Ulus, kapitalizmin doğuşu ve egemen oluşuyla ilgili tarihsel bir kavram. Dil de, ulusu oluşturan en önemli ögelerden biri. Eğer çok uluslu bir devlet ve bu devlette bir ulusun egemenliği söz konusu ise, ulusal baskı denen gerçek gündeme geliyor. Ulusal baskının olduğu toplumlarda, bu baskının genellikle ilk görünüm biçimi, -bazı durumlarda toprak sorunu olsa da- ezilen ulusun dili üzerine getirilen baskı, bu dilin yok sayılması oluyor. Uluslaşmaya gecikerek giren, çeşitli etnik toplulukların yaşadığı toplumlarda, en gelişkin ulusun devlet mekanizmasını oluşturmasıyla ortaya çıkan ulusal baskı ve bu ulusal baskının çeşitli görünüm biçimleri, artık sadece tarihte kalmış bir olgu değil. Ulusal baskı günümüzde de sorun olmaya devam ediyor. Bu ulusal baskının en göze batan yönlerinden birisi de dil sorunu; yani baskı altındaki ulusun dilinin ya da dillerin yasaklanması, bu dillere kamu yaşamında yer verilmemesidir. Bu durum, zaman zaman ulusal sorunun ‘bir dil sorunu olduğu’ tartışmalarını beraberinde getirecek kadar güçlü ve canlıdır.
Burada dil sorunun neden bu kadar önemli olduğu, üzerinde neden bu kadar fırtına koparıldığı sorusu zihinlere takılabilir. Bunu kısaca şöyle yanıtlayabiliriz; dil, ulus olmak için tek ve yeterli koşul değilse de, her ulusun bir dilinin olması zorunluluktur. Bu, eğer bir etnik topluluğun dili varsa, bağımsız bir ulus olmasının –diğer koşullar da uygunsa– yolunun açık olması anlamına gelir. Dil sorununun kilit bir sorun olarak öne çıkması, üzerinde fırtınalar koparılması en çok işte bu nedenden dolayıdır. Ve yine bu nedenden dolayıdır ki, egemen devlet yöneticileri, her gerici ve şovenist, baskı altındaki dile tanınan her hakta bölünme kabusu görmekte, bu süreci olabildiğince engellemeye ve geciktirmeye çalışmaktadır.
Bugün de ülkemizde Kürt sorunu ile birlikte, Kürtçe sorunu tartışılmakta, Kürtçenin bağımsız, ayrı bir dil olduğunu inkar eden gerici, şoven yaklaşımlar görülebilmektedir. Ancak son yıllardaki gelişme ve tartışmalar, Kürtçenin ayrı ve bağımsız bir dil olmadığını ileri süren –hâlâ orada duran ve duracaklar kuşkusuz var– şoven çevreleri geriletmiş, onlar da, yeni mevzilerini bu dile kamu yaşamında geçit vermeme üzerine kurmaya yönelmişlerdir. Bunlar şimdilerde Kürtçeye çok sınırlı da olsa kamu yaşamında yer verilmesini, ülkenin bölünmesine giden yolda ilk durak olarak görmektedirler. Bu şoven çevrelere göre, örneğin “Kürtçe yayın, farklı lehçeleri konuşan Kürtlerde dil birliğini geliştirecek ve Kürtçenin bu gelişmesi ülkeyi eninde sonunda bölünmeye götürecektir” ve bu nedenden dolayıdır ki, “ha Kalaşnikov, ha Kürtçe televizyon” kullanılmış hiç farketmez! Ancak tarihsel örnekler ortaya koymaktadır ki, dil sorunu ile, bir ülkenin hangi koşullarda bölüneceği sorunu ayrı sorunlardır. Biz burada sorunun sadece dile ilişkin yanını, Kürtçe özelinde ele almaya çalışacağız. Bu yazıda dille ilgili sorunlar ele alınacak, ama sorunun diğer yanlarına, konunun dağılmaması nedeniyle zorunlu olmadıkça girilmeyecektir.
TÜRKİYE’DE DURUM
Türkiye’de anadil sorunu dendiğinde, doğal olarak ilk gündeme gelen Kürtçenin durumudur. Kürtçe, gerici, şoven politikalar sonucu ayrı bir dil sayılmamış, böyle bir dilin varlığı inkar edilmiş, iş Türkçenin bir lehçesi olduğu iddialarına kadar götürülmüştür. Bugün hâlâ bu iddiada bulunan çevrelerin olduğu bilinmektedir. Ancak gerek Kürt halkının mücadelesi gerekse onlarla dayanışma içerisindeki Türk aydınları ve ileri emekçi kesimlerinin mücadelesi sonucu, bugün Kürtçenin ayrı bir dil olduğu, devlet tarafından zımnen kabul edilir olmuştur. Bugün Kürtçenin resmi devlet politikasındaki adı ”geleneksel dildir”. Ama bu kabul edişin, Kürtçenin bağımsız, ayrı, gelişkin bir dil olarak hakkının teslim edildiği, Kürtçenin artık kamusal alanda engelsiz kullanılabileceği, ona özgürlük tanındığı anlamına geldiği noktasında olduğu sanılmamalıdır. Kürtçe isimlerin konulması ve kullanılmasında x, q ve w harflerine konulan yasak, özel kursların sudan bahanelerle engellenmesi vb., bu konudaki tüm yanılsamaları dağıtacak cinstendir.
Kürtçe sorununa, Kürtçenin ayrı, bağımsız bir dil olup olmadığına ilişkin kısa bilgi ve hatırlatmalarla başlamak, Kürtçenin bir dil olarak yok sayıldığı, böyle bir dilin olmadığı iddialarının ileri sürüldüğü bir toplumda, boşuna bir çaba olarak görülmemelidir. Otoritesi tartışılmayacak dilbilimciler –Garzoni, Pallas, Colletti, Rödiger vb., burada, Kürt dilbilimcileri özellikle saymıyoruz– Kürtçe ve Kürt grameri üzerine çalışmalar yapmışlardır. Dilbilimciler Kürtçeyi Hint-Avrupa dil grubunun İran koluna ait bir dil olarak tanımlamaktadırlar. Kürtçe, yapı bakımından ise, –çekim sırasında fiil kökündeki ünlünün değiştiği– bükümlü bir dildir. Pek çok dilde olduğu gibi, Kürtçenin de lehçe ve ağızları bulunmaktadır. Bunların ve farklı lehçeleri konuşan Kürtlerin bulunması, Kürtçenin bir dil olmadığının kanıtı değil, yaygın bir coğrafyada kullanılıyor olmasının ve dilin üzerindeki tüm baskılara rağmen güçlü kalabildiğinin bir kanıtıdır. Tarihten günümüze yüzlerce Kürtçe yazılı eser gelmiş; Kürtçe, ciddi üniversitelerde Kürdoloji kürsülerince incelenen bir dil olarak, varlığını, herhangi bir tartışmaya meydan bırakmayacak biçimde kanıtlamıştır.
Bugün artık sorun, Kürtçenin bir dil olup olmadığı tartışmasını geride bırakmış, Kürtçenin kamu yaşamında nasıl yer alacağı noktasına gelip düğümlenmiştir. Sorun artık şudur; sınırlı televizyon yayını, Kürtçe özel kurslar vb. ile yetinilecek mi, yoksa Kürtçe kamu yaşamında Türkçenin sahip olduğu tüm haklardan yararlanacak mı? Örneğin eğitimde, mahkemelerde, devlet kurumlarında vb. Türkçe gibi kullanılması –anadilde eğitim, konuşulması ve yazılması, devlet belgelerinin Kürtçe de yayınlanması– olanaklı olacak mıdır? Bugünün temel sorunu işte budur. Bu soruya hiç duraklamadan ve dolambaca sapmadan olumlu bir yanıtın verilmesi gerekiyor. Şurası açık ki; bu ülkede yaşayan Kürt vatandaşlarının dillerini, üzerinde hiçbir kısıtlama olmadan, kamu yaşamının her gözeneğinde, Türkçe ile aynı haklara sahip olarak kullanabilmesi, bu dilin gelişme ve serpilme olanaklarının sağlanması, iki halkın eşitliğinin ve demokratik birliğinin temel bir kanıtı olacaktır. “Evet, Kürtçe bir dildir, ama kamu yaşamında bu kadar özgürleşmesi, ülkenin birliğini tehlikeye atar, bu nedenle kullanımı şu alanlarla sınırlı olmalıdır” türünde bir yaklaşımın, sadece Kürtçeye ambargo koymak anlamına değil, bir halkın geleceğine, kendi kaderini kendisinin belirlemesine konulmuş bir ambargo anlamına da geleceği çok açıktır. Milyonlarca insanın geleceğinin, dilinin engelsiz ve eşit haklarla serbest bırakılmasının, “ülkenin bölünüp, bölünmeyeceğine” endekslenemeyeceği, demokrasi adına, bilim adına, ülkeyi koruma adına buradan bir savunma yapılamayacağı artık anlaşılmak durumundadır.
Çünkü ülkelerin ve toplumların tarihi, bu konuda çok farklı şeyler söylemektedir. Aşağıda yaşanmış, yaşanan örneklerden kısa bir özet bulunuyor.
GÜNÜMÜZDEN VE GEÇMİŞTEN BAZI ÖRNEKLER
Gerek günümüzde gerekse de tarihte çok uluslu devletlerde aynı anda iki veya daha fazla dilde kamu yaşamının düzenlendiği örnekler bulunmaktadır. Bazı ülkelerde bu sorun devletin iki veya daha fazla resmi dile sahip olması ile çözülmüşken, bazı devletlerde ise resmi dilin kaldırılmasıyla, yani herhangi bir dile imtiyaz tanımanın reddedilmesiyle, bu sorun, kendi koşulları içerisinde olabilecek en demokratik tarzda bir çözüme kavuşturulmuştur.
Birden fazla ulusal topluluğun bulunduğu ve dilin konuşulduğu ülkelerde, anadil sorunu, ulusal veya etnik topluluğun dilinin tanınması, diller arasında eşit ilişkiler ya da serbestlikle bir çözüme kavuşturulmuştur. Günümüzde bu ülkelerin başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz: İsviçre, Belçika, Kanada vb.. Fransa ve İngiltere’de ise, yerel bölgeler statüsü altında farklı uygulamalar bulunmaktadır.
Öncelikle günümüzden bazı örneklere kısaca bir göz atalım: İsviçre çok bilinen bir örnektir. Üç ulusal dil, Almanca, Fransızca ve İtalyanca resmi dil olarak kullanılmakta, ayrıca çok küçük bir topluluğun kullandığı Greko-Romanca da resmi dil sayılmaktadır.
Belçika’da, esas olarak iki dil, Flaman ve Volan dilleri, kamu yaşamında, eğitimde, mahkemelerde vb. kullanılmaktadır. Kanada’da ise, İngilizce ve Fransızca resmi dil olarak kabul edilmektedir. Basklıların yasal partilerinin yasaklandığı İspanya’da bile, 1982’den itibaren BASK bölgesine özerklik tanınmış, Katalan, Bask ve Galler dilleri, konuşuldukları bölgelerin resmi dilleri olmuşlardır.
Geçmişte yaşanmış Sovyetler örneği ise, gerek yeni bir toplumun inşası gerekse de bu alanda uyguladığı demokratizmin içeriği ile tüm diğerlerinden ayrılmaktadır. Sovyetler Birliği, 15 cumhuriyetten oluşmuş, 130 dilin konuşulduğu –1000’e yakın yerel dil vardır!– 22 dilde eğitimin yapıldığı uluslar ve diller özgürlüğü ve eşitliğinin dev bir örneği durumundadır. Bu konuda güncel bir hatırlatma Prof. Dr. Büşra Ersanlı tarafından yapıldı. Geçtiğimiz yılın sonuna doğru Helsinki Yurttaşlar Derneği tarafından, Bilgi Üniversitesi’nde bir panel düzenlendi ve bu panelde; anadilin eğitim-öğretim ile kamusal alanda kullanımı ve dil haklarına ilişkin konular tartışıldı. Bu panelde Marmara Üniversitesi’nde öğretim görevlisi Büşra Ersanlı’nın konuşması son derece dikkat çekiciydi ve 29 Aralık tarihli Evrensel Gazetesi’nde Ersanlı ile Mukadder Ekrem tarafından yapılan bir söyleşi yayınlandı. Bu söyleşide Ersanlı, “Sovyetler Birliği’nin büyük bir laboratuvar” olduğunu vurguluyor, uygulamalardan örnekler veriyordu. İrili ufaklı dillerin kullanılması, bu dillerde ileri ve canlı, sosyalist içerikte bir kültürün gelişmesi örneğinde görüldüğü gibi, Sovyetler pek çok ulusun, bu ulusların dillerinin eşitçe ve kardeşçe gelişebileceğinin canlı bir örneğini vermişti. Bu sayede pek çok dilde sadece anadilin öğretimi değil, bu dilin bazı temel bilimlerde kullanılması da olanaklı oldu. Sonuçta ilk sosyalizm deneyi kapitalizme geri dönülmesiyle sonuçlandı; ancak onun canlılık kazandırdığı uluslar ve diller, sosyalizmin kendilerine sunduğu geniş olanaktan yararlanarak geliştiler ve modern yaşam içerisindeki yerlerini aldılar.
SONUÇ
Sonuç olarak şuna yeniden vurgu yaparak yazıyı bitirmek gerekiyor. Ülke sınırları içerisinde Kürtçe de, Türkçe gibi, okunup yazılabilen, eğitim yapılabilen, resmi devlet kurumlarında yazışma için kullanılabilen, basın yayın araçlarında sınırsızca kullanılabilen, gelişip serpilmesi devlet tarafından da desteklenen bir dil olabilir ve olmalıdır. Kürtçe üzerindeki demirden cenderenin kırılması için, sadece mücadele eden halklara değil, bilim adamlarına, özellikle de dilbilimcilere büyük görevler düşüyor. Aydınlar ve bilim adamlarından beklenen, hiçbir kaygıya kapılmadan, Kürtçenin özgürlüğünü savunmaları, tarihin gördüğü en mazlum halklardan biri olan Kürt halkına, insanlık borçlarını hiç olmazsa bu biçimde ödemeye çalışmalarıdır. Eğer namuslu ve bilime bağlı –şimdilik sayıları fazla olmasa da, artık bunlarda çıkmaktadır– bir Türkolog, bir an için Kürtçenin yerine Türkçeyi koyar, dilin üzerindeki baskı ve engelleri, bunun yaratacağı sonuçları zihninde canlandırmayı deneyecek olursa, herhalde Kürtçenin hakkını savunmakta fazlaca zorlanmayacaktır.