‘İvry günleri’*

Filozoflar ve fizikçiler, psikologlar, dilbilimciler, jeologlar, hukukçular ve doktorlar, sosyologlar, biyologlar, edebiyatçılar ve matematikçiler, mimarlar, tarihçiler ve coğrafyacılar, ekonomistler… listesi çok daha uzayan –toplam 600– ve Komünist Parti Merkez Komitesi’nin insiyatifiyle çağrılan bu insanlar, 29 ve 30 Mart’ta İvry’de bilimsel kongrelerin en zengin ve verimlisini, Ulusal Araştırma Günleri’ni gerçekleştirmek üzere sorumluluk üstlendiler. Fakat, bu kongrenin bir özelliği de, yeni bir biçime sahip olmasıdır. Herşeyden önce bu özelliğiyle, dikkat çekicidir, bu yönüyle de tarihe geçecektir. Burada bu yenilik belirlenmeye çalışılacaktır.

İvry Günleri’nin bu 600 katılımcısı, fakülte, kolej, lise, Ecol Normal profesörleri, araştırmacı, doktor, avukat, mimar… birçoğu tanınmış bir isme sahiptir: kendi dallarında otorite haline gelmiş, büyük üniversite profesörü olan bilim adamlarıdır. Katılımcılar arasında genç araştırmacılar veya bilim adamları da vardır, ortak özellikleri, hepsinin de Komünist Parti üyesi olmalarıdır. Onları bu bilimsel tartışmaya çağıran kendi partileridir. Çoğunluğu, bu günlere, her biri partinin organları olan kendi ideolojik çevrelerinde hazırlık yaptılar. Raporlar buralarda hazırlandı, tartışıldı. İvry’de araştırma seanslarına Politik Büro üyesi François Billoux, Komünist Parti Merkez Komite üyesi Victor Joannes başkanlık etti. Çalışmaların sonunda, Merkez Komite üyesi Georges Cogniot elde edilen sonuçları özetleyecek.

Böylesine önemli bir bilimsel toplantının, bir politik partinin insiyatifiyle örgütlenmiş olması, gerçekten de ülkemizde yeni olan bir şey değil mi? Bu partinin Komünist Parti’den başkası olamayacağını herkes kabul edecektir. Bu günlerin sonunda, François Billoux şöyle haykıracaktır: “Fransa’da bizim dışımızda, yani; işçi sınıfının partisi, Maurice Thorez’in partisi dışında hangi parti şu anda katılmakta olduğunuz bu girişimi hazırlama ve gerçekleştirme kapasitesine sahip olabilirdi? Bu soru sorulmaz bile!”

Tartışmalar, çifte konu içeriyordu: Doğa ve Toplum Yasalarının Nesnelliği; Sosyalist Hümanizm, çünkü; daha sonra göreceğimiz gibi, bu iki konu birbiriyle bağlantılıdır. Konular, günümüz komünistlerinin el kitabı olarak değerlendirilen ve bir anlamda Stalin’in vasiyeti özelliği taşıyan son zamanlarda yayınlanmış bir eserin ışığında ele alınmış olacak: SSCB’de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları. Bütün katılımcılar, kendi bilim dallarından elde edilmiş doğrulama ve kanıtlar getirecekler. Ve sadece ekonomistler ve filozoflar değil, katılımcıların tümü, yani, fizikçiler kadar, jeologlar veya dilbilimciler de, bu eserin kendilerine, kendi özel bilimsel çalışma alanlarında önemli bir yardım sağladığını, perspektifler açtığını, bilimsel araştırmaların bütününün gelişmesine hizmet ettiğini gösterecekler.

Şimdi, bizzat İvry’de bulunmamış veya Stalin’in kitabını henüz okumamış olanların çoğunluğu belki de şaşıracaklar.

Siz de kendi kendinize şu soruyu soruyor olmalısınız; ekonomik problemlerin özel bir incelemesi, Stalin’inki gibi politik bir inceleme, nasıl olur da, örneğin, doğa bilimleri için faydalı olabilir ve fizikçi ve jeologlara hizmet edebilir…? Hayır gülmeyiniz. Burada, sadece kısa ve eksik bir özetini vermekle kendimi sınırladığım İvry’deki tartışmaların bilgisini** edinmeden önce, isterseniz; ne bilimsel düzeyinden, ne de entellektüel dürüstlüğünden kimsenin kuşku duymadığı, büyük bir bilim adamının hayatının son demlerinde bu konuda ne söylediğini bir hatırlayalım.

Paul Langevin şöyle diyordu: “Ben diyalektik materyalizmin bilgisine sahip olduğum andan itibaren, fiziğin tarihini de daha iyi anladığımın bilincindeyim. Aynı bilim adamı şunu da yazdı: “Denildi ki, bir komünist her zaman kendini eğitmelidir; fakat, ben size, daha çok eğitildikçe, kendimi daha çok komünist hissettiğimi söyleyebilirim. Marx, Engels, Lenin tarafından geliştirilerek üne kavuşturulan bu büyük doktrinde, kendi özel bilim dalımda anlayamayacağım şeylerin açıklamasını buldum.”

BİLİM VE POLİTİKA

Şu kelime üzerinde görüş birliğine vararak başlamak gerekir: Politika. Bu sözün, M. René Mayer veya M. Ramadier’in ona verdiği anlamdan başka bir anlamı var. Paul Langevin, bu söze başka bir anlam veriyor.

Kuşkusuz, bilimin politikaya mutlak olarak yabancı bir alan olduğu ve politika bilime karıştığında, sadece onu yolundan saptırıp doğasını bozmaya yol açacağı düşüncesi, yüzyıldan beri binlerce kez tekrar edilmiş eski bir düşüncedir. Politik tartışmanın uğultusu, gerçek bir bilim adamının laboratuarına asla sokulmamalıdır diye ifade edilir. Çalışma masasındayken, bir buluşu yorumlarken, deney yaparken, bilim adamı kesin olarak tarafsız olmalıdır. Bilim adamı şahsındaki vatandaş, ikinci bir insandır. Bilim adamı, partili insandan bihaberdir. Yukarıda söz ettiğimiz anlayıştaki birçok entelektüel, Fransız Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin çağrısıyla İvry’de düzenlenen bilimsel toplantıdan sözedildiğini duydukları andan itibaren, kuşkusuz ki, bize karşı çıkacaktır. Onlar, bilime güvenirler ve onların gözünde her zaman partizan olan politikanın bilimi etki altına almasından kuşku duyarlar.

Gerçekten de, bir biyolog’un, bir fizikçinin veya bir sosyologun bilimsel çalışmalarında, M. Mayer’in, M. Pinay’ın veya M. Guy Mollet’e başvuracaklarını düşünmek bile ürküntü verici hale gelir. Elbette, politikanın böyle anlaşılması saçma ve düşünülemez; bu tür bir politika, politika olarak biyolog veya fizikçi için deneysel bir yararcılık ve çıkarcı bir davranış olarak kalacaktır; böylesi politik teoriler, gerçekte gözlerimiz önünde cereyan ediyor. Bizim kastettiğimiz politika bu değildir.

Fakat, bize itiraz edenler, öyle anlaşılıyor ki, daha çok dinleri, metafiziği ve felsefeyi düşünmektedirler. Bu nedenle de, bize şunu diyecekler; politik teori ve felsefeler bütün dünyada özel görüşlerdir, subjektif anlayışlardır, bu özellikleriyle de bilime karşıttır; oysa, bilim nesneldir ve çıkar gütmez, dolayısıyla da, bilimi yoldan çıkarmaya çalışan politik teoriler arasında ayrım yapmaz; bu durumda tek akıllı çözüm, gerçeği kendine özgü bilimsel yöntemlerle araştırmaktan geçer.

Politika konusunda böylesi yargılara sahip olanlar, bu iki araştırma günü boyunca, en değişik bilim dallarında çalışan komünist entelektüellerin, bir anlamda onlara bin kere hak verdiklerinden kuşku duyarlar mı? İşin aslı komünist entelektüeller, sadece bu analizleri daha ileriye götürdüler.

Çünkü, onlar, ilk önce, yüzlerce kanıta dayandırarak, gerçekte, egemen sınıfların bugünkü politikasının bilime çok zarar verdiğini gösterdiler. M. Mayer, M. Pinay veya M. Mollet’in düşüncelerinin, doğrudan etkileyecek kadar bilime çok yabancı olduğunu mu sanıyorsunuz? Belki, fakat, çıkarların ve fikirlerin, politik olarak M. Mayer’e, Pinay’e, Mollet’ye vb. neler verdiğini bilimsel alanda bulacaksınız.

Ah! Politika, göründüğünden daha çok genel ve daha çok ikiyüzlüdür! Fikirlerin, inançların, düncelerin, alışkalıkların bu karmaşasını düşünmek; bütün bu ideoloji, bizim bir toplumun üstyapısı diye adlandırdığımız şeye aittir; uygun şekilde ortaya konmuş veya yayınlanmış bütün metafizik, bilinçlere damgasını vurur; siz hiç ondan kuşkulanmadan, sizin düşüncenize sızar; evet, bütün bunlar, ne kadar az politik alışkanlık olarak değerlendirilir ve gerçekte, bilime, sizin ifade ettiğinizden çok daha fazla zarar verir. Bu etkiyi nasıl yapar? Ve neden etkiler? İvry’de açıklanmakta olan budur.

Buna karşılık, politika ve felsefe artık, dünyayı ve toplumu, birbirinden ve bilimden kopuk ve subjektif biçimlerde yorumlamaktan çıkarak, bizzat kendileri bilimsel temele dayandırıldığında; bilim ve politika, bilim ve felsefe arasında hangi karşıtlık olabilirdi? Bu açıdan bakıldığında, Marksizm sadece bir bilim değil, aynı zamanda en genel ve kapsayıcı bir bilimdir. Marksist politika, hem toplumsal gelişme yasalarının bilgisini, hem de aynı şekilde, doğa bilimlerinin konusu olan doğanın gelişme yasalarını araştırmayı gerektirir.

Paul Langevin gibi dünya çapında bir fizik bilginine kendi bilimsel alanında anlamadığı birçok şeyi açıklama olanağı sağlayan, işte bu genel bilimdir.

ATOMDAN POLİTİK EKONOMİYE

Bu anlayıştan hareket eden, İvry’de biraraya gelen komünistlerin ilk gündemi, Stalin’in kitabı ışığında değerlendirilen ve analize tabi tutulan şu konuydu: Doğa ve toplum yasalarının nesnelliği ve bunun sonuçları.

Bilinir ki, aslında Stalin, araştırmasını şunu hatırlatarak açar: “Marksizm, bilimin yasalarını –yani, doğa yasaları veya ekonomi politik yasaları– insan iradesinden bağımsız olarak gerçekleşen nesnel süreçlerin yansıması olarak anlar.”

Hemen bize itiraz edilecektir; bu, zaten herkesin üzerinde birleştiği “apaçık bir gerçekliktir (une evidence)”; gerçekten de, bilimsel yasanın nesnel bir gerçeğe uygun düştüğü fikri olmaksızın, bilim olanaksızdır. Bilimsel gerçek, bu uygunluk yoluyla belirlenir. Bunu kim inkar edebilir? diye de eklenecektir. Volter’in söylemiş olduğu gibi, gotik mantıklı bazı koyu gericiler dışında, bugün hiçbir bilim adamı bu gerçeği inkar etmez. Bir yandan, bilim adamı araştırılacak bir dünyanın varolduğuna inanmak zorunda kaldı; öte yandan, onca pratik uygulamaya bağlı olan bilimsel yasalar, gerçeği açıklamakta olduklarını yeterince gösterdiler.

Ve buna rağmen, bu “apaçık gerçekliğe”, günümüzde ve ülkemizde, her yandan itiraz edilir. Bazan cepheden inkar edilir, bazan da, duruma göre, ince biçimlerde bu gerçeğe saldırılır.

Düşününüz ki, aslında, içtenlikle kabul edilen bu “apaçık gerçeklik”, her türden korkunç sonuçlara yolaçar. Düşününüz ki, bu “apaçık gerçek”, bunu kavramış ve yavaş yavaş hazırlamış ve bilimin temel kuralı olarak ele almış olanların torunlarının oğullarına korkunç hale geldi.

Eğer, bu gerçeği içtenlikle kabul ediyorsanız, en başta, ilke olarak, son tahlilde, bizi gerçeği bilmekten alıkoyan bir doğa anlayışı ileri süren bütün teorileri bilim karşıtı olarak bir kenara fırlatacaksınız. Pozitivizmin ardında yatan budur; pozitivistlerden bazıları, şunu söylemeye kadar vardılar: sadece ölçülüyorsa nesneldir; daha sonra şuna indirgediler: bilim adamı onu ölçmeyi bildiği ölçüde, doğa, varoluşa sahip olur. Eğer, yasalar, bu derece, nesnelerin özelliklerini belirlemeye olanak sağlayan ölçüm araçlarına bağlıysa; bu yasalar, nasıl nesnelerin doğasını ifade edecekti?

Kuşkusuz, bu pozitivizm, özel olarak dış düyanın gerçekliğinden sözetmeyi inkar etmez; fakat, şu, maddeninin varolduğu iddiasının bilimsel anlamını zayıflatır.

Fakat, İvry raporlarında en ciddi şekilde ele alınan ve ortaya konulan şeyler bunlardır. Hemen, bilimlerden de örnek alalım, orada bu fikrin “apaçık gerçekliği”, herşeyden önce, kendini daha çok dayatan görev gibi görünüyordu. Şu halde fiziğe gelelim. Yasaların nesnelliği kavramının, bu derece esasa ilişkin olarak kabul edildiği bir bilim var mıdır? Orada, İvry’deki raporunda, Desanti, nesnel yasalar fikri, “bizzat bilimsel pratiğin kendisiyle bir bütün oluşturur. O, araştırmanın doğrudan bir zorunluluğu olarak ortaya çıkar; böyle olmasaydı, anlamdan yoksun gibi görünürdü.” diyordu. Çünkü diye devam ediyordu Desanti, “bunu reddeden fizikçiler var.” O açıklık getiriyordu, “bu fizikçilerin kötü fizikçiler olmadığı durumlar da olur.

Aslında, quantik fiziğin son hikayesini bilmeyen yoktur. Gérard Vassails, Eugen Cotton, Francis Halbwachs, İvry’de, nesnel yasa ve nedensellik kavramı dışına kaymanın nasıl meydana geldiğini; fizisyen Bohr’un, nasıl, atomsal belirsizlik düşüncesine katılmaya; atomlar dünyasında nesnel yasaların yokluğunu kabul etmeye ve teorlerini, bilim adamlarının büyük bir kesimine benimsetme noktasına vardığını açıkladılar… Gerçekte, raportörlerin gösterdiği gibi, durumu açıklamakta yetersiz kalarak çökmekte olan, Laplasçı deteminizm anlayışıydı. Ve Paul Langevin, 1939’dan itibaren, La Pensée’nin ilk sayısında, tam da şunu yazmakta haklıydı:

Atom ölçeğinde, artık, nesnel nedenselliğin olmadığını ve atom alanının, olayların akışının hiçbir belirlemeye itaat etmeyen bir madde bölümü olduğunu iddia etmek doğru değildir. Böylesi sonuçlar, aslında, gerçek olarak edinilmiş bilgilerin yanlış bir yorumuna dayanır.

George Cogniot, bu konuda M. Louis de Broglie’nin son konferansının önemini hatırlattı. “Kendisi de, 25 yıldan beri, bütün makale ve eserlerinde aynı şeyleri yayınlamış ve öğretmiş olan Louis de Broglie, Bohr ve Heisenberg’in indeterminist yorumunu toptan gözden geçirmekte tereddüt etmedi.”

Yanlışın kaynağı nedir? Vassails ve Cotton, en yüksek bilim olarak quantik fiziğin çok gerici postülatlarla yolundan saptırıldığını bize açıkladılar. Vassails,Bohr’un düşüncesinin, ampriyokritikçi yöntembilimsel postulatların parçası” olduğu açıkça ortaya çıkıyor diye açıkladı ve şunu hatırlattı: “Sovyet fizikçileri, Bohr’un düşüncesini yanlış fiziksel sonuçlar çıkarmaya götüren şeyin idealist ve anti diyalektik öncüller olduğunu kanıtladılar.” Onun metafiziği, fiziğini yolundan saptırdı.

Oysa, tuhaf şey, bütün bir ideologlar, filozoflar, tarihçiler, biyologlar, politikacılar ordusu, bu nesnel nedenselliğin inkarı üzerine çullandılar; onu muzaffer bir şekilde sergilediler ve bir bayrak gibi salladılar. Sanki, bunu bekliyorlarmış gibi! Sanki onlar için kurtuluş günü gelmiş gibi! Çıkardığı sonuçları biyolojiye ve toplumsal bilimlere yaymak için çabalayarak, bizzat Bohr’un kendisi, bu işte önayak oldu. İndeterminizmin bayağılaştırıcılarıyla, burjuvazi ne kadar başarı sağladı!

Onlardan biri, M. Vendryes, peşpeşe iki kitap yazdı: Biyolojide Olasılık konusunda bir kitap ve hemen son olarak da Tarihte olasılık, adlı diğer bir kitap. Bu son kitapta, o, tarihte olayların birbirinden bağımsız olduğunu iddia ediyor ve tarihte sözde atomistik indeterminizme yer açıyor. Diğeri, M. A. Marchal, politik ekonomiyi ilerletme sorumluluğunu üstleniyor ve şöyle yazıyor: “Tesadüf, Henri Poicaré’nin inandığı gibi bizim bilgisizliğimizin ölçüsü değil, tersine, maddedeki bir tür özgürlüğün etkisidir”.

İvry’nin raportörü, Jean Bénard, aynı ekonomistin yayınlanmış bir kitabından alınmış şu dikkat çekici cümleyi de aktarıyor:

Ekonomi düşüncesindeki kriz, sadece ekonomi bilimine has değildir; bu kriz, XX. yüzyılın başından beri bütün bilimlerde ortak bir özelliktir ve belki ona şu isim verilebilir: determinizmin krizi.”

NESNEL YASA FİKRİ REDDEDİLİYOR

Bu nedenle, bugün burjuvazinin amacı, –bu gerçeği göstermek İvry’deki bütün raporların çıkış noktasıdır– bilimleri toplumdan, bilimleri insandan koparmaktır; ama elbette ki, bu nesnel yasa kavramını, doğa bilimlerinde toptan reddetmek mümkün değildir. Bu nedenle doğa bilimlerinde, daha ince ve dolaylı çarpıtmalara başvurulur.

Ama, hiçbir bilim dalı bu girişimden kaçınmaz. Örneğin, coğrafya kadar politik ekonomide de böyle bir girişim içine girilir. Bu konuda, coğrafyacılar çevresi raportörü Raymond Guglielmo şöyle diyordu: “Yasaları anlamamak veya inkar etmek, insani coğrafyada, insan etkinliğinin ayrıntı ve biçimlerini araştırmaya indirgenirken, fiziksel coğrafyada, idealist bir anlayışa (daha sık olarak da finalist) götürür”. Kendi araştırma çevresi adına, dilbiliminde de coğrafyadan farklı olmadığını belirten Gilbert Lazard, çağdaş dilbiliminin fatihleri diye adlandırılabilecek yeni akımlar, Danimarka’da, İsviçre’de ve özellikle de ABD’de, “dillerin nesnel gelişim yasalarını araştırmaktan vazgeçiyorlar. Bu, problemleri ortaya koyma ve çözme kapasitesinden yoksunluk anlamına gelmiyor, tersine, sistematik olarak nesnel yasaları hedeflemeyi reddetmek anlamına geliyor.” diyordu.

Çok karakteristik olan diğer bir kanıt: sibernetik; hesap makinelerine ve beyin mekanizmasına, elektroniğe ve biçimsel mantığa, olasılıklar hesabına ve nörolojiye, geçişlere ve teorik fiziğe kadar; sanki, herşeye cevap veren, herşeye değinen bu “bilim”e olan rağbetin artması. Geleneksel Tanrı’nın yerine, burada büyük organizatör Tesadüf ikame ediliyor. Lentin, bunu; sibernetikçiler, “şu veya bu düzeyde organize olmuş maddeyi belirleyen yasalardaki bütün özgün karakterleri kaldırıyor ve bu yasaları, istatistik yasalarına, tesadüfün yasalarına indirgiyorlar… insan bilimlerine getirilen, bu yazı-tura mantığıdır.” diye açıkladı.

Objektif yasa kavramı, XIX. Yüzyılda kendini bütün bilimlere kabul ettirme eğilimindeydi. Şimdi, geri adım atıldı. Edebiyat tarihinde de gerilemenin kendini nasıl gösterdiğini görelim. Varloot hatırlatıyordu: Taine, Brunetiere, Lanson gibileri bile; “bizim, başyapıtların ‘yaratımın gizemi’nden zevk almasına, ‘raslantıya bağlı’, ‘açıklanamaz’ karakterine yönelttiğimiz eleştirilerin tersine, edebiyat geleneğinin geçerli bir tarihini yazma tutkusuna sahip oldular; ciddi ve titiz araştırmalar sürdürdüler.” Bugün, bütün sosyolojik açıklamalardan kaçınmak için, entelektüelleri toplumun gelişme yasalarının objektifliği ilkesine varmaktan alıkoymak için en fantastik teoriler ortalıkta kol geziyor. Kimisi, edebiyat tarihini, 1490’dan 1940’a, 28 kuşakla sınırlamaya çalışıyor. Kimisi, karakteroloji bayrağını sallıyor. İşte, bunun verdiği şey: Ansiklopedi’de, d’Alembert ve Didérot arasında, öfkeciler ve öfkeci olmayanlar arasındaki gibi bir kopma açıklanıyor.Materyalistler ve aydın despotizminin partizanları haline gelen soğukkanlılar ve bütün alanlarda yaşamın devrimini getirmekten kaygılı olan öfkeciler karşı karşıya konuyor.”

Belirtelim ki; bu boş sözler, karanlık şahısların değil, ciddi geçinen, eserlerini yayınlayan, ders veren, iyi basına sahip olan üniversite profesörlerinin, tarihçilerin işidir.

Doğal olarak, nesnel yasaları inkar etme çabası, her zaman bu ölçüde gülünç olmaz. Bu, sık sık ince biçimlerde yapılır. En aldatıcı görünüşlerle süslenir. Sosyal demokrat tarihçiler, olduklarından başka türlü göründükleri için; onlar, yasalardan ve nedensellikten sözederken bunları basitleştirici ve yanlış bir ifadeye indirgedikleri için, bu konuda çok uzmandırlar. Öyle ki; nedensellik, eğer inkar edilmemişse, işe yaramayacak bir şekilde malul edilmektedir. Her satırda “ekonomik etkenlerden” sözedilir, bunlar nedir? Teknik, ticari dolaşım, para sistemi; ama, bir türlü, en önemli unsur olan üretim ilişkileri konusundan söz edilmez. Claude Willard, İvry Günleri’nde, bu mekanik ekonomizm anlayışının ne anlama geldiğini uzun uzun özetliyor; şunu söyleyerek bitiriyordu: bana bir dönemin fiyat grafiğini verin ve ben size bundan bütün sosyal ve politik tarihini çıkarayım. Claude Willard, aynı şekilde, üretim ilişkilerini, yani, insanların kendi aralarındaki ilişkileri, sınıf ilişkilerini kasten bir yana koyarak, Labrousse gibi bir tarihçinin, 1789 Devrimi’nden hiç birşey anlamadığını veya o, serf ve ücretliyi aynı kefeye koyan ve II. İmparatorluk dönemine geçildiği anda tamamlanan ve böylece bir otuz yüzyıl süren eski bir modelle ebedi bir kapitalizm keşfettiğini ortaya koydu. Gerçekten, ciddi avantaj: en değerli yasa, kapitalist rejimin özgün yasası toptan ortadan kaybolur.

Bundan dolayı, Desanti’nin hatırlattığı gibi, Dilthey ve Jaspers’in önemli fikri, insan bilimlerinde bir biçimde direktif veya en azından özdeyiş haline geldi: doğa açıklanır, ama insan ise sadece anlaşılabilir, açıklanamaz. Çözümlenemez bir özne olarak anlaşılan insana, nesne olarak davranılamaz. Artık, insanın tarihi, tarihsellikten (historicité) başka birşey değildir; bu demektir ki, gelecekteki sorumluluk, geçmişten çaresiz kaçıştır

BİLİM NEDEN KORKUTUYOR?

Kendileri de uzun araştırmalar ve sayısız gözden geçirmelerle özetlenmiş olan raporları, neredeyse şematik görünecek derecede kuru bir şekilde özetlemekten üzgünüz. Fakat, biz sadece, onlarca bildiriye hangi temel fikirlerden birinin yol gösterdiğini ortaya koymakla yetiniyoruz: doğa ve toplum yasalarının nesnelliği ilkesi; bu olmaksızın bilim hiç olmaz; ne yazık ki, bugün bu ilke, bazı bilimlerde istenmez hale geldi. Bunu kabaca inkar etmenin olanaksız olduğu yerde, onunla kurnazlık yapılır, az veya çok kendisine tahammül edilir; ortadan kaybolmasının daha kolay oduğu yerde, onu gizlemekte acele edilir.

Peki, kaybolan bilimi kim kazanıyor? Kuşkusuz doymak bilmez, açgözlü bir şekilde çıkarcı bir ideoloji. Bu ideoloji, –Marksist terimlerle adlandırılırsa– toplumun üstyapısına aittir. Öyleyse, Stalin’in üstyapıyı nasıl tanımladığını aktaralım:

Bunlar, toplumun politik, hukuksal, dinsel, sanatsal, felsefi görüşleri ve bunlara uygun düşen politik, hukuksal ve diğer kurumlarıdır.

Her toplumun kendi üstyapısı vardır. O, temel diye adlandırılan, toplumun ekonomik rejiminden, egemen üretim ilişkilerinden doğar (örneğin; feodal toplumda kölelik rejimi ve burjuva toplumda üretim araçlarının özel sahipliği sadece tek sınıfa ayrılmıştır). Aslında, fikirlerin, sosyal teorilerin, politik düşüncelerin kaynağını nerede aramak gerekir? Toplumun maddi yaşam koşullarında; “sosyal varlıkta, –bu fikir, teori ve düşünceler, bu maddi yaşam koşullarının, bu sosyal temelin yansımasıdır”.

Bu üst yapı sınırsız bir güçtür; o, kendisini ortaya çıkaran temelin hizmetine aktif olarak adanmıştır; o, bu temelin, ekonomik ve sosyal yapının kendisini kristalize edip sağlamlaştırmasına yardım eder. Toplumun maddi ihtiyaçlarının gelişmesinden doğan fikirler, bizatihi toplumun kendi gelişimi üzerinde karşılıklı olarak etkide bulunurlar.

Bu nedenle, burjuva toplumunun evriminin bugün ulaştığı aşamada, üstyapı ve bilim arasında açık bir ayrılık tespit ediyoruz. Sosyal rejimin, kendisini savunmak için ihtiyaç duyduğu, imdada çağırdığı fikirler, bilimle çelişki halinde bulunuyor. Bu nedenle, biz, üstyapı tarafından kemirilen bilimin, fazladan bilimsel* sorumluluklarla karşı karşıya olduğunu görüyoruz.

Önceleri, burjuvazi bilimle büyüdü. Bilime önem verdi; çünkü, ona ihtiyacı vardı. Ansiklopedi’den itibaren, bütün doğanın –yani, doğa ve onun bir parçası kabul edilen insan– nesnel yasalara tabi olduğu düşüncesinin şekillendiği görüşüne sahip olunuyordu. Bilim, feodalizme karşı mücadele eden yeni üretici güçlerle çelişki halindeki, zamanı geçmiş üretim ilşkilerini tasfiye etmeye çalışan burjuvaziye hizmet ediyordu.

Yükselen burjuvazi döneminde bilim nasıl da gelişti! Bugün, feodal toplumu ölüme mahkum eden aynı nitelikteki çelişkiyi bağrında taşıyan burjuva toplumu için, bilim engelleyicidir. O bilimden korkmaktadır. Örneğin; sosyal bilimler konuşturulursa, burjuvazinin ölüme mahkumiyetini formüle edecektir. O, temel çelişkileri ortaya koyacak ve üretim ilişkileri ve üretici güçlerin karakteri arasındaki zorunlu uygunluğu ifade eden ekonomi yasasını hatırlatacaktır.

Stalin, SSCB’de Sosyalizmin Ekonomik Problemleri’nde şunu yazar:

Üretim ilişkileri ile üretici güçlerin niteliği arasındaki zorunlu uygunluk ekonomik yasası, uzun zamandan beri kapitalist ülkelerde kendine yolaçmaktadır. Eğer bu yolun sonuna henüz varamadıysa, bunun nedeni, toplumun çökmekte olan güçleri tarafından en enerjik direnişle karşılaşmasıdır.”

Bugün, bilimin bizde, tutucu bir ideoloji olan bir sınıf ideolojisiyle bozulmuş olmasına; binbir ricayla ortaya konmuş olmasına; onun çıkarcı baştan çıkarmalarının kurbanı olmasına şaşırmamak gerek. Öyleyse, bilim, atomun determinizminin doğasını mı açıklıyor? Burjuvazi titrer: atomun zorunlu yasalara itaat etmemesi gerekir! Le Monde gazetesinin, kendiliğinden itiraflarla görevlendirilmiş gibi göründüğünden sözedilen şu muhabiri hatırlanır. O, Einstein’in yeni çalışmalarından sözedildiğini duyar. Ve akıl yürütür: eğer atom zorunlu yasalara itaat ediyorsa, bu demektir ki, Marksizm mantıklıdır. Tersi olursa, ah! O zaman, “Atom fiziği ilkesi, sonuç olarak, Batı demokrasilerinin politik kuruluşunun temelini ifade eder.” Saf bir itiraf, burjuvazinin bilim ve bilim adamları üzerinde ne kadar baskı yaptığını anlamayı sağlar.

HİLELİ BİLİMLER

Korkak savunma ve aynı zamanda kurnazlık! Toplum bilimlerinde, burjuvazinin savunulması için gerekli fikirleri yaymak üzere en uygun fantazi ve yutturmacalar, acımasız sonuçlara sahip yasaların araştırılmasının yerini alıyor. Bütün özellikler, bilimden uzaklaşarak sona erer. Örneğin; jeo-politik, emperyalist savaş politikasını haklı çıkarmaya hizmet eder.

Bu yalancı bilimin ilkeleri nelerdir? En başta jeopolitisyenler için, “coğrafi yer” herşeyi açıklamaya hizmet eder: politika, ideoloji, insanların tecihleri… Açık yanlışlık. Leninizmin Sorunları’nda, Stalin, coğrafi yerin, yani toplumu çevreleyen doğanın, reddedilemez bir şekilde “toplumun gelişmesinin sürekli ve zorunlu koşullarından biri olduğunu ve bu gelişme üzerindeki etkisinin açık olduğunu” berrak bir şekilde açıklar. Ama, Stalin devam eder:

Coğrafi ortam temel neden olamaz; coğrafi ortam binlerce yıl boyunca değişmeden kaldığı için, birkaç yüzyıllık bir dönemde köklü değişmelerin konusu olan sosyal gelişmenin belirleyici nedeni olamaz.”

Fakat, neden kimi Amerika’lı politisyen, bu konuda coğrafi ortama öncelik vermektedir? Çünkü; onlar, sahip oldukları seçkin coğrafi koşullara, Anglo-Saxonların ırksal özelliği olan “zenginlik” ve “canlılığı” da ekleyerek, bütün bunların, ABD vatandaşlarına dünyayı yönetme hakkı verdiğini ilan edeceklerdir.

Diğer ilke: ebedi ve seçeneksiz olarak ele alınan varolmak için mücadele. Jeopolitisyenler, bunu, sosyalist dünya ve “hür” dünya arasında barış içinde bir arada yaşamanın bir yanılsama olduğu düşüncesine indirgediler. Onlar, bununla da yetinmedi, “jeopolitik olarak” operasyonların zorunlu sahnesinin ne olacağını da ilan ettiler. Bu, Kuzey Buz Denizi ve daha genel olarak da Kuzey Kutbu olacak.*

Dünyada nüfus fazlalığı olduğunu açıklayan ve yeni bir Malthusçuluğu yayan da, bu jeopolitik anlayıştır.Şeytani ulusal egemenlik teorisinin bir yaltaklanmaya dayandığını” açıklayarak, ısrarla kozmopolitizmi vaaz eden de, gene bu tip jeopolitisyenlerdir. Burada eksiksiz bir Amerikan propagandası sözkonusudur.

Bu artık bilim değil, bilim kalemiyle süslenmiş propagadadan ibarettir. Bu Amerikan jeopolitiği, Hitlercilerin kızıdır. Kuşkusuz. Peki, az veya çok bu etki altında, uluslararası ilişkileri sadece coğrafi olgularla açıklamak isteyen –düşünce namusuna sahip– hiçbir Fransız coğrafyacısı, tarihçisi yok mu? Ulusal topraklarda “ekonomik alan”a karşı çıkmayı denemek için ulusal güvenliğin terkedilmesini haklı bulan ekonomistler yok mu? Jean Benard, en karmaşık gösterileri ve en ukalaca terimleri kullanan, “Avrupa Birliği”nin şu ateşli savunucusu M. F. Perroux’dan bu amaçla söz ediyordu.

Ve tıp alanında? Doktor Lafitte, İvry’de bize, psikosomatikte “büyük Amerikan buluşu”nu hatırlatıyordu. Bu buluş, hastalığın birleşik bir açıklaması olarak ortaya çıkar: hastalıkbilim, aralarında saldırgan eğilimlerin birinci derecede rol oynadığı irrasyonel itkilerin çatışmasına bağlı olacaktı. Böylece, “atardamar hipertansiyonu, saldırgan içgüdüsel eğilimlerin doyumsuzluğundan, barsak koliti duygusal bir gerilikten ileri gelecekti.” Peki şunu da düşünecek miydiniz: “ülserler, çocukluktaki süt emme veya annelik duygusu eksikliğinden mi ileri geliyordu?

Buna gülünür mü? Yetmez. Doktor Lafitte, psikosomatik spekülasyonların, ciddi klinikçilerin fazlaca dikkatini çekmese de, bizde bir süreden beri belli bir hayranlık ortaya çıkardığını açıklıyordu. Bunların yerini, belki yarın aynı türden başka spekülasyonlar alacak.

Ortaya çıkmamışsa bile, bulaşabilecek olan bir hastalığın niteliğini emperyalizmin gerekleriyle açıklamaya çalışan bilimsel bir teori düşünecek miydiniz? Buna rağmen –en açık bir şekilde– psikosomatik olayı. Freud, önceden özel olarak seksüel itkiden, libido’dan sözetti. Bugünün psikosomatisyenleri, ABD’de komünistleri ve komünizmi, sendikacıları, SSCB politikasını… açıklamak için çağrıştırılan bu “saldırgan eğilimler”e başvuruyorlar. Ve gazeteler, komünister için veya “kızıllar”la beraber oturabilen Amerikan vatandaşları için “ayıltma kürleri” ve “beyin yıkama” tavsiye ederek susturma görevini yerine getiriyor.

Bilim, artık emperyalist propagandanın boyun eğmiş kızı değil. Fakat emperyalizm, kendi çıkarlarını, ideolojilerin ve belli sahte bilimsel spekülasyonların aynasında, bazan gözalıcı görünüşlerle gizler. O, kendi yutturmacalarına verdiği yenilik karakteriyle, üstyapı ve üstyapıyla toplumun temeli arasındaki ilişkiler konusunda açık bir bilince sahip olmayan insanları kandırır.

Aynı şekilde, en etkili ve en yaygın Fransız sosyolojisi, –Henri Lefebvre ve Jeannette Colombel’in İvry’de ortaya koyduğu gibi– bugün artık, kapitalist propagandayı gizleme girişiminden başka birşey değildir. Sanayi sosyolojisi, gerektiğinde, Taylorizmi eleştirmeyi ve onu insanlıkdışılıkla suçlamayı bilir, ama, varolmak için o, Amerikan verimliliğini burada yerleştirmek rolünü de üslenir. Friedmann’da, analiz labirenti, en sonunda burjuvaziye azami kâr araştırmasında yardım etmeye götürür.

Demek ki, insan bilimlerinde, belli amaçları olan ideolojiler, bilimi boğma noktasında, ortalığı en çok kaplamış durumda bulunuyorlar. Günlerin sonunda, Georges Cogniot, konuşmaların temel karakterini özetledikten ve kendisi de yeni kanıtlar getirdikten sonra, farklı burjuva sosyolojilerinden sözederek, şunu açıkladı: bu sosyoloji akımlarıyla “sosyal olguların bir açıklamasını elde etmenin saf ve basit imkansızlığına, yani açıklamadan vazgeçme sonucuna ulaşıyoruz.”

SOVYET BİLİMİNİN ÜSTÜNLÜĞÜNÜN NEDENİ NEDİR?

Çöküş budur; veya en azından, kültürel hayatta ortaya çıkan ve bilime zarar veren çöküş, bu anlama gelir.

Buna karşılık, işte yeni toplum. Kapitalizmi çöküşe götüren uzlaşmaz çelişkiler burada ortadan kalktı. Şimdi üretim sürecinin sosyal karakteri, üretim araçlarının sosyal mülkiyetiyle desteklenir. Artık, sömürenlerin sömürülenlere karşı sınıf mücadelesi yoktur ve yüksek teknik bir temel üzerinde üretimin durmaksızın gelişmesi ve mükemmelleşmesi sayesinde, toplumun durmaksızın artan ihtiyaçlarının karşılanmasına gidilir. Üretimin bu gelişmesi ve mükemmelleşmesi, tekniğin bu gelişmişlik düzeyi, sosyalizmin temel yasasına denk düşer. Kuşkusuz, bu güçlü, genel ve kesintisiz gelişme, bilimin kendi gelişmesini de öngörür. Sosyalist toplum, bu nedenle, en bol maddi araçları bilim adamlarının hizmetine sokar, kolektif çalışmayı özendirir ve sürekli olarak teori ve pratiğin birliğine dikkat eder.

Sosyalizm, komünizme varacaktır. Geçişi gerçekleştirmek için, en azından üç temel koşulun önceden gerçekleştirilmesi gerekir. Stalin, bu koşullardan üçüncüsünü şu terimlerle açıklar: toplumun, tüm mensuplarının bütün alanlarda fiziksel ve zihinsel yeteneklerini güvence altına alan kültürel bir atılıma ulaşmasına önem verir.” Demek ki, bilimsel bilginin önceden görülmedik derecede bir yaygınlaşmasını gerektirmektedir.

Nihayet, sosyalist toplum tarafından kullanılan bilimsel yöntem hangisidir? Bu, diyalektik materyalizmdir. O, bütün alanlarda; sosyal gelişmeyi ortaya koymak için olduğu kadar, doğayı işlemek için de evrensel olarak kullanılır. Bu yasaların bilgisiyle, insan etkinliği,

irademizden bağımsız olarak yasalara tabi olan doğanın ve hem de toplumun önüne geçmeli ve ona yol göstermelidir. Aksi takdirde, o, kör ve maceracı olacaktır. Öyleyse, sosyalist toplumda insan etkinliğinin bütünü bilimsel bilgiye dayanır. Politikanın kendisi de bilim haline gelir; politik etkinlik bilimsel bir etkinliktir.

Bizzat kendisi tarafından kaleme alınan SBKP(B) tarihinin hayranlık verici bölümünde, Stalin şunu yazıyordu:

Proleterya partisi, pratik faaliyetinde, her ne olursa olsun rasgele dürtülerden yola çıkmaz; tersine, sosyal gelişme yasalarından ve bu yasalardan ortaya çıkan pratik sonuçlardan esinlenir.”

Ve Stalin ekler:

Sonuç olarak, eskiden insanlık için daha iyi bir gelecek özlemi olan sosyalizm, artık bir bilim haline gelir.”

İşte bu nedenle, SSCB, bugün özgür ve bütün dallarda gelişkin bilimin ülkesidir ve en ileri bilimin ülkesidir.

İvry’de, sovyet astronomi, fizik, kimya biyoloji, mineroloji… bilimlerinin en tanınmış çalışmaları arasından bazıları hatırlatıldı*. Doktorlar ve psikologlar, bugün Fransa da dahil, Pavlov’un ve ekolünün eserinin, sahip olduğu etki ve otoriteden sözettiler. Bilimsel kongrelerde, Sovyet araştırmaları konusunda bilgilendirmenin kabul edilmesi, birçok raportörün ilgisiyle karşılandı. İstisnasız bütün özgünlükleri içinde kaç kez açıklandı; Sovyet yayınlarından haberder olmak kaçınılmaz hale gelmişti (ve Jean Pérus, bu konuyla ilgili olarak, Rus dilinin, entelektüeller için, hemen hemen Fransız dilinin Didérot’nun Ansiklopedi’si zamanında sahip olduğu kadar öneme sahip olduğunu vurguladı.) Fakat, herkese öyle geldi ki; Sovyet sonuçlarının yayılması, ne kadar önemli olursa olsun; ancak, SSCB’nin bilimsel ilerleme nedenlerini tanıtma koşuluyla gerçek anlamını kazanıyordu.

Örneğin, neden Pavlov ekolü bu kadar verimli sonuç elde ediyor? Basitçe, Sovyet laboratuarları, zengin bir şekilde donatıldığı, sayısız araştırmacı gruplarına sahip olduğu, çalışma koordine edildiği için değil; aynı zamanda, araştırma yöntemi diyalektik materyalizm olduğu için verimlidir. Pavlovcu teori, –Dr. Lafitte’nin ve aynı şekilde Maurice Mouilaud’nun hatırlattığu budur– “diyalektik materyalizm anlayışıyla zenginleşti ve o da, kendi çapında, gerçeğin önemli bir bölümünde bu anlayışı doğruladı ve zenginleştirdi.” Böylece de, Bichat’nın dualist anlayışı yerine; düşüncenin ve bilincin fizyolojik mekanizmasını, aynı zamanda beyinsel aktivite ve dış dünyanın yansımasını keşfederek, organizmanın birliği kavramını, bu düzenlemenin bütününde; organizmanın ve yaşam koşullarının birliğini, psişik ve organik birliği ortaya koyabildi.

Evet, Ernest Kahane, kendi açısından esas olarak şunu iddia ediyordu: “Sovyet biliminin ilerlemesinin genel perspektiflerini ve onun coşkun gelişiminin ideolojik ve sosyal nedenlerini” anlamak…., özel sonuçlar ne kadar parlak olursa olsun; bu konuların aydınlatıması olarak ele alınmış olacaklar veya bu konuları geliştirme fırsatı yaratacaklar, esas sorun budur.

Ve bugünlerde çıkarılan sonuçlarda, Georges Cogniot, şunu ortaya koyuyordu: bu kadar parlak sonuçların “bir dizi sevindirici buluş” olarak yorumlanabileceğine inandırılsaydık ne kadar hatalı ve yanlış olurdu:

G. Cogniot, bu parlak sonuçlar, gerçekte oldukları gibi değerlendirilmelidir diye ekliyordu, yani; herşeyden önce, Marksist yöntemin entelektüel koşullarıyla, sosyalist rejimin maddi koşullarının birleşmesiyle açıklanan bu ilerleme, özellikle de bilim cephesinde önceden ulaşılmamış bir gelişmeyi ifade eder.”

TRAJİK HÜMANİZM

İvry günlerinde programa konulan ikinci konu şuydu: Sosyalist Hümanizm.

Varsayalım ki; komünist olmayan entelektüellerin herhangi bir toplantısında gündem, aşağıdaki iki konudan oluşsun: bilimsel yasaların nesnelliği ve hümanizm. Tuhaf yaklaşım olarak düşünülecektir! İki konunun birbiriyle ne ilişkisi var? Birincisi; bilimsel çalışmalar, özel, neredeyse teknik bir sorundur. Diğeri; tamamen farklıdır, bu tarihe ve moral değerlere dayanır. Bilimsel yasaların nesnel olup olmaması hümanizmi anlamaya ne ölçüde yardımcı olur?

Burada kolayca kabul edilen fikirler, bu çifte konu üzerine oluşabilen homojen bir tartışma tasarlamayı yasaklar. SSCB’nde, tersine, iki sorun mutlak olarak birbirinden ayrılamaz.

Bir de, eski zamanların güzel hümanizmi, Rönesans’ın güçlü canlılığı; insanlığın bu büyük atılımı, toplumumuzda bugün ne hale geldi? Söz, halen yürürlükte. O, resmi bir tanımlamaya da sahip oldu. Milli Eğitim Bakanı, geçen sonbaharda (29 Eylül 1952) ortaokul öğretiminin amaçlarını açıklayan bir genelgede bu resmi hümanizm tanımını uzun uzun açıklar. Evet, bu genelgede eğitimimizin ve kültürümüzün ideali ve amacı olarak kalan hümanizm okunur. İşte bu hümanizm şöyle oluşturulur: biz büyük altüst oluşlar çağında yaşıyoruz; “bilgimizin temelleri, sosyal organizasyonumuz ve en yüksek değerlerimiz her türden buluşlar veya olaylar tarafından sarsılmış gibi görünüyor.” Bu durumda, çağımızın hümanizmi ancak “trajik” olabilir. Bununla hem bilincin isteği ve hem de buluş isteği ifade edilir. Buluş isteği, fetih isteği olarak da, yani; “bilinmeyenin kabul edilmesi, maceraya onama çıkarma ve tarihe kararlı sorumluluk olarak da adlandırılabilirdi.

Bilimsel yasalar ve trajik hümanizm arasında hangi ilişkilerin olduğunu sormak gerekmez mi? Trajik Hümanizm, bilimsel yasaların nesnel olması veya olmamasıyla toptan alay eder! Ona göre, dünyada bilinmeyen çok şey vardır ve nasıl olacağı da hiç bilinmez. Yaşadığımız çağda herşey değişiyor, herşey kararsız. Bilmek için çok da araştırmak gerekmez. Bilinmeyenden yana tutum almak en doğrusu. Gizem hareket etmekten alıkoymaz. Tersine bu isteği kamçılar. İnsanoğlunun büyüklüğü, kendisini maceraya fırlatmasında yatar. Şovalyevari moral: modern hümanizm, daha çok coşturduğu ölçüde, körlemesine cesur olduğu ölçüde bir kahramanlıktır. Gözler kapalı sorumluluk altına girilir. Eylemin başdöndürücülüğü, bir uyuşturucu gibi, kaygıyı unutturur.

Fransa’nın Ortaokul Öğrenimi Direktörü’nün hazırladığı metne, Savaş Bakanı’nın, bütün duvarlara astığı afiş uygun düşer. Okumuşsunuzdur: “Gençler, gelecek, biz nasıl olmasını istiyorsak öyle olacak; o, şunu yapacak olanlara ait olacak: cesaret eden kazanır; kendi çapında, tutkuyla, cesaretle bir rol oynamak istiyor musun? Sömürge paraşütçülerinin kırmızı beresini giy! Zafer! Savaş!”

Böylece, Milli Eğitim Bakanı kendi görevinin gereğini yaparak trajik hümanizm’in felsefi ilkelerini formüle etti. Savaş Bakanı, bundan “savaş” için pratik uygulama çıkardı.

Bu bakanlardan hiçbiri bu hümanizmi keşfetmedi. Uzun zamandan beri o, havadaydı, –aslında kapitalist sistemin genel krizinden beri, bakanlık genelgesinde okunduğu gibi, “sosyal organizasyonumuzun temelleri, çağımızın olayları tarafından sarsıldığından veya sarsılmış göründüğünden beri…” Gide, Lafcadio’yu keşfetti. Claudel, Güney’in Paylaşılması’nı ve Camus, l’Home Révolté’yi yazdı. Trajik Hümanizm’in formüle edilmesine gelince, bu, Malraux’nun işidir. Milli Eğitim Bakanı haklıdır: trajik hümanizm, bu çağdan ve bu dünyadan ortaya çıktı. Bakanlar da dahil, kimse şunu inkar etmeyecektir: trajik hümanizm anlayışı toplumumuzun üstyapısı içine girer.

Ve şimdi dünyayı değiştirelim. Stalin’in kitabına dönelim.

STALİN TARZI ÖRNEK DERS

İvry Günleri’ni açarken, François Billoux, komünist entelektüellere, “bilimsel kesinliğin toprağı üzerine kararlı bir şekilde yerleşmeyi”, Stalin örneğine borçlu olduklarını söylüyordu. Ben, sosyalist hümanizmin Stalinci ortaya konuşunun daha çok hayran olunacak kesin bilimsel model olup olmadığını bilmiyorum.

Bir kez daha, bilimin yasalarını “insan iradesinden bağımsız olarak gerçekleşen nesnel süreçlerin yansıması olarak” tanımlayan şu temel cümleyi düşünelim. Bir fikir turu yapan Stalin açıklar: “bu yasalar, keşfedilebilebilir, bilinebilir, araştırılabilir, kendi eylemlerimizde hesaba katılabilir ve toplumun çıkarına yararlanılabilir; fakat, bunlar değiştirilemez ve ortadan kaldırılamaz.” O ısrar eder: doğa yasaları kadar, toplumun gelişme yasaları da bu özelliği gösterir. Marx, önceden Kapital’de, ekonomik gelişme yasalarının, evi başına yıkıldığı esnada herhangi bir insanın hissettiği yerçekimi yasasıyla aynı biçimde işlediğini söylememiş miydi?

Durum böyle olunca, ne olursa olsun, gerçeğe karşı biz hiçbir şey yapamayız. Bu, bizim güçsüz olduğumuz anlamına mı gelir? Tamamen tersi. Eğer bu zorunlulukları bilmezsek; eğer nesnel sürecin hangi yasalara göre gerçekleşmekte olduğunu bilmezsek; eğer eylemimiz gece karanlığında gerçekleşirse, biz ister istemez güçsüz oluruz. Bu durumda, eylemimiz yasalara çarpar çarpmaz, insiyatifimiz başarısızlığa uğrar. Fakat, toplumsal yasalar bir kez bilindiğinde, insan eylemi yararlı olur. “Toplumun yararına kullanılabilir, bazı yasaların yıkıcı etkileri başka yöne çevrilebilir, bunların etkisi sınırlanabilir, kendine bir yol açması için diğer yasalara açık bir alan bırakılabilir.” İnsanların doğa üzerinde iktidar iddia etmeleri de aynı şekilde olmuyor mu? Bir baraj inşa ederken, insanlar, ne bilimin yasalarını değiştirir, ne de ortadan kaldırırlar. Onlar bu yasaları kendi yararlarına göre kullanırlar. Şeylerin zorunluluğunun bilgisi, insan eylemine olanak sağlar. Bilinen zorunluluk, özgürlüğün kapısını açar.

Nesnel yasaları tanımayı reddetmek, tutuklu kalmak, insanı güçsüzlüğe mahkum etmek anlamına gelir. Tutuklu, her zaman hümanizm ve özgürlük konusunda gevezelik yapabilir, ama bununla özgür olamaz. Özgürlük ve gerçek hümanizm en başta, gerçeği olduğu gibi tanımamızı gerektirir. Kapitalist toplumdaki sahte insan bilimlerinin yapmaya eğilim gösterdiği gibi, nesnel yasaları inkar etmek, demek ki; gerçekte, Marksizm tarafından açıklandığı gibi, insan özgürlüğünü de inkar etmektir.

Ortaya koyduğu yolda Stalin’i izleyelim. Sosyalist ekonomi, yasalara tabidir. Hangi yasalar? İşte temel yasa: “yüksek teknik bir temel üzerinde, toplumsal üretimin kesintiye uğramaksızın gelişmesi ve mükemmelleşmesi yoluyla tüm toplumun durmaksızın artan maddi ve kültürel ihtiyaçlarını karşılamayı güvence altına almak.”

İnsan bir soyutlama değildir. O, hayali bir dünyada ilerlemez. Mutluluk hayali, sadece moral bir anlayış değildir, iktidar fikri, kendi başına ne daha mutlu eder, ne daha namuslu, ne de daha güçlü kılar. Sosyalizmin amacı olan, durmaksızın artan maddi ve kültürel ihtiyaçların karşılanması, sadece zihinde üretilen bir görüş değildir. O, insanın insan tarafından sömürülmesine son veren bir rejimin doğasından ortaya çıkar. Öyleyse, sosyalist hümanizm, sosyalizmin nesnel bir zorunluluğudur.

Ve işte, komünizme doğru ilerleyişinde gelecek şöyle çizilir. Daha açıkçası, komünizme geçiş şunu gerektirir:

Toplumun bütün mensuplarına fiziksel ve zihinsel yeteneklerinin bütün alanlarda gelişmesini sağlayacak toplumsal ve kültürel bir gelişme sağlamak gerekir ki; toplum üyeleri, toplumsal gelişmenin faal yapıcıları olabilecek biçimde yeterli eğitim alabilsinler, özgürlük içinde bir meslek seçebilsinler ve mevcut işbölümü uyarınca bütün yaşamları süresince tek bir mesleğe perçinlenmiş kalmasınlar.”

Zihinsel yaşam, varoluşun maddi koşullarından ayrılmaz. Stalin, işgününü altı saate, daha sonra beş saate indirmek gerekirdi, der. Evlerin daha rahat ve daha güzel olması gerekir; gerçek ücretleri yükseltmek gerekir, zorunlu politeknik eğitimini organize etmek gerekir…

Sosyalist hümanizmin çehresi böyledir.

Gene de savaşın teorisyenlerine dönmek gerekir.

O halde, insan kişiliğinin hayranlık verici bir şekilde zenginleşmesi, her şahsın eğitimi sosyalizmin zorunlu bir sonucu ve ürünüdür; onlar, karşımıza kelimelerle çıkarlar: hümanizm, özgürlük, insan kişiliği… bu arada, kendileri de, bilinmeyen ve macerayla coşarlar. Çelişkilerinin göze batarcasına ortada olduğunun farkında değiller mi? Onlar şunu söylüyor: hümanizm ve ekliyorlar: trajik. Onlar, güzel hümanizm sözünü böylece gıcırdatıp seslendirirken; bu söz, sosyalist toplumda bir gerçeklik haline gelerek bilimsel anlamına kavuştu.

Hümanizm fikrini ve sözünü çarpıtan ve bozan aynı Bakan, açıkça, doğumların artması nedeniyle, itiraf edilmiş nedeni okul binalarının yetersizliği ve öğretmen sayısının azlığı olan bir eğitim reformu öneriyor. Bir eğitim reformu hangi işlevle hazırlanır! İki rejimin mantığı. Birisinde, insan ihtiyaçları yön verir. Diğerinde, yıkıcı bir sömürgeci savaş, eğitimi dumura uğratır.

SSCB’de, mecburi politeknik eğitimi gündemdedir. Burada, Bakan’ın projesi, orta eğitimin sağduyuya aykırı bir şekilde parçalara ayrılması, zamanı gelmemiş bir uzmanlaşma, genel kültüre kapanan en başta yararcı bir eğitim öngörüyor. Bu proje, bir Amerikan modelidir. Luce Langevin’in İvry günlerinde hatırlattığı gibi, ABD’de orta öğrenim, beşyüz farklı konuya sahiptir! Ve her okulda, öğrenci, en az yirmibeş disiplin arasında seçim yapabilir. Taklit edilmek istenen bu zoraki uzmanlaştırma, hümanizm midir?

“Bilinmeyen”, “macera”, “kavga”, hümanizm bu mudur? İdealizmin, savaş ve fetihleri teorize eden ve Amerikan emperyalizminin kültürümüz üzerinde de yayılan gölgesi sahte bilimlerin –jeopolitik, Malthusçuluk– işgaliyle zavallı hale gelen bilim; hayır, hümanizm bu değildir; bu, bir rejimin diş gıcırdatıcı can çekişme halidir.

Gerçek bilim, dünyanın gerçekliğini tanıttığı için, ölmekte olan bir sınıfın zoraki korkusu haline geldi. Buna karşılık, işçi sınıfı, ideolojik bir araç olarak bilime ihtiyaç duyar. Bunu, François Billoux İvry’de şöyle ilan ediyordu; “İşçi sınıfı, kendi kurtuluşu için mücadele ederken, bilimin gelişmesi için de mücadele eder.


** La Nouvelle Critique, bütün metinleri ve konuşmaları içeren 368 sayfalık özel bir sayı yayınladı –Nisan-Mayıs 1953–. Bu, gerekli ve önemli bir döküman.

* extra-scientifique

* Amerikan jeopolitiği konusunda, J. Semionov’un “Le Komünist’de –No:21– yayınlanan araştımasında ortaya konan çarpıcı dökümanlar okunabilir. Fransızca tercümesi: Etudees et dokuments théoriques –Librairie de la Renaissance française, Paris. –Y.N.

* Nouvelle Critique yayınlarına bakınız: Question scientifique. I Physique –II Biyoloji –III Chimie.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑