12 Eylül sonrası bir Türkiye’ye doğanlar, “gençlik” dediğimiz kesimin giderek daha büyük bir paydasını oluşturuyor. Böyle olunca günümüz gençliğine esas rengini verenin de, bu, “darbenin çocukları” olmak olduğunu söyleyebiliriz. Ve böyle bir kitlenin kültür-sanatla olan ilişkisini inceliyorsak eğer, esasen, 12 Eylül’ün ve ardından gelen dönemdeki egemen politikanın hem kültür-sanat üzerinde, hem de genel olarak toplum üzerinde giriştiği “yenileme” operasyonunun en katıksız (darbe öncesi koşul ve değerlerden etkilenme oranının neredeyse “sıfır” olması anlamında en katıksız) ürünlerini inceliyoruz demektir. Bu operasyonun temel hedeflerinden ikisinin, piyasanın düzenleyici ve belirleyici tek güç olarak kabul ettirilmesi ve darbe öncesi kontrolden çıkma eğilimi gösteren muhalefet hareketlerinin denetlenebilir, yönlendirilebilir hale getirilmesi, bu denetleme ve yönlendirme mekanizmalarının kurulması olduğunu söylersek, bugün gençliğin kültür-sanatla olan ilişkisini inceledikten sonra varacağımız sonuçları, ta 20 yıl öncesinden çıkarabilmiş oluruz.
Bugün gençlik içerisinde çok çeşitli kültürel eğilimlerden/ilgilerden söz edilebilir. Bunların hepsinin incelenmesi elbette bu yazının sınırlarını aşıyor. Fakat bu eğilimlerin birçoğunu kapsayan bir üst başlık olarak “Amerikan hayat tarzı”, bahsedilmeye değerdir.
“Amerikan hayat tarzı”nın içeriği ve sonuçlarıyla birlikte (ve bunlarla bağlantılı olarak) kendisini nasıl dayattığına bakmak gerekiyor. Buna dayatma demeli, çünkü süreç, bir değerler sistemi olarak “Amerikan hayat tarzı”nın kendisini alternatifsiz olarak sunduğu bir süreç. Gençlik, bugün içinde yaşadığı bu rezil hayatın tek “iyi” alternatifinin, hatta bırakalım “iyi”yi tek alternatifinin Amerika’da yaşanan -ya da televizyonda öyle gördüğü- hayat olduğuna inandırılmaya çalışılıyor. Bu bir çeşit hipnoz. Öyle ki gençliğin büyük kısmı, Fransa’da veya İran’da, Meksika’da veya Endonezya’da gençlerin nasıl yaşadıklarıyla, oralardaki kültürle ilgili herhangi bir bilgiye ve hatta sezgiye sahip değil. Elbette saydığımız yerlerdeki kültürel iklim, egemen kültüre karşı devrimci bir alternatif oluşturamazlar; ama burada önemli olan, gençliğin etrafının, bu yerlerde Amerikan kültürel değerlerinden başka kültürel değerlerin, başka alışkanlıkların, başka estetik zevklerin olabileceğini aklına bile getiremeyecek şekilde çevrilmiş olmasıdır. (Dünyanın büyük bölümünde Amerikan değerlerinin giderek daha fazla hâkim hale geldiği doğrudur, ama bu, birincisi, emperyalist kültürün yayılmasıdır ve bu kültürün, bütün zamanların ve bütün yerlerin tek mümkün kültürü olduğu sonucunu doğurmaz; ikincisi, tek geçerli değerlerin Amerikan değerleri olduğu yanılsamasının oralarda da yaratılmasının sonucudur.)
Bu durumun hizmet ettiği şey, mümkün tek kültürel değerler sisteminin Amerikan orta ve üst sınıfına ait değerler sistemi olduğu, bir başkasının zaten mümkün olmadığı sanısının yaratılmasıdır. Ve hem aynı dayatma tarzı üzerine oturuyor olması açısından, hem de bu Amerikan değerler sisteminin mantığını oluşturuyor olması açısından “piyasa” kavramı burada temel bir yer tutuyor. Hedeflenen, gençliğin bütün hayatı yönetmeye hakkı olan ve zaten onu en iyi yönetebilecek şey de olduğuna inanılan piyasanın kollarına kendisini bırakması, bugününü ve en kötüsü de geleceğini ona göre planlamasıdır. Amerikan kültürünün en basit popüler ürünlerinden, en yüksek teorik ürünlerine kadar tüm unsurları, gençliği, herkesin birbirinin kurdu olduğu piyasanın içinde, tek başına, acımasız bir mücadele vermeye çağırıyor, ancak böyle yaparsa mutlu bir yaşam sürme imkânının varolacağını söylüyor. Kendisini ortaya güçlü biçimde koyan devrimci bir alternatifin olmadığı koşullarda, bu çağrının gençlik üzerindeki etkisi, bu kültürün yarattığı tahribat, küçümsenemeyecek bir düzeye varıyor.
Gençlik ve kültür-sanat ilişkisi açısından belirgin olan bir başka nokta, gençliğin içine itildiği izleyicilik konumudur.
Bugün, özellikle de büyük kentler dışında, gençliğin önemli kesiminin kültür-sanatla ve kendi dar çevresi dışındaki dünyayla ilişkisini medya, aslolarak da televizyon üzerinden kurduğu bir gerçek. Televizyonun bu fırsatı kendisi için en iyi biçimde değerlendirdiği de bir başka gerçek. Tüm televizyon kanalları ve boyalı basın, en geri değerleri yücelten, en bayağı estetiği “güzel” diye sunan ve bunları yaparken özellikle de gençleri hedef alan aralıksız bir basın-yayın bombardımanını sürdürüyor.
Gençliğin tüm değerleri, ilişkileri, hayatı, kültürü üzerindeki etkili olan bu bombardımanın araçlarının da sadece “kültür-sanat ürünleri”nden ibaret olduğu söylenemez. Buna başta spor (futbol) olmak üzere pek çok başka unsuru dâhil etmek gerekli. Bu anlamda aslında hep beraber tek bir işlevi yerine getiren kültür-sanat ürünlerini, futbolu vb. birlikte ele almak gerekiyor. Ama bu bir araya geliş kültür-sanatın spora ya da sporun kültür-sanata yaklaştığı bir durumun değil, bunların beraberce ikisi de olmayan bir şeye yaklaştıkları bir durumun ifadesi. Bu konudaki tartışmalarda son zamanlarda “şov/gösteri dünyası” tanımı kullanılıyor. Bu tanım, bu yazı için de elverişli. Çünkü bugün gençliğin büyük bir kısmının bütün bir “kültürel-sanatsal”, “sportif” etkinliği, birilerinin bize televizyondan bir şeyler “gösterdiği”, bizim de yarı-şapşal bakışlarla ve mümkünse de cips, çerez vb. atıştırarak bunları izlediğimiz bir faaliyete dönüştürülmüş durumda.
Ama buradan sonrası bir ayrım gözetmiyor. Yani kültür-sanat alanında ve diğer alanlarda, gençliğin neredeyse tümü, etraflarında olup bitenin izleyicisi konumuna itilmek isteniyor ve böyle bir konumdan tek yapabildiği birilerine “hayran” olmaktan ibarettir. Bir “hayran hayran izleme” durumu. Artık “hayran” olduğumuzun Hülya Avşar mı, İlhan Mansız mı, yoksa Serdar Turgut mu olduğu, bizim hiçbir şekilde müdahale edemediğimiz, içinde bulunamadığımız ama sadece seçtiğimiz ve izlemeye koyulduğumuz ilgi alanımızın (müzik, futbol, edebiyat vb.) ne olduğunu anlatır. Bu ilgi alanlarımız, bizim hangi alanlarda üretimde bulunduğumuzu, etkin olduğumuzu değil, ne kullanılarak yönlendirildiğimizi göstermeye yarar.
Gençlik içerisinde yaygın olan bu “hayranlık” kültürünün hedefi, bir gencin ne yapmak, ne yapmamak, hayatını nasıl yönlendirmek gerektiği konusundaki kararlarını alırken, kendi hayatına ve ihtiyaçlarına değil, hayran olduğu “yıldız”ın/sanatçının/futbolcunun/yazarın/şovmenin ne yapıp yapmadığına bakmasının sağlanmasıdır. Artık hayran olduğumuz kişi, insan ilişkileri konusunda nasıl öğütler veriyorsa ve o nasıl yapıyorsa biz de öyle yapacağız: Hülya Avşar’ın “hayat felsefesi” neyse biz de onu benimseyeceğiz, Nez klipinde ne kadar ahlaksızlaşıyorsa biz de kendimize ahlakın dışına çıkma iznini o kadar vereceğiz, ya da Brad Pitt “Dövüş Kulübü” filminde sistemden ne kadar yakınıyorsa biz de ancak o kadar yakınacağız. Burada bahsettiğimiz basitçe ‘özentilikten’ farklı bir şeydir. Daha çok biçimsel bir taklidi anlatan özentilik, hangi değerleri, hangi ilişki ve eylem biçimlerini doğru/meşru kabul edeceğimizi belirlemeye çalışan böyle bir saldırı yanında önemsizdir, bu saldırının sonuçlarından ancak biridir.
Şunu da belirtmek gerekir; gençliğin bu ilişkilerin dışına çıkma çabaları, özellikle eski deneyimlerinden ders almış olan egemen kültür tarafından dikkatle izleniyor. Sistem dışına çıkma eğilimi gösteren unsurları bir an önce içine almak, yozlaştırıp kendine benzetmek egemen kültürün “kendini yenileme” tarzıdır.
Buraya kadar söylediklerimizin ortaya olumlu bir tablo koymadıkları açık. Ama gençliğin ve dünyanın içinde bulunduğu koşulların, bu tablonun aynen devam etmesine izin vermeyeceği de bir o kadar açıktır.
Denilebilir ki bu kuşağın gençleri için sıkça yapılan “yoz”, “çürümüş” değerlendirmeleri erken değerlendirmelerdir. Gençlik bu karanlık tabloyu değiştirecektir. Bu tabloyu, mahallelerde, liselerde, üniversitelerde, işyerlerinde her türlü baskıya, baskı değilse ilgisizliğe maruz bırakılan, belediyelerin, okul idarelerinin onlara ayrılacak bütçeleri en iyi ihtimalle “israf” saydığı, ama tüm bunlara rağmen bir şeyler üretmeye çalışan “müzisyenler”, “tiyatrocular”, “sinemacılar”, “şairler” değiştirecektir. Net bir politik görüşe sahip olsunlar olmasınlar bu tiyatrocuların en çok oynadığı oyunlar Brecht’in, Nâzım’ın oyunlarıdır; bu sinemacılar Hollywood’u beğenmez, sevmezler; bu müzisyenler günümüzün “müzik” piyasasına iğrenerek bakarlar; yapacakları işleri mümkünse sponsorsuz yapmayı ister, eğer sponsor alınacaksa da bunu utanılacak, sıkılacak bir şey olarak görürler. Bütün bunlar bugün egemen olan kültür-sanat piyasasına duyulan tepkinin ifadeleridir ve bu gençleri elbette, “popüler muhalifler”den daha değerli yapar. Bunun için de, piyasa ilişkilerinin dışında bir kültür-sanatın mümkün olduğunu görmeleri güç olmayacaktır. Yeteneklerine en fazla kendileri gibi gençlerin ve emekçilerin ihtiyacı olduğunu, bu yeteneklerine gereken değeri ancak onların verebileceğini, sanat için en zengin birikimin ve en zengin alanın da burada olduğunu anladıkları ölçüde de, alternatif bir kültürün başlıca dinamiği olarak rol oynayacaklar. Bunun için, politikanın sanatı değersizleştirdiği, bayağılaştırdığı yönündeki gerici burjuva propagandanın bu kesimler üzerindeki etkisi bir an önce dağıtılmalıdır. Unutulmamalıdır ki, bir şeyler üretmeye çalışan bu gençlerin, aynı zamanda dışlarındaki dünyayla, olan bitenle, politikayla en çok ilgili gençler olması tesadüf değildir.
Gençlik, içinde bütün dünyayı değiştirmeye kalkışacak kadar büyük bir coşku ve heyecanı barındıran bir kültürel ortamı yaratmaya muktedirdir. “Yoz”, ‘çürümüş” sıfatlarının asıl sahibi olan emperyalist kapitalizm, böyle bir enerji ve coşkunun karşısında duramayacaktır.