Kentin Değişimi

ATİLLA GÖKTÜRK[1]

M. SERTAÇ TÜMTAŞ[2]

 

DEVLETİN DEĞİŞİMİ

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, özellikle Batı Avrupa’da, 1970’li yıllara kadar uzanan bir süreçte, kapitalizmin o dönemki öncelikleri doğrultusunda “sosyal devlet” uygulamaları oldukça yaygın bir biçimde etkili olmuştur. Bu süreçte devlet, ülkeden ülkeye farklılık göstermekle birlikte, öncelikle istihdam, konut, sağlık, sosyal güvenlik, eğitim vb. alanlarda yurttaşlarına yönelik düzenlemeler yapıp önlemler alarak, göreli bir “refah” yükseltme uğraşı içinde olmuştur. 1970’lerde yaşanan petrol krizi sonrasında, özellikle 1980’lerde görülen ekonomik durgunluk, gerileme ve artan bütçe açıkları, yeni sağ liberal ideolojinin yükselmesine ve tüm dünyada “sosyal devlet” uygulamalarından geri dönüşe yol açmıştır. 1980’lerde ve 1990’larda devletin sosyal politikalarında büyük bir değişim yaşanmış, birçok ülkede devletin yeniden yapılanmasını hedefleyen düzenlemeler gündeme gelmiştir.

1970’li yıllardan sonra kapitalist sistemin içine girdiği krizden çıkmak için bulduğu çözüm olan küreselleşme, ülkelerin sosyal, ekonomik, kültürel, hukuksal, yönetsel vb. yapılarını dönüştürme sürecine girmiştir. Bu süreç günümüzde de soluksuz bir şekilde devam etmekte olup, bu dönüşümde devlet mekanizmasının önemli bir rolü olmaktadır. Devletin rolünün, işlevlerinin, çalışma yöntemlerinin neo-liberal ilkeler çerçevesinde yeniden belirlendiği günümüzde, kamu yönetimlerinin, devletteki dönüşümün gereksinmelerine göre yeniden yapılandırılması söz konusudur. Dünün “sosyal refah” devletinden, düzenleyici ve/veya girişimci devlete dönüşümü içeren bu yeniden yapılanmada, yönetsel aygıtın devletin yeni işlevine göre uyarlanması, neo-liberalizmin beklentilerini karşılayabilir hale getirilmesi amaçlanmaktadır. Küreselleşme, ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel değerlerin ve bu değerler çerçevesinde oluşmuş birikimlerin ulusal sınırlar dışına taşarak dünya geneline yayılması olarak değerlendirilmektedir. Kavram, bazen dünya toplumlarının birbirine benzeme süreçlerini, buna bağlı olarak tek bir küresel kültürün ortaya çıkmasını; bazen de toplulukların ve kimliklerin kendi farklılıklarını ifade etme ve tanımlama sürecini sunacak biçimde kullanılabilmektedir (Köse, 2003:5). Her iki durumda da, oluşan yeni dokunun ulus devlet yapısı ile bire bir örtüşmediği izlenebilmektedir. Kapitalizmin topluma yönelik harcamalarını keserek krizini aşma doğrultusunda bulunan çözüm olarak karşımıza çıkan küreselleşme, iki kutuplu dünyanın son bulması, yani Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun çökmesinin yanı sıra teknoloji ve bilişim alanlardaki gelişmelerin sağladığı olanaklardan faydalanarak kendi zeminini oluşturmuştur. Bu doğrultuda, küresel sermaye, hareket serbestisini arttırmak için, ulus devletlerin ekonomik, yönetsel, toplumsal, siyasal, hukuksal ve kültürel yapılarında yeni düzenlemelere gitmiştir. Nitekim, Hosbawm (1997:23-32), günümüzde ulus/milletin eski fonksiyonlarını kaybettiğini, bu dönemde yerelin/bölgelerin önem kazandığını ve bölgesel ekonomilerin, küresel ekonomi içersine çekildiğini belirtmektedir. Günümüzde, sermaye birikim süreçleri ve teknolojide ortaya çıkan gelişmelere paralel olarak, geçmişte kendisini ulusal ve hatta yerel ölçekte tanımlayan sermayenin giderek ulusal sınırlamaları aşma kaygısı ön plana çıkmış, bu eğilim de bir anlamda geçmişteki ulus devlet modelinin aşınmasının arkasındaki temel neden haline gelmiş bulunmaktadır (Şengül, 2000:127). Temellerini yeni kamu işletmeciliği yaklaşımının oluşturduğu yeni düzenlemeler, devlette reform olarak sunulmakta ve bu “reform” dalgasının hemen her ülkeyi farklı düzeylerde de olsa etkisi altına aldığı görünmektedir. Bu nedenle, küresel ölçekte bir düzenleme eyleminden söz edilmekte ve ulusal düzenlemelerin küresel düzenlemelere uyumlu hale getirilmesi, başka bir ifade ile devletin kural koyucu rolünün küresel ölçekten aktarılan kuralları alma doğrultusunda kullanıldığı belirlenmektedir. Tek tek ülkelerde benzer içerikler taşıyan “reform” uygulamaları, ülkelere göre göreli de olsa farklı sonuçlar üretebilmektedir.

Önerilen yeni modelin temel işlevi olarak sunulan devletin düzenleyici düzeyde kalması, genel olarak kamunun hizmet üretiminin sınırlanması ve devlet eliyle yürütülmekte olan kamu hizmetlerinin de özel sektör tarafından gerçekleştirilmesi anlayışını dayatmaktadır. Başka bir ifade ile, dünün “sosyal devlet” yaklaşımının yerini alacak bu yeni modelde, piyasalara (düzenleyici boyutta) müdahaleci, ama toplumsal yaşama ilişkin işlevlerini terk etmiş bir devlet öngörülmektedir. Bununla beraber, bu süreçle birlikte; insan hakları, hukukun üstünlüğü, demokrasi gibi temel değerler üzerine söylemler ön plana çıkmış, buna paralel olarak da devlet düzeyinde; demokratikleşme, yerelleşme, saydamlık, katılım, esneklik, hesap verebilirlik vb. tanımlamalar, yeniden biçimlendirilmenin aracı olarak ileri sürülür olmuştur. Küreselleşme, bir yandan “yönetişim” kavramı ile katılımı tercih eden bir görüntü sunarken, diğer taraftan da yerel yapılara önem veren ademi merkeziyetçiliğe daha fazla vurgu yapan bir doku ile yerelleşmeyi savunan bir çizgi oluşturmuştur. Bu yolla siyasal gücün tek elde toplanmasının önleneceği ve böylece demokrasinin yerel düzeyden başlayarak güçlendireceği kanısı hâkim kılınmaya çalışılmıştır.

Temsili demokrasinin bütün kurumlarının sorgulandığı bu süreçte, yerel yönetimlerde, “katılımcı demokrasi” ve birlikte düzenleme veya birlikte yönetme olarak sunulan “yönetişim” kavramı ile kamu ve özel sektörün ulusal, bölgesel ve yerel düzeylerde bir araya gelmesi temelinde bir yönetim modeli savunulmaktadır.

Ülkemizde bu yöndeki neo-liberal uygulamalar 1980’li yılların başında Özal döneminde kendini göstermeye başlamış,1980 sonrasında deregülasyon ve özelleştirme gibi yöntemler aracılığıyla küçültülen devlet, kamu hizmetlerinin sunum ve finansmanında özel sektörün yer almasına ilişkin düzenlemeleri gerçekleştirmiştir.

21. yüzyılın ilk yılları, Türkiye’de, küreselleşmenin beklentileri doğrultusunda yapılan düzenlemelerin, merkezi ve yerel yönetimlerle ilgili yeni yasaların neo-liberal anlayış çerçevesinde hayata geçirildiği yıllar olmuştur. Yeni düzenlemelerle birlikte, özellikle her düzeydeki belediyeler ve il özel yönetimleri aracılığı ile yerel ve yandaş sermayenin önü açılmış, yerel yönetimler bu kesimin daha da palazlandırılmasının bir aracı konumuna dönüşmüşlerdir.

Kentin değişimi üzerine yapılacak bir değerlendirme, yukarıda kısaca vurgulanmaya çalışılan bu gelişmelerin irdelenmesi, mevcut durumun tanımlanması ve geleceğe ilişkin kestirimlerin sunulması temelinde yapılmak durumundadır.

KENTLEŞMEDEKİ DEĞİŞİM[3]

Ülkemizde kırsal alandan kentsel alana göç biçiminde gerçekleşen kentleşme olgusunun 1950’li yıllarda ivme kazanmaya başladığı bilinen bir durumdur. Bu yıllarda, Marshall yardımları sayesinde tarımda makineleşmenin artması, tarımım modernleşmesi, miras vb. nedenlerle toprakların bölünmesi, ulaşım ve iletişim alanlarında ilerlemelerin gerçekleşmesi ve bunlara ek olarak doğal nüfus artış oranının yüksek olması gibi nedenlerle, kırsal yerleşim birimlerinden kentsel yerleşim birimlerine doğru bir nüfus hareketi başlamış ve bu hareketlenme, bir dizi ekonomik, toplumsal, siyasal ve kültürel değişimi beraberinde getirmiştir.

Ancak asıl olarak kırdan göçün kent yapılarında kendini göstermesi 1960’lı yıllara denk gelmiş ve bu seyir 1970’li yılların sonlarına kadar sürmüştür. 1980’li yıllar ve sonrasında o güne kadar uygulanmakta olan tarım politikalarındaki değişim, kırsal kesimde önemli etkiler yaratmıştır. Türkiye tarımında önemli bir yer tutan özellikle geçimlik işletme dokusunun ve topraksız köylülüğün kırsal alandan kopuşu için yeni bir zemin, neo-liberalleşen tarım politikaları ile gerçekleşmiştir. Bu bağlamda, ülkede yaşanan kırdan kente göç olgusunun temel nedenlerinden birisi olan yaşam kalitesinin kırsal alandaki yetersizliği, özellikle 1980 sonrası tarım sektöründe yaşanan gelişmelere bağlı olarak, gelirin de –nüfus artışı, arazilerin bölünmesi gibi etkilerin dışında– önemli oranda düşmeye başlaması ile daha da açığa çıkmıştır. Kırdan kente göç eden nüfus, 1980-1985 yılları arasında 860.445, 1985-1990 yılları arasında ise 969.871 kişi olarak hesaplanmıştır (Ersoy ve Şengül, 2002:38).

Bu dönemde yaşanan kırdan kente göç, Durugönül’ün (1997:97) belirttiği gibi, “daha çok ülkenin geri kalmış bölge ve kentlerinden gelişmiş ve göreli iyi yaşam koşullarının olduğu bölge ve kentlere yönelmektedir”. Bu süreci izleyen aşamalarda, kırlardan kentlere gidiş yaygınlaşmış ve göç âdeta kurumsallaşmıştır. 1950’li yıllarda %24’lerde seyreden kentleşme oranı, bu dönem (1950-1990) içerisinde, 1975’de %41.8’e, 1980’de %43.9’a ve nihayet 1990’da %59.6’a yükselmiştir.

Genel olarak bakıldığında, kırdan kente göç eden kişinin belli büyüklükteki bir yerleşme ya da emek pazarına göç eden kişi olması, bir topluluğu terk ederek yeni bir topluluk içine girmesi, yeni toplumsal ilişkiler kurmasını gerektirmekte ve bu geçiş, çok sayıda uyum sorunu yaratmaktadır (Özer, 2004:12). Bu problem ise, bir anlamda kentleşme ve kentlileşme arasındaki ayrımdan kaynaklanmaktadır. Zira kentleşme nüfusun kentlerde yoğunlaşmasını anlatırken, kentlileşme kavramı ise, Kartal’ın (1983:92) belirttiği gibi, kente gelenlerin, kentsel bütünleşmeyi sağlaması ve kentsel olanaklardan faydalanmalarını ifade etmektedir. Yazara göre, “kentlileşen insanda, ekonomik ve sosyal olmak üzere iki bakımdan değişme olmaktadır. (a) Ekonomik bakımdan kentlileşme, (b) sosyal bakımdan kentlileşme. Ekonomik bakımdan kentlileşme, kişinin geçimini tamamen kentte veya kente özgü işlerle sağlıyor duruma gelmesiyle gerçekleşir. Sosyal bakımdan kentlileşme ise, kır kökenli insanın türlü konularda kentlere özgü tavır ve davranış biçimlerini, sosyal ve tinsel değer yargılarını benimsemesi ile gerçekleşmektedir.” Bu noktada, kentlerde “kentlileşemeyen”, yani kentsel değerleri benimseyemeyen göçmenler kente yabancılaşmakta ve kendi çevresine kapanmaktadır. Bu değerlendirmeden de anlaşıldığı üzere, “kentlileşme”, bireyin tek başına gerçekleştirebileceği bir değişim olmayıp, barınma, istihdam, gelir, eğitim, kültür, sağlık, tüketim vb. birçok ekonomik ve sosyal olguya sahip olması ile zamana yayılan bir değişim sürecidir. Bu çerçevede, böylesi bir değişim, bireyin kişisel çabalarının ötesinde, elde edebildiği, ulaşabildiği olanaklarla da yakından ilgili olup, yeterliliği tartışılabilir de olsa, farklı düzeylerdeki devlet katkısı da bu değişimde önemli bir işlev üstlenmektedir.

1980 sonrası Türkiyesi, ekonomik, toplumsal ve yönetsel açıdan öncesinden farklı bir tablo sunmanın ötesinde, kente göç eden kırsal nüfusun kentlileşmesi açısından da farklı bir boyut kazanmaktadır. 1980 sonrasında, değişen ekonomik politikaların yanı sıra, Türkiye, toplumsal yapısını da önemli ölçüde etkileyen bir dizi gelişme ile karşı karşıya kalmıştır. Devletin işlev ve etkinliklerindeki değişim ve yaşanan ekonomik krizler, istihdam ve gelir dağılımını da önemli ölçüde etkilemiş ve genelde yoksulluğun artmasına yol açan bir seyir izlenmiştir. Sürecin önemli ve bu politikalar ile paralel seyreden bir gelişmesi ise, kırsal alandan kente göç hareketinin niteliğinde ortaya çıkmıştır. Cumhuriyet’in kurulduğu yıllardan 1990’lı yıllara kadar, daha çok ekonomik (geçim sıkıntısı, işsizlik, yoksulluk) gerekçeler ile göç eden insanların kentte daha iyi bir yaşam hayaliyle (iş bulma olanaklarının fazla olması, sağlık ve eğitim hizmetlerinden yeterli ölçüde faydalanma ve kentin sosyal aktivitelerinin çekiciliği) ve kendi istekleri doğrultusunda kırdan kente yöneldikleri belirlenmiştir. 1990 ve sonrasında ise, bu tabloda önemli bir değişiklik olmuş, insanların iradeleri dışında gelişen ve zorunlu göç adı verilen göç türü ortaya çıkmıştır. Özellikle 1990’lı yıllarda, Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde yaşanan olaylar nedeni ile ivme ve kitlesel bir nitelik kazanan bu son dönem göç hareketi, batıdaki kentlerimizde yoksulluk görüntülerinin çarpıcı bir biçimde oluşmasına neden olmuştur.

Bu boyutun da eklenmesi ile 1990’lı yıllar, ülkede ekonomik sorunların ve siyasal ve toplumsal gerginliklerin hâkim olduğu yıllar olmuştur. Özellikle siyasal ve toplumsal gerginliklerin temelinde ise, Doğu ve Güneydoğu’da yaşanmakla birlikte, etkileri bölge dışına taşan olaylar yer almıştır. Çünkü bu dönemde yaşanan göç hareketi, Cumhuriyet tarihi boyunca kırsal alandan kente, süregelen göç hareketlerinden gerekçe ve nitelik bakımından farklılık göstermektedir. Farklılığın temelinde ise, “zorunluluk” yer almaktadır. Türkiye’de son dönem kent yapısının değerlendirilebilmesi için, kırsal alandan kente göçün değişen bu yapısının irdelenmesi gereklilik arz etmektedir. Çünkü, “Nedenleri çeşitli boyutlarda tartışılmaya açık bu süreçte, tarımsal üretimden boşa çıkan nüfus değil, tarımsal üretimin farklı boyutlarında yer alırken, mekânından koparılan bir nüfus, iradesi dışında kent nüfusuna eklemlenmiştir. Ekonomik ve sosyal açıdan kente göçü planlamayan, böylesi bir göç için bir hazırlığı ve beklentisi olmayan, daha iyi yaşam koşulları arayışını bulunduğu kırsal mekânın dışına taşımayı düşünmeyen bu kesim, kentsel alanlara yığılmış, bu yığılanlar ise, bireysel çözümsüzlüklerle karşı karşıya kalmıştır. Yaşanan bu göç, kısa bir süre sonra, ilk plandaki göç edenlerin bireysel çözümsüzlük konumunun çok daha ötesine geçmiş, önce göç edilen mekânda, mekânı paylaşanların (eski ve yeni) tamamı için ekonomik, sosyal, yönetsel ve kültürel açıdan hızla büyüyen kitlesel sorunlar ortaya çıkmaya başlamış, hemen ardından da, göçe kalkılan mekânın ülke ekonomisine (örn. hayvancılıkla) sağladığı katkının artık yaratılamaması nedeni ile önemli bir açık doğmuştur.” (Göktürk, 2001:282)

1990 sonrası yaşanan bu zorunlu göçün bir diğer özelliği de, göç edenlerin etnik kimliğinde ortaya çıkmaktadır. Çünkü, göç veren mekân olan Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgeleri, etnik kimliği Kürt olan yurttaşların ağırlıklı olarak yaşadığı bir bölgedir. Dolayısı ile etnik kimlik yönü de olan bu göçün boyutlarını anlamak açısından TBMM Göç Komisyonu Raporu (1998) fikir vermektedir. Rapora göre, OHAL sınırları içersinde “905’i” köy, “2523’ü” ise mezra olmak üzere toplam “3428” yerleşim birimi boşaltılmış ve “378.335” kişi iradeleri dışında göç etmiştir. Aynı konu ile ilgili olarak, 6 Aralık 2006 günü kamuoyuna açıklanan, Devlet Planlama Teşkilatı tarafından Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etüdleri Enstitüsü’nce (HÜNEE) gerçekleştirilen Türkiye Göç ve Yerinden Olmuş Nüfus Araştırması (TGYONA) verilerine göre ise, bu dönemde güvenlik nedeniyle göç edenlerin sayısının 953.680 ile 1.201.200 arasında olabileceği belirtilmiştir. Bazı sivil toplum örgütleri ise, TBMM’nin ve HÜNEE’nin verdiği rakamlardan daha yüksek rakamlar sunmaktadır. Göç Edenler Sosyal Yardımlaşma ve Kültür Derneği (2002) ve İnsan Hakları Vakfı (2000) da bu iddiada bulunanlar arasında yer almaktadır. Bu örgütlere göre, bu dönemde, 4000 civarı yerleşim biriminden, üç milyonun üzerinde kişi (TESEV, 2004:4) zorunlu göçe tabi olmuştur. Göç gerekçelerindeki bu değişim, araştırma verileri ile de desteklenmiştir. Göktürk’ün (2001:281-289) Diyarbakır (1996) ve Mersin (1999) araştırma sonuçları bu durumu doğrulamaktadır. “1990 öncesinde Diyarbakır’a göç edenlerin %43.1’i geçim sıkıntısını, %18.75’i işleyecek toprağı olmamasını gerekçe gösterirken, 1990 sonrasında göç edenlerin %43.6’sı bölgedeki olayları, %58’i köyünün yakılmasını gerekçe göstermektedir. Aynı durum Mersin açısından incelendiğinde ise, 1990 öncesinde göç gerekçeleri arasında en önemli yeri %71.9 ile geçim sıkıntısı, işsizlik alırken, onu %15.2 ile kent yaşamının çekiciliği, eğitim, sağlık vb. hizmetler gerekçeleri ikinci sırada izlemektedir. 1990 sonrasında ise, ilk sırada yer almakla birlikte %48.9’a düşen geçim sıkıntısı vb. gerekçeleri, bu kez, ikinci sırada, %28.9 ile bölgemizdeki olaylar nedeniyle can ve mal güvenliğinin tehdit edilmesi, %26.7 ile de köy boşaltılması gerekçeleri izlemektedir.

1990’lı yıllarda yaşanan zorunlu göçün ani ve kitlesel olmasının yanında, devletin bu göç sürecinde gerekli önlemleri al(a)maması ve göç edenlerin kendi hallerine bırakılması, göç alan kentlerin, göç edenleri özümseyememesine, birçok kentte hızlı bir ayrışma süreci yaşanmasına, zaten yetersiz olan kentsel altyapı ve üstyapıların tümüyle tıkanmasına neden olmuştur. Göç edenlerin kente ani ve hazırlıksız gelmeleri, ulaştıkları kentte başta barınma olmak üzere sağlık, eğitim, istihdam vb. alanlarda sorunlarla karşılaşmaları, mekândaki yoksullaşmanın etkisini ve ayrışmaları da arttırmıştır. Önceleri köy/kent ayrımı görüntüsü içinde ortaya çıkan bu ayrışma, zaman içinde değişerek, kentte gerilimi tırmandırmış ve dışlanma boyutuna ulaşan sonuçlar gözlenmiştir.

Bu süreçte yaşanan değişimler, kentsel yapıları da etkilemiştir. Aynı dönemde sosyal devletin tasfiye sürecine girilmesi ve kentsel yerleşim birimlerine yönelik kamu politikalarının değişimi, dengesizliğin daha da büyümesine neden olmuştur. Alada’ya göre de, “Küreselleşme ve buna bağlı olarak sosyal devletin zayıflaması, kamusal alanın yoksullaşması ve beraberinde bireysel anlamda yoksullaşmanın hızlanması, toplumsal dönüşümün göstergeleri olarak yaşamın her alanında hissedilmektedir. Küreselleşme süreci sermayenin yeni birikim rejimi olarak değerlendirildiğinde, sermaye lehine bu gelişim kamusal alanının küçülmesiyle eşanlı bir koşutu doğurmuştur. Bu türden gelişmenin ilk belirginleştiği alan da sosyal nitelikteki devlet harcamalarının kısılmasıdır.”(Alada vd., 2002:241)

Aynı dönemde devlet harcamalarının kısılması da yoksulluğu arttırmıştır. Bu durum, toplumun çeşitli kesimlerinin ulusal gelirden aldığı payın değişiminde gözlenmektedir. Nitekim, Türkiye’de de, 1980 sonrasında, uygulanan neo-liberal ekonomi politikalarının bir ayağını oluşturan kamu harcamalarının kısılması, gelir dağılımı eşitsizliklerinin ve işsizliğin artmasında önemli bir rol oynamıştır. Bu gelişme de, kentlerde oluşan yoksullukların daha da belirginleşmesine neden olmuş, yaşanan ekonomik krizlerle kentlerdeki yoksulluk tablosu daha da ağırlaşmıştır. Dünya Bankası 2003 çalışmasında, 1994 ve 2001 yılları arasında eşitsizlik ve aşırı yoksulluk oranlarının değişmediği, ancak kentsel yoksulluk oranında bir artış gözlendiği ve geleneksel dayanışma bağlarının zayıflaması ve enformel istihdam olanaklarının azalmasıyla, insanların kendilerini daha yoksul ve korunmasız hissettikleri sonucuna varılmıştır. Kentsel korunmasızlık oranının[4] 1994 yılında %36.3’ten 2001 yılında %56.1’e yükselmiş olması, bu gözlemi destekler niteliktedir (Önder ve Şenses, 2006:7). Öte yandan, Türkiye’nin dünyada geliri en adaletsiz dağıtılan ülkeler arasında yer alması, bu durumu daha da ağırlaştırmaktadır. Gelirin yüzde 20’lik dilimlere göre dağılımına göre, Türkiye, dünyanın en adaletsiz ilk 20 ülkesi arasında ve orta gelirli ülkeler sıralamasında ise ilk beşte yer almaktadır. Gelir adaletsizliği ölçütü olan gini katsayısı dikkate alındığında, gelirin en adaletsiz dağıldığı Brezilya, Meksika, Şili, Güney Afrika ülkelerini Türkiye izlemektedir (Sönmez, 2002:89). Neo-liberal politikaların uygulamaya geçirilmesi, bu çerçevede özelleştirme, serbest piyasa, yapısal uyum gibi politikaların hüküm sürmesi, sosyal güvenlik harcamalarında kesintiye gidilmesi, yoksullukları daha da arttırmıştır. Bu durum, toplumsal yapıda ve mekânda hızlı bir ayrışmanın yanı sıra yoksulluğun daha da artmasının koşullarını yaratmanın ötesinde, tüketim kalıplarından kültürel yapılara kadar farklı kitlelerin oluşmasına neden olmaktadır. Berger ve Huntington (2003), bu olguya, özellikle az gelişmiş ülkelerde rastlanıldığına dikkat çekmektedirler.

Bu durum, göç çalışmalarında da ortaya çıkmıştır. TMMOB (1998), Ersoy ve Şengül (2002) ve TESEV (2006) ve Kalkınma Merkezi (2006) Diyarbakır araştırmaları, kentsel alanda işsizlik ve buna bağlı olarak yoksulluğun ne denli yüksek olduğunu ortaya koymuştur. TMMOB araştırmasına göre, 1996 yılında Diyarbakır’a göç edenlerin %67.1’i işsiz, %24.43’ü günübirlik ve marjinal işlerde çalışan kişilerden oluşmaktadır. Bu durum, hanelerin aylık gelir düzeylerine de yansımaktadır (Göktürk, 1998:35). Diyarbakır’da hanelerin %41.18’i, net asgari ücretin altında bir aylık gelire sahiptir. Bu tablo, Ersoy ve Şengül’ün (2002:158) Diyarbakır araştırmasında da ortaya çıkmış olup, hane reislerinin %61.1’i işsizdir ya da düzenli bir işe sahip değildir.

Kısaca özetlenmeye çalışılan bu verilerden de izlenebileceği gibi, yirminci yüzyılın son çeyreğine denk düşen bu göç süreci, içinde bulunduğu krizi aşma doğrultusunda yeni arayışlar içerisine giren kapitalizm ile ilgili küreselleşme tartışmalarının yoğunlaştığı bir döneme denk düşmüştür. Bu süreçte, bir yandan ulus devletin sınırlamaları gevşetilirken, diğer yandan da “yerel” kavramı ön plana çıkarılır olmuştur. Bu gelişme, meşruiyetini homojenlik üzerinden sağlayan ulus devlet sınırları içerisinde yeni kimliklerin veya var olan kimliklerin farkındalığının artmasına neden olmuştur.

Türkiye’de de 1980 sonrasında ekonomik ve yönetsel alanda küresel sisteme uyum çerçevesinde yaşananlar ile zorunlu göç süreci birleştirildiğinde, geçmişten çok farklı bir kent dokusu ile karşı karşıya kalınmaktadır.Art arda yaşanan krizler ile gelir dağılımı dengesizliğinin ve işsizliğin artması, genel olarak toplumsal yapıdaki ve kentlerdeki yoksulluk tablosunu daha da ağırlaştırmıştır. Kentsel alanda, geçmişin gecekondu mahalleleri oluşumunun da ötesine geçen bir yansıma yaratan bu gelişmelerin, mekânda, artık gecekondu ile sınırlanamayacak, giderek derinleşen bir ayrışma yarattığı da belirtilmelidir. Sorunları derinleştiren bu olumsuz gelişmeler ile aynı dönemde, kente yönelen kitlesel göç, yeni bir dokunun çıkmasını hızlandırmış, iki önemli eğilim toplumsal yapıda baskın özellik kazanmaya başlamıştır. Biri, etnik farklılıkları tali gören din temelinde cemaatçilik eğilimi, diğeri ise, buna paralel bir seyir izleyen ve etnik kimlikleri ön plana çıkaran milliyetçilik eğilimi. Önce kentlere göç eden ve etnik farklılığı olan insanların ayrışması ile başlayan süreç giderek etnik çatışmaları da beraberinde getirmiş, tek tek olarak kamuoyuna yansıyan ve o yerele aitmiş gibi gözüken olaylar, zaman içinde farklı mekânlarda ve farklı boyutlarda yaşanarak ivme kazanmıştır.

KENTİN GERİLİMİ

1990’lı yıllarda yaşanan ve 2000’li yıllarda kentsel dokuda varlığını hissettiren zorunlu göç ile, Türkiye’de kent, aynı zamanda, yükselen bir gerilimin de mekânı olmuştur. Kentsel gerilimi, kısaca, kentsel eşitsizliklere bağlı olarak, kentsel hareketlerin ve toplumsal çatışma potansiyelinin ortaya çıkması olarak tanımlamak mümkündür. Erder’e (2002, 13-25) göre, kentsel eşitsizliklerden doğan bu tür gerilimler, nedenleri farklı olmakla beraber, hemen bütün toplumlarda yaygınlaşma eğilimi göstermektedir. Kentlerde gerilim üreten hareketlerin oluşumunda, farklı düzlemlerde, birçok karmaşık yönetsel, siyasal ve toplumsal etken söz konusudur. Bu hareketlerin, bir kesimi yerel, bir kesimi ulusal, hatta bir kesimi de küresel düzlemdeki eğilimlerin etkileşimi sonucu oluşabilmektedir. Özellikle son dönemde kentlerin aldığı kitlesel göç, yerleşme biçiminin yarattığı kentsel eşitsizliklerden kaynaklanan kentsel gerilimleri de arttırmıştır. Ancak bu noktada, son dönemde gerçekleşen kentsel hareketlerin, toplumsal grupların üretim ilişki­lerindeki eşitsiz konumlarından kaynaklanan sınıfsal hareketlerden niteliksel olarak farklı olduğunu özellikle belirtmek gerekmektedir. Erder’e göre, bu durumun nedeni, çok kültürlü toplumlarda, eşitsizliklerle karşıla­şan grupların sistematik olarak aynı kültür grubuna mensup olmaları durumunda, bu hareketlerin etnik ilişkiler ve et­nik hareketler haline dönüşmesinden kaynaklanmaktadır. Örneğin, Amerikan toplumu gibi kültürel köken olarak homojen olmayan toplumlarda ya da Almanya gibi göreli ola­rak homojen olduğu halde dış göç yoluyla farklı kökene sahip olan grupların yerleştiği toplumlarda, göçmenlerin yoğunlaştığı “getto” alanlarında gözlemlenen ilişkiler, bu tür ilişkilerdendir (Erder, 2002, 43).

Yukarıdaki bölümlerde vurgulandığı gibi, Türkiye örneğinde kentte mekânsal ayrışmalar olgusuna baktığımızda, 1950’lerden itibaren, kırsal kesimden büyük kentle­re olan zincirleme göçün, bu olgunun zeminini yarattığı gözlenmektedir. Kentte geçirilen ilk zamanlarda, yeni çevrede tutunabilmek için, hem sayıca, hem de kültürel olarak “kendi insanı”na ihtiyaç duyan kentteki kır göçmenleri, özellikle kentin çeperindeki iskân edil­memiş arazilere konutlarını yaparken, köylü ve akrabalarıyla ve daha genelde aynı yöreden gelmiş kişilerle aynı mahallede top­lanma eğilimi göstermişlerdir (Erman, 2002:2). Bu durumun 1990 sonrası gerçekleşen göçlerde de yaşanmış olması, etnik farklılığa dayalı mekânsal ayrışmaların da kaynağını teşkil etmiştir. Oluşan böyle bir tablonun kentlerde gerilimi tırmandırdığına dikkat çeken Erman’a (2002:2) göre, “belli bir etnik grubun bir mekânda kümeleş­mesi, ayrıca o mekânda yaşayanların etiketlenmesine neden olmakta ve bu etiketlenme şiddete varan karşıt davranışlara ka­dar gidebilmektedir.” Nitekim etnik/dini/kültürel çeşitliliğin olduğu Türkiye’de, zaman zaman bu tarz gerilimlerin yaşandığı görülmektedir.

Bu durum, Göktürk ve Akkaya’nın Mersin kent merkezindeki araştırma verilerinde karşımıza çıkmaktadır. Bu verilere göre, araştırmaya katılanların yaklaşık 1/3’ü Kürt, 1/10’u Arap ve yarısı Türk olarak kendilerini tanımlamışlardır. Yazarlara göre, bu tablo, yoksulluğun hemen her dönemde gözlenebildiği Mersin’de, geçmişteki sınıf temelli dayanışmanın yerini, kente yönelen zorunlu göç dalgasının arkasından etnik farklılıkları öne çıkaran bir çizginin almasına kaynaklık etmiştir (2004:43-57). Bu durum, ülke genelinde –Mersin’de, Gemlik’te, Sakarya’da, Trabzon’da, İstanbul’da vb.– yer yer yaşanan toplumsal çatışmalarda karşımıza çıkmaktadır.

Böyle bir tespit, zorunlu göçe maruz kalan göçmenlerin kentlere uyumunun daha da zorlaştığını belirlemektedir. Bu durum, Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu’nun Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan göç eden ailelerin sorunları üzerine yaptığı bir araştırmada da ortaya çıkmıştır. Toplam 4343 kişiye uygulanan anketlerdeki “Buraya ilk geldiğinizde en çok zorlandığınız konu ne oldu?” sorusuna, %40 oranında şehre uyum, %25.4 oranında işsizlik, %8.5 oranında konut sorunu, %2.4 oranında hayat pahalılığı, %0.8 oranında dil sorunu cevapları alınmıştır (Ersoy ve Şengül, 2002:45). Bu veriler, son dönem göç edenlerin kente uyum ve bütünleşme sağlayamamalarını sergilemenin ötesinde, kendilerini dışlanmış olarak gördüklerine ilişkin ipuçları da sunmaktadır. Bu noktada, Göç Edenler Sosyal Yardımlaşma ve Kültür Derneği’nin (2002) zorunlu göç eden göçmenler üzerinde yaptığı bir başka araştırma, dışlanma duygusunun gerekçelerini somutlaştırmak açısından çarpıcı veriler sunmaktadır. Bu araştırmaya göre, İzmir’de okula giden çocukların %24.1’inin ve Mersin’de okula giden çocukların %17.8’inin etnik kökeninden dolayı aşağılanma sorunu yaşadıkları görülmektedir. Aynı araştırmada, İzmir’e göç edenlerin sadece %25.4’ünün ve Mersin’e göç edenlerin de sadece %20.9’unun, yaşadıkları mahallenin dışında kalan yerleri-bölgeleri tümüyle bildikleri görülmektedir. Bu durum da, göçmen ve yerli ayrışmasının ne derece netleştiğini göstermektedir. Yine bu araştırma verilerine göre, İzmir’e göç edenlerin %36.4’ünün ve Mersin’e göç edenlerin de %13.1’inin, etnik köken-anadil farklılığı nedeniyle, ev tutmakta/ev bulmakta zorlandıkları, sorun yaşadıkları sonucu açığa çıkmaktayken; etnik köken farklılığı nedeniyle iş bulma sorunu yaşadıklarını söyleyenler, İzmir’de %40 ve Mersin’de %14.7’dir (Barut, 2002). TESEV’in (2006) araştırma verilerinde de, zorunlu göçmenlerin etnik kimliklerinden dolayı ayrımcılığa maruz kaldıkları görülmektedir.

Kentlerde işsizlik oranı, kırdaki hiçbir birikimini kente aktarma olanağı bulamamış olan zorunlu göçmenler arasında daha da fazladır. Genelde, kentte tutunabilmek için önce aile reisinin iş bulması gerekmektedir, ancak kırda tarım ve hayvancılık gibi işlerle uğraşan kişinin, kentte bu işi sürdürme koşulları bulunmamaktadır. Kentsel işgücü piyasasında rekabet edebilecek beceri ve birikimlerden yoksun olan bu kişiler, sürekli ve düzenli bir iş bulamayarak, kentin enformel iş gücü piyasasına doğru kaymakta ve geçimini genellikle gündelik işler yaparak sürdürmektedir. Süreç içerisinde, geçimini bu şekilde sürdüremeyen ve beslenme ihtiyacını bile gideremeyen aileler, başta çocuklar olmak üzere, ailedeki diğer bireyleri de çalışma hayatına sokmaktadır. Kalkınma Merkezi’nin (2006:49) Diyarbakır’da yaptığı araştırmaya göre, yoksulluk nedeniyle, önemli sayıda çocuk çeşitli işlerde çalışarak ailelerinin geçimini sağlamaktadırlar. Araştırmaya katılan ailelerin %24’ünde 14 yaşın altındaki çocuklar, ailenin geçimine katkıda bulunmakta ya da tüm aileyi geçindirmektedir. Bu noktada, yer yer okul çağının bile altında olan çocuklar, sokaklarda mendil, sakız vb. şeyler satarak, aile ekonomisine katkıda bulunmaya başlamaktadırlar. Eğitim çağında olup da okula gidemeyen bu çocuklar, zamanla kentin marjinal yapısı içerisine kaymakta ve bugün büyük şehirlerin en önemli sorunu olan kap-kaç, çete, mafya diye tabir edilen suç şebekelerinin ağına düşmektedirler. Bu durum, TBMM Çocukları Sokağa Düşüren Nedenlerle Sokak Çocuklarının Sorunlarının Araştırılarak Alınması Gereken Tedbirlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu Raporu’nda (2005) da vurgulanmıştır. Bu rapora göre, çocukları sokağa iten sebepler arasında, göç ve buna bağlı olarak yaşanan uyum sorunu ve yoksulluk ilk sıralarda yer almaktadır. Yine aynı komisyon raporuna göre, çocukları sokakta bekleyen tehlikeler olarak da, şiddet, madde bağımlılığı, suç örgütlerine katılma vb. tehlikeler belirtilmiştir. Özbudun (2000: 50) konuya dikkat çekmekte ve göçün bir başka acısının da, metropollerde büyüyen yoksulluğun birinci elden mağduru ve kanıtı olarak çocukları göstermektedir. Yazara göre, kentlerde sayıları her geçen gün artan “öteki” çocuklar, yani kâğıt,-mendil-kalem,­ sakız-su-simit satanlar, araba camı silenler, yani evsizler, yani tinerciler, bu ülkede 20 yıla varan “düşük yoğunluklu çatışma”nın “kayıt-dışı” kurbanlarını oluşturmaktadır. 6-25 yaşları arasın­daki 125 çocukla yapılan araştırma, çocukların yüzde 92’sinin, Doğu Anadolu Bölge­si’nden İstanbul’a göç eden ailelerin çocukları olduğunu göstermektedir (Özbudun, 2000: 50).

Kent yoksullarının karşılaştıkları bir diğer sorun da sağlık problemleridir. Çoğunlukla açlık sınırının altında geliri olan bu haneler, yeterli ve düzenli beslenemedikleri ve sağlıksız konutlarda yaşama tutunmaya çalışmaları nedeniyle birçok sağlık problemiyle karşılaşmaktadırlar. Özellikle zorunlu göçmenler herhangi bir “sosyal güvence”leri olmadığı için tedavi ve ilaç masraflarını bile karşılayamamakta, “Yeşil Kart” hakkından da çoğu zaman yararlanamamaktadırlar. Bu grubun, kullanamadıkları ve hiçbir şekilde faydalanamadıkları, ama memleketlerinde mülkiyetlerinde olduğu kabul edilen tarla, bahçe vb. mülkleri bulunmaktadır. Bu durumu destekleyen veriler Göç-Der’in araştırmasında da ortaya çıkmış olup, Diyarbakır ilinde göç edenlerin %82.9’unun, Batman ilinde göç edenlerin %98.3’ünün, İstanbul ilinde göç edenlerin %86.8’inin, Van ilinde göç edenlerin %92.4’ünün, İzmir ilinde göç edenlerin %85.3’ünün ve İçel ilinde de göç edenlerin %89.1’inin sosyal güvencelerinin olmadığı görülmektedir (Barut, 2002:129). Ayrıca ruh sağlığı açısından bakıldığında ise, Çöpür’e ( TİHV, 2000:112) göre, insanların alışılmış yaşam düzenlerinin dışına irade dışı çıkması, giyim, çalışma, beslenme ve bütün alanlardaki yaşam dengesini bozmakta ve zorunlu göçmenler örneğinde olduğu gibi, insanlarda, kin duyma, nefret etme, insanları sevmeme ve dışlanmışlık duygusu hissetme gibi duyguların yaşanmasına neden olmaktadır.

Yukarıda da belirtildiği gibi, 2000’li yıllara ulaşıldığında, zorunlu göçle kentlerin çeperlerinde oluşan Kürt mahalleleri kalıcılaşmış ve kentten ayrışmış dokusu pekişmiştir. Öte yandan, yaşanan bu kitlesel göç, göç edilen mekândaki yerleşik nüfus için ise, olağanüstü ve beklenmedik bir durum yaratmıştır. Bunun yanı sıra Belge’nin deyimiyle, “popüler kültürün, basında, televizyonda, sinemada ve müzikte milliyetçiliği sürekli olarak yeniden üretmesi (2006:242)” ve ülke genelinde yaşanan ekonomik krizlerin olumsuz etkisi, hem kentsel yoksulluğun hem de mekândaki ayrışmanın daha da derinleşmesine neden olmuştur. Bu gelişmelerde, artan yoksulluğun, kentlere damgasını vuran farklılaşma ya da çeşitlenme dinamiklerinin ve bunun sonucunda ortaya çıkan ayrışma eğilimlerinin kuvvetlenmesinin önemli bir rolü bulunmaktadır. 1980 sonrası Türkiyesi’nin kentsel mekânında, bir uçta, kentin çeperinde, eskisinden çok farklı yöntemlerle ve ilişkilerle var olmaya çalışan ve çok şeyi yapmaya hazır kent yoksulları; arada bir yerlerde, kooperatifler yoluyla kentteki paylaşım kavgasına katılan ve kent çeperindeki geniş arazilere göz diken orta sınıflar; ve diğer uçta, kentin en prestijli alanlarında kapattığı arazilerde özel güvenlik sistemleriyle korunan yüksek duvarların ardında yaşayan ve artık değil terk ettiği kente, topluma bile bakmayan üst sınıfların (Pınarcıoğlu ve Işık, 2001:36) varlığı yeni kent dokusunun parçalarını oluşturmaktadır.

1990’lı yılların sonunda, kentlerde yaşanan bu ayrışma daha da belirginleşmiştir. Bunda, bu yıla kadar sınıfsal temelde ya da köylü-kentli ayrımı şeklinde gerçekleşen kentsel gerilimin, bu dönemde, kitlesel bir şekilde kente yönelen zorunlu göçmenlerin etnik farklılığını kapsayan yeni bir boyut da kazanmış olması önemli bir etken olmuştur. Aslanoğlu’na (1998:143) göre de, 1990’lı yıllarda kentlerde ortaya çıkan farklılaşma ve ayrışmalar, kentlerde birbirinden farklı kentli grupları ortaya çıkarmış, kentlerde yaşanan ayrışmaların tanımlanmasında kır-kent karşıtlığı belirleyici nokta olmaktan çıkmıştır. Bu tablo da, beraberinde, kentsel gerilimin farklı çatışma dinamiklerini de içinde barındırmasına neden olmuştur. Nitekim, özellikle göç alan yerleşim birimlerinde, göçmenler ve yerlilerin etnik farklılıklarının olduğu ortamlarda, değişik gerekçeler ile ortaya çıkmakla birlikte, hızla etnik temellere oturabilen tepkiler oluşabilmiş ve toplumsal yapıyı yaralayan bir zemin doğmuştur. Önceleri tek tek olarak kamuoyuna yansıyan ve o yerele aitmiş gibi gözüken olaylar, zaman içinde, farklı mekânlarda ve farklı boyutlarda yaşanarak ivme kazanmıştır[5].

Kentsel gerilimi arttıran ve süreci etkileyen önemli bir gelişme de Kürt kimliğini ön plana çıkaran siyasi parti örgütlenmesinin (HEP; DEP; DEHAP…) de bu dönemde oluşması ve batıdaki kentlere göçmek zorunda kalan nüfusun gittikleri yerlerde bu partiye yönelen oyları gerginliği arttıran bir diğer faktör olmuştur. Tüm bunlara ek olarak, bir yandan Güneydoğu’da ölen askerlerin ailelerinin ve yaşadıkları yerlerdeki yöre halkının tepkileri ön plana çıkmaya başlamıştır. Bu çerçevede Şehit Aileleri Derneği, Gaziler Derneği, Vatansever Kuvvetler Birliği gibi vakıf ve dernek örgütlenmeleri artmıştır. Diğer yandan ise, aynı dönemlerde, sayıları hızla aratan faili meçhul cinayetler çerçevesinde, Cumartesi Anneleri, Barış Anneleri, Göç Edenler Derneği, İHD, İHV, TAYAD, Mazlum-Der gibi örgütlenmeler de hızla gelişmiştir. Bu örgüt ve yapıların farklı değerlendirmelerinin kamuoyunda yer bulması, toplumsal yapıyı etkileyen bir boyuta ulaşmalarına ve sorunun derinleşmesine neden olmuştur.

Özetle, 1990 sonrası zorunlu göç edenler, kentlerde etnik kimliklerin fark edilmesine zemin oluşturmuş, bir yandan kendileri, kentte yaşadıkları yabancılık ve dışlanmışlık hisleriyle kendi içlerine kapanmışlar ve etnik kimliklerine daha fazla sahip çıkar duruma gelmişlerdir. Kentin yerlileri ise, bu göçmenleri, bazen yaşanan yoksulluğun, bazen de toplumsal farklılığın nedeni gibi görmüş ve sonuç, etnik kimlikleri de kapsayan karşılıklı ayrışma, dışlanma ve gerilim olmuştur. Zorunlu göç ile, kentlerde etnik kimliklerle anılan mahallelerin ve bölgelerin oluşması ile önce mekânda ortaya çıkan ayrışma, giderek toplumsal bir boyutu da üretmiştir. Bu gelişmede, ilki 1994 yılında yaşanan ve daha sonra 1999 ve 2001 yıllarında tekrarlanan büyük ekonomik krizlerin, ülke genelindeki yoksulluğu, işsizliği ve gelir dağılımı dengesizliğini arttırması çok önemli bir etken olmuştur. Sonuçta, kentsel mekânda bütünleşememe veya benimsenememeye dayalı bir “ötekileşme” süreci herkes için ağılık kazanmıştır. Bu durum, 1990 sonrası göç edenler üzerinde yapılan çeşitli araştırmalarla da belirlenmiş (Göç-Der, 2002; Göktürk ve Akaya, 2006; TESEV, 2006) olup, göçün kentsel mekânda yarattığı “gerilime” yeni bir boyut kazandırmıştır.

YERELDEKİ DEĞİŞİM

Yerel bir birim olan kent, yerele bakışın değişiminden de önemli ölçüde etkilenmiştir. 21. yüzyılın başında yerelleşme, en çok tartışılan kavramlardan birisi olmuştur. Kavramın kazandığı önem, asıl olarak, devlet politikalarında önemli bir değişimi de içermesinden kaynaklanmaktadır. Denilebilir ki, 1992 yılında kabul edilen Maastricht Antlaşması’nda yerelliğe verilen önem ile tartışma daha da derinleşmiştir. Bu derinleşmede, hemen tüm ülkelerin –amaç ve niteliği bir yana– yerel hizmetlere giderek daha fazla önem veren çizgisinin önemli bir rolü olduğu da belirtilmelidir. Nitekim, son 20 yıllık süreçte, yerel birimlerin, gerek gelişmiş ülkelerde ve gerekse de gelişmekte olan ülkelerde, uluslararası alanda önemli yer tutan birimler olarak öne çıkarılması öngörülmüş ve hayata geçirilmiştir.

Bu dönemde, Türkiye’de de yerel yönetimler alanında köklü “reformlar” yapılmış olup, bu “reformlar”ın gerekçesi, kamu hizmetlerinin daha verimli ve etkili yürütülmesi, halkın ilgisinin, yerel katılımın ve demokratikleşmenin artırılması olarak sunulmuştur. “Reformlar”ın bir diğer gerekçesi ise, merkezin üzerindeki ağır yükün azaltılması ve dağıtılması yolu ile hizmet kalitesinin yükseltilmesi olarak gösterilmiştir. Bu gerekçeler, neo-liberal yaklaşım çerçevesinde Türkiye’de 1980 sonrası ekonomik ve toplumsal değişimin biçimlendirilmesinde rol oynamış, düzenlemeler özellikle yerel yönetimleri etkilemiştir.

Türkiye’de 1950’li yıllarla başlayan kırsal çözülme ve kentlere yönelen nüfus akışı ile birlikte, kent, sermaye birikiminin mekânı ve kentin bizzat kendisi de aracı olmaya başlamıştır. Bu çerçevede, yereldeki küçük girişimcinin etkinliği daha da artmıştır. Bu yılların siyasi iktidarı, yerel yönetimler düzeyinde esnaf ve yerel küçük üreticilerin etkinliğini arttırarak, küçük burjuvazinin çıkarlarını yerel yönetimler düzeyinde yanıtlamıştır.

Dünya’daki gelişmelere paralel bir seyir izleyen Avrupa Birliği’ne uyum sürecinin de etkisi ile, 1980’lerden itibaren Türkiye’de kamu yönetiminin yapısı değişmeye başlamış olup, bugün hâlâ sürmekte olan değişim, yerel yönetimlerin yapısını ve işlevlerini de etkilenmiştir. 1980’li yılların ilk yarısından itibaren merkezi ve yerel yönetimlerde hâkim olan siyasi iktidar, kamu politikalarında önemli bir değişimin ilk ayaklarını oluşturmuş, bu oluşumdan, yerel yönetimler ve dolayısı ile kent yönetiminden sorumlu belediyeler de payını almıştır. Yaratılan yeni kurumsallaşma çerçevesinde, belediyeler, bu dönemde, kamusal hizmet sunum biçimlerini ve ilkelerini değiştirmiş, hizmet sunumunu piyasalaştırarak bizzat sermayenin büyütülmesinin etkili bir aracı olmuştur. Yerel burjuvazinin de büyüyüp, palazlanmasına hizmet eden bu düzenlemelere dayalı belediyecilik anlayışı, daha sonraları, yerel yönetimlerde iktidara gelen diğer siyasi partilerce de benimsenerek sürdürülmüştür. Özellikle kentsel alana hizmet veren belediyelerin hem merkezi yönetimin denetiminden uzaklaştırılması, hem de (yerel) mali kaynaklarının arttırılması çalışmaları son dönemde ön plana çıkmış ve 2000’li yılların siyasi iktidarı ile birlikte daha yaygın bir uygulama alanı bulmuştur. 80’li yıllarla birlikte değerlendirildiğinde, yerel yönetimler ve özellikle belediyelerde, kentsel planlamadan her düzeydeki toplumsal ihtiyaçların karşılanmasına kadar geniş bir alanda hizmet sunma ve buna uygun yeni bir yapılanma yaratma çabaları, kamu yönetiminde önemli bir uğraş alanı oluşturmuştur. Bu uğraşın temelinde yatan “Subsidiarity” ilkesi, savunuda, hizmet sunumunda yerelleşmeyi öne çıkaran, uygulamada hizmet sunum koşullarını ve dolayısı ile sunucusunu değiştiren bir ilke olarak, “sosyal devlet”in değişim ve dönüşümünde etkili olmaktadır. Başka bir açıdan da, yerelleşme, öncelikle görev ve yetkilerin aktarımı ile gerçekleştirilmekte, fakat yapılan düzenlemelerin merkez kaynakların paylaşılmasıyla yakın ilgisi bulunmaktadır. Yönetimler arasındaki ilişkilerin merkezden yerel yönetim birimlerine aktarılarak yeniden düzenlenmesi, aynı zamanda, mali kapsamda da düzenleme yapılması anlamına gelmekte ve her durumda kaçınılmaz bir biçimde ekonomik, hukuki, yönetsel, siyasal ve mekânsal sonuçlar üretmektedir. Başka bir ifade ile altyapı yetersizliklerinin hâkim olduğu kent koşullarında, bu yeni yaklaşım, küresel sermaye odaklarına, bedeli karşılığı yerel düzeydeki kentsel hizmet üretiminde daha fazla söz hakkı verilmesinin de yolunu açma anlamına gelmektedir. Dünya Bankası ve IMF gibi uluslararası kuruluşların, devletin müdahale alanlarının, sorumluluk ve harcamalarının artmış olmasını rahatsızlık olarak tanımlamasına denk düşen bu yaklaşım ile hemen her alanda piyasanın önünü açacak uygulamaların zemini oluşturulmuştur. Kamu hizmetlerinin piyasa koşullarında üretilecek ve satılacak bir ticari mal olarak özel sermaye kuruluşlarına devredilmesi çözümüne uygun bir yapılanma yaratılmaktadır.

21. yüzyılın kent hizmetlerinin sunumunda, mali özerkliği genişletilmiş, borçlanma yetenekleri ve yerel gelirleri arttırılmış yerel yönetimlerin, kamu-özel sektör işbirliği ya da doğrudan piyasadan satın alma biçiminde hizmet sunumunun hâkim olduğu bir yapı öngörülmektedir. Bu anlayış doğrultusunda, yerel yönetimler, “özel sektörle, sivil toplum örgütleriyle, uluslararası şirketlerle işbirliği ve eşgüdüm içinde çalışmalı, hizmet kalitesini yükseltmelidir..!” 80’lerde başlayan ve günümüzde hız kazanan “reformlar” ile yerel yönetim sisteminin değiştirilmesi çabalarının temel gerekçesi, bu noktada ortaya çıkmaktadır. Yerel yönetim “reformu”nun özü olduğu belirtilen “katılımcı ve halka yakın bir hizmet anlayışı”nın gerçekleştirilmesi, aslında yerel hizmetler üzerindeki kamu tekelinin kaldırılmasını içermektedir. Nitekim, yakın süreçte çıkarılan 5216 sayılı Büyükşehir Belediye Yasası, 5393 sayılı Belediye Yasası, 5302 sayılı İl Özel Yönetim Yasası, 5355 sayılı Mahalli İdare Birlikleri Yasası, 5449 sayılı Kalkınma Ajanslarının Kuruluş Yasası gibi yerel yönetimlerle ilgili temel yasalar, yukarıda sunulan yaklaşıma uygun bir biçimde yenilenmiş ve uygulanmasına başlanmıştır. Kentsel nüfusun hızla arttığı ve kent yönetimlerinin giderek önem kazandığı bir yüzyılda, bu yapılan yasal değişikliklerle, ulusal ve uluslararası yeni sermaye öbeklerinin, dolayısı ile kentsel hizmetlerin sunumunda sosyal adalet ilkesini bir kenara iten bir anlayışın önü açılmıştır. Yapılan düzenlemeler ile öncelikle yönetim sisteminin mantığı değiştirilmiş ve kamu yönetiminin artık tamamen kârlılık ve verimlilik esasına dayalı bir süreç haline gelmesi hâkim kılınmıştır. Böylece, artık tamamen mali çıktılarla ilgilenen yönetimler oluşturmanın da ötesinde, hizmet öncelikleri, hizmet sunma yöntemleri, personel yapıları değiştirilmiş ve akçal araçlar ile yönlendirilebilir yerel yönetimler oluşturulmuştur. Bu yapılanma, uygulamada, yerel halka en yakın birim olmanın ötesinde, “piyasalaşan hizmet”in sunumunda yerel düzeyde rol alan, yerel ve küresel sermayeye en yakın yönetim birimi olma konumuna ulaşmak anlamına gelmektedir.

Kaldı ki, bu yeni yaklaşım, sunulacak hizmetin muhatabı olması gereken yerel halkı, “sivil toplum” ve bazı “kuruluş”ları olarak algılamaktadır. Temel işlevleri piyasalaştırılan yerel yönetimler, “yönetime katılım” gerekçesi ile piyasa aktörlerine karar süreçlerinde rol tanımlamanın aracı olarak “yönetişim” modelini öne çıkarmakta ve modelin “sivil toplumla paylaşma” boyutu ise, özellikle örgütsüz yoksul kesimlerin katılımını engelleyici bir işlev üstlenmektedir. Başka bir ifade ile, küresel sermayenin çıkarları ve denetimi için etkin bir araç olan “yönetişim”in kastettiği katılım ve katılımın aracı olan STK’dan, asıl olarak, sermaye kesiminin çıkarlarını savunan örgütler anlaşılmakta olup, “yönetişim”in yerel halkın ve tüm toplum kesimlerinin katılımını sağlamak gibi bir hedefi bulunmamaktadır. Küresel kapitalizmi yaygınlaştırıcı bir işlev üstlenen “yönetişim”, kamu çıkarlarının özel çıkarlara dönüştürülmesinde etkili bir araç olmaktadır. Kısaca “yönetişim”, toplumsal çıkarlar yerine, sermaye kesimi lehine olan yönetsel ve siyasal düzenlemeleri kolaylaştırmaktadır.

Küreselleşmenin “tüm insanlığı bağrına basacak” ortak kullanım alanı yaratan bir köy oluşturma iddiasını insani boyuta indirilmesinin aracı olarak belirlenen, mekânların refahı için “küresel ölçütlere” uygun düzey olarak sunulan her bir “yerel”de, kent yoksulları konusunda da “aktif bir sorumluluk” tanımlanmaktadır. Başka bir ifade ile, “refahı yükseltecek” yerel düzeneklerin, küresel kurallar ve “güvenceler” altında inşa edilmesi hedeflenmektedir. Nitekim küresel ölçekte belirlenen birçok yeni politika, ulusal ölçek aracılığı yerel düzeye indirilmekte ve uygulanmaktadır. Bu çerçevede, küresel ölçekte belirlenen politikaların birisi de, yoksula “sahip çıkma” ve “yoksulluğa çözüm” bulma boyutunda şekillenmekte ve yerel düzeye kadar indirilmektedir. Mevcut sosyal politikalara alternatif olarak sunulan ve “muhtaçlık” temeline oturan bu yeni politika da, devlet eli ile yerelleştirilmektedir. Dünün “sosyal hizmet”inin yerini alan bu yaklaşım ile, karşılıksız yardım adı altında, hem yoksul kesimler geçici çözümler ile kontrol altında tutulmakta, hem de yerel çıkar gruplarına sermaye aktarımı gerçekleştirilmektedir. Bu uygulamanın sürekliliğini oluşturacak güvence ise, düşük ücretli, esnek ve garantisiz istihdam biçimleriyle sağlanmaktadır.

Buraya kadar yapılan değerlendirmeler çerçevesinde, yerel bir birim olarak algılanan kentin, ekonomik, toplumsal, mekânsal ve hatta siyasal boyuttaki çeşitli göstergeler açısından geçmişten farklı ve daha derin bir ayrışma içine girdiği belirlenmeye çalışılmıştır. Son dönemde, kentin mevcut yapısında kendisini çeşitli veriler ile ortaya koyan bu olguları bir yandan dayanak yapan, diğer yandan da besleyen bir yönetim anlayışı da, kentsel mekânda hâkim kılınmaya çalışılmıştır. Hemşehri ve yurttaşı, sosyo-ekonomik durumuna ve sınıfsal konumuna göre değerlendirmenin de ötesine geçen bu yönetim anlayışı, kentteki her tür ayrışmadan yararlanmayı tercih etmektedir. Her durumda, kendisini mekânda ortaya koyan bu ayrışmalar, siyasi iktidarlar tarafından başarılı bir kentleşme ve konut politikasının, farklı düzey ve konumdaki aktörlerini belirlemek için kullanılmaktadır. Kent, her dönemde, beyaz-siyah, iyi-kötü, eski-yeni, formel-enformel, yasal-yasadışı, olağan-marjinal vb. ayrımlara konu olmuş bir mekân olmakla birlikte, içinde bulunduğumuz dönemde, bu ayrımlar, kenttaşların bir bölümünün haklarının hiçe sayılmasına ve kent mekânının tekrar bir dönüşüm sürecine sokulmasına yönelik düzenlemeler için gerekçe oluşturur olmuştur. Bu çerçevede, geçmişte kente ulaşan göç hareketleri ile önce meşruiyet, daha sonrada imar afları ile yasallık kazanan gecekondular, bugün kentsel toprakların kullanım ve mülkiyet hakları açısından farklı olanaklar ve kullanım biçimleri için zemin oluşturmaktadır. Dün alt gelir gruplarının barınma sorununun çözüm aracı olarak kentin çeperlerinde yer alan gecekondu bölgeleri, kentin büyümesi ve mekânsal olarak daha da genişlemesi ile kentsel rantın yüksek olduğu cazip alanlar konumuna ulaşmıştır. Kentteki ayrışmanın toplumsal ve mekânsal açıdan iyice derinleştiği bir dönemde, yoksulluk ve marjinallik boyutları öne çıkarılarak değerlendirilen bu alanların “temizlenmesi”, yerel yönetim “reformu” yasalarında yer bulmuştur. 5393 sayılı Belediye Yasası’nın 73. maddesi “Belediye, kentin gelişimine uygun olarak eskiyen kent kısımlarını yeniden inşa ve restore etmek; konut alanları, sanayi ve ticaret alanları, teknoloji parkları ve sosyal donatılar oluşturmak, deprem riskine karşı tedbirler almak veya kentin tarihi ve kültürel dokusunu korumak amacıyla kentsel dönüşüm ve gelişim projeleri uygulayabilir” tanımlaması yapmaktadır. Diğer bir örnek ise, 5366 sayılı Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak Kullanılması Hakkında Kanun’un oluşturduğu “kentsel dönüşüm projeleri” düzenlemesidir. Bu yasaya ek olarak çıkarılan yönetmelik, yenileme alanlarında bulunan yapıların boşaltılması, yıkımı için gerçek ve özel hukuk tüzel kişilerinin mülkiyetinde bulunan taşınmazların yetkili idareler tarafından kamulaştırılabileceği düzenlemesini yaparak, “kentsel dönüşüm” için yerel yönetimlerin yetki alanlarını genişletmektedir.

Bugün küresel sermayenin beklentileri doğrultusunda, kent toprakları, “kentsel dönüşüm” yasaları ve projeleri aracılığı ile kâr ve rant için yeniden yapılanmaya konu edilmektedir. Ülkemizde “kentsel dönüşüm”, önceliği gecekondu bölgelerine veren, kentin fiziksel yapısını ilgilendiren bir süreç olarak sunulmakta, konunun ekonomik ve toplumsal boyutu gündem dışında tutulmaya çalışılmaktadır. Türkiye’de, İstanbul (Balat, Cihangir, Tarlabaşı, Sulukule) ve Ankara’daki (Dikmen) ilk örneklerinde gözlendiği gibi, bu projelerle, düşük gelir gruplarının ve marjinal grupların yerinden edilmesi ve bunların kent dışına taşınması amaçlanmaktadır. Bu uygulamada, dönüştürülmek istenen alanlarda yaşayan insanları karar süreçlerine dahil etmekten kaçınılmakta, yeni yasal düzenlemeler ile toprak gecekondu sahiplerinden ve bölge yaşayanlarının elinden alınarak, daha üst gelir grubuna devredilmektedir. Bu uygulama, kent nüfusunun belirli bir kesimini hedeflerken, belirli bir kesimin de çıkarına bir müdahale biçimini almakta ve birçok kişiyi de kent alanlarının dışına itmektedir. Literatürde “soylulaştırma (gentrification)[6]” adı verilen bu süreç, mekânsal ve sınıfsal ayrışmayı derinleştirici bir etki yaratmaktadır. İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük kentlerde daha yoğun biçimde yürütülen bu projeler, kentsel alanların küresel sermayeye açılmasını kolaylaştırmış ve bu çerçevede pek çok doğal ve kültürel değerlerin de yok olmasıyla sonuçlanan uygulamaların yanı sıra dün kent yoksullarının yararlandığı ve bugün kentsel rantı yüksek alanların paylaşıma açılmasını düzenlemiştir. Bu bağlamda, merkezin denetiminden uzak tutulan, yönetsel ve akçal açıdan daha özerk belediyeler, hem kendileri için kaynak yaratma hem de sermayenin ketsel rantlardan yararlanma taleplerine yanıt verebilir hale gelmiştir.

SONUÇ YERİNE

Türkiye’de, 1950-1980 arası dönemde sermaye birikiminin yetersizliğinin getirdiği sınırlama, “gelişmeci” devleti kentsel alanlara yapılan yatırımları olabildiğince sınırlamaya itmiştir. Kaynakların öncelikli olarak sanayileşmeye yönlendirilmesi, kentsel altyapı ve ortak kullanım alanlarına ayrılan kaynakların oldukça sınırlı kalmasına yol açmıştır. Bu dönem kentlerinin, yoğun göç yaşamasından dolayı, kentsel altyapı ve hizmet gereksinimleri de hızla büyümüştür. Devletin bu taleplere duyarsız kalması, kırdan kente göç edenlerin kendi çözümlerini üretmelerine neden olmuştur (Şengül, 2002:71). Gecekondu, enformel sektör ve benzeri türden oluşumlar, bu süreçte çözüm olarak ortaya çıkmıştır. Nitekim, göç alan yerleşim birimlerinde, yani kentlerde karşılaşılan ilk sorun yetersiz konut olmuş, ve dolayısı ile çözüm de gecekondulaşma ile gelmiştir. Özellikle 1950’li yıllardan itibaren, bir yandan kentlerde konut fiyatları artmış, öte yandan da gecekondulaşma gündeme gelmiştir. Bu yıllarda başlayan gecekondulaşma, süreç içerisinde giderek ülkenin sosyo-ekonomik, politik ve yönetsel yapılarını etkileyen bir duruma gelmiştir. 1955 yılında, Türkiye genelinde sayısı 50.000 olan gecekondularda yaşayan 250.000 civarı nüfus, kentsel nüfusun %4.7’sini oluştururken, bu oran süreç içersinde soluksuz artmış ve 1990’da gecekondu sayısı 1.750.000’e, gecekondu nüfusu 8.750.000’e ve gecekonduların kentsel nüfustaki payı ise %33.9’a yükselmiştir. 2002 yılında, gecekondu sayısı 2.200.000’e, gecekondu nüfusu da 11.000.000’a çıkmıştır (Keleş, 2004:561).

Gecekondulaşmanın hızlandığı 1970 süreci, kentlerde birtakım sorunların da filizlendiği yıllar olmuştur. Kartal (1992), Keleş (2004), Işık ve Pınarcıoğlu’na (2003:113) göre, bu ilk dönem gecekondularının temel özellikleri, kentin çevresinde hazine arazileri üzerinde ve sahibinin kendi emeği ile yapım sürecinin gerçekleşmesidir. Bu dönemin gecekonduları, yapılma gerekçelerinde barınma sorununun çözümünün yer alması ve yapan ile kullananın aynı kişi olması ile sonraki dönemlerden ayrılmaktadır. Kartal (1992, 37) konunun bir başka yönüne dikkat çekmekte, gecekondu yapımının yalnız barınma sorununu çözmeyip, bir “yatırım alanı” oluşturduğunu da vurgulamaktadır. Kentteki birikti­rimler ve kırdan aktarılan kaynaklar önemli ölçüde gecekonduya yatırılmakta, böylece hem barınma sorunu çözülmekte, hem de servet biriktirilerek, sosyal güvence sağlanmaktadır. Bu noktada, Kartal’ın söylediklerinin somut örnekleri, Erder’in (1996) Ümraniye ve Işık ve Pınarcıoğlu’nun (2003) Sultanbeyli araştırmalarında görülmektedir. Araştırmalar, kente ilk gelenlerin barınma amaçlı olarak düşündüğü gecekonduların, zamanla nasıl rant sağlayıcı bir duruma geldiğini açıkça gözler önüne sermektedir. Bu dönüşümde, 1983 yılında çıkarılan 2805, 1984 yılında çıkarılan 2981, 1986 yılında çıkarılan 3290, 1987 yılında çıkarılan 3366 ve 1988 yılında çıkarılan 3414 sayılı imar affı yasalarının da büyük rolü vardır. Ayrıca, bu yıllarda gecekondu bölgeleri, kente yeni gelen göçmenler için çekim merkezi olmuş ve genellikle hemşehri ve akraba bağlantılarıyla aynı mekânlarda yoğunlaşmalar başlamıştır. Buna karşılık, Erman’ın (1998) belirttiği gibi, kentte yaşayan orta sınıfın [ve üst gelir grubunun] kent merkezi dışına yerleşme eğilimleri ortaya çıkmıştır. Bu durum, daha sonraki dönemlerdeki özellikle mekânsal ayrışmaların da kaynağı olmuştur. Toplumdaki bu ayrışmaları besleyen en önemli kaynak ise, süreç içerisinde daha da belirginleşen yoksulluk olmuştur.

1980 sonrası Türkiyesi, ekonomik, toplumsal ve yönetsel açıdan öncesinden farklı bir tablo sunmaktadır. 1980 sonrasında değişen ekonomik politikaların yanı sıra, Türkiye, toplumsal yapısını da önemli ölçüde etkileyen bir dizi gelişme ile karşı karşıya kalmıştır. Genel bir tanımlama içinde, küreselleşme çerçevesinde uygulanan neo-liberal politikaların hâkim ve belirleyici olduğu bu süreçte, ekonominin yanı sıra yönetim anlayışında da önemli değişimler yaşanmıştır. Yaşanan ekonomik krizlerin yanı sıra devletin işlev ve etkilerindeki değişim, istihdam sorununu ve gelir dağılımını olumsuz yönde arttırmış ve genelde yoksulluğu daha da arttırıcı bir seyir izlemiştir. Kısaca özetlenen bu gelişmelerin önemli bir etkisi de, toplumun çeşitli kesimlerinin ulusal gelirden aldığı payın değişiminde gözlenmektedir. Nitekim, Türkiye’de de, 1980 sonrasında uygulanan neo-liberal ekonomi politikalarının bir ayağını oluşturan kamu harcamalarının kısılması, gelir dağılımı eşitsizliklerinin ve işsizliğin artmasında önemli bir rol oynamıştır. Bu gelişme de, kentlerde oluşan yoksullukların daha da belirginleşmesine neden olmuş, yaşanan ekonomik krizlerle kentlerdeki yoksulluk tablosu daha da ağırlaşmıştır. Artan yoksulluğun önemli sonuçlarından biri, kent yoksullarının da kendi aralarında ayrışması ve kademelenmesi olmuştur. Mekânda ve toplumda hızla hissedilen bu ayrışma, süreç içersinde, kaçınılmaz biçimde dışlanmayı getiren bir boyuta ulaşmıştır.

Yukarıda da belirtildiği gibi, yaşanan bu süreçte, ulus-devletin geleneksel politika araçları giderek zayıflamakta, hemen her alanda uluslararası ekonomik entegrasyon derinleşmektedir. Bunun yanı sıra görünürde yerele olan duyarlılığın artması, ulus devletin homojenleşme adına bastırdığı yerel kimliklerin canlanmasının da önünü açmıştır. Kazgan’a göre, ulus devletin işlevleri azaldıkça, farklı toplumsal grupları bir arada tutan yapıştırıcı işlevi de azalmakta; yoksullaşma, marjinalleşme karşısında dayanışma ihtiyacının artmasıyla birlikte alt kimlikler öne çıkmaya başlamaktadır. Bunun sonucuysa, toplumda iç kargaşaya kadar ulaşabilmektedir. Yazara göre, eğer ulus devlet vatandaşının “refahı”nı sağlayacak işlevleri yerine getiremiyorsa, ona bağlı olmanın bir nedeni kalmamakta, işlevini yitiren devlet ise yapıştırıcı olma özelliğini de yitirmektedir (Kazgan,2000:244). Bu süreç, özellikle heterojen bir yapıya sahip toplumlardaki kimlik tanımlamalarında yakından gözlenebilmekte ve süreç sonunda oluşan “netleşme”, soyut bir “biz” ve “öteki” ayrımını keskinleştirmektedir. Bu çerçevede küreselleşme ile birlikte yerelin önem kazanmasının önemli bir boyutu, tüm dünyada etnik ayrım ve kimlik düzeyinde ortaya çıkmaktadır (Tomlinson, 2003:269-276; Kottak, 2001:73).

Oran (2001:55), küreselleşmeyle birlikte milliyetçiliğin sonunun geldiği beklentisi yerine, milliyetçilik hareketlerinin niteliksel olarak değişmekte olduğunu belirtmektedir. Bora (2004b, 249) da, bu süreçte küreselleşmeyle artan ölçüde piyasa koşullarına bağlı hale gelen insani ilişkilere dikkat çekerek, bireylerin ve toplumun ayrıştığını, “atomize edildiğini” ve “öteki”lere karşı huzursuzluklarını ve tepkilerini arttırdıklarını belirtmektedir. Yazara göre, bu gelişme milliyetçilik için elverişli bir zemindir. Bu yeni milliyetçilik, pi­yasa ekonomisine, demokrasiye, insan haklarına bağlılık şiar­larını kullanır, ancak bu şiarlara milliyetçi bir söylem de eklem­ler. Bu çerçevede küreselleşme, gerektiğinde en küçük bir kültürel farklılığı bile vurgulayarak, bunu tüm dünya kamuoyunun dikkatine sunmayı çıkarları gereği görev bilmektedir. Ayrıca “siyasal açıdan kültürel farklılıkların korunması ilkesi, demokratik hak ve özgürlükler alanının ayrılmaz bir parçası olarak” (www.kongar.org) sunulmakta ve yaygınlaştırılmaktadır. Bu yaygınlaşma ise, bir yandan yerel üzerinden etnik ayrılıkların belirginleşmesine, diğer yandan da yer yer kültürel çatışmaların yaşanmasına neden olmaktadır. Yereli ve alt kimlikleri ön plana çıkaran ve ayrışmaları derinleştirerek güç kazanan küreselleşme ile bir yandan milliyetler, ulus kimlikleri, etnik farklılıklar, dinler vb. yerel bağnazlıklar ve cemaatçi ilişkiler hızla gelişirken, –iç ve dış– göç bu ortamı daha da derinleştirmekte ve ayrıştırmaktadır (Göktürk, 2003:319).

Yukarıda sunulmaya çalışıldığı gibi, Türkiye, 90’lı yıllara gelene kadar da çok geniş ve kapsamlı bir iç göç hareketine hep konu olmuştur. Sanayileşme ve kalkınma çabaları içindeki bir ülke için doğal karşılanacak bu nüfus hareketliliği, hem kırsal nüfusun giderek kentsel nüfusa dönüşmesine neden olmuş, hem de aynı süreçte kendine özgü sorunları beraberinde getirmiştir. Bu süreçte, kente yönelen nüfusun genel gerekçesinin ekonomik olması ve beklendik bir biçimde gelişmesi, bazı özel durumlar dışında, “kimlik” gibi bir konuyu gündeme taşımamıştır.

Ancak, 1990’lı yıllarda, Kürtlerin yoğun yaşadığı Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinden, önce bölge kentlerine, sonra da batıdaki kentlere yönelen zorunlu ve kitlesel göçler, 80’li yıllarda ortaya çıkan, giderek artan ve kimlik boyutunu da içeren bir gerilimi de günden güne tırmandırmıştır. Bu gelişmede, zorunlu göçün bir uzantısı olarak kentlerde biriken göçmen nüfusun, kentsel bütünleşmeyi sağlayamamış olması ve etnik kimliği önemli bir etken olmuştur.

Hiçbir kurumsal düzenleme olmadan, tamamen enformel bir süreçle ve olağanüstü koşulların baskısıyla, zorunlu olarak göç etmiş olan göçmenler, geldikleri kentlerde herhangi bir kurumsal yapıdan yardım al[a]mamışlardır (Erder, 1997:151). Bu durum da, göçmenlerin kentlerde kendi çözümlerini üretmelerini beraberinde getirmiş ve bu çözümler, konutta gecekondu, işte enformel sektörlere yönelme şeklinde gerçekleşmiştir. Bu tablo da, kentlerde 1980’lerde filizlenen ayrışma ortamının daha da derinleşmesine neden olmuştur. Böyle bir durum, kent yoksullarının “yeni” kendi iç dayanışma mekanizmalarını üretmelerine yol açmıştır. Bu dayanışma mekanizmaları, bazen yoksulluk temelli olabildiği gibi, bazen de etnik temelli olabilmiştir. Özellikle etnik temelli dayanışmalar, genellikle karşıt tepkisini de beraberinde getirerek, kentte gerilim üretimine neden olmuştur. Bu dönemde, bir yandan kente gelenlerin yeni yerleşim yerlerine uyum, kimlik, kültür farklılıkları, yoksulluk, işsizlik, uyumsuzluk temelinde gelişen kentsel gerilim ve yabancılaşma, mekândaki ayrışmayı daha da belirginleştirmiştir. Öte yandan, göç edilen mekândaki yerleşik nüfus için ise, olağanüstü ve beklenmedik bir durum yaratmanın yanı sıra, ülke genelinde yaşanan ekonomik krizlerin de etkisi ile, gelenleri önce onaylamama ve daha sonra da giderek reddetme boyutuna ulaşmıştır. Nitekim, özellikle göç alan yerleşim birimlerinde, yeni gelenler ve yerlilerin etnik farklılıklarının olduğu yapılarda, sıradan gerekçeler ile ortaya çıkmakla birlikte, hızla etnik temellere oturabilen tepkiler oluşabilmiş ve toplumsal yapıyı yaralayan bir zemin doğmuştur.

Bu seyir izlendiğinde, ekonomik ve toplumsal yapıyı olumlu yönde etkileyecek, toplumsal gerilimi düşürecek, refah düzeyini yükselten bir gelişmenin sağlanamamış olması, zorunlu göç ile birleşince, giderek toplumsal yapıda milliyetçi eğilimlerin yükselişinin zemini yaratılmıştır. Önce kentlere göç edenlerin mekânda ayrışması ile başlayan süreç, giderek etnik farklılığı ön plana çıkarmaya ve daha da ötesinde etnik temelli milliyetçi eğilimlerin arttığı bir dokuyu kentlerde hissettirmeye başlamıştır. Bu durum, batıdaki kentlerde, son dönemin zorunlu göçünün bir ürünü olarak, Kürt mahalleleri diye nitelenen iskân alanları oluşması ile mekânda bir ayrım yaratmış, daha sonra da Laçiner’in (1996:3) ifadesi ile, birbirine karşıymış gibi görünen milliyetçilikler, birbirini beslemiş ve “öteki” olarak algılamaları arttırmıştır. Bu algılamayı, zorunlu göçe tabi olan göçmenlerde kentle bütünleşememe durumunun daha fazla olması etkilemektedir. Bu dönem, kente göç edenler, Işık ve Pınarcıoğlu’nun (2003) belirttiği gibi, kentin en yoksul kesimleri arasında yer almıştır. Yükseker’in (2006:218) İstanbul ve Diyarbakır araştırmasında, kente zorunlu göç edenlerin, kırdan çıkarken hazırlıksız olmaları nedeni ile gıda ihtiyaçlarını bile karşılayamadıkları sonucuna ulaşılmıştır. Bu durum, yoksulluk ve kimliğin üst üste çakışması, dışlanma ve toplumsal parçalanmayı en üst düzeye ulaştırmıştır (E. Göktürk, 2006:201).

Bu dönem göçmenlerinin kentsel sorunlarının artışında önemli bir faktör de, dil ve kültürel farklılıklardır. Bu farlılık, kente zorunlu göç edenlerin, kentlerde yer yer “dışlanmaya” maruz kalmalarına gerekçe oluşturmuştur. Bu dışlanma, göçmenlerin kendilerini kentin bir parçası olarak görmelerine engel olmuş, kentin varoşlarında, kendi yaşam biçimleri, kendi yaşam standartları ve kendi etnik kimliklerinden olan insanlarla iç içe aynı mahallelerde oturmalarına zemin oluşturmuştur. Bu gelişme ise, kent içerisinde ayrışmayı pekiştirmiş, göçmen yerli ayrışmasına ve dolayısı ile etnik farklılıklarının olduğu noktada ise etnik ayrışmalara neden olmuştur.

Tüm bu süreçte yoksulluğun daha da artması, gelir dağılımı dengesizliğinin büyümesi, grupçuluk, cemaatçilik, hemşehricilik, milliyetçilik vb. tutumları arttırmıştır. Bu durum, Mersin Demirtaş mahallesinde yapılan araştırmada da belirlenmiş olup, göç ile gelenlerin %33’ü bir aşirete mensup, %13’ü de dinsel bir cemaate üye olduğunu belirtmiştir (Göktürk, 2006b).

Türkiye’ye özgü bir olgu olmayan bu durum, diğer az gelişmiş ülkelerde de görülmektedir. Talevera (2003), Şili’de de, kente yönelen kitlesel göç ile ortaya çıkan yeni dokuda, iki önemli eğilimin toplumsal yapıda baskın özellik kazanmaya başladığını belirtmektedir. Biri, etnik farklılıkları tali gören, din temelinde toplumsal yapıda etkinlik kazanan cemaatçilik eğilimi; diğeri ise, buna paralel bir seyir izleyen ve etnik kimlikleri ön plana çıkaran milliyetçilik eğilimi.

Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğusunda yaşanan olaylar ve batıdaki kentlere yönelen zorunlu göç dalgası sürecinde, tüm Türkiye’yi etkileyen üç önemli gelişme de, kentsel mekânda kimlik temelinde yaşanan ayrışmaları pekiştirmiştir. Bunlardan birincisi, Kürt kimliğini ön plana çıkaran (DEP, HADEP, DEHAP vb.) siyasi hareketin zorunlu göçe konu olan her kentte ulaştığı temsiliyet düzeyi, ikincisi tüm Türkiye’de AB’ye uyum çerçevesinde çıkartılan anadilde yayın vb. düzenlemelerdir. Her iki gelişme de toplumun bazı kesimlerince tepkiyle karşılanan ve gerginliği arttıran birer unsur olmuştur. Üçüncüsü ise, 1990’lı yıllar boyunca Irak’ta yaşanan ve sonuçta Kuzey Irak’ta federal bir Kürt devleti kurulması ile sonuçlanan gelişmelerdir. Kuzey Irak’ta özerk bir Kürt yönetiminin oluşması süreci, hem Türkiye yönetiminde, hem de toplumsal yapıda gerilimin artmasına neden olan önemli bir olay olarak kendisini hissettirmiştir.

Son söz olarak, 2000’li yıllarda, Türkiye kentsel mekânlarında, geçmişten farklı temellerdeki ayrışmaları kitlesel boyutta öne çıkaran bir dokunun var olduğu belirtilmelidir. Kentin ekonomik, toplumsal ve mekânsal yapısını etkileyen ve dönüştüren bu gelişmeler, devletin küçülmesi, ekonomideki yetersizlikler, gelir dağılımı dengesizliği ve yoksulluk temelinde biçimlenmekte, kentteki kimlik arayışlarını arttıran bir etki yaratmaktadır. Buna karşın, içinde bulunduğumuz süreçte, Türkiye’nin birçok kamu politikasında olduğu gibi, yereli yakından ilgilendiren kentleşme politikalarında da bir dönüşümün yaşandığı görülmektedir. Bu bağlamda, günümüz neo-liberal yapılanmasının kentleşme politikalarının ana temasında, kentlerin farkındalığını arttırmak ve kentlere yeni fırsatlar yaratarak, rekabet eden kentler olgusunu oluşturmak gibi hedefler ön plana çıkmaktadır. Yine bu dönemdeki gelişmelerin bir sonucu olarak uygulanan kentleşme politikaları, yerli/yabancı sermeye yatırımları için gerekli altyapı koşullarını oluşturmaya dayanmaktadır. IX. Kalkınma Planı’nın “ülkemizdeki metropolleri küresel rekabette öne çıkaracak iş ve yaşam ortamının sağlanması desteklenecektir” hedefi ile yetinmesi, mevcut ayrışmalara rekabet açısından da gerek duyulduğunu düşündürmektedir.

KAYNAKÇA

AKER, Tamer A., (2006), “Ruhsal Süreçler Açısından Zorunlu Göç ve Yerinden Edilme, İç: Zorunlu Göç İle Yüzleşmek, Türkiye’de Yerinden Edilme Sonrası Vatandaşlığın İnşası, TESEV Yayınları, İstanbul.

ALADA, Adalet B., SAYITA Usta, Sevgi, TEMELLİ, Sezai, (2002), “Küreselleşme, Yoksulluk ve Şiddet Bağlamında Sokak Çocukları”, İç: Yoksulluk, Şiddet ve İnsan Hakları, Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü İnsan Hakları Araştırma ve Derleme Merkezi Yayın No:19, Ankara.

ASLANOĞLU, Rana A., (1998), Kent, Kimlik ve Küreselleşme, Asa Kitabevi, Bursa.

BARUT, Mehmet, (2002), Zorunlu Göç’e Maruz Kalan Kürt Kökenli T.C. Vatandaşlarının Göç Öncesi ve Göç Sonrası Sosyoekonomik, Sosyokültürel Durumları, Göç-Der Yayınları, İstanbul.

BELGE, Murat, (2006), Linç Kültürünün Tarihsel Kökeni: Milliyetçilik, Söyleşi: Berat Günçıkan, Agora Kitaplığı, İstanbul.

BERGER, L. Peter, HUNTINGTON, Samuel, (2003), Bir Küre Bin Bir Küreselleşme Çağdaş Dünyada Kültürel Çeşitlilik, Çev: Ayla Ortaç, Kitap Yayınevi, İstanbul.

BORA, Tanıl, CAN, Kemal, (2004), Devlet ve Kuzgun 1990’lardan 2000’lere MHP, İletişim Yayınları, İstanbul.

DİE- (Devlet İstatistik Enstitüsü), (2002), 2000 Genel Nüfus Sayımı Nüfusun Sosyal ve Ekonomik Nitelikleri, DİE Matbaası,Ankara.

DURUGÖNÜL, Esma, (1997), “Sosyal Değişme, Göç ve Sosyal Hareketler, İç: Toplum ve Göç, II. Ulusal Sosyoloji Kongresi, DİE & Sosyoloji Derneği, Ankara.

ERDER, Sema, (1997), Kentsel Gerilim Enformel İlişki Ağları Alan Ararştırması, um:ag Yayınları:31, Ankara.

ERDER, Sema, (1995), “Yeni Kentliler Ve Kentin Yeni Yoksulları”, Toplum ve Bilim Dergisi, sayı: 66,İstanbul.

ERDER, Sema, (1996), İstanbul’a Bir Kent Kondu Ümraniye, İletişim Yayınları, İstanbul.

ERMAN, Tahire, (1998), “Kentteki Kırsal Kökenli Göçmenlerin Yaşamında Gecekondu ve Apartman”, 75 Yılda Değişen Kent ve Mimarlık, Tarih Vakfı, İstanbul.

ERSOY, Melih, ŞENGÜL, Tarık, (2002), Kente Göç ve Yoksulluk: Diyarbakır Örneği, ODTÜ Kentsel Politika Planlaması ve Yerel Yönetimler Anabilim Dalı, Yayın No: 6, Ankara.

GÖÇ-DER, (Göç Edenler Sosyal Yardımlaşma ve Kültür Derneği), (2002), Zorunlu Göç Araştırma Raporu: 1999-2001, http://www.gocder.com/goc_raporu.doc

GÖKTÜRK, Atilla, (1998), “Araştırma Bulguları ve Günümüzdeki Diyarbakır, Bölge İçi Göçten Kaynaklanan Toplumsal Sorunların Diyarbakır Kenti Ölçeğinde Araştırılması” TMMOB, 2. baskı, Ankara.

GÖKTÜRK, Atilla, (2001), “Diyarbakır ile Mersin’e Zorunlu Göç”, Toplum ve Hekim Dergisi, Türk Tabipler Birliği, Cilt: 16, Sayı: 4, Ankara.

GÖKTÜRK, Atilla, (2006a), “Göç”, Eleştirel Sağlık Sosyolojisi Sözlüğü, Editörler: Erhan Nalçacı, Onur Hamzaoğlu, Erkin Özalp, Nazım Kitaplığı:34, Sol Meclis Dizisi:6, İstanbul.

GÖKTÜRK, Atilla, (2006b), Göç ve Bir Kentin Değişimi: Mersin Örneği” Yayınlanmamış Bildiri.

GÖKTÜRK, Atilla, AKKAYA, Yüksel, (2004), “Mersin Örneği İle Yerel Yönetimler, Beklentiler ve Reform Üzerine Bir Değerlendirme”, Yerel Yönetimler Kongresi Bildiriler Kitabı, Çanakkale.

GÖKTÜRK-Tol, Eren Deniz, (2006), Dünden Yarına Yurttaşlık 21. Yüzyılda Yurttaşlık Ulusal Devlet ve Küreselleşme, Sosyal Araştırmalar Vakfı Yayınları, İstanbul.

GÜNAYDIN, Gökhan, (2001), Türkiye Kırsal Yerleşme Düzenine Yönelik Planlama Yaklaşımları, TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası Tarım Politikaları Yayın Dizisi No:1, Ankara.

HOBSBAWM, Eric, (1997), An Anti-Nationalist Account of Nationalism Since 1989, The Ethnicity Reader, Polity Pres, Cambridge.

IŞIK, Oğuz, PINARCIKLIOĞLU, M. Merih, (2003), Nöbetleşe Yoksulluk Sultanbeyli Örneği, İletişim Yayınları, İstanbul.

Kalkınma Merkezi Eğitim, Araştırma, Uygulama, Danışmanlık, Üretim ve İşletme Kooperatifi, (2006), Zorunlu Göç ve Etkileri Diyarbakır, Ankara.

KARTAL, S. Kemal, (1992), Ekonomik ve Sosyal Yönleriyle Türkiye’de Kentlileşme, Adım Yayıncılık, Ankara.

KARTAL, S. Kemal, (1983), “Kentlileşmenin Ekonomik ve Sosyal Maliyeti, Amme İdaresi Dergisi, Cilt: 16, sayı: 4.

KAZGAN, Gülten, (2000), Küreselleşme ve Ulus Devlet Yeni Ekonomik Düzen, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.

KELEŞ, Ruşen, (2004), Kentleşme Politikası, İmge Kitabevi, 8. baskı, Ankara.

KONGAR, Emre, “Küreselleşme, Mikro Milliyetçilik, Çok Kültürlülük, Anayasal Vatandaşlık”, http://www.kongar.org/makaleler/mak_kum.php, (Erişim Tarihi: 23/Ağustos/2006).

KOTTAK, Conrad, Phillip, (2001), Antropoloji-İnsan Çeşitliliğine Bir Bakış, Ütopya Yayınevi, Ankara.

KÖSE, Ömer H., (2003), “Küreselleşme Sürecinde Devletin Yapısal ve İşlevsel Dönüşümü, Sayıştay Dergisi, sayı: 49, Ankara.

LAÇİNER, Ömer, (1996), “Milliyetçiliklerin Kapışması”, Birikim Dergisi, sayı: 89, İstanbul.

ORAN, Baskın, (2001), Küreselleşme ve Azınlıklar, İmaj Yayınevi, Güncelleştirilmiş 4. Basım, Ankara.

ÖNDER, Harun, ŞENSES, Fikret, (2006), Türkiyede Yoksulluk Ve Yoksulluk Düşüncesi, İç: İktisat, Siyaset, Devlet Üzerine Yazılar, Kemali Saybaşlıya Armağan, Bağlam Yayınları, İstanbul.

ÖZBUDUN, Sibel, (2000), “Adı Konulmayan Olağanüstü Göç”, Bilim ve Siyaset Dergisi, sayı: 1, İstanbul.

ÖZER, İnan, (2004), Kentleşme Kentlileşme ve Kentsel Değişme, Ekin Kitabevi, Bursa.

PINARCIOĞLU, Melih, IŞIK, Oğuz, (2001), 1980 Sonrası Dönemde Kent Yoksulları Arasında Güce Dayalı Ağ İlişkileri. Sultanbeyli Örneği, Toplum ve Bilim Dergisi, sayı: 89, İstanbul.

SÖNMEZ, Mustafa, (2002), “Gelir Uçurumu: Dünyada ve Bizde”, İç: Yoksulluk Şiddet ve İnsan Hakları, Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü İnsan Hakları Araştırma ve Derleme Merkezi Yayın No: 19, Ankara.

ŞENGÜL, Tarık, (2000), “Siyaset Ve Mekansal Ölçek Sorunu: Yerelci Stratejilerin Bir Eleştrisi, İç: Küreselleşme Emperyalizm Yerelcilik İşçi Sınıfı Derleyen: E.Ahmet Tonak, İmge Kitabevi, Ankara.

ŞENGÜL, Tarık, (2002) “Kapitalist Kentleşme Dinamikleri”, Evrensel Kültür Dergisi, sayı: 128, Evrensel Basım Yayın, İstanbul.

TALAVERA, Fontaine Arturo, (2003), “Şili’de Küreselleşme Eğilimleri İç: Bir Küre Bin Bir Küreselleşme, Çev: Ayla Ortaç, Kitap Yayınevi, İstanbul.

TBMM- (Türkiye Büyük Millet Meclisi), (1998), Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Boşaltılan Yerleşim Birimleri Nedeniyle Göç Eden Yurttaşların Sorunlarının Araştırılarak Alınması Gereken Tedbirlerin Tespit Edilmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırma Komisyonu Raporu.

TBMM- (Türkiye Büyük Millet Meclisi), (2005), Çocukları Sokağa Düşüren Nedenlerle Sokak Çocuklarının Sorunlarının Araştırılarak Alınması Gereken Tedbirlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu Raporu.

TESEV- (Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı), (2004), Zorunlu İç Göç Sonrası Köye Dönüş Ön Rapor, Hazırlayan: Fusün Üstel, TESEV Yayınları, İstanbul.

TESEV- (Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı), (2006), Zorunlu Göç ile Yüzleşmek: Türkiye’de Yerinden Edilme Sonrası Vatandaşlığın İnşası”,TESEV Yayınları, İstanbul.

TİHV- (Türkiye İnsan Hakları Vakfı), (2000), “1998 Türkiye İnsan Hakları Raporu” Ankara, TİHV Yayınları.

TMMOB- (Türkiye Mühendis ve Mimarlar Odaları Birliği), (1998), “Bölge İçi Zorunlu Göçten Kaynaklanan Toplumsal Sorunların Diyarbakır Kenti Ölçeğinde Araştırılması, Ankara.

TOMLINSON, John, (2003), “Globalization and Culturel Identity”, http://www.polity.co.uk/global/pdf/GTReader2eTomlinson.pdf (Erişim Tarihi: 15/Haziran/2006).

TÜMTAŞ, Mim Sertaç, (2007), Türkiye’de İç göçün Kentsel Gerilime Etkisi: Mersin Örneği, Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, yayınlanmamış yüksek lisans tezi.

YÜKSEKER, Deniz, (2006), İstanbul ve Diyarbakır’da Zorunlu Göç Mağdurlarının Yaşadıkları Sorunlar, İç: Zorunlu Göç İle Yüzleşmek Türkiye’de Yerinden Edilme Sonrası Vatandaşlığın İnşası, TESEV Yayınları, İstanbul.


[1] Prof. Dr., Muğla Üniv., Kamu Yönetimi Bölümü.

[2] Isparta Süleyman Demirel Üniv., Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktora Öğrencisi.

[3] Bu makalenin bazı bölümlerinde, M. Sertaç Tümtaş’ın, 2007 yılında Muğla Üniv. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kamu Yönetimi Ana Bilim Dalı’nda hazırladığı “Türkiye’de iç göçün kentsel gerilime etkisi: Mersin örneği” isimli yüksek lisans tezinden yararlanılmıştır.

[4] Korumasızlık kavramı, yoksul olma ve gelecekte daha fazla yoksullaşma riskini ifade etmektedir.

[5] Türkiye’de 1990’lı yıllardan itibaren Trabzon, Fethiye, Turgutlu, Alanya, Ezine, Tavas, Erzurum, Mersin, Erdemli, İzmir, Kocaeli, Bozüyük, Rize, Samsun, Sakarya, Muğla, Osmaniye, Akyazı, Adana, Van, Hakkari, Diyarbakır vb. birçok bölgede kentsel gerilimin tırmandığı ve yer yer şiddet eylemlerinin yaşandığı görülmüştür. Daha ayrıntılı bilgi için bkz, Bora (2004b:106-113), Oran, (2006:46), (6 Eylül 2005, E.G), (13 Aralık 2005, M.G.), (www.bianet.org), (28 Temmuz 2006, H.G.), (9Eylül 2006, R.G.).

[6] Sosyal ve mekânsal olarak gerilemiş eski kent içi alanların yeniden yapılandırılmasıdır. Bu süreç, yeni orta sınıf veya daha yüksek gelirli bir sınıfın, burada yaşamakta olan daha alt gelirli kesimi yerinden etmesi biçiminde sonuçlanmaktadır.

 

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑