“Zor” Ve Bir Zor Örgütlenmesi Olarak Ordu

İlk “altın çağ”ın bitiminde; üretici güçlerin belirli bir gelişme aşamasına ulaşmasının zorunlu sonucu olarak ortaya çıkan artık ürünle birlikte, maddi hayatın üretiminin ve yeniden üretiminin artık eski koşullarında sürdürülmesinin olanağı kalmadı.
Çeşitli sektörlere bölünerek genişleyen üretim, herkesin her şeyle değil şimdi artık sadece bazı işlerle uğraştığı, el becerisi ve eğitimle aktarılabilen bir birikime gereksinim duyulan işlerin, aile içinde herkes tarafından yapılabilen basit işlerden ayrıldığı bir işbölümünü gerekli kıldı, insan toplulukları, ortaya çıkışları, aynı nedenden kaynaklanmak ve bu aynı sürece paralel olmak üzere sınıflara bölündü. Üretim araçlarına sahip olan ve artık ürünün tasarruf hakkını kendinde toplayan egemen sınıf, bu araçlardan koparılarak yoksullaştırılan kölelerin üzerinde tahakküm kurdu. Üretim araçlarının sahibi olmakla kalmayarak bu bir grup insanın da sahibi oldu.
İnsanlık tarihinin belirli bir aşamasında ortaya çıkan bu durum; hiçbir üretim aracının sahibi olmayan sınıfla arasındaki ilişkiyi ve mesafeyi korumaya, sınıflar arasındaki uzlaşmaz çelişkinin çatışmaya dönüşmesini engelleyerek dengede tutmaya ve çatışmaya dönüştüğünde de buna yeltenen sınıfın mensuplarını sindirip ezmeye ve böylece mevcut sınıflı toplumu ebediyen ayakta tutmaya zorunlu olan egemen sınıfın ihtiyaçlarına uygun bir toplumsal örgütlenme biçimini doğurdu. Bu yeni toplumsal örgütlenme biçiminde egemen sınıfın ezilen sınıf üzerinde kurduğu tahakkümün garantisi “zor”du.
Böylece, zor, onu herhangi bir şiddet eyleminden ayıran sınıfsal içeriği olan bir fenomen olarak toplumun belirli bir ekonomik gelişim aşamasında ortaya çıktı. Yine aynı nedenden ekonomik gelişmeyi frenleyen ya da ilerleten bir özelliğe sahip olmak gibi iki ayrı düzeye ayrıldı ve “tarihi yapan sınıf mücadeleleridir” ilkesinde içerilmek üzere “bağrında” yeni bir toplum taşıyan her eski toplumun ebesi ” olduğunda ilerici, üretici güçlerin gelişimini frenlemek gibi bir işleve sahip olduğunda da gerici oldu.
Zor; tarih boyunca mevcut sınıflı toplumun sürekliliğini nasıl teminat altına almışsa kendisi de varlığını bu sürekliliğe borçludur.
Zorun en genel ve en somut biçimi devlet aygıtıdır. Daha açık söylenirse; toplumun siyasal alanı zor alanıdır, zoru bu siyasal örgütlenme tanımlar. Zorun başladığı tarih, aynı zamanda siyasal kurumlaşmanın başladığı tarihtir; varoluşunu, sürekliliğini bu siyasal kurumlaşmaya borçlu olduğu gibi aldığı biçimler ve kendi etrafında ördüğü ilişkiler de siyasal örgütlenmenin ihtiyaçlarına uygundur.
Sadece zor uygulayan bir kurum olmamakla birlikte, varlığını borçlu olduğu özel mülkiyet toplumunu zor dışında; politika ve ideolojiyle koruyan bir kurum olduğu unutulmamak kaydıyla devlet, zorun, değişik işlevli çeşitli kurumlarda temsil edilen ve bu kurumlara dağılmış olan biçimlerinden oluşan bir bütündür. Devlete içkin olan zor, bu kurumların birliğinden oluşur. Bu kurumların asıl işlevi sınıf mücadelesini engellemek ve bastırmak olsa da, bir başka devleti kontrol altına almak, etkisini sınırlamak ya da başka bir devlet kurmak gibi durumlarda da egemen sınıfın hizmetindedir.
Zorun kurumlarından birisi ve en önemlisi ordudur. Düzenli ordunun örgütlenme anlayışı kapitalizmin ortaya çıkışıyla birlikte değişikliklere tabi tutulmuş, modern sınıf ilişkilerinin ihtiyacına göre yeni işlevler kazandırılmıştır.

BURJUVA DÜZENLİ ORDULARIN OLUŞMASI

19. yüzyıl burjuva devrimleri sırasında işçi sınıfı ve diğer ezilen sınıflarla ittifak halinde feodalizme ve aristokrat ayrıcalıklara karşı savaşan burjuvazi, defalarca ihanet ettiği ve yarı yolda bıraktığı proletaryanın, bağımsız bir sınıf olarak karşısına dikildiğini gördüğünde aristokrasiye yönelttiği zaman devrimci olan zoru, duraksamaksızın işçilere yöneltti, gericileşti.
Siyasal iktidarı eline geçirip egemen sınıf olarak örgütlendiğinde burjuva sınıf, militarizmini inşa etmeye başladı. Devrim günlerindeki bütün halkın silahlandırılması istemi terk edildi ve denetimli askerlik hizmeti ve zenginler lehine işleyen bir bedelli askerlik kurumu yürürlüğe kondu. Barış dönemlerinde geçici bir süre ve çok ağır eğitim koşulları altında askerliğe alınan emekçiler, savaş zamanında cepheye sürülmek ya da iç savaş sırasında diğer emekçilerle karşı karşıya getirilmek üzere yetiştirildi. Fransız Devrimi’nden bu yana, eski ve yeni kıtada modern ordu, burjuvazinin, (son yüz yıldır tekelci burjuvazinin) çıkarlarını korumak ihtiyacına uygun olarak emekçi sınıfların mensuplarını silâhaltına aldı ve bu silahların sadece bu çıkarlar için kullanılmasını sağladı. Böylece burjuva devrimlerinde burjuvaziyle ittifak halinde dövüşen sınıflar, kendileri için silahlanmaktan uzaklaştırıldı. Oluşturulan silahlı güç, sadece burjuvazinin çıkarlarını gözetmek üzere şekillendirildi.
Emperyalizm döneminde ise, tekeller arasındaki pazar kavgaları, ülkeleri silahlanma yarışına girmek zorunda bıraktı. Büyük bir hırsla dünya üzerindeki paylaşılmış pazarları tekrar paylaşmak; hammadde ve ucuz emek gücü deposu olarak gördükleri geri kalmış ülkelerin halklarını sindirmek için girdikleri bu yarışta, emperyalist devletler kozlarını birinci ve ikinci savaşlarda paylaştı.
“Emperyalistler arası rekabet onları sürekli olarak silahlanmaya, her yıl daha çok para harcamaya, öte yandan zorunlu askerlik hizmetini gitgide daha ciddiye almaya, yani onu belirli bir anda ona askeri komutanlık hazretleri karşısında istencini kabul ettirmeye zorluyor”du.
1. Paylaşım Savaşı’nda galip gelen emperyalist devletlerin; İngiltere, ABD ve Fransa’nın konsorsiyumları, tröstleri, tekelleri, kartelleri, silah tüccarları ve savaş simsarları muazzam karlar elde ettiler ve dünya halklarının büyük çoğunluğunu sömürgeleştirdiler. Bu savaşta kaybeden, hep olageldiği gibi milyonlarca mensubunu toprağa gömen proletarya ve diğer emekçi sınıflar oldu. Bunların galip ya da mağlup ülkelerden olması fark etmiyordu. Tekellerin kârları için onlar dövüşmüşlerdi. Ama emekçilerin mağlubiyetini, yitirdikleriyle ölçmek mümkün değildi. Asıl önemlisi savaşın ve savaş sonrasının ağır ekonomik yükleri, bu kesimlerin sırtına yıkıldı. Galip devletlerin dünya halklarını köleleştirmesini ve Versailles Sistemi’ni eleştiren Lenin şöyle diyordu: “Öyle bir durum doğdu ki dünya nüfusunun 7/10’u esaret altında kaldı. Bu köleler dünyanın çeşitli bölgelerine dağıtılmıştı ve bir avuç ülkenin parçalamasına sunulmuştu.”
1. Paylaşım Savaşı sonrasında, Lenin’in önderliğinde, Büyük Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesi ve proletaryanın devrimci iktidarının kurulması, emperyalist devletleri telaşa düşürdü. Belli başlı emperyalist devletler, kendi aralarındaki çelişkilerin üzerine sünger çekerek, SSCB’ye karşı yeni bir blok oluşturdular. Dünya proletaryasının ve ezilen halkların kurtuluş mücadelesine örnek olan ve onları maddi ve manevi olarak destekleyen bu sosyalist ülkeyi ortadan kaldırmak için harekete geçtiler. SSCB’yi askeri, siyasi, ekonomik bakımdan ablukaya aldılar. Aralarında çelişkiler olmasına karşın, Sovyetler Birliği’ni tehdit edeceği düşüncesiyle Almanya’nın silahlanmasına ve yayılmacı eğilimlerine göz yumdular.
Avrupa’da faşizmin tırmandırılmasında; ırkçı, şoven, milliyetçi duyguların körüklenmesinde amaç, Sovyetler Birliği’nin ortadan kaldırılmasıydı. Ancak daha sonraki süreçte emperyalist güçlerin yaratmış olduğu Hitler faşizmi, denetimlerinden çıkıp, kendi egemenlik alanlarını da tehdit etmeye başladı. Nazi orduları Sovyet ülkesine yöneldiğinde onları Stalingrad’da karşılayan Kızıl Ordu, emperyalist tekelci burjuvazinin dünya çapındaki oyununu da boşa çıkarmış oldu. 2. Paylaşım Savaşı sonrasında dünya halklarının emperyalizme karşı ulusal ve sınıfsal mücadelesi daha üst boyutlara ulaştı ve bu mücadelelerin ürünü birçok ülkede kurulan halk demokrasileri oldu.

KIZIL ORDU

Ekim Devrimi’nden sonra Rus sosyal demokratları dâhil birçok grup, sürekli ordunun dağıtılmasını önermişti. Teorik olarak bu, komünizmin programına uygundu. Ancak devrimden hemen sonraki dönemde, pratikten çıkan sonuçlar itibarıyla, düzenli bir ordunun gerekliliği açık bir şekilde kendini ortaya koymuştu. Proletarya diktatörlüğünün korunması ve savunulması, devrimin ayakta tutulabilmesi için ordunun gerek iç, gerekse dış gericiliğe karşı örgütlenmesi gerekiyordu. Kızıl Ordu’nun bu örgütlenme anlayışı, burjuva ordu örgütlenmesinden tamamen farklıydı. Kızıl Ordu işçi sınıfının ve emekçi köylülüğün silahlandırılmasına dayanan bir halk ordusu olarak şekillendi. Sosyalist bir rejimin kurulduğu bir ülkede halkın silahlandırılmasına neden gerek duyulduğu sorusu, yanıtını, sosyalizmin her ülkede aynı anda gerçekleşmemesi nedeniyle kapitalist emperyalist kuşatmanın dayattığı güçlü bir savunma ihtiyacında bulacaktır.
Kızıl Ordu’nun örgütlenmesinin ilkelerinden biri, işçi ve emekçilere askeri eğitim verilirken kışla hayatının en aza indirilmesidir, işçi ve emekçiler askerlik hizmeti için eğitilirken, mümkün olduğu ölçüde üretim faaliyetinden koparılmadan eğitilmekte; üretimin bu yüzden kesintiye uğraması önlenmiş olmaktadır.
Burjuva ordularında ise bunun tam tersidir. Askerlik hizmetine çağrılanlar, kendi bulundukları ortamdan ve üretimden koparılarak kışlalarda toplanır; yaşadıkları ortamdan yabancı bir ortama sevk edilirler. Burada amaç, bu yabancılaşmayla derinleşen savunmasızlık ve yalnızlık duygusuyla burjuvaziye daha iyi hizmet sunulmasıdır.
Burjuva ordularında disiplin, zora dayalıdır; tehdit ve dayakla sağlanır. Askerlik kurumu, üstün ast üzerinde her türlü şiddeti uygulayabileceği ve hiçbir yasal yaptırıma tabi tutulmadan üstlerin astları istediği gibi ezip posasını çıkarabileceği bir “hukuk”a göre düzenlenmiştir. Kızıl ordunun disiplini ise, kişinin öz disiplinini geliştirmeye dayanır. Sınıfın üretim sürecinde kazanmış olduğu disiplin ordusuna da yansır. Bu nedenle disiplini yukarıdan bir zorlamayla dayatmak gerekmez. Ayrıca üretim yönetimi sayesinde de çelikten bir disipline sahiptir. Orduda ilke olarak işçi ve emekçilerin seçmiş olduğu subayların politik eğitimi de komünist partisi tarafından denetlenir. Kızıl orduda askeri ve politik eğitim birbirini bütünlemiş halde bulunur.
Kızıl orduya, burjuvazinin kendi ordusuna baktığı gibi sonsuz gözüyle bakmamak gerekir. Kızıl ordu, proletarya diktatörlüğü sönümlenmeye başladığı anda devletle birlikte ortadan kalkacaktır.

TC ORDUSU
Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde, imparatorluğun yaklaşmakta olan yıkımını önlemek amacıyla bazı reformlar yapma yoluna gidilmişti. Bu yenilenme hareketi sırasında, yüzünü batıya dönen ve batıya özgü kurumlardan esinlenen imparatorluğun ilk ele aldığı kurum ordu oldu. O günkü koşullara uygun zihniyete sahip subayların eğitilmesi ve orduya hizmet verecek lojistik kadroların yetiştirilmesi amacıyla Mektebi Hayriye ve Mektebi Tıbbiye gibi birçok okul açıldı. Bu okullara öğrenci olarak İstanbul dışında oturan Anadolu kökenli gençler tercih ediliyordu. Tanzimat ve iki meşrutiyet dönemindeki reform hareketlerine katılan ve önderlik eden, önce Yeni Osmanlılar, daha sonra Jön Türkler adıyla anılan aydınların ve İttihat Terakki kadrolarının büyük çoğunluğu bu askeri okullarda yetişen subaylardı. Ancak bu modernleşme ve batılılaşma operasyonu, Osmanlı ordusunun Balkan Savaşı sırasında bozguna uğramasına engel olamadı. Birinci Paylaşım Savaşı ise Osmanlı imparatorluğu için tamamen yıkım oldu. Galip devletlerin dayattığı Sevres Antlaşması ile ülke topraklan işgale açılmış oldu.
Emperyalist tahakkümü kabullenmiş olan İmparatorluk ordusu, işgale karşı direnme eğiliminde değildi. Bu nedenle anti-emperyalist direnişi Türk, Kürt ve Çerkeş halklarının oluşturduğu milis örgütlenmeleri gösterdi. Burjuva aydınların bir bölümü, ABD, İngiltere ve Fransa gibi büyük devletlerin himayesine girmenin, imparatorluğu içinde yaşadığı zor günlerden kurtaracağını umuyordu. Bu nedenle Anadolu halkının verdiği anti-emperyalist mücadeleyi baltalamakla meşgul oldu. Onlar için, eski konumlarının ve imtiyazlarının süreceği garantisi verildikten sonra ülkenin İngiliz, Fransız veya Yunan gericiliğinin elinde bulunması hiç önemli değildi. Türk kompradorları ve “mütegallibe”, azınlık milliyetlerden Ermeni ve Rum tüccarları ve Yahudi bankerlerle sıkı ilişkiler içerisine girerek, bütün işgal dönemi boyunca kendilerine zarar gelmemesi için büyük bir çaba harcadılar.
İşgalin başlaması ile birlikte Türkiye Kürdistanı’nda Urfa, Antep ve Maraş’ta genel bir direnişin başladığı görülür. Kürtler, Kemalistlerin çağrılarına başlangıçta cevap vermemişler ve Sivas Kongresi’ne delege göndermemişlerdi. Gerici Kürt aşiret reislerinin etkisi altında bulunan Kürt halkı, anti-emperyalist mücadeleden yana bir tavır koyamıyordu. Ancak Mustafa Kemal, Kürt aşiretleri ile sıkı ilişkilere girip onları, bir siyasal manevrayla, padişahlığı ve hilafeti kurtarmak için kurtuluş savaşının verilmesi gerektiğine ikna ettikten sonra Kürtlerin büyük çoğunluğunu kendine bağlamayı başardı. Devlet kurtarıldıktan sonra Kürtlerin ve Türklerin eşit haklara sahip olacağı özenle vurgulanmıştı.
Ancak zaferden sonra halk milisleri dağıtılarak düzenli ordunun kurulacağı ilan edildi. Oysa milislerin bir kısmı dağıtılmaya ve düzenli ordu içinde erimeye hiç niyetli değildi. Mustafa Kemal bu düzenli ordu muhaliflerini, bu kadarla yetinmeyerek yeni kurulan devlet için de potansiyel bir muhalefet odağı olacakları endişesiyle komplolarla tasfiye yoluna gitti.
Çerkez Ethem olayı böyle bir örnektir. Çerkez Ethem gibi, Kemalist iktidar için ciddi bir tehlike oluşturacak güce sahip olmayan diğer milis şefleri ise, Kemalistlere nedamet getirerek çetelerini dağıttılar.
Ancak Kemalistler tamamen rakipsiz değildi. Cumhuriyet dönemindeki “çok partili sistem”e geçme deneyinde iktidara sahip olmak isteyen ordu içindeki bir kliğin başındaki komutanlar, bu fırsatı, kurdukları Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası ile yakalamaya çalıştı. Genel başkanlığını Fethi Okyar’ın yaptığı Cumhuriyet Fırkasını destekleyenler arasında 1. Ordu Müfettişi Kazım Karabekir, 2. Ordu Müfettişi Ali Fuat Paşa gibi kurtuluş savaşı sırasında ün kazanmış kişiler bulunuyordu. Bunlar da sınıfsal özellikleri bakımından, Kemalist klik temsilcileriyle aynı olmakla birlikte yönetimde etkin olma ve ranttan daha çok pay alma isteğinde diretiyorlardı.
Kurtuluş Savaşı sonrasında, kurulacak devletin Kürt ve Türk halkını temsil eden bir devlet olacağı ve her iki ulustan halkların eşit haklara sahip olacağı şeklindeki eski vaatler unutuldu. Kürtlerin ulusal talepleri için yaptıkları ayaklanmalar bastırıldı. Ağrı, Zilan, Koçgiri, Şeyh Sait ve en son olarak da Dersim isyanları sırasında Kürtler, barbarlıkla sindirildi. Kürdistan’da uygulanan bu askeri zor TC’ye Osmanlı’dan kalan bir mirastı. Aynı dönemde birçok Kürt aşiret reisi satın alınarak, aşiretleriyle birlikte Kürt halkı aleyhine ajanlaştırıldı. TC’nin, Kürdistan’da girişmiş olduğu bu katliam dışarıdaki kamuoyuna toprak reformu yapılmasına karşı koyan aşiret reislerinin cezalandırılması olarak yansıtıldı. Bu arada çıkarılan Takrir-i Sükûn kanunu gereğince birçok köy boşaltılıp on binlerce insan yerinden yurdundan edildi.
Avrupa kamuoyuna karşı toprak reformu hikâyeleri uyduran Kemalist burjuvazi, Cumhuriyetin ilanından sonra Kurtuluş Savaşı’na etkin bir şekilde katılan Türk ve Kürt köylülüğünün toprak reformu isteklerine kulak tıkamıştı. Toprak isteyen köylülerin başının üstünde ordu etkin ve caydırıcı bir güç, Demokles kılıcı olarak asılı duruyordu. Ordunun, ayaklanmalara karşı tahkim edilmesi, Kürdistan’daki feodal ağaların durumunun sağlama alınması ve işbirlikçilik yapmalarının sağlanması ile desteklendi. Muhalefetin sindirilmesi ve ayaklanmaların bastırılmasından sonra, Kemalistlerin sağladığı huzur ve refah ortamında burjuvazi rahat bir nefes aldı. Ülkenin bütün kaynakları, hiçbir direnç söz konusu olmaksızın burjuvazinin yağmasına açılmıştı.
Düzenli Türk ordusu, bundan sonra da ülke içindeki muhalefetin sindirilmesinde etkin bir rol oynayacak, zaman zaman da görünürdeki sivil kurumları elinin tersiyle iterek’ iktidarda tek söz sahibi olarak “demokrasiyi geri getirmek” gibi bir “tarihsel görev”e soyunacaktı! Ancak ordunun sürekli müdahaleleri karşısında halkın gösterdiği tepki ve sürekli olarak müdahale yapan bir ordunun yaratmaya çalıştığı sınıflar-üstü imajın yıpranması ve sadece savunma amaçlı bir kurum gibi gözükmekten çıkarak siyaset yapan bir kurum haline gelmiş olmanın verdiği rahatsızlık “ordunun siyasete karıştırılmaması” demagojisiyle dengelenmeye çalışıldı. Ancak ordu ne sınıflar-üstü ne de siyaset dışıydı. Açık bir müdahale içinde olsa da olmasa da, egemen sınıfların politikasının sürdürülmesinde bir araç, politikanın zor biçiminde kılık değiştirmiş olağanüstü değil olağan haliydi. Parlamento gibi diğer siyasi kurumlar sadece bir paravandı. Askerler, zaman zaman bu paravanın arkasında durmaktan vazgeçip yüzlerini gösteriyorlardı o kadar. Elbette ordunun paravanın arkasında olduğu ve siyasetle uğraşmıyormuş gibi göründüğü, zorun apaçık bir biçimde kendisini göstermediği bir durum, burjuvazinin tercihiydi. Bu yüzden ordu müdahalelerinin suçu hep halka yüklendi: orduyu siyasete karşımaya mecbur ediyorlar ve onun için darbe oluyordu. Sopa vasıtasıyla “demokrasi yerine oturtulduktan sonra, en kısa zamanda askerler kışlaya geri dönecek”ti.
İlk askeri darbenin kendisine karşı yapıldığı DP iktidarı, 1950’den sonra, ülkenin ABD emperyalizmine peşkeş çekilmesini hızlandırmıştı. Bu yıllarda boyutları giderek büyüyen soğuk savaş, emperyalistlerin de ilgisini Türkiye’ye yöneltti. Çünkü Türkiye, Sovyetler Birliği ile sınır komşusuydu ve stratejik olarak çok önemli bir coğrafyada bulunuyordu. Doğu Bloğu ülkeleri için bir sıçrama taşı ve çok uygun bir üstü.
Bu karşılıklı ilgi, kalkınma stratejisi olarak emperyalizme göbek bağıyla bağlanmayı seçmiş olan burjuvaziyi fazla manevra yapmak zorunda bırakmadı; ama çok istediği NATO üyeliğini de ancak Kore Savaşı’na asker göndermek suretiyle ve ABD’ye açık uşaklığını ilan ederek elde etti. NATO üyeliğiyle birlikte, ABD’nin askeri yardımları Türkiye’ye akmaya başladı. Ancak bu yardımlar 2. Dünya Savaşı’nda kullanılmış, modası geçmiş ve yıpranmış tanklar, cipler ve kamyonlardı. Hibe edilen bu hurdaların üretimi artık ABD’de yapılmamaktaydı. Türkiye onarım için yedek parça istediğinde bu, ABD’den astronomik fiyatlar karşılığında sağlanacaktır. Böylece ABD, silah tekelleri çöpe atmak yerine Türkiye’ye hibe ettiği askeri araçların onarımından yeni bir kâr olanağı elde eder. Bu dönemde orduda verilen askeri eğitim de ABD’nin belirlediği yöntemlerle gerçekleşmektedir. Her yıl, yüzlerce subay ABD’ye çağrılarak CIA’nın eğitiminden geçirilir. ABD savunma Bakanı Mc Namara 1967’de “Askeri yardımlarımızın asıl amacı az gelişmiş ülke askerlerini ABD ideolojisine göre yetiştirmek ve onlardan gelecekte gerektiğinde o ülke yönetiminden yararlanmaktır” demektedir. Aynı amaçla Almanya da, Türkiye üzerinden Ortadoğu’daki petrol bölgelerine uzanmak istediği için 1964’ten başlayarak Türkiye’ye askeri yardıma başlar ve Türk ordusunun şekillendirilmesinde rol oynamaya çalışır. Ama Almanya’nın, ABD emperyalizmine entegre olmuş bir Türkiye üzerinde fazlaca şansı yoktur.
TC’nin NATO’ya girmesi ile birlikte ABD doları destekli kontrgerilla örgütlenmesine de geçilir. NATO’ya bağlı bulunan her ülkede, CIA tarafından değişik isimler altında, ilgili devletin yeraltı örgütlenmeleri kurulmaktadır. Ordudaki üst rütbeli birçok subay bu yapılar içinde yer alır. Türkiye’de kontrgerilla adıyla bilinen her ülkede değişik adlandırılan örgüt; “ABD’nin denetiminde ve dolar destekli olup az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde sosyal, ekonomik, politik, kültürel yapıya ve halkın bilinç düzeyine göre, asıl amacı dışında çeşitli görevlere sahiptir. 1-Ulusal kurtuluş savaşlarının önlenmesi, 2-Sosyal uyanış ve bilinçlenmeyi engelleyici önlemlerin alınması, 3- Yerli işbirlikçiler ağının yaygınlaştırılması ve bunlara dayanarak, istihbarat yapılması ve gerektiğinde terör ve siyasi cinayetler, anarşiyi araç olarak kullanarak ortam hazırlaması ve bu durumdan yararlanarak faşist askeri darbelerin gelmesi ve bu suretle az gelişmiş ülkelerin emperyalist çıkarlara uyarlı şekle dönüştürülmesi…” amacıyla oluşturulmuştur. Kontrgerilla, NATO stratejisi ile birlikte emperyalizme bağlı olarak kurulan özel savaş kurumlarından birisidir. Kamuoyuna yansıması 12 Mart sonrasında olur. 1 Mayıs 1977 Taksim katliamı kontrgerilla tarafından düzenlenmiş, Maraş, Çorum, Sivas olayları da yine bu örgütün provokasyonları sonucu gerçekleştirmiştir. Birçok aydının, faili meçhul kategorisinde değerlendirilen cinayetlere kurban gitmesinin ardında kontrgerilla vardır; tetiği kontrgerilla çekmiştir. Bugün de kontrgerilla, işçi sınıfı hareketi ve devrimci mücadele karşısında devreye sokulmakta ve yoğun olarak Kürdistan’da verilen ulusal kurtuluş mücadelesine karşı kullanılmakta; yurtseverlerin, öğretmenlerin, gazetecilerin, aydınların, köylülerin katledilmesi, köylerin yakılıp yıkılması vb. gibi faaliyetler yürütmektedir. Örtülü ödenekten 80 milyar liranın aktarıldığı Kontrgerilla örgütü, zaman zaman değişik adlar altında tanımlanmakta, hem de günün koşullarına uygun görevler için şekil değiştirecek esnekliğe de sahip olabilmektedir. “Seferberlik Tetkik Kurulu”, “Özel Harp Dairesi”, “Gayri Nizami Birlikler”, “Hizbi-kontra” örgütlenmeleri birer kontrgerilla kurumlarıdır. Son dönemlerde Türk İntikam Tugayı TİT’in yürüttüğü faaliyetler de bu kapsamdadır, bir kontrgerilla faaliyetidir. Ancak 80 öncesinde adını duyuran TİT’in adı eskisi kadar çok geçmemektedir.

ORDU VE SİYASET
Türk ordusu Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren sürekli olarak icranın başı olmuştur. 27 Mayıs darbesinden sonra bu ilke, anayasal metne de geçti. 1961 Anayasası’nda yer alan bazı demokratik haklar kimi çevrelerde bir yanılsama yaratarak ordunun ilerici bir misyon yüklendiği düşüncesini doğurdu. Faşist ordudan toplumsal dönüşümleri gerçekleştirmesi beklendi. Hatta devrimci bir işlev görebileceği inancı yayılmaya başlandı. Oysa 1961 Anayasası’nda yer alan demokratik hakların asıl nedeni DP iktidarının uygulamalarına karşı büyük bir hoşnutsuzluk duyarak sokağa çıkan işçi ve emekçilerdi. Onların muhalefetiydi. Özellikle TKP revizyonizminin iddia ettiği gibi ordunun ilericiliğinden kaynaklanmıyordu. Orduya yakıştırılan bu ilericilik misyonu uzun süre muhalefetin bir bölümünü etkiledi ve şekillendirdi. Ama 12 Mart ve 12 Eylül faşist darbelerinden sonra, ordunun faşist karakteri artık tartışma götürmez bir şekilde gün yüzüne çıktığında kimse eski teorisinde ısrar edemedi.
O zamanki muhalefete ordunun demokrasinin teminatı, devrimci dönüşümlerin en önemli ayaklarından biri olduğu şeklinde tersine dönüşerek yansıyan, ama sınıflar-üstü bir imaj vermeye çalışmaktan başka hiçbir anlamı olmayan “ordu siyasete karışmaz” sözü bir safsataydı. Ordunun sınıflar-üstü olduğuna dair aynı kaynaklardan üretilen yargı muhalefetin bu kanadının diline “ordu emekçilerin yanındadır” diye tercüme edilmişti.
Ancak, 1961 Anayasası’nda da ordunun “sivil otorite” üzerindeki siyasi denetimini dolaysızlaştırmak için MGK’nın oluşturulması hükme bağlanmıştır. Bu bile, ordunun politika dışı imajda çok ısrarlı olmadığını göstermektedir. MGK’nın görevi, 1961 Anayasası’nda tanımlanırken “MGK milli güvenlikle ilgili kararların alınmasında ve koordinasyonun sağlanmasında yardımcılık etmek üzere, gerekli temel görüşleri Bakanlar Kurulu’na bildirir” denilmektedir. 1971’deki değişiklikten sonra ise bu hüküm, “MGK mili güvenlikle ilgili kararların alınmasında ve koordinasyonun sağlanmasında gerekli temel görüşleri Bakanlar Kurulu’na tavsiye eder” şeklini almıştır. 1982 Anayasası’na gelindiğinde ise, ordunun “sivil” politikayla ve politikacılarla arasına koyduğu mesafe iyice kısalmıştır. Yeni durum “MGK devletin milli güvenlik siyasetinin tayini, tespiti ve uygulanması ile ilgili kararların alınması ve gerekli koordinasyonun sağlanması konusundaki görüşlerini Bakanlar Kurulu’na bildirir. Kurulun devletin varlığı ve bağımsızlığı, ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği, toplumun huzurunun ve güvenliğinin korunması hususunda alınması zorunlu gördüğü tedbirlere ait kararlar Bakanlar Kurulu’nca öncelikle dikkate alınır” sözleriyle ifade edilir. Görüldüğü gibi ordu, her darbesinde rütbe alarak siyasetle arasındaki görünen mesafeyi kısaltmıştır.
Bugün icranın Bakanlar Kurulu’nun tasarrufunda olduğuna dair iddia aldatmacadan başka bir şey değildir. 1960’tan itibaren MGK’nın Bakanlar Kurulu’na “tavsiye” ettiği hiçbir kararın geri döndüğü görülmedi. Ülkenin bütün önemli kararları, gerek iç, gerek dış siyasette, Genel Kurmay tarafından belirlendi. Olağanüstü Hal’in uzatma kararları önce MGK’dan çıktı. Daha sonra bu, Bakanlar Kurulu’na dikte edildi. Körfez krizinde de sorun önce Meclis’te değil Genelkurmay’da tartışıldı. Basına yönelik SS kararnamelerinin kaynağı da MGK’dır; Kürtçe yayın yasağı ile ilgili kararların tartışıldığı yer de. Çekiç Güç’ün süresinin uzatılması, CMUK, TRT ve özel televizyon yayınlarından, Özel Harp Dairesi’nin planlarına kadar her şey bu kurulda görüşüldü. Burada her konuda tek yetki ve etki sahibi kurum genelkurmay’dı.
MGK, Türkiye’deki devletin çekirdeğini oluşturan bir kuruldur. Başkanlığını Cumhurbaşkanı’nın yaptığı bu kurulda ayrıca Genelkurmay Başkanı, Kara, Hava, Deniz Kuvvetleri Komutanları ve Jandarma Genel Komutanı, Başbakan ve Milli Savunma Bakanı yer alır. Gerek duyulduğunda İçişleri ve Dışişleri Bakanı da oturumlara katılır. Ayda bir kez toplanan MGK de alınan kararlar Bakanlar kuruluna dikte edilir. Toplantı tutanakları gizlidir ve kamuoyuna duyurulması, basına sızdırılması yasaktır. Ancak uygun görülen kararlar, kurul sekreteri tarafından kamuoyuna duyurulur. MGK’ya Cumhurbaşkanı’nın başkanlık etmesinden dolayı, çoğu cumhurbaşkanlarının da ordu kökenli olması dikkat çekicidir.
Dünyada hemen hemen hiçbir ordu, Türkiye’de olduğu gibi devlet ve hükümet üzerinde bu derece etkili değildir. Diğer birçok ülkede, Genelkurmay, usulen Milli Savunma Bakanlığına bağlı ve sivil yönetimin emrinde iken Türkiye’de Genelkurmay görünümde doğrudan Başbakana bağlıdır. MSB ise 1960’tan bu yana Genelkurmay’a bağlanmış ve Genelkurmay’a lojistik destek sağlayan bir kuruma dönüştürülmüştür. MSB, orduya milli gelirden en fazla payın ayrılmasını sağlamak, bağışları ve dolaylı vergilerden elde edilen gelirleri toplamak gibi görevlerle meşguldür.
Bugün Avrupa’da en kalabalık orduya sahip ülkelerden biri de Türkiye’dir. Türkiye’de her yıl, zorunlu askerlik kapsamında 500-550 bin kişi silah altına alınmaktadır.
Zorunlu askerlik yaygınlaştırılan ve geleneklere yerleşmesine yol açılan bir anlayışla ideolojik bir destek bulur. Anadolu’da askere gitmeyen adamdan sayılmaz, evlenmesine bile izin verilmez. Bu yüzden askere gitmek Anadolu’da bir erkek için çok önemlidir.
Ayrıca ve hepsinden önemlisi askerlik kurumu, 20 yaşına gelen genç erkeklerin düzene bağlanmasında önemli bir rol oynar. Zorunlu askerlik yasası uyarınca askere alınan gençlerin sindirilmesi, kişiliksizleştirilmesi, bencilleştirilmesi, toplumsal sorunlara karşı duyarsızlaştırmasında “asker ocağı” en büyük duraklardan biridir.
Öte yandan ordu bir zor kurumu olarak kendi içindeki şiddeti de meşru görür. TSK’nin iç hizmetler kanununda dayağa yasaklama getirilmişse de, bu yasak kâğıt üzerinde kalır ve ordu içinde en alt kademeden en üst kademeye kadar, hiçbir yasal yaptırımla karşılaşılmaksızın dayak, meşru bir eğitim ve disiplin aracı olarak kullanılır. Askere gidip de, dört aylık acemi eğitim döneminde ve daha sonraki dönemde dayak yemeyen hemen hemen yok gibidir.  Böylece askere giden erkek, fiziki ve psikolojik bir yıpranmanın yanı sıra, milliyetçi ve faşist bir biçimlenmeye tabi tutulmuş olarak tezkere alır.
Ancak son yıllarda askerlik “eğitimi”ni reddedenlerin sayısında artış gözlenmektedir. Kürdistan’da yürütülen haksız savaş bu anlayışın belli oranda kırılmasına yol açmıştır.
Kürt gençlerini kendi milliyetinden insanlara ateş açmak üzere askere almak mümkün olmadığı gibi Türk gençleri de giderek daha fazla oranda cepheye gitmemenin yollarını arıyor. Bu, tabii ki bugünkü koşullara bağlı olarak bireysel bir çaba olarak tezahür ediyor. Yine de kendiliğinden de olsa askere gidilmemesine yönelik sesler giderek artıyor.
Faşist diktatörlük, “terörle mücadele” olarak adlandırdığı Kürt halkının mücadelesini bastırmak için bütün askeri güçlerini bölgeye yığıyor. Genelkurmay Başkanı’nın “bizim için terör birinci dereceden önlem alınması gereken bir durumdur” değerlendirmesine yol açan durum, Kürt halkının ulusal mücadeleyi boyutlandırmasıyla ve devrimci mücadelenin giderek gelişmesiyle oluşmuş bulunuyor.
Ücret zamları söz konusu olduğunda bütçe açığından söz eden devlet, bütçenin önemli bir bölümünü askeri harcamalar için ayırıyor. Bütçenin dörtte birini Kürt halkının mücadelesini bastırmak için harcarken bütçede açılan geniş gediğin ekonomik yükünü işçi ve emekçilerin sırtına yüklüyor. Kürdistan’da yürütmekte olduğu haksız savaşta devlet, ekonomik ve askeri anlamda bir batağa saplanmıştır. Kürdistan’daki katliam sırasında kullanılmak üzere alınan son model silahların; kobralar, skorskyler, panzerler, kariyerler ve tankların karşılığında ABD’ye milyarlarca dolar borçlanmıştır.
Kürdistan’da, TC ordusunun köyleri bombalaması; Kürt halkını zorunlu göçe tabi tutması, sokak infazları, toplu katliamlar, faili belli cinayetler her geçen gün daha da artarak devam etmektedir. Yürütülen bu haksız savaşın gittikçe kızıştığı bu dönemde, ordu saflarında yer almak haklı görülemez. Kendisine devrimciyim, demokratım, yurtseverim diyen kimselerin hâlâ faşist Türk ordusunun saflarında kaput giyip silâhaltına girmesi, kendi varoluş nedenleriyle bir çelişki oluşturmaktadır. Devrim, bir ayağın karşı devrimde durmasını hazmedemez. Ve içinde yaşadığımız dönem bir karar anıdır. Faşist diktatörlükle bütün bağların, bütün köprülerin atılması, işçi sınıfının ve diğer ezilen sınıf ve tabakaların, özgürlük mücadelesi veren Kürt ulusunun yanında yer alınmasıyla, “işe girmek için askerlik gerekiyor” sözlerinin arkasına gizlenen küçük çıkarların arasında verilecek bir karardır bu.
Sonuç olarak; Zor sınıfsal bir kavramdır ve bu imkânın kullanıldığı bir kurum olarak modern burjuva düzenli ordu egemen sınıfların çıkarlarına hizmet eder. Öte yandan, ilkel komünal toplumdan günümüze değin her yeni toplumsal değişimin yolunu açan da tarihi yapanların kullandığı “zor”dur. Her toplum, bağrında “yeni bir toplum”un filizlerini taşır. Bir toplumsal yapıdan diğerine geçişin koşulu sınıf mücadelesidir ve tarihin yapıldığı bu anda zor, yeni toplumun ebesidir ve ezilen sınıfların en büyük silahıdır.
Şiddet bu anlamda; ezilenlerin ezenlere karşı verdikleri sınıf mücadelesinin başarıya ulaşmasında vazgeçilmez bir araçtır ve “zor”un bu vazgeçilmezlik koşullarının ortadan kalkması ve mutlak barışın hâkim olması, bütün sınıfların ortadan kalktığı komünizmde söz konusu olabilecektir. Ama o zamana kadar zor, ezilenlerin ve kendisiyle birlikte bütün sınıfları ortadan kaldırmaya aday tek sınıf olan proletaryanın yoldaşıdır.

Ekim 1993

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑