antal Apro, bir zamanlar şöyle bir cümle sarfettiğimi bana hatırlattı: “Kolayca özeleştiri veren yoldaşlarımız var, ama ben onlardan değilim.” Saldırı olarak algılanması mümkün bu sataşmaya tepki göstermedim. Çünkü başka nedenlerin yanı sıra, böyle veya benzeri bir cümleyi kurduğumu hatırlamıyordum ve ayrıca bir karara varmamız gereken konumuzla bağlantısı da yoktu.
Hemen işe koyulduk. Merkezi Yönetime seçmek istediklerimizle, Siyasi Büro için önerdiklerimizin listesini çıkardık. Bu yoldaşlarımızı (Kadar, Kallai, Marosan, Kim Karoly v.d.) teker teker içeri çağırdık. Üç kişi (Mikoyan Yoldaş, Gerö ve ben) kendileriyle konuştuk. Gerö bu görüşmelere, Siyasi Büro tarafından Genel Sekreter olarak önerilmiş aday olarak katıldığı için, ben esas itibarıyla bir figüran gibi kaldım. Çünkü Mikoyan Yoldaş, benim bu görüşmelere Partinin önder yöneticisi olarak katıldığım izlenimi yaratılmasının artık doğru olmadığını düşünüyordu. Benim görevden alınmam sorununun ortaya çıktığı ilk andan itibaren taşıdığım kaygılar, bu görüşmeler sırasında derinleşti. Merkezi yönetime seçilmesi öngörülen yoldaşlar, bu fırsattan istifade edip, partinin asıl yöneticilerinin kendilerinin olduğunu hisstettirmeye başladılar. Ve partinin kimin eline geçtiğini görmek beni huzursuz etti. Mikoyan Yoldaş’ın gerek Merkezi Yönetime önerilen, gerekse diğer adaylarla özel görüşmeler yapması, benim huzursuzluğumu derinleştirdi. Bir seferinde Sovyet yoldaşların, İmre Nagy’nin ihracını onaylamadıklarını söyledi. Ben o anda bu ifadeyi, Nagy’nin tekrar partiye alınmak istendiği şeklinde yorumladım. Bu da, dışarıya karşı “Rakosi gidiyor, onun yerine Nagy geri dönüyor” izlenimini verirdi. Mikoyan’ın, ihraç kararı hala yürürlükte olan Nagy ile pazarlıklar yaptığını duyunca bundan rahatsız oldum. Bu haber elbette gizli kalmamıştı ve revizyonistleri havalandırmakta gecikmemişti. Bir başka seferinde, Mikoyan’ın yoldaşlara şöyle dediğini duydum: “Arpad Szakasits ve İmre Vajda için, kendilerine uygun çalışma alanları yaratılmalı.” Derhal Gerö’ye, Mikoyan Yoldaş’ın nasıl tanımadığı insanlara bu tür öneriler yapabildiğini sordum. Aldığım cevap şu oldu: “Dün akşam uzun süre Marosan ile pazarlık sürdürdü, bilgileri ondan almıştır.”
Merkezi Yönetime, 18 Temmuz’da toplanma çağrısı yapılmıştı. Bu hazırlıklar sırasında bir nokta gözden kaçmıştı: Merkezi Yönetimin raporunu benim sunmam ve raporun aklanmasının ardından görevden alınmamı istemem, pek iyi bir görüntü sunmayacaktı. Bu yüzden, kabul edilen karar tasarısı doğrultusunda, raporu benim yerime Gerö’nün sunmasını önerdim. Bu tabii ki hemen kabul edildi. Aynı şekilde benim önerim üzerine, görevden alınmamla bağlantılı olarak devredeceğim görevlerin sıralaması üzerinde çalıştık. Bu, görevden alınacağım haberi duyulduğu için gerekli hale gelmişti. Ayrıca peşpeşe yoldaşlar yanıma gelip, görevden alınmamın parti içinde sarsıntı yaratabileceğine dikkat çektiler. Eğer görevden alınmam iyi örgütlenmezse, hem parti üyelerinin, hem de yönetici kadroların bu kararı Londra Radyosu veya Amerika’nın Sesi’nden duyacaklarını, bunu da hoş karşılamayacaklarını ifade ettiler. Bu yüzden yönetici kadroları Budapeşte’ye çağırmayı, Merkezi Yönetimin benim görevden alınmama onay vermesinin ve yeni üyeleri seçmesinin hemen ardından toplantıya ara vermeyi kararlaştırdık. Bu toplantı arasında, ülkenin dört bir tarafından çağrılmış ve Budapeşte’den katılmış yönetici kadrolar huzuruna çıkılacak, kendilerine benim görevden alınmamı istediğime dair açıklama, Merkezi Yönetime seçilenlerin listesi ve Gerö Yoldaş’ın sunacağı rapor (Merkezi Yönetim bu raporu henüz görmemişti) okunacaktı. Bu bilgileri alan yoldaşlar hemen bölgelerine, işlerinin başına dönecek ve partinin aktif üyelerini bilgilendirecekti. Böylece en azından partinin yönetici kademeleri direkt parti tarafından bilgilendirilmiş olacak, düşman radyo istasyonlarının bu sansasyonel haberden yararlanması engellenecekti. Yoldaşlar bu önlemleri onayladılar ve böylece beklenmedik bir şekilde görevden alınmamın yaratacağı sürprizin etkileri dar kalacaktı. Öyle de oldu. Yoldaşlar kendilerine okunan raporu henüz dinlemişlerdi ki, saat 2’ye doğru Londra Radyosu görevden alındığımı duyurdu.
Merkezi Yönetimin toplantısından önce, görevden alındığıma dair açıklamamı, beni bu kararı almaya iten nedenleri gerekçelendirmekle kalmayan, aynı zamanda Merkezi Yönetim ve Siyasi Büro’nun işini kolaylaştıran bir açıklama şeklinde yapmamın doğru olacağını ifade ettim. Mikoyan ve diğerleri buna onay verdi. (İlk başta görevden alınma isteğimi, birkaç hafta öncesinde Çervenkov Yoldaş’ın Bulgaristan parlamentosunda yaptığı gibi, benim de tek cümlelik kısa bir açıklamayla duyurmamı planlamıştık.) Sağlık durumumun yanı sıra, görevden alınma adımının doğruluğunu kanıtlayan bir dizi siyasi nedenin yer aldığı bir açıklama hazırladım. Bu açıklamayı usulen Mikoyan Yoldaş’a ve Siyasi Büro’nun eski üyelerine gösterdim ve tek bir kelimesini değiştirmeden onay verdiler. Hatta Hegedüs Yoldaş, yeni yönetimin politikasını doğru bulduğum ve tüm gücümle destekleyeceğim yönünde bir ifade eklememi önerdi. Ben ise böylesi bir eklemenin doğru ve gerekli olmadığını söyleyerek açıklamayı değiştirmedim.
Merkezi Yönetimin toplantısı, planladığımız çerçevede ve olağan bir şekilde gerçekleşti. Siyasi Büro üyeleri, aktif partililerin yanından döndükten sonra toplantıya devam ettik. Oldukça sıkıntılı bir hava hakimdi ve yoldaşlar, toplantılara katılan dinleyicilerin aynı şekilde sıkıntılı olduklarını aktardı. Eğer doğru hatırlıyorsam, Merkezi Yönetimin toplantısı dört gün sürdü. Tartışmada söz alanlar öncelikle gelecek dönem görevleri üzerinde konuştular. Bana karşı bir tek konuşmacı söz aldı. Sandor Nogradi, Halk Cephesi’nin başına bir komünisti getirmemize saldırarak, bunun sol sosyal demokratlarla gerçekleştirilen işbirliği sırasında düşülen bütün hatalardan daha ağır bir hata olduğunu söyledi. Karşı çıkmam durumunda Nogradi’nin dikkatleri kendi üzerinde toplayacağını ve beni eleştiren birisi olarak prim yapmak istediğini düşünerek, bu eleştiriye katılmamama rağmen söz almadım. Kasım 1956’dan sonra, Merkezi Yönetimin ve Siyasi Büro’nun çoğunluğunun bana karşı olduğu, benim de tüm gücümle koltuğuma yapıştığım yönünde şehir efsaneleri dolaşmaya başladı. Bu iddiaların bir tek kelimesi bile doğru değildir. Ben Siyasi Büro’da (Mikoyan Yoldaş’ın verdiği bir görev olduğunu belirtmeden) görevden alınmamı isteyeceğime dair planı duyurduğumda, bazı yoldaşlar, kendilerinin de bu yönde düşünceler taşıdığını söylemişlerdi, ama hiçbiri bunu dile getirmemişti. Bu nedenle bütün gücümle koltuğuma yapışma fırsatım da olmadı hiçbir zaman. Buna karşılık Merkezi Yönetimin toplantısının sona ermesinin ardından benimle özel konuşmalar yapan bazı Siyasi Büro üyeleri, tutumum ve açıklamamla durumu önemli oranda kolaylaştırdığımı söylediler.
Mikoyan Yoldaş herşeyin yolunda gittiğini görünce, daha Merkezi Yönetimin toplantısı sona ermeden Budapeşte’den ayrıldı. Belgrad’a gittiğini duyunca buna hiç şaşırmadım. “Tito’ya bir tepsi üzerinde benim kellemi sunacak” diye düşündüm ve hızla bu düşünceyi zihnimden kovdum. Bu arada, Macar emekçilerinin benim görevden alınmama gösterdikleri tepki, Mikoyan üzerinde derin bir etki bırakmıştı. Karar, 18 Temmuz günü, öğleden sonra işletmelerde duyurulmuştu. Ertesi gün postacı, işletmelerin, parti örgütlerinin ve tek tek parti üyelerinin bana sempati duygularını gösterdikleri, bir an önce sağlığıma kavuşarak tekrar partinin başına dönmemi diledikleri yüzlerce mektup getirdi. Parti Yönetimindeki sekreterlerden biri olan Bela Vegh, bu mektuplar hakkında Mikoyan Yoldaş’a bilgi verdi. Mikoyan’ın yanıtı şuydu: “Bu sevindirici bir durum. Rakosi Yoldaş’ın Macar halkı içinde derin köklere sahip olduğunu hepimiz biliyoruz.” O sıralar, benim halka yabancılaştığım yönündeki suçlama henüz piyasada dolaşmıyordu.
Başta işçi kitleleri olmak üzere yığınlar görevden alınmama o kadar şaşırmıştı ki; Gerö Yoldaş Merkezi Yönetimin Genel Sekreteri olarak yaptığı kapanış konuşmasında bu konuya değinmek zorunda kaldı. Merkezi Yönetimin Temmuz kararlarının yankıları hakkında konuşurken, emekçilerin bu kararları onayladığını ve anladığını belirterek şöyle dedi: “İşçilerin birçoğunun, Rakosi Yoldaş’ın Siyasi Büro’dan ayrılmasını ve Merkezi Yönetim Genel Sekreterlik görevini bırakmasını teessürle karşıladıkları doğrudur. Partimizin üyesi olsun ya da olmasın; işçiler onun görevden ayrılmasından üzüntü duyduklarını ifade ediyorlar. Ancak aynı zamanda Merkezi Yönetimin kararını anlayıp onaylıyorlar da. İşçilerin ve diğer halk kesimlerinin, Rakosi Yoldaş’ın Siyasi Büro’dan ayrılmış ve Merkezi Yönetimin Genel Sekreterliği görevini bırakmış olmasını üzüntüyle karşılamalarını olumlu bir işaret olarak değerlendiriyoruz. Rakosi Yoldaş elbette Merkezi Yönetimin ve Başkanlık Divanının üyesi olarak kalacak, Meclisteki milletvekilliği vd. görevlerini sürdürecektir.”
Bu konuda özel bir yorum yapmak gerekmiyor. Merkezi Yönetim bu açıklamaları onayladı. Üç ay sonra, bütün bu konuşulanları unutarak benim uzun süre önce Partiye ve kitlelere yabancılaştığımı söyleyen yoldaşlar da oradaydı. Yukarıda yaptığım alıntı, gerçek durumun nasıl olduğunu gösteriyor.
Bu bağlamda Gerö Yoldaş şunu da eklemişti: “Bizim burada aldığımız karar emperyalistleri şaşkınlığa uğrattı. Biraz zaman kaybettiler. Karşı saldırıya geçmeleri için kendilerine fazla zaman tanımayalım, biz kendimiz saldırıyı örgütleyelim.” (abç) Maalesef Partinin bu saldırısı gerçekleşmedi. Oysa benim görevden alınmamı düşünürken gözetilen ana nokta buydu: Düşmanın şaşkınlığından faydalanıp karşı saldırıya geçmek.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑