Rosa Luxemburg, revizyonist dalganın işçi hareketi üzerindeki yozlaştırıcı etkisiyle Alman Marksizmi içerisinde güçlendiği yıllarda, işçi sınıfının devrimci geleneklerini canlı tutmak için mücadele veren büyük bir sosyalist olarak tarihe geçecektir. Yazılarında bir ikna etme gücü ve tazelik vardı; polemikte ise hem keskin hem de olağanüstü becerikliydi; aynı zamanda yazılarının ardındaki düşünce, genişliği ve feraseti bakımından etkileyiciydi. Birçok kişi, uluslararası sosyalizmin bu şahsiyetine ve onun çok tartışılan teorisine bir giriş olarak, onun tanınmış eserinin bu İngilizce tercümesine ilgi duyacaktır.
Luxemburg’un (ilk kez 1913’te yayınlanan) Sermaye Birikimi kitabı, hem Marksist kriz teorisinin bir incelemesi, hem de emperyalizm teorisine bir giriş taslağıydı. Onun belirgin niteliği, evrensel serbest ticaret yoluyla ya da bir tür “planlı kapitalizm” yoluyla sorunsuz ve uyumlu bir kapitalist gelişmenin mümkün olduğunu gösterme eğilimindeki teorilere karşı gösterdiği güvensizliktir. Eserin büyük bir bölümünü (150 sayfa kadar), J.B. Say’dan Tugan Baranovski’ye kadar, bu görüşlere karşı polemik oluşturmaktadır. Hatta Marx’ın formülasyonlarını bile, benzer bir imada bulunma potansiyeli taşıdığını düşünerek eleştirmiştir. Özellikle, sermaye birikiminin, doğası gereği satılmayan bir meta fazlası içerdiğini ve bunun ancak kapitalist toplumun kendisi dışında pazarlanabileceğini vurgulama kaygısı taşır. Bu onun ünlü “dış (ya da üçüncü) pazar” teorisidir: Sermaye birikimi, ancak yeni taleplerin sürekli olarak kapitalist olmayan katmanlar (küçük meta üreticileri vb.) içerisinde akıtılması durumunda ilerleyebilir. Bu nedenledir ki “sömürgeler”, kapitalizmin önemsiz eklemlemeleri olmayıp, onun kendi varlığı için gereklidirler; ve yağmacı yayılma, küçük meta üretiminin sırtından geçinilmesi ve sonunda tahribi kapitalizmin doğasının bir parçasıdır. Bunu etkili sonuç paragraflarında şöyle ortaya koyar:
“Kapitalizm … kendi kendine var olamayan, aracı olarak başka ekonomik sistemlere ve vatana gereksinim duyan ilk ekonomi tarzıdır. Her ne kadar evrensel olmak için çaba gösterse de … parçalanmak zorundadır, çünkü evrensel bir üretim biçimi haline gelmesi doğası gereği mümkün değildir.” (sf. 467) Birçok okur açısından en ilgi çekici bölümler, sömürge bölgelerine kapitalist yayılma yöntemlerinin tanımlandığı üçüncü ve son kısımdaki bölümler olacaktır. Burada İngilizlerin Hindistan, Çin, Mısır ve Güney Afrika’ya, Fransızların Cezayir’e, Amerikan sermayesinin ise kendi arka bahçesine nüfuz etmesine dair zengin verilere dayanan anlatımları vardır.
Eserinin tümden teorik çekirdeğindeki sezgileri analizlerinden daha övgüye değerdir. Birikim sürecinin sadece (Say ve Ricardo’dan Tugan Baranovski’ye kadar ekonomistlerin iddia ettikleri gibi) üretimin farklı sektörleri arasında belli oranları (ya da “denge koşulları”nı) değil, aynı zamanda üretici güç ve tüketim arasında da belli oranları gerektirdiğini, ayrıca kapitalizmde üretimin tüketimden daha hızlı ilerleme eğilimi taşıdığını vurgulama erdemini gösterir. Başka bir deyişle onun vurgusu, artı-değerin üretimine olduğu kadar artı-değerin “gerçekleşmesi” sorununa; ve birinin koşullarının diğerine uygun olan koşullar ile çelişki teşkil etmeye eğilimli olması gerçeğine ilişkindir. Ancak bunun neden böyle olduğuna dair analizi ve özellikle Marx’ın “genişletilmiş yeniden üretim” formüllerine ilişkin eleştirisi epey bir yanlış anlama ve kafa karışıklığı içerir. Sonuç, yalnızca biçimsel bir meraktan ötedir: Göreceğimiz gibi, bunun teorinin pratik içerimlerine yanıltıcı çarpıtma ve vurgular kazandırma etkisi olmuştur.
İlk yanılgı (eğer okuyucu onun oldukça uzun ve yorucu argümanını kavradıysa), Luxemburg’un kendisine başlangıç noktası olarak aldığı Marx’ın Kapital’in II. Cildi’ndeki aritmetik örneklerine ilişkindir. Bu örnekler, genişletilmiş yeniden üretimin (i.e., yıllık net yatırım süreci) gerçekleşmesi ve kendi momentumunda devam etmesi için gereken ilişkileri göstermek için tasarlanmıştır. Sayfa 333’te gönderme yaptığı Marx’ın “İkinci Örneği” sabit oranda bir genişletilmiş yeniden üretimi temsil eder: tüm temel nicelikler aynı oranda büyümektedir (Bayan Robinson’un Giriş yazısında işaret ettiği ve hayranlık uyandırıcı tarzda basitleştirilmiş örneğinde gösterdiği gibi). Bu örnekte genişlemenin, sermaye bileşiminde ya da artı-değer oranında herhangi bir değişiklik olmaksızın gerçekleştiği farzedilmiştir; kapitalist gelirden tasarruf edilen oran sabit kalırken, bunun sonucunda hem net gelirin bir bölümü olarak (=V+S) tasarruf edilen gelir (ya da birikim) hem de üretimin iki kesimi (üretim araçları ve tüketim araçları) arasındaki ilişki de sabit kalmıştır. Rosa Luxemburg, bu modeli gerçekdışı olmakla eleştirmiştir. (Bu elbette soyuttur, ama kestirim olarak bile gerçekliğe denk düşemeyecek anlamda gerçekdışı değildir. Öyle görünüyor ki, Luxemburg, yeterli emek-gücü rezervi olması koşuluyla, gelişmenin, bazı zamanlar aynı organik bileşime dayanarak gerçekleşebileceğini anlayamıyor.) Buna bağlı olarak Luxemburg, hem sermaye bileşiminin değiştiği, hem de emek üretkenliğinin artması nedeniyle artı-değerin yükseldiği bu modeli yerine koymuştur (sf. 337). (Bu arada belirtmek gerekir ki, sf. 338’de kendisinin de ifade ettiği gibi, seçtiği örnekte kâr oranı aslında artmaktadır.) Daha sonra da, bu koşullarda her zaman, II. Kesim’de satılamayan tüketim malları fazlası sorununun ortaya çıkacağını gösterir. Bunların sistem dışında satılamaması durumunda, bu sanayi grubundaki kapitalistler artı-değerlerini para biçiminde gerçekleştiremeyecek ve sermaye birikimi süreci kesintiye uğrayacaktır.
Bu tüketim malları fazlasının karşılığı aslında üretim araçları açığıdır (biri diğerinin öteki yüzüdür). Bu açığa işaret ettikten sonra, Luxemburg, şaşırtıcı bir şekilde, bir sonraki sayfada (ve takip eden argümanın belli aşamalarında) bunu unutmuş gibidir ve sanki sorun aynı zamanda bir üretim araçları fazlası sorunuymuş gibi konuşur. Ancak bu bariz kafa karışıklığı çok da önemli değildir. Daha önemli olanı, o kadar önem verdiği sonucun, organik bileşimdeki değişikliklere değil, artı-değer oranının artmasına bağlı olduğunu görememesidir. Bu artış, (kapitalistlerin artı-değerin sabit bir oranını tasarruf ettikleri varsayımına dayanırsak) gelirin tasarruf edilen kısmının, yeni yaratılan değerin, ya da net gelirin (toplam V+S) bir oranı olarak artması gerektiği anlamına gelir. Bu nedenle, II. Kesim’deki üretici güçlerin tüketim gücünden ileride gitmesiyle oluşan “gerçekleşme” sorununu yaratan şey, herhangi bir genişletilmiş yeniden üretim değil, bu tür değişimi içeren genişlemedir. Lenin’in ifade ettiği gibi, üretim gücü ile tüketim gücü arasındaki dengesizlik, önemli olmakla birlikte, kapitalist gelişmenin çok yönlü çelişkilerinden sadece biridir; ve belli bir noktaya kadar birikim, genişleyen bir “iç pazar”a dayanarak gerçekleşebilir (ve gerçekleşir).
Aslında yukarıda söz edilen oranın da artması mümkündür; bunun koşulu, iki kesimin ortalama bileşiminde (teknikteki değişiklikler nedeniyle) bu artışı dengeleyecek eşzamanlı bir artışın olması ve (bu sonuncusunun doğal sonucu olarak) I. Kesim’deki genişlemenin II. Kesim’dekinden daha hızlı oranda gerçekleşmesidir. İşte ancak o zaman, artan tasarrufun verimsiz ve sonuçsuz hale gelmesinden kaçınılabilir. Bu, Marx’ın başka bir örneğinde, “Birinci Örnek” (birinci aşama, sf. 596-8) ortaya konmuştur; ve gerçekleşme zorluğunun ille de ve doğrudan sermaye bileşimindeki bir artıştan kaynaklandığını iddia etmekle, Rosa Luxemburg’un hatalı olduğunu göstermektedir. (Şunu belirtmek gerekir ki, Luxemburg’un sf. 337’deki kendi örneğinde I. Kesim II. Kesim’den daha hızlı genişleyen bir şekilde ortaya konmamış olduğundan, bu modelin sorun çıkarması sürpriz değildir.)
Aslında Marx’ın kendisi bu “gerçekleşme” sorununa daha önceki bir örnekte (sf. 591, cilt 2) dikkat çekmiştir; buradaki veriler incelendiğinde, sermaye bileşiminde herhangi bir değişiklik olmadan yeniden üretimin artan bir oranda (birikimin net gelire oranında artış anlamında) gerçekleşmekte olduğu görülecektir. (Alternatif olarak, bu örnekte Marx’ın “koşullar”ının gerçekleşmediği ve I. Kesim’in büyüklüğüne kıyasla tüketim malları endüstrisinin büyüklüğü açısından birikim oranının çok yüksek olduğu söylenebilir.) Bu örnekte, Marx, kendisi şu soruyu yöneltir: Bu koşullarda, tüketim malları endüstrisindeki kapitalistler, (satış yoluyla) artı değeri para biçiminde, yeni üretim araçlarına yatırabilecekleri para biçiminde nasıl gerçekleştirebilirler? Bu, birikimin nasıl olup da artan oranda gerçekleştiği ya da nasıl ilerlediğini sormakla aynı anlama gelir. Marx, bu bilmecenin cevabını 2. Cildin sonuna saklamış ve II. Kesim’deki kapitalistlerin kendi ürünlerini (zımni olarak I. Kesim’e dahil edilen) altın üreticilerine altın karşılığında sattıkları cevabını vermiştir. Bence burada vurgulanan, (bayan Robinson’un iddia ettiği gibi) paranın böylelikle sisteme girmiş olması değil, altın üreticileriyle yapılan bir değişimin, meta karşılığında meta değişimini değil, tek yanlı bir para karşılığında meta değişimini temsil ediyor olması gerçeğidir.
Bu da, bizi, doğrudan ikinci yanlış anlamaya götürüyor. Bu pazar sorununu ortaya koyduktan sonra, Rosa Luxemburg, kapitalizmin can alıcı sorununa bulduğu çözüm olarak, dış ticaretten söz eder. (Bkz. sf. 359: “Uluslararası ticaret kapitalizmin tarihsel varlığı açısından birincil derecede bir gerekliliktir.”) Fakat dış ticaret, normalde iki yönlü bir akıştır: bir meta karşılığında meta değişimidir; meta ihracatı ithalat ile eşleşir. Bir aşırı üretim krizini hafifletmek için gereken şey, kapitalist dünyadan dışa doğru bir ihracat fazlasıdır. Metalar hiçbir zaman karşılıksız verilmediği için, bu ihracat, borç karşılığıdır, yani sermaye ihracıdır.
Göründüğü kadarıyla, Rosa Luxemburg’un bu konuyu takdir etmemiş olması yadırganacak bir durum olup, onun emperyalizm konusunda pazar arayışı üzerinde aşırı vurgu yapmasına ve sermaye ihracının merkezi rolünü gözardı etme eğilimine düşmesine yol açmaktadır. Bir yandan uluslararası borçlanmalar konusuna başlı başına bir bölüm ayırır ve sömürgelerde sömürülecek yeni bir proletarya katmanı ihtiyacına gönderme yaparken, öte yandan sermaye ihracını asli bir unsur olarak değil de, sömürgelere boyun eğdirilmesi ve önceden var olan “doğal ekonomiler”in parçalanması ile bağlantılı ele aldığı görülmektedir. Dahası, onun, bir dış pazar olmaksızın birikimin asla mümkün olmadığı düşüncesi, sömürgelerin sömürülmesi olgusunun, kapitalizmin göreceli olarak olgun bir aşamasından ziyade, kapitalizmin bütün aşamalarının (ilkel birikim üzerinden beslendiği günlerden bu yana) bir ürünü olarak ele alınmasına yol açmaktadır. Bunda şu anlam da saklıdır: fethedilecek başka “üçüncü pazarlar” kalmadığında, “nesnel bir tarihsel gereklilik olarak kapitalizmin çöküşü kaçınılmaz bir şekilde gelecektir” (sf. 417); “bir dizi politik ve sosyal felaket ve sarsıntı”nın (sf. 467) o nihai mekanik çöküş noktasına erişilmeden önce kapitalizmin yıkımını getirmesi muhtemel olsa da.
İlginçtir ki Rosa Luxemburg’un bakış açısı, Lenin’in 15 yıl öncesinden Rusya’da Kapitalizmin Gelişimi’nin ilk bölümünde eleştirdiği Rus Narodniklerininki ile çarpıcı bir benzerlik taşımaktadır. Narodnik yazarlar da, bir dış pazarın yardımı olmaksızın artı değerin gerçekleştirilmesinin olanaksızlığından söz etmişler ve bu sorunu, satılamayan tüketim malları fazlası sorunu ile ilişkilendirmişlerdi. (Bundan da, Rus kapitalizminin farklı olduğu ve yapay bir büyüme gösterdiği ve geleceğinin olmadığı sonucunu çıkarmışlardı.) Lenin ise, “üretimde sınırsız bir büyüme çabası ve sınırlı tüketim”in “kapitalizmin tek çelişkisi olmadığı”nı ifade etmiştir (Lenin, Eserler, 4. baskı, 3. cilt, sf. 36). Üretimin çeşitli dalları arasındaki dengesizliğin ifadesinin bir biçimidir bu; ve bu dengesizlik “yalnızca artı-değerin gerçekleşmesinde değil, aynı zamanda değişken ve sabit sermayenin gerçekleşmesinde, sadece tüketim araçlarındaki ürünlerin değil, aynı zamanda üretim araçlarındakilerin de gerçekleşmesinde” sorunlar yaratabilir (age, sf. 25). Lenin devamla, kapitalizmin gelişiminin her zaman sermaye mallarındaki artış oranının tüketim mallarındaki artış oranından daha büyük seyretmesi ile bağlantısını vurgulamıştır. “Üretim araçları üreten sektör, tüketim araçları üreten sektörden daha hızlı büyümelidir. Bu nedenle kapitalizm için bir iç pazarın gelişmesi belli bir dereceye kadar bireysel tüketimdeki artıştan ‘bağımsız’dır ve daha çok üretken tüketim aleyhine gerçekleşir” (örneğin sabit sermayeye yatırım). “‘Üretim için üretim’ – tüketim artışı olmaksızın üretim artışı” içerdiğinden dolayı bu durum çelişkiymiş gibi görünebilir. Ancak bu, “doktrine dair bir çelişki değil, gerçek hayatın bir çelişkisidir” ve kapitalizmin doğası ile ilişkilidir (age, sf. 32, 34). Gerçekten de kapitalizmin tarihsel misyonu, işte bu tüketim artışında karşılığını bulmayan üretim artışından ibarettir. Bu çelişki kapitalizmin gelişiminin kendisidir; ve dönemsel krizleri içermekle birlikte, dış pazar olmaksızın gelişmenin mekanik “imkansızlığı”nı ima etmemiştir.
Giriş yazısında, Bayan Robinson, Marx’ın ve Rosa Luxemburg’un tahlillerinin ana noktalarını özetlemeya çabalamış ve bunu, alışıldık anlatım berraklığı ile ve onların düşüncelerini akademik ekonomistlerin aşina olduğu terimlere tercüme edilmesini göz önünde bulundurarak yapmıştır. Ancak tercüme, sadece bir nosyona karşılık gelen sembolleri bulma sorunu olmaktan çıkıp nosyonların kendisinin farklı olduğu yerde kaygan bir iş haline gelmeye yatkındır. Doğaldır ki, Rosa Luxemburg’unki gibi (anlatımında titizlikten uzak) bir doktrinin yorumlanmasında farklılıkların ortaya çıkması sürpriz değildir. (Bu Giriş yazısındaki yorumu örneğin Sweezy’ninki ile karşılaştırın.) Yine de Giriş yazısının Rosa Luxemburg’u Keynesçi doktrinin habercisi (ilkel ve bazı yönleriyle yanlış olsa da) olarak gösterme ve onun tahlillerini bu çerçevede ele alma girişiminin, birçok yerde onun argümanının yanıltıcı bir parlaklığa bürünmesine ve kapitalizmin eleştiricisi olarak hakettiğinden az, Marx’ı revize eden olarak ise hakettiğinden fazla itibar görmesine neden olduğunu düşünmekten kendini alamıyor insan. Ancak “bu kitabın ortodoks çağdaşlarından çok daha öngörülü olduğu”na dair sonuca içtenlikle katılmak mümkündür.