Beklenmedik bir anda patlayan fırtına gibi ortaya çıktı ve Türkiye’nin tüm siyasal gündemini istila etti Kürt Sorunu… Referandum, erken yerel seçim ve hayat pahalılığı gibi temel sorunları sollayarak geldi ve gündemin birinci sırasına yerleşti. Uzunca bir süre bu yeri işgal etti ve Türkiye’nin diğer sorunlarının kendisine bağlı olarak ele alınmasına neden oldu. Basının ve çeşitli politika odaklarının en çok ilgi gören konusu olarak tartışıldı. Ortaya bu vesile ile birçok yeni görüş atıldı. Yeni bazı tavırlar belirlendi ya da eski tavırlar gözden geçirildi. Kürt Sorunu, yerel basınımızda ve siyaset odaklarında, Şeyh Sait ve Dersim isyanlarından bu yana ilk olarak bu kadar kapsamlı bir şekilde yer aldı. Üstelik Şeyh Sait ve Dersim isyanlarından ve diğer Kürt Ulusal hareketlerinden söz edilirken adet edinile-geldiği gibi bu hareketlerin “irticai” olduğu sakızı çiğnenmeksizin yapıldı ne yapıldıysa…
Bütün bunlar gösterdi ki Kürt Sorununun, Irak’in Kürt mültecilerin odağında bulunduğu günce) siyasal ve insani öneminin yanı sıra bir de Türkiye’yi ilgilendiren ama tartışılamayan, tartışılmasına izin verilmeyen özellikleri var ve bu özellikler, ulusal ve uluslararası bazı gelişmeler tarafından Türkiye gündemine sokulduğunda, herkes (bunlara devlet ileri gelenleri ile militarist çevreler de dahildir.) bir şeyler söylemek gereğini duymaktadır. Çünkü orta yerde uyuyan ya da uyutulmuş olan bir dev vardır ve bu devi uyandırmak için birileri bir yerlerden sarsmaktadır. Bu dev uyanırsa Ortadoğu ve bu arada Türkiye’de güçler dengesi allak bullak olacaktır. Konuyla yakından ilgili olan emperyalist ve yönetici çevrelerin, bu devin uyanışını engellemek ya da uyanışını kontrol altında tutmak gibi bir sorunları var. Tüm gelişmeler bu iki olasılığa göre şekillenmektedir. Bu yüzden PKK’nın, Türkiyeli Kürt-Türk devrimci ve Marksistlerin, Kürt milliyetçilerinin; farklı amaç ve müdahalelerle Amerika ve Avrupa’nın ve bunların etkilediği liberal ve reformistlerin baskısıyla yerli basın ve politika odakları, önceki tavırlarıyla çelişen ve yer yer sürpriz anlamını taşıyan tutumlar sergiliyorlar.
BEKLENMEYEN ÇIKIŞLAR
Kürt sorunu konusunda ilk sürpriz, siyasi partilerin lider ve yöneticilerinden geldi. Bu sürprizler kuşkusuz çok büyük bir önem taşımıyor ve köklü bir tutum değişikliğinin belirtileri değil. Ancak her değişiklik kendi çapında bir tutum farklılığına işaret ediyor ve bu da politik olarak o oranda önemli.
Basında bile eskiden, Irak Kürdistanı Kurtuluş Hareketi yalnızca Kuzey Irak’taki ayrılıkçı güçler olarak anılırken, son zamanlardaki gelişmelerden sonra parti lider veya kadrolarının dilinde bu güçler Kürtler biçiminde açık seçik tanımlanıyor. Parti liderlerinin biraz daha ileri gittiği oluyor. Demirel, ad vermeden Irak Kürdistanı’ndan Türkiye’ye sığınanların “Kardeşlerimiz” olduğundan söz ediyor. Demirel için bu ifade çok çelişkili değil. Çünkü onun için her zaman “dün dündür, bugün de bugün”. Ayrıca o zaten öteden beri hangi dili konuşursa konuşsun Türkiye’de yaşayan herkesin “Türk ve kardeş” olduğunu söyler. Sürpriz sayılması gereken, şimdiye kadar Iraklı ayrılıkçı güçler olarak tanımlananların, bugün Demirel tarafından kardeşlerimiz olarak anılmaları.
Özal her zaman olduğu gibi bu kez de ortaya çıkan fırsatı kaçırmıyor ve tüm parti liderlerini sollayarak sığınanlar için “Bunlar ülkemizde soydaşları olan insanlardır.” diyor. Doğrusu ya önceleri bu açıklama bir sürçü lisan gibi geliyor. Oysa Özal kurttur. Sürç-ü lisan yapmaz. Yapsa bile bunu düzeltilebilecek cesarete sahiptir. Geçmişte, işlediği birçok gafı sonradan düzeltmiştir. Zaten ANAP içinde Nurettin Yılmaz ile Mustafa Taşar arasında gelişen Kürtler konusundaki tartışmadan anlaşıldığı kadarıyla, Özal’ın söylediklerinin sürçü lisan olmadığı ortaya çıkıyor, Özal bu tartışmaya bir taraf olarak katılmadığı gibi, aldığı tutumla, daha çok Nurettin Yılmaz’ın yanındaymış izlenimini vermeye çalışıyor.
İNÖNÜ ve ECEVİT’İN UFKU DEVLET ŞOVENİZMİ İLE SINIRLI
Diğer parti liderleriyle karşılaştırıldığında İnönü ve Ecevit bu konuda en kötü tutumu aldılar. Genellikle Irak ama esas Önemlisi Türkiye’deki Kürtlerin varlığını kabul ediyor gibi görünmekle birlikte, esasta, geleneksel devletçi yaklaşımlarını dile getirdiler ve sürekli olarak mültecilere dikkat edilmesi gereğinden, gelenlerin yasalarımıza uymak zorunda olduklarından vb. den söz ederek polisiye görevlere soyundular, Ecevit, Türkiye’de Kürtçe konuşanların bulunduğunu kabul etmekle birlikte, Türk milliyetçiliği anlayışının, Türkiye Cumhuriyeti bayrağı altında yaşayan herkesi Türk kabul ettiği yolundaki bilinen resmi devlet politikasına uygun anlayışını yineledi. İnönü de zayıf ifade gücüyle aynı şeyleri söylemeye çalıştı Bu konuda, ANAP’lı N. Yılmaz dışında SHP’nin çeşitli il yöneticileri ve bir kısım milletvekilleri, geleneksel politika sınırlarını aşan tutumlar sergilediler. İstanbul İl Yönetimi, Saddam diktatörlüğünün soykırım politikasını protesto etmek için Irak konsolosluğuna siyah çelenk bırakırken polisle çatışıyor, diğer il yönetimleri ise Irak’taki soykırımı protesto eden telgraflar çekiyordu. Öteden beri Kürtler konusunda duyarlı davranan SHP İstanbul Milletvekili M. Ali Eren Almanya’da bir toplantıda yaptığı konuşmada, kendisinin Kürt olduğunu ve Kürtlerin haklarını er ya da geç elde edeceğine olan inancını belirtiyordu. SHP Beyoğlu ilçesinin referandum dolayısıyla düzenlediği şölende bir grup, sahnede Kürtçe türkü söylüyor, içlerinde SHP milletvekili ve Parti Meclisi üyesi Aydın Güven Gürkan’ın da bulunduğu birçok milletvekili bunu alkış ve coşku ile karşılıyordu. Devlet ve hükümetin çeşitli yetkilileri yaptıkları açıklamalarda, tutumlarını insanî nedenlere dayandırmakla birlikte, Küreler konusunda eskisinden farklı bir dil kullanıyorlar.
Kürt kökenli milletvekillerinin çoğunun farkı hemen belli oluyor. Farklılıklarını açığa vuran bir deyim kullanıyorlar hiç değilse. Böylece üstü örtülü de olsa bir olgunun varlığının kabul edilmesinin -en azından- karşısında olmadıklarını hissettirmeye çalışıyorlar. Kimi bunu açık açık yapıyor.
Kısacası bugün hemen hemen herkes Türkiye’de Türklerden başka bir etnik grup bulunduğunu kabul ediyor. Kimi bu grubun varlığının meşruiyet kazanmasını olabildiğince engellemeye, geciktirmeye çalışıyor. Kimi ise en azından inkâr tutumu içinde görünmek istemiyor. Kimi ise istese de istemese de açığa vuruyor bu gerçeği… Örneğin bu olgu Evrene bile sorulsa “Biz hiç bir avının yapmıyoruz.” diyecektir. Ayırım yapılmadığı yanıtı bile kendi içinde bir varlığın kabulünü içeriyor oysa. Evet, böyle bir grup var ama biz ayırım yapmıyoruz anlamına geliyor bu. Nasıl ayırım yapılmamış oluyor? El cevap: Farklı dilleri de konuşsalar herkesi Türk sayarak… Eskiden, farklı bir dilin varlığı da reddediliyor, böyle bir dil olmadığı, ya da varsa bile bunun, dil sayılamayacak kadar geri, ilkel bir karma, zaten bu karinanın da Türk cenin bozulmuş bir lehçesi olduğu ileri sürülüyordu.
BİN YAMALI BOHÇA
Bu savın savunucuları hala var. Zaten devletin resmi görüşü bu doğrultuda. Nitekim bazı mahkeme savcıları bu sakızı çiğnemeye devam ediyor. Ama mızrak çuvala sığmıyor. Savcı bunu söylerken, içlerinde devletin ileri gelen temsilcilerinin de bulunduğu oldukça genişlemiş bir yelpazede yer alan insanlar, ya bıyık altından gülüyor ya da bu iddiayı yalanlayacak bir başka şey söylüyor. Artık Kürtler ve Kürt dili konusunda egemen sınıf temsilcilerinin ittifakla birleştiği bir tanım ve yorum yok. Ulusal muhalefet ve uluslararası baskı arttıkça dili-birliği daha çok bozuluyor. Egemen sınıf temsilcileri arasında bile farklı çözüm alternatifleri ister istemez tartışılıyor ve çözüm yolları aranıyor.
Bu konuda geleneksel tulumunu terk etmeyen faşist gruplar var. MHP’nin şurada ya da buradaki kalıntı ve uzantıları bunlar. Geleneksel tutumu Ortodoksçasına sürdürenler bu faşist uzantılardan ibaret değil elbette. Daha başkaları da var. Ne var ki, “kararlıları” ve en çok kafa-göz yaranları bunlar. Örneğin Mustafa Taşar, “Ben Kürt diye bir halk duymadım. Kürtler Türklerin bir aşireti sadece” diyebiliyor. Nurettin Yılmaz’da “madem Kürtler Türklerin bir aşireti, o halde bu Türk aşiretinin mücadelesine niçin destek olmuyorsunuz?” sorusuna bir yanıt veremiyor. Sonuç: Eski geleneksel inkâr tutumu bin yamalı bohça haline gelmiş durumda. Nereden bir yama eklenirse bir başka yerden yamama ihtiyacı doğuyor. Yamalar dikiş tutmuyor.
Türkiye’de “Kürtçe konuşanlar” gerçeği artık hemen hemen herkes tarafından kabul görüyor. Bununla birlikte bu soruna bir çözüm bulmak gerektiği düşüncesi de giderek ağırlık kazanıyor. Yasaların ve geleneksel yasakların ağırlığı bu konuda çözüm üretenleri, düşüncelerini satır aralarında sıkıştırarak söylemek zorunda bırakıyor. En yetkili ağızlar “Doğu Sorununun” askeri ve ekonomik önlemlerle çözülemeyeceğini, bu tür çözümün kalıcı olmaya yetmeyeceğini vurgulama gereğini duyuyor. Çeşitli siyaset odaklarında tartışılan konu; Misak-ı Milli sınırlarını bozmadan kültürel ve idari tedbirler almak. Ancak ne konu açık açık tartışılabiliyor, ne de çözümün biçimi konusunda kafalar açık. “Doğu Sorunu” ve bu sorunun çözümü artık yalnızca sol çevrelerin sorunu değil, önem kazanmasına bağlı olarak, egemen sınıf çevrelerinin, liberal ve reformistlerin de çözüm bulmak zorunda kaldıklarını hissettikleri bir sorun.
Ulusal sorun ve bu sorunun çözümü konusunda Türkiye egemen sınıflan, bürokrasi ve militarist çevrelerin Ortadoğu’nun en katı, en az esnek ve en dar kafalı politikalarını oluşturduklarını söylemek yanlış olmaz. Gerçekten, İran Şah’ı gibi zulüm ve baskı konusunda ender ad bırakmış biri bile, bu konuda daha esnek bir politika izleyebilmiştir. Baskı ve eritme çabasına ara vermemekle birlikte, İran’da Kürtlerin ulusal varlığını kabul etmiş, radyo yayınlarında zaman zaman Kürtçeye yer vermiş ve bu şekilde kabarık bir taraftar kitlesi oluşturmuştur Kürtler arasında.
Irak rejimi Kürtlerin varlığını tanıma politikasına Irak Kürt Kurtuluş Hareketinin zoruyla yöneldiğinde ise iş işten geçmiş, Kürtler içinden bir avuç “caş” dışında kimseyi kazanamamış, Kürt ulusal direnişi silahlı bir halk hareketine bürünmüştü bile. Bu yüzden Saddam rejiminin soykırım politikalarıyla geçici yenilgilerle tökezlese de, sürekliliğini ne pahasına olursa olsun koruyor, gücünü kısa bir zamanda toparladıktan sonra yeniden eski gücüne ulaşıyor ve Irak için on-yıllardan bu yana kanayan bir yara olmaya devam ediyordu.
ÇOKSESLİLİK VE BAZI OLASILIKLAR
Türk egemen sınıfları için Doğu sorunu her zaman kılıç zoruyla çözülen bir baş ağrısı oldu. Bugün egemen sınıf temsilcilerini, söylemde geleneksel yöntemlerden uzaklaşarak farklı ama tam anlamıyla kristalize olmamış arayışlara iten şey, birçok ulusal ve uluslararası etmenle birlikte bu süreklilik ve bu sürekliliğin Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu’suna kendi özgül biçimlerini de alarak yansıyışı oldu. Özal’a, Kürt göçmenleri kastederek, “Bu gelenler ülkemizde soydaşla-n olan insanlardır. Bunların soydaşları Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır.” dedirten şeyin altında yatan, günübirlik politika yapan biri olmasına ek olarak, referandumda Doğu’da Kürtçe konuşan halkın oyunu almak, Türkiye, Avrupa ve dünya kamuoyuna kendisinin soy/ırk ayrımı yapmadığını göstermek kadar bu kristalize olmamış arayışın da rolü vardır. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk olarak bir başbakan çeşitli ince hesapların sonucu da olsa; şimdiye kadar sempati ile bakılmayan, yalnızca Iraklı ayrılıkçı güçler olarak tanımlanan bir hareketin militan ve destekçilerine, ulusal ve uluslararası baskıların zorlamasıyla Türkiye’nin sınırlarını açıyor ve daha önemlisi “bunların Türkiye’de soydaşları var.” diyor. Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu’sunda yaşayan halk Iraklı Kürt göçmenlerle aynı soydan; ırktandır demek anlamına geliyor bu. Gelenler Kürt. Iraklı olanların orijinini belirtmekten kimse kaçınmıyor. Peki ya Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı kabul edilseler bile, bu gelenlerin Türkiye’deki soydaşları ne? Özal bu konuda bir şey söylemiyor. Ama N. Yılmaz ve M. Taşar arasında süren tartışmada da, önce sarf ettiği sözleri düzeltme çabasına girmiyor. Ve birkaç faşist uzantısı dışında, politikanın etkili odaklarından ciddi bir itiraz yükselmiyor. Sessizlik, Özal’ın tanımının genel kabul gördüğü izleniminin oluşmasına ve yaygınlaşmasına yol açıyor.
Türkiye yöneticileri, Doğu ve Güneydoğu sorununda bir açmazla karşı karşıya. Devasa bir askeri – idari gücü harekete geçirmelerine, ekonomik birçok tedbir almalarına karşın silahlı mücadele bastırılamıyor. Türkiye Kamuoyunun bir çok eğiliminden, dünya ilerici kamuoyundan, en son olarak da Amerikan Kongresi ve Avrupa Parlamentosundan daha değişik çözüm için baskı geliyor. Türkiye, bunların tümüne, geleneksel tutumuna uygun yanıtlar yetiştirmeye çalışıyor ama bir yandan da, geleneksel tutumunun artık bu sorunu örtbas etmeye yetmediğini ve bu şekilde bir yere ulaşmanın mümkün olmadığını hissetmeye başlıyor. Yönetici bloktaki çok seslilik ve bu konudaki dil birliğinin giderek bozulmaya başlaması buradan kaynaklanıyor.
Avrupa ve Amerika için, Türkiye’nin geleneksel tutumu anlaşılmaz bir şeydir. “Kürtçe konuşanlar” sorununun hiç değilse idari ve kültürel bazı önlemlerle çözümüne yanaşılmamasının, çarpık da olsa etkili olabilecek uygulamalara yönelinmesinin, sonu belli olmayan gelişmelere ve Ortadoğu’da güç dengelerinin allak bullak olmasına yol açabileceğini önceki deneylerinden ve o eşsiz gerici sağduyularından biliyorlar. Bu yüzden, Türkiye’yi, Ortadoğu’da sınır değişikliklerine yol açmayacak bazı çözümler için ikna etmeye çalışıyor, tavsiyelerde bulunuyorlar. Kürtleri sevdiklerinden ya da ulusal kurtuluş savaşları taraftarı olmalarından dolayı değil. Ulusal uyanışı denetim altına almak gerektiği yolundaki deneylerinden. Yoksa onlar Türkiye ve onun egemen sınıflarından memnunlar…
BASKLAR VE İLHAM ETTİKLERİ
İspanya’da 3asklar konusunda alınan önlemler Avrupa açısından cesaretlendirici ve uyana oldu. Askeri-ekonomik önlemlerin yanı sıra kültürel ve yönetsel adımların çözüm olarak yaşama geçirilmesi sonucu, Bask ulusal kurtuluş hareketi eskisinin onda biri kadar bile güçlü değil. Bunda ETA’nın hatalı tutum ve yaklaşımlarının da etkisi var ama Bask halkındaki değişiklik de, kültürel ve yönetsel önlemlerin alınmasından sonraya rastladı. Avrupa bunu görüyor.
Bu durumu Türkiye egemen sınıfları da görüyor. Ama Türkiye, Cumhuriyeti kurulduğundan bu yana ulusal, konudaki politikasını inkâr ve kılıç zoru üzerine oturttu. Bundan geri dönebilmesi çok zor. Ne var ki Türkiye burjuvazisi, toplumsal mücadeleleri dağıtmak ve etkisizleştirmek konusunda başkalarından öğrenmeye ihtiyacı olmayacak kadar tecrübelidir.
Bu mirası, tarihte en iyi uygulayan Osmanlılardan devralmıştır. Toplumsal muhalefeti ve muhalefetin hak talebi mücadelesini etkisizleştirip dağıtmanın en iyi yolunun, muhalefet güçlerinin haklarını elde edebilecek denli güçlenmelerine fırsat vermeden bu haklan iğdiş edilmiş, kullanılamaz hale getirilmiş olarak vermek olduğunu bilir. Erkeklere ve ardından kadınlara oy hakkı, işçilere sendikalarda örgütlenme hakkı ve daha buna benzer diğer taleplerde böyle olmuştur. Avrupa ve dünyanın birçok yerinde işçilerin ve halkın neredeyse bir asır süren mücadelesi sonucu elde edilen bu haklar, Türkiye’de, burjuvaziyi bu hakları vermek durumunda bırakacak denli zorlu mücadeleler sonucu elde edilmedi.
Burjuvazi ve egemen sınıflar, halktaki kıpırdanmayı gördü. Bu kıpırdanma, güçlenmeden, egemen sınıfların kapılarına dayanmadan bir çözüme gidildi ve bu haklar, henüz elde etmesini öğrenmeye fırsat bulamamış, dolayısıyla elde ettiğini korumasını öğrenememiş halka verildi. Emperyalizmin ve burjuvazinin her zaman denetimi altına alabileceği biçimde… Bu yüzden verilen kolaylıkla geri alınabiliyor. Türkiye, Ortadoğu’nun sayısal bakımdan en kalabalık işçi sınıfına sahip, kapitalizm açısından en gelişkin ülkesi ama işçi sınıfı mücadelesi gelişkin değil. Sürekli olarak kesintiye uğramış. İşçi sınıfının mücadelesi ve on yıllar süren mücadele ile nispeten pekiştirilen örgütlenmesi bir gecede ortadan kaldırılabiliyor. Hem de hiç bir direnişle karşılaşmaksızın. Çünkü işçi sınıfı -başka pasifleştirici etmenlerin yanı sıra- kendisini ve örgütlenmesini savunmasını bilmiyor. Burjuvazi bir süre sonra gasp ettiği hakları yeniden iğdiş edilmiş olarak veriyor. İşçi sınıfı daha bu çarpıklığı gidermeye çalışırken yeniden bir darbe… Her şey yeni baştan…
Bu bakımdan burjuvazinin geleneksel etkisizleştirme politikasını ulusal sorunda da yaşama geçirmeye yönelmesi zor ve çok yakın olmayan bir olasılık ama bu olasılık var. Egemen sınıflar, şimdilik, askeri-ekonomik ve konjonktürel önlemlerle silahlı mücadeleyi ezmeye ve etkisizleştirmeye çalışıyorlar. Ancak, egemen sınıflar kendilerini, bu politikayı yaşama geçirecek kadar güçlü (ya da güçsüz) hissettikleri, biçimini iğdiş edilmiş haliyle kafalarında oluşturdukları an böyle bir politika değişikliğine gidebilirler. Çok yakın bir geleceğin planı değil bu elbette ama egemen sınıf çevrelerinin kafasında mayalanıyor bu plan…
ULUSLARIN KENDİ KADERLERİNİ TAYİN HAKKININ ÖNEMİ
Egemen sınıf çevrelerinin “Kürtçe konuşanlar” sorunu konusunda dil-birliğinin bozulmasının ve geleneksel yaklaşımlardan uzaklaşan tespitlerin ortaya çıkışının doğal sonucu bu ya da buna benzer adımlar olabilir. Bu adımların amacı, bir mücadeleyi sahte hedef ve taleplerle geriletmek ve boğmak olacaktır. Çok yakın bir geleceğin sorunu olmamakla birlikte, böyle bir gelişmeyi bilmek ve hazır olmak, koşullar oluştuğunda ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını doğru bir biçimde hayata geçirmek üzere halk kitlelerini eğitmek, devrimcilerin önünde hâlâ önemli bir görev olarak durmaktadır. Çünkü şu an ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı çok genel hatlarıyla yalnızca devrimciler ve Marksistler için bir anlam ifade ediyor. Bu hak, geriye kalan bütün siya sal çevreler açısından yalnızca Türkiye dışındaki gelişmeler için hatırlanıyor. Örneğin Kürtçe konuşanlar için çok şey söyleyen ve yazan M. Ali Birand için bile Kürtçe konuşanlar sorunu, bu hakkın konusu değil. Avrupa liberal ve reformist kamuoyundan çok etkilenen bu yazar için konu, yalnızca idari ve kültürel. Ekonomik ve askeri tedbirlerin tek başına çözüm olacağına inanmıyor çünkü. Liberal aydınların bu konuda en iyi yaklaşıma sahip olanı böyleyken, onun dışındakiler çok daha geri bir noktada bulunuyorlar. Genel olarak şoven bir eğitimden geçmiş halkın böyle bir hakta haberi yok ve onun için, bu hak hiç bir şey ifade etmiyor. Bu bakımdan ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkının herkese anlatılması ve kavratılması çok önemli. Sol çevrelerin bu konuda çok şey yazıp çizmiş olmasına rağmen önemli. Kuzey Irak ve Doğu İran’da kurtuluş savaşı veren Kürt Ulusunun, bu haklı ve meşru mücadelesinin desteklenmesi ve mantıki sonuçlarının halkımıza kavratılması bunun yollarından yalnızca bir tanesi… Geriye kalan yollar mı? Bilenler biliyor ve bir şeyler yapıyor zaten…
KÜRTLERE KARŞI KİMYASAL SİLAH KULLANILDIĞI GERÇEĞİ GİZLENİYOR
Büyük bir soykırımdan canını kurtarmak için Türkiye’ye sığman Kürt göçmenler, kendilerine karşı kimyasal imha silahları kullanıldığını ispatlayamadılar. Bu konuda çeşitli devletler ve bu arada ABD, ellerinde bu konuda yeterli delil olduğunu belirtmelerine karşın bunları açıklamadılar Avrupa’da çeşitli kuruluşlar ise kimyasal silahların kullanıldığına ilişkin delillerin var olduğunu ancak bunların yetersiz ya da hiç değilse ellerine ulaşmadığını açıkladılar.
Oysa anadili Kürtçe olan SHP milletvekilleri kimyasal silahlarla yaralanmış çok sayıda Kürt mültecinin görülür bir çaba ile gizlenmeye çalışıldığını, hatta bazı Avrupalı uzmanlarca kimyasal silah kurbanı olarak teşhis edilen birçok Kürt’ün, hastaneye götürülürken ellerinden kaçırıldığını iddia ediyorlar.
Ekim 1988