Dünyada Türkiye’de sağlık krizi…

Bu çalışmada, daha önce yapmış olduğumuz çalışmalardan da yararlanılarak, dünyada ve Türkiye’de sağlık sektöründe yaşananlar, nedenleri ve sonuçları ile değerlendirilip, bugünümüz ve yarınlarımız için yapabileceklerimiz paylaşılacaktır.

GİRİŞ

Sağlık sistemleri konusunda, son yıllarda ülkemizde ve dünyada yayımlanmış makaleleri incelediğimizde, dünyada 25-30 yıllık zaman dilimi içerisinde birbirine oldukça benzer değişimler yaşanmakta olduğunu gözlemlemekteyiz. Dünya nüfusunun çok büyük bir bölümünün yaşadığı bu ülkelerde, sağlık alanında maliyet artışından kaynaklandığı ifade edilen bir ‘sağlık krizi’nin tanımlandığına, krizin çözümü için reçete olarak da ‘sağlıkta reform’ öneri ve uygulamalarına tanık olmaktayız. Söz konusu ülkelerde hangi sağlık sistemi modeli olursa olsun, hem krizin kapsamı ve nedeni olarak tanımlananların hem de krizin çözümü için önerilen “reçetelerin” benzer, hatta aynı olduğunu söylememiz yanlış olmayacaktır.

Oysa ülkeleri; siyasal yapısı, ulusal gelirin toplumsal paylaşımı ve ulusal gelirin sektörel dağılımı gibi ekonomi-politik özellikleriyle grupladığımızda, birbirinden ekonomik gelişmişlik ve bölüşüm düzeyinde farklılıklar taşımakta olduğunu görürüz. Bu nedenle ülkeleri, merkez kapitalist, merkez kapitalist sosyal yönelimli, bağımlı kapitalist, bağımlı kapitalist sosyal yönelimli ve kapitalistleşme sürecindeki ülkeler olarak, kapitalist ülke başlığı altında toplamamız mümkündür. Ülkelerin farklı sağlık sistemlerine sahip olmalarının yanı sıra, arasındaki sömüren(emperyalist)-sömürülen, merkez-çevre, gelişmiş-gelişmekte olan-az gelişmiş vb. ilişki biçimlerinin/farklılıkların bile sağlıkta krizin varlığı, nedeni ve çözümü başlıklarında fark yaratmamış olması dikkat çekicidir. Çünkü bugüne kadar bildiklerimizden hareketle, sağlığın temel belirleyicisi olarak kabul edilen toplumsal üretim ve bölüşüm ilişkileri ülkelerdeki toplumsal sağlık durumunu farklılaştırdığından, sağlık sistemlerinin yapısı, sorunları, sorunlarının kaynağı ve temelde olmasa bile çözümleri de birbirlerinden farklılıklar taşır/taşımalıdır.

Türkiye de dahil, inceleyebildiğimiz kapitalist ülkelerin hemen hemen hepsinde, sağlıkta maliyet artışından kaynaklandığı iddia edilen ‘sağlık krizi’nin varlığına, farklı ekonomik gelişmişlik düzeyleri ve farklı sağlık sistemlerine sahip olmalarına karşın, benzer çözüm önerileri içeren reform paketleri ve uygulamalarının önerildiğini biliyoruz.

Sözü edilen reform paketleri ve uygulamalarının aynılıklarını oluşturan hedeflerini sekiz başlık altında toplamak mümkündür. Öncelikle hizmetin nüfusun tümünü kapsama hedefinde olması gerektiği ifade edilirken, bir yandan da prim, katkı payı vb. ödemelerle sağlık hizmetine ulaşmayı kişisel kaynaklara dayandırmayı hedeflemektedir. Bununla birlikte, sağlık hizmetlerinin sunumuyla finansmanının birbirinden ayrılması, Sağlık Bakanlıklarının sadece denetleyici işleve indirgenmesi, sağlık sektöründe kamu kurumlarının varlığını olabildiğince sınırlayıp kamu dışı aktörlerin sağlık sektörüne girişi ve yerinden yönetime dayanan bir sistem ile son olarak da sağlık sektöründe piyasa mekanizmalarının hakimiyeti sağlanmaya çalışılmaktadır. Ayrıca, sağlık emek-gücü istihdamında esnek çalışma biçimleri ile özellikle hekim ve hemşirelik hizmetleri sunumunda ara emek-gücü kullanımının yaygınlaştırılması dikkati çeken benzerlikler olarak sıralanabilir. Özetle, dünya genelinde 1970’lerin sonundan günümüze sağlık alanında yaşananları ve nedenlerini;

  1. Kapitalist ülkelerin tümünde, emek-gücünü satmak zorunda olanların, sağlık dahil bütün sosyal alanlara yönelik kazanımları daralmaktadır. Bu daralmanın altındaki temel neden, kapitalizmin altmışlı yılların sonunda başlayıp bugün değin süren son büyük krizi ve krizden çıkış için uygulanmaya çalışılan ekonomik politikalardır.
  2. Bu süreçte, sermaye sınıfı ve temsilcileri olan hükümetler, sağlık başta olmak üzere sosyal alanların hemen hemen hepsini toplumsal bölüşümün yeniden düzenlendiği alanlar olmaktan çıkartmak istemekte, etkili ideolojik araçlar kullanarak, emekçi sınıfların bu duruma karşı çıkışlarını da sönümlendirmektedirler.
  3. Sağlık sektörü de, diğer sosyal alanlar gibi, piyasa koşullarına devredilmek istenmekte ve öncelikle kâr oranı görece daha yüksek bölümleri ulusal ve uluslararası sermayeye “yeni” yatırım alanı olarak açılmaktadır.
  4. Son 20-25 yıldır kapitalist ülkelerdeki hükümetlerin sağlık politikaları ve sağlık sektörüne yönelik hedefleri özünde hiçbir farklılık taşımamaktadır. Hem merkez hem çevre, hem sosyal yönelimli olan hem olmayan kapitalist ülkelerle, kapitalistleşme sürecindeki ülkelerde, Dünya Bankası (DB), Uluslararası Para Fonu ve Dünya Sağlık Örgütü tarafından önerilen finans ve hizmet sunum modelleri, hükümetler tarafından, ülkelerinin özgün gereksinimlerinden kaynaklanan modellermiş gibi gösterilerek elbirliğiyle yerleştirmeye çalışmaktadırlar.
  5. Dünya genelinde 1980’lerden itibaren yaşananlar, sağlık sektöründe “reform” adı altında uygulamaya konulmak istenenlerin toplumların sağlık gereksinimlerinden değil, küreselleşen kapitalizmin, sermaye sınıfının gereksinimlerini karşılamayı hedeflemektedir. Birkaç ülke dışında bütün ülkelerde sağlık sektörü piyasalaştırılmaya, bu alanda da emek cephesinin kazanımları sermaye sınıfı tarafından ellerinden tek tek alınmaya çalışılmaktadır.
  6. Çoğunlukla, kapsamı yaygınlaştırma gerekçesi ile hem sağlık hizmeti bütün aşamalarında paralı hale getirilip, herkese parası kadar hizmet sunumu öne çıkartılmakta, hem de sağlıklı olmanın “bireysel sorumluluk” olduğu kabulü yaygınlaştırılmak istenmektedir. Birçok ülkede bu sürecin tamamlandığı görülmektedir. Özellikle kapitalistleşme sürecindeki Doğu Avrupa ülkeleri başta olmak üzere, ‘sağlık reformu’ uygulamalarının gerçekleştirildiği ülkelerde, cepten ödemelerin arttığına ve toplumun büyük kesimlerinin sağlık hizmetlerine ulaşımlarının kısıtlandığına tanık olmaktayız.
  7. Yukarıdaki süreç, oysa emperyalizmle mücadele içindeki Küba ve Venezüella’da yaşanmamaktadır.

 

TÜRKİYE’DE DÜN VE BUGÜN

Türkiye’de seksenli yılların hemen başında gerçekleştirilen asker darbesi ile baskı, güvensizlik, öz güvensizlik ve örgütsüzlük ortamı yaratılarak, 24 Ocak Kararları adı altında darbeden sekiz, dokuz ay önce kamuoyuna açıklanan düzenlemeleri yaşama geçirebilmenin koşullarını oluşturabilmek için yola çıkmışlardı. Uluslararası sermayenin gereksinimleri doğrultusunda şekillenen bu program, yerli işbirlikçiler tarafından da desteklenip, ulusal özellikleri biçimlendirilerek uygulamaya kondu.

Yaklaşık otuz yıl önce başlatılan program, ne pahasına olursa olsun sermayenin bunalımını “çözme” hedefini güden, bunun araçları olarak da kamusal olan her şeyi patronlara aktarmayı, kamusal hizmetlerin hemen tümünü paralı olarak sunmayı, çalışma ortamında tüm belirleyiciliği patrona devretmeyi, sömürü oranını olabildiğince artırmayı hedefliyordu.

Bu hedeflere yönelik programlar, 25-30 yıllık süre içerisinde, adları farklı  olmakla birlikte, programları ve özleri birbirinin kopyası  hükümetler tarafından uygulanmaya çalışıldı. Kaynaklar kimlerin lehine dağıtılıyorsa, o tarafın talepleri doğrultusunda işleyen bir model olan piyasa ekonomisinin yerleştirilmesi için yoğun çaba harcadılar.

Günlük yaşamın hemen bütün alanlarını sermayenin koşulsuz egemenliğine sunmak hedefinin hukuksal kılıfları da, kamuoyundan gizli, patronların büro ve örgütlerinde hazırlanmakta; komisyonlarda hazırlanıyormuş gibi yapılıp, darbe hükümetlerinden çok daha hızlı olarak prosedür tamamlanmaktadır. 12 Eylül darbe hükümetiyle bu konuda yarışan Özal ve DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümetlerinden bayrağı devralan AKP hükümeti, emekçileri, köylü ve yoksulları çiğneyerek hedefe varmak istemektedir.

Türkiye’de sağlık sektörünü de diğer kamusal alanlarla birlikte sermayeye aktarmak için düzenleme faaliyetleri seksenli yılların sonunda başlatılan çalışmalarla birlikte devam etmektedir. 1986 yılında, DB’nin Nüfus, Sağlık ve Beslenme Bölümü, “Türkiye Sağlık Sektörü Araştırması”nı yaptırmış, Mayıs 1987’de de ANAP hükümeti ilk somut adımı atarak, “3359 sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu”nu çıkarmıştır. İlk saldırı kısmi olsa da geri püskürtüldüğünden, dönemin hükümeti, cepheyi kendi adına tahkim edebilmek için, DPT aracılığı ile 1991 yılında “Türkiye Master Planı”nı hazırlatmış, 1990-91 yıllarında “Sağlık Bakanlığı Sağlık Projesi Genel Koordinatörlüğü” kuruluş çalışmaları yürütülerek, faaliyete geçirilmiştir. Söz konusu yapının ilk faaliyeti, Mayıs 1992’de gerçekleştirdiği “1.Ulusal Sağlık Kongresi” olmuştur. Anımsamakta yarar var; ülkemizde pek rastlanmasa da, hükümetler değişmesine karşın yürütülmekte olan işlem aynen devam etmektedir. Öyle ki, ANAP ile başlatılan faaliyet, Mart 1993’de DYP-SHP koalisyon hükümeti tarafından “Sağlık Kanunu Tasarı Taslağı”, “Sağlık Bakanlığı’nın Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Tasarı Taslağı”, “Bölge Sağlık İdareleri Kanun Tasarı Taslağı” ve “Genel Sağlık Sigortası Kanun Tasarı Taslağı” ile devam ettirilmiştir. Ancak hedeflenen gerçekleştirilemediğinden, bu defa da FP-DYP koalisyon hükümeti, Kasım 1996 tarihinde, “Sağlık Finansman Kurumu Kuruluş ve İşleyiş Kanunu”, Birinci Basamak Sağlık Hizmetleri ve Aile Hekimliği Kanunu” ile “Hastane ve Sağlık İşletmeleri Temel Kanunu” tasarı taslaklarını hazırlamıştır. Aynı koalisyon, Nisan 1997 söz konusu taslakları revize edip yeniden kamuoyuna sunmuş, ancak herhangi bir somut ilerleme sağlanamamıştır. Bu koalisyonun ardından hükümet olan ANAP-DSP koalisyonu da işlemi aynen sürdürürken, kopyalama işleminin fark edilmesinin prestij kaybı yaratacağı korkusundan olsa gerek, üç taslağı bir araya getirerek, “Kişisel Sağlık Sigortası Sistemi ve Sağlık Sigortası İdaresi Başkanlığı Kuruluş ve İşleyiş Kanunu” tasarı taslağını hazırlamıştır. Nisan 1999 seçimleriyle hükümet olan DSP-MHP-ANAP koalisyonu, Marmara Depremi sırasında çıkardıkları Sosyal Güven(siz)lik Yasası’nın hemen ardından, Ekim 1999’da, yalnızca isim değişikliği yapıp, “Sağlık Sandığı Kurumu Kanunu” tasarı taslağını önceki hükümetlerden devraldıkları kutsal emanet olarak sahip çıkarak yayımladılar. Sosyal demokrat, ırkçı, liberal koalisyonunda da ulaşılamayan hedef, bu defa çok daha donanımlı olarak ve ittifaklarını açık hale dönüştürüp gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Bu nedenle, 2003 yılından beri AKP’nin sağlık alanında yapmak istenenlerinden hiçbirisi onun keşfi ya da inisiyatifi değil. Yalnızca seksenli yıllarda yapılan saldırı planının taşeronluğunu yapmaktadırlar. Yazılı belgeler üzerinden bunu kanıtlamak mümkün.

AKP hükümeti tarafından Haziran 2003 tarihinde kamuoyuyla paylaşılan “Sağlıkta Dönüşüm Programı” da öncekilerle aynı hedef ve içeriğe sahiptir. Ancak önceki hükümetlerden farklı olarak, AKP Hükümeti’nin sağlıkla ilgili programı, TÜSİAD tarafından, Eylül 2004 tarihinde yayımlanan “Sağlıklı Bir Gelecek: Sağlık Reformu Yolunda Uygulanabilir Çözüm Önerileri” raporuyla desteklenmiş ve “alternatifinin olmadığı” kamuoyuyla paylaşılmıştır. On beş yılı aşan bir süredir yürütülmekte olan tartışmalarda ve uygulamalarda, bu konudaki görüşlerini bir “sır” olarak saklayan patronların iki yüz sayfayı aşan raporlarında ilk vurgulanması gereken şey; bu ülke topraklarında devlet desteğiyle yaratılan burjuvazinin, bugün itibariyle emekçilerden farklı olarak, sınıfsal aidiyetlerinin şuurunda olduğu ve bu yönde herhangi bir tereddüt taşımadığıdır. Bugünün nesnelliği içerisinde burjuvazi, dünyanın diğer kapitalist ülkelerinde olduğu gibi, artık toplumsal mutabakata dahi gereksinim duymuyor. Bunun gereğini yapmak için de herhangi bir tereddüt yaşamıyor. Türkiye’de de kapitalist üretim ilişkilerinin belirlediği, toplumsal yaşam biçimi içerisinde, sınıf çıkarlarının gereğini ne pahasına olursa olsun, taviz vermeksizin gerçekleştirmeye kararlı olduklarını vurguluyorlar. Ancak, zannedildiği gibi, burjuvazi homojen bir sınıf da değil. Yatırım yaptıkları sektörler itibariyle de aralarındaki çelişkiler sürüyor. Öyle ki, bu raporu, aralarında sağlık ve sigortacılık alanlarına yatırım yapanların finansmanıyla çıkarttıklarını önsözde belirtmek gereğini duymuşlar. Hatta bu girişimcileri yaptıkları katkılarının büyüklüğüne göre olsa gerek, üç gruba (kendi yazdıklarıyla kategoriye) ayırmışlar.

Rapor bir başka açıdan da belge özelliği taşıyor: Türkiye burjuvazisi, yıllar sonra bütün hükümetlerin, hatta muhalefetteki partilerin bile programına hakim olan sağlık alanındaki durum saptaması ve sorunların çözümüne yönelik önerilerin: “bu ülkedeki sahibi biziz, görüşler bütünüyle bize aittir” diyor.

On beş-yirmi yıllık zaman dilimi içindeki söz konusu metinlerin yalnızca tarihleri ile sayfa sayıları farklı. Temel hedefleri ise aynı: kapitalizmin uzun bunalımını aşabilmesi için sağlık sektörünü  burjuvazinin çıkarlarına uygun hale getirmek. DB pek çok ülkede olduğu gibi, Türkiye’de de bunların yaşama geçirilebilmesi için 2002’den önceki hükümetlere sağlık sektöründe kullanılmak üzere yaklaşık 348 milyon ABD Doları tutarında borç vermiş, bunun da büyük kısmının kendi tayin ettiği danışmanlara ödenmesini sağlamıştır.

AKP Hükümeti, 2003 yılı Haziran ayında açıklamış olduğu Sağlıkta Dönüşüm Programı ile konunun tek sahibi olduğunu iddia etmekte ve bu tarihi milat kabul etmektedir. Beraberinde de, Sağlıkta Dönüşüm Programı’nda doğrudan özelleştirme geçmiyor iddiasındadırlar. Birinci iddialarının doğru olmadığını, tarihlerini tek tek belirterek yukarıda yalanlamıştık. İkinci iddialarını kendilerinin çürüttüğünü/yalanladığını bir belge ile ortaya koyabiliriz. “Avrupa Birliği Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programı” başlıklı Bakanlar Kurulu Kararı, 31 Aralık 2008 tarihli ve 27097 sayılı 5. Mükerrer Resmi Gazete’de yayımlanmıştır. Yılın son günü yayımlanan program, dünyayı kasıp kavurmaya başlayan kapitalizmin yapısal krizinin gerekçesi olarak ilan edilen ve geri dönüş yönünde burjuvaziyi korumak amaçlı da olsa, Amerika ve Kıt’a Avrupa’sındaki emperyalist ülkeler başta olmak üzere, ekonomide devlet müdahalesine hızla geri dönen uygulamaları görmezden gelecek pervasızlıkta “piyasa ekonomisinin güçlendirilmesi ve ekonominin rekabet gücünün artırılması öncelikli hedeflerini” ifade ettikten sonra, özelleştirme başlığı, altında sağlıkta özelleştirmelere devam edileceği ve bunun Hükümet’in temel başlıklarından biri olduğu belirtilmektedir. Bu teminatların ardından, sağlık başlığı altında da, “sürdürülmekte olan Sağlıkta Dönüşüm Programı tamamlanacaktır” sözü verilmektedir.

Yıllar içerisinde burjuvazinin çıkarları adına geliştirilen sağlıkla ilgili düzenlemeler, AKP Hükümeti tarafından yasalaştırıldı. 1 Ekim 2008 tarihinde yürürlüğe giren 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ile öncesi ve sonrasında yapılan düzenlemeler aracılığıyla Türkiye’de sağlıkta reform süreci omurgası itibariyle nihayete erdirilmiştir. 5510 sayılı Yasa’nın yürürlüğe girmesi ile birlikte, Türkiye’de sağlık hizmetlerinin kapsamında olabilmek, genel olarak sağlık primi, başka bir deyişle özel sağlık vergisi ödemeye dayandırılmıştır. Asgari ücretin üçte birinden fazla aylık geliri olan herkes söz konusu yükümlülüğe tabidir. Emekçiler, aylık ücretlerinin %5’i doğrudan, %7.5’i de patronları üzerinden olmak üzere, toplam %12.5’i kadar sağlık vergisi ödemek zorundadırlar. 657 sayılı Yasa kapsamında çalışanlar şimdilik prim ödememektedirler. Asgari ücretin altı buçuk katından daha fazla geliri olanlar, gelirlerine orantılı olarak artan bir biçimde değil, asgari ücretin altı buçuk katı üzerinden prim ödemektedirler.

On sekiz yaş  altındaki bütün çocuklar, ebeveynlerinin sağlık sigortalılık durumuna bakılmaksızın, Genel Sağlık Sigortası(GSS) kapsamına alınmışlardı. Ancak 1 Temmuz 2009 tarihinden itibaren ebeveynleri üzerinden kapsama dahil edilmiş durumdalar. Anne babasının sağlık prim borcu olan 18 yaş altındaki çocuklarımız GSS kapsamı dışında tutulmakta, sağlık hizmetlerinden doğrudan para ödemeden yararlanamamaktadırlar. AKP Hükümeti, balonlarından bir tanesini, 10 aydan daha kısa bir süre içerisinde kendisi söndürmüştür.

Düzenli işi/geliri olmayanlar, kayıt dışı çalıştırılanlar, Bağ-Kur kapsamında olup geçinemeyen, primini ödeyemeyen esnaf ve köylüler de, GSS kapsamı  dışında kalmışlardır. DB, TÜSİAD-MÜSİAD ve AKP Hükümeti’nin propagandalarının aksine, GSS, nüfusun tümünü kapsamamaktadır.

GSS kapsamında olabilmek için düzenli prim ödemek zorunlu olmakla birlikte, GSS kapsamında olmak, sağlık hizmetlerinden yararlanabilmeyi sağlamamaktadır. 23 Mart 2010 tarihinde yayımlanan Sağlık Uygulama Tebliği (SUT) hükümlerine göre, GSS kapsamındakiler, hekim ve diş hekimi muayenesi için, birinci basamak sağlık kurumları ve aile hekimliği muayenehanelerine her başvurduklarında 2 TL, devlet hastaneleri ile üniversite hastanelerine her başvurduklarında 8 TL, özel hastanelere her başvurduklarında 15 TL, her ay düzenli olarak ödedikleri primlere ek olarak katılım payı ödemek zorundadırlar. Sözü edilen para, hastalardan, eczanelerden reçetelerindeki ilaçlarını alırken tahsil edilmektedir. Eczacılar, GSS’nin zorunlu veznedarlarına dönüştürülmüştür. Bu ödemeler, ilave olarak, hastalar kullanmak durumunda kalacakları ortez ve protezlerin fiyatlarının %10-20 kadar, ayaktan tedavi edilen hastalar da alacakları ilaçların %10-20’si kadar katkı payı ödemek zorundalar. AKP’nin ve önceki hükümetlerin propagandalarının aksine, sağlık hizmetlerine ulaşabilmek için prim ödemek yetmemektedir.

Türkiye’de sağlık sektörü, uzun yıllardan beri, sermayenin ve hükümetlerinin bilerek ve isteyerek yarattıkları sorunlar içerisindedir. Bu sorunları ortadan kaldırmak gerekir. Bununla birlikte, AKP Hükümeti tarafından sorunun çözümü olarak önerilenler, var olan sorunları yaşayabilmek için emek-gücünü satmak zorunda olanlar (işçi, memur, köylü, esnaf, işsiz vb.) adına daha da derinleştirerek, sağlık hizmetlerini parası olanın parası kadar alabildiği bir meta haline getirmiştir.

Bu nedenledir ki, hem soruna hem de çözümü için önerilenlere bir bütün olarak bakmalıyız. Tek tek, parça parça tespitler bütünü görmemizi engellediği gibi, kandırılmamız için de birçok tuzağı içinde barındırmaktadır.

BUGÜN VE YARIN İÇİN?

Kapitalistler, bir dönemin hak olarak tanımlanan kazanımlarını, hak değil gereksinim olarak tanımlamakta, bütün gereksinimler gibi, bunların da kişilerin sorumluluğu olduğu, ulaşabilmek için gerekirse satın alınması gerektiği, dolayısıyla herkesin parası kadar sahip olabileceği hizmetler olarak tanımlamaktadır. Beraberinde, bugüne göre daha sosyal, daha adil ve demokratik bir kapitalizm beklemek, kapitalizm içinde eşitsizlikleri ve işsizliği kaldırmayı ummak, emeğin değer yaratan tek özne olduğunu ve kapitalistlerin kâr dediklerinin özünde emekçiye verilmeyen, el konulan olduğunu yadsımak olacaktır. Kaldı ki kapitalizm, günümüzde yedek işgücüne dahi gereksinim duymayan, bunun için de istihdam dışındakilerin yaşamlarıyla ilgilenmeyen bir düzenlemeyi dayatmaktadır.

Emek-gücünü  satmaktan başka yaşama olanağı olmayanlar da, emek-gücü piyasasında, emek-gücünü satabilenler ve satamayanlardan oluşan, özünde aynı sınıfın birbirine karşıt iki tabakasına ayrılmış durumdalar. Süreç böyle devam ettikçe, ikinciler daha da kalabalıklaşırken, birinci gruptakilerin “mutlu azınlık”a dönüşeceği kaçınılmazdır. Bunları da görerek, günümüzde bütün yakıcılığı ile yaşanmakta olan sorunlardan kalkıp, kazanımlarımızla kapitalizme son verecek antikapitalist mücadeleyi; emek-gücünü satanlarla satamayanların, formel sektörde çalışanlarla enformel çalışanların, kadrolu çalışanlarla sözleşmeli çalışanların, düşük ücret alanlarla yüksek ücret alanların, dahası bütün sektörlerde her biçimde çalışanların emek-gücünü satamayanlarla bir arada yürütmesi zorunluluktur.

Türkiye’deki süreçte de yaşandığı gibi, seksenli yılların ikinci yarısından itibaren hızla yükselen, düzenin sınırlarını zorlayarak kapitalizmi deşifre etmeyi hedefleyen talepler, hemen her zaman sektör temelli (parasız eğitim, parasız sağlık vb.), yani bütün yerine parça(lar) üzerinden gerçekleştirildi. Bu da, ilgili sektörün emek örgütleri tarafından tek tek yürütüldü. Yalnızca, o da, sınırlı düzeyde olmak üzere, eylem dönemlerinde diğer sektörlerin örgütlerinden destek sağlanabildi ya da verilebildi. Her yapı, kendine ait olduğunu düşündüğü parçayla ilgilendi ve o konuda faaliyet yürüttü/yürütüyor. Bu faaliyetlerde, söz konusu özel alanın siyasallaştırılmasını da hedefleyen talepler çoğunlukla geliştirilemedi. Çünkü daralmadaki tercih, her yapının kendi alanını siyasallaştırması da değildi. Sektör temelli bu faaliyetler, özellikle “kendisi için sınıf” olamamış unsurların, üst kimlik yerine alt kimlikleri üzerinden faaliyetlerinin/taleplerinin şekillenmesini koşulladı. Bir başka ifadeyle, süreç içerisinde parçalar alt parçalara bölündü ve parçaların iç bütünlüğü de kayboldu. Saldırı, yaşamın bütün alanlarında ve emek-gücünü satmak zorunda olanların tümünü kapsıyor olmasına rağmen, tanımlanan bu koşullanma, aynı sektörün farklı meslek grupları (mühendis ve teknisyen, diş hekimi ve diş teknisyeni, hekim ve hemşire vb.) bazen de mesleklerin kendi alt grupları arasındaki “çelişkileri” derinleştirmeyi ve kopuşu (alt parçanın da parçalanmasını) beraberinde getirdi.

Günlük yaşamı, sektörel parçalarıyla, bulunulan yerden ele almak, saldırının bütünlüklü yapısının görülmesi/algılanması önündeki ideolojik engellemelere katkı sunan tarzda her geçen gün yükseldi. Bu durum, mücadelelerin üst kimlik üzerinden ve bütünlüklü yürütülmesi yerine, alt kimlikler üzerinden, parçalara, hatta alt parçalara, hatta alt parçaların da parçalarına yönelik olarak yürütülmesini besledi. Parçalarla ilgili örgütsel yapılardaki (sendika, demokratik kitle örgütü vb.) siyasal unsurlar, içinde bulundukları sektör üzerinden kapitalizmi deşifre etme adına, sektörlerinde yaşanan güncellikleri, olgusal sınırlılıkları içerisinde görme ve göstermeyle yetiniyorlar. “Kitlelerden kopmamak adına”, sistemden kopuşu işaret etmekten, sınıf mücadelesinin dışında çözüm bulunmadığını belirtmekten, kısaca süreci siyasallaştırmaktan, hatta siyasal dil kullanmaktan bile kaçınıyorlar. Böylece, hem sorunların kaynağı hem çözüme yönelik metinlerinde ve alanlara indikleri eylemlilik süreçleri ile sloganlarında hemen daima bu tutumları ile “kapitalizmden başka yaşanacak toplumsal yaşantı olmadığı” algısını, fark etmeden beslemiş oluyorlar. “Kendinde sınıf”ı “kendisi için sınıf”a dönüştürmeyi hedeflemeyen bu örgütlülükler, hem bu, hem de kendi ürettikleri nesnelliğe mahkum oluyorlar –tercih ediyorlar–.

Olgulara ilk bakışta gördüğümüzün ne kadar gerçek olduğunu bilebilmek için bilim ve siyaseti bir arada kullanmaya ihtiyacımız var. Kapitalistler, sınıf kimlikleri üzerinden, her türlü iç çelişkilerine rağmen, hem emekçilere karşı örgütlülüklerini, hem de toplumsal yaşantının bütün alanlarını kapsayan saldırılarını sürdürüyorlar. Öncelikle kapitalizmi bir süreç/canlı bir organizma olarak yeni baştan inceleyebilmeli, sınıf mücadelesinde egemen sınıfların sınıf karakterlerini yeterince kavrayabilmek için de, ilk sınıflı toplumlardan günümüze, sınıf mücadelelerini bütün bileşenleriyle yeniden önümüze koyabilmeliyiz. Böylece hem göremediklerimizi görebilmek, hem gördüklerimize önceden verdiğimiz anlamları emek güçleri olarak/adına gözden geçirme fırsatını yakalayarak, günceli örten politikaları, genel siyasal hattı ve nihai hedefi koruyarak geliştirebiliriz.

Kapitalizmin günümüzdeki derin daralmasında, “üretken tüketim” hâlâ talep edilebilir, uzak erimli hedefleri de içeren siyasal bir talep olma potansiyeline sahiptir. Bu hedefin emek gücünü satmak zorunda olanların ve yaşamın tümünü kapsayabilmesi için de tam istihdam gerekliliktir. Emek-gücünü birbirinden farklı sektörlerde satmak zorunda olanların bulundukları alanı kapsayan, daralmış (eğitim, sağlık vb.) taleplerinin yarattığı erozyonun önüne geçmenin bir aracı olarak yaşamın bütünlüğünden kopuk, ayrı ayrı sağlık, eğitim vb. hak taleplerinden vazgeçilmelidir.

Günümüzde kapitalizme karşı sosyalizmi hedefleyen mücadele ne kadar zorunluysa, kapitalizmi deşifre edebilmek için de hedefin tam istihdam olması, taleplerdeki parçalılığın beslediği, hedef ve algılardaki parçalılığı önleyebilmek ve bütünü görmek ve gösterebilmek için gerekliliktir. Taleplerimiz hem yaşamın bütününü hedeflemeli, parçalara ve alt parçalara ayrılmamalı, hem de süreci sınıf açısından siyasallaştırabilir olmalıdır. Tam istihdam olmadığı, işsizlik olduğu sürece, saldırının, hak kayıplarının bütünlüğü görülemeyecektir. Sağlık da dahil hak kayıplarını sınıflı toplumsal yaşantının bütünlüğü içerisinde tanımlayabilmenin ve bugünden sosyalizm perspektifli taleplerimizle süreci siyasallaştırmanın yolu, günümüzde tam istihdamı talep etmekten geçmektedir.

Ancak bu talep örülürken, nihai hedefin, kapitalist toplumsal yaşantıda sorunun (sömürü oranının, eşitsizliklerin) azaltılması değil ortadan kaldırılması, sosyalist iktidar olması gerektiği gözden kaçırılmamalıdır.

Bu kapsam ve çerçeve içinde taleplerimizi; özelleştirmelere son verilmesi, özelleştirilen kamu mülkiyetlerinin geri alınması, paralı hale getirilen hizmetlerin (eğitim, sağlık vb.) parasız olması, merkezi planlı kamu yatırımlarının sosyal ve sanayi alanında yeniden başlatılarak artırılması ve tam istihdam sağlanması başlıklarında topladığımızda, bugünden istenebilecek ve ulaşılması kapitalist üretim ilişkilerini sarsacak talepler olduğunu söyleyebiliriz.

Sağlık alanına daraldığımızda da, bugün için talep etmemiz gereken, parasız sağlık (ilaç dahil) hizmetidir. Hizmetin finansmanı, bütünüyle adil olarak ve çok büyük çoğunluğu doğrudan vergilerle (faizler, rant ve servetin de vergilendirildiği) toplanan genel bütçeden karşılanmalı, hiçbir prim, katkı payı vb. ödemeleri içermeyen kamucu sağlık hizmeti olmalıdır. Sağlık alanındaki bütün özelleştirme/özerkleştirme uygulamaları geri alınmalı, merkezi planlama çerçevesinde kamu yatırımları hem bina hem teknoloji yönünden artırılmalıdır.

Sağlık hizmetleri ilk aşamasında da (birinci basamak sağlık hizmetleri), sağlık ekibi tarafından, nüfusa orantılı olarak, yaşam (mahalle) ve üretim alanlarında (fabrika, okul, hastane vb.) örgütlenmiş birimlerde, kişiye ve çevreye yönelik koruyucu hizmetlerle ayaktan tanı ve tedavi edici hizmetleri veren, hastane ile sevk zinciri kurulmuş birinci basamak sağlık hizmet birimlerinde verilmelidir. Bu alanlardaki bütün birinci basamak sağlık birimleri ile buralarda ekipler olarak hizmet üretecek olan sağlık emekçilerinin istihdamı, Sağlık Bakanlığı’nın örgütlenmesi kapsamında olmalıdır. Bu birimlerin birbirleriyle ve yataklı tedavi kurumlarıyla organik ilişkileri kurulmalıdır. Sağlık emekçileri örgütlü, iş güvenceli, sosyal güvenlikleri belirlenmiş, ek iş yapmalarına gerek kalmayacak boyutta maaş alabilecek şekilde tek işte, tam süreli çalışmalıdırlar.

Taleplerimize ulaşmanın yolu, saldırıya bütün sınıf güçleriyle birlikte, yaşamın bütün alanlarında topyekûn karşı çıkmaktan geçmektedir. Adı ne olursa olsun, eylemlerimizi ortaklaştırmalı, alt kimlikler yerine sınıf kimliğiyle hareket etmeli, bugünden anti-kapitalist taleplerle başlayarak, sosyalist toplumsal yaşantıyı hedefleyen mücadele, sınıfın emek-gücünü satan ve satamayan unsurlarının gündemine sokulmalı ve yükseltilmelidir.

KAYNAKÇA

Hamzaoğlu O. Kapitalizmin Depresyonu ve Sağlık: Türkiye’de Sağlıkta Dönüşüm Programı. İktisat Dergisi, Sayı: 479-480: 58-65, Şubat 2007.

Hamzaoğlu O. Sağlık Sistemleri Dosyasından Akılda Kalanlar. Toplum ve Hekim, 22(3): 239-240, Mayıs-Haziran 2007.

Hamzaoğlu O, Yavuz C.I.: Sağlıkta AKP’li Dönemin Bilançosu Üzerine, 633-659(içinde AKP Kitabı, Ed. Uzgel İ., Duru B., Phoenix Yayınevi, Şubat 2009, Ankara.(ISBN: 978-605-5738-07-5)

Hamzaoğlu O. Kapitalizmde Sağlık Hizmetleri ve Dünyada ve Türkiye’de Sağlık Reformu Sayılarla Türkiye’nin Sağlığı, 459-472 (içinde Almanak-2008 Analizleri, Sosyal Araştırmalar Vakfı(SAV), Kasım 2009, Ezgi Matbaası, İstanbul. (ISBN 605 89 7157-8)

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑