Siyasi iktidarların en çok övündükleri ekonomik gösterge büyümedir. Büyüme, üretimin bir önceki zaman dilimine göre artışını, üretimin içeriğini ve sosyal yansımalarını dikkate almadan ifade eden bir oran olduğu halde, ülkemizde mutlak bir başarı ölçütü olarak algılanmaktadır. Halk, büyümeyi yeni iş sahalarının açılması ve daha çok değer yaratılması olarak algılıyor. “Usta” iktisatçılarımızın “kaçan treni yakalama” edebiyatlarında ise, “küreselleşen dünyada ülkemizin rekabet gücü artışının hem bir göstergesi hem de kamçılayıcısı” olarak, beklentiler -aynanın öbür tarafından bakıldığında spekülâsyonlar; öz Türkçesiyle üfürmeler- üzerine kurulmaya çalışılan yeni ekonominin önemli bir göstergesi olarak sunuluyor. Gelişmekte olan bir ülkenin büyümesi ne kadar hızlı olursa, yabancı yatırımın o ülkeye o kadar yoğun geldiği ve ekonominin az gelişmişliğine neden olan “kurumsal ve yapısal sorunların” o kadar hızlı aşıldığı anlaşılıyor.
Gerçekten böyle midir? Ülkenin sosyal yapısı, tarihsel şartları, sanayi özellikleri ve sermaye birikiminin niteliği dikkate alınmaksızın, büyümeyi yukarıda açıklanan şekillerde algılamak ve kullanmak doğru mudur? Yoksa ülkemizin sosyal, tarihsel ve ekonomik şartları, böylesi bir büyüme anlayışını kullanmaya engel değil midir? Halkın siyasetten ekonomik taleplerinin oluşmasında, ekonomik göstergelerin tanımlanması, sunulması ve kullanılması çok önemlidir. Hatalı tanımlarla ve algılarla siyaseti başlatan bir talep, sonunda beklediği arzı karşısında bulamazsa, hatalı siyasetten hesap sorma gücü azalır. Gidişatının sağlığını ölçemez duruma gelir. Gidişatı üzerine görüş sahibi olmayan bir halk ise, bunu gördüğünü iddia edenlere bu sorumluluğunu devreder. Gidişatı görmekle yükümlü olanlar, doğal olarak, bu en büyük gücü halkın işlerine müdahalede kullanacaktırlar. 10 yıldan beri ekonomik ve sosyal üst-yönetimi IMF’ye devretmiş olmamız, bu söylediklerimin güncel bir sürümüdür. Öyleyse toplumun kendini ifade etme, hareket ettirme ve ilerletme vesilesi olarak da kullanılabilecek siyaseti oluşturmanın ilk basamağı, nesnel gerçeklerle sözler arasındaki tutarsızlığı elden geldiğince yok etmeye çalışmaktır.
Kaldı ki, durum bu kadar içsel değildir. Yani toplum durup dururken bu yanlış algıları üretmiyor. Toplum, açıkça söylenen bir şeyi yanlış da anlamıyor. Kaldı ki, ekonomik göstergeler toplumsal ürünler değil, “bilimsel” kavramlardır. Yani oturup düşünen birileri bunları ürettiği için vardırlar. Siyasette, yani yönetimle halkın iletişiminde her kavramın bilimsel tanımı içinde kullanılacağı beklenemez; fakat vicdanlı bir bakış, ülkemizde bu göstergelerin heyecanlı siyasetten dolayı yanlışlaştığını değil; menfaatler uğruna çarpıtıldığını – deforme edildiğini görür.
Bu bir bilgi kirliliğidir. Özgür düşünmenin önünde en önemli engeldir. Maddeten vicdanları rahatsız eden kirlerle mücadele etmeden önce, akıllarımızda güvenilir bir düşünce düzlemi oluşturabilmeliyiz. Yine bu noktada, kavramların yeniden sorgulanması önem kazanıyor. Şimdi Türkiye’de güncel büyümeyi tartışmaya başlayabiliriz. Sesli düşünmeye, “büyümenin kaynakları nelerdir?” sorusuyla başlıyorum.
BÜYÜMENİN KAYNAKLARI
2001 sonrası verilere bakıldığında, GSYİH büyüme hızları yüzde altı ile on arasında değişmektedir. İstatistikî tartışmaları bir kenara bırakır ve verileri olduğu gibi kabul edersek, bu dönem, Türkiye ekonomisinin büyümesi, tarihsel (potansiyel) büyüme hızı olan yüzde dörtlerin oldukça üzerinde seyretmiş görünüyor. Her ne kadar IMF güdümündeki son on yılın büyüme ortalaması, 2001 kriziyle birlikte, bu potansiyele yakın olsa da, ardı ardına yüksek büyümeyle geçen yıllar ilk bakışta insanı umutlandırmıyor değil; bu sebeple de, politika malzemesi olmaya oldukça yatkınlar. Fakat büyümenin niceliğine bakıldığında oluşan bu olumlu hava, büyümenin niteliğiyle ilgili ufak çapta bir zihinsel sorgulamayla dağılmaya başlıyor. Karşımıza yine tarihsel-yapısal sorunlarıyla Türkiye gerçeği çıkıyor.
GSYİH ARTIŞINDA PAY
|
2002 % |
2003 % |
2004 % |
2005 % |
2002-2005 % |
Özel harcama |
17,76 |
72,48 |
70,90 |
76,28 |
73,21 |
Devlet harcama |
5,88 |
-3,54 |
0,45 |
2,35 |
0,16 |
Sabit sermaye |
-2,90 |
32,82 |
70,78 |
78,10 |
64,19 |
Kamu |
6,84 |
-12,30 |
-2,66 |
15,84 |
1,60 |
Özel |
-9,74 |
45,12 |
73,44 |
62,26 |
62,59 |
Stok |
90,34 |
52,42 |
12,63 |
-33,45 |
5,83 |
İhracat |
54,18 |
109,07 |
59,74 |
51,55 |
68,78 |
İthalat |
-65,27 |
-163,24 |
-114,50 |
-74,83 |
-112,16 |
GSYİH |
100,00 |
100,00 |
100,00 |
100,00 |
100,00 |
Kaynak: TÜİK
Tabloda 2002–2005 seneleri boyunca GSYİH artışlarında çeşitli kalemlerin payları görülüyor. Bu kalemler; özel sektör harcama, devlet sektörü harcama, sabit sermaye yatırımları, stok değişimleri, ihracat ve ithalat. 2002 senesindeki büyüme artışının açık ara önde kaynağı stoklardaki artışlardır. Bu durum, krizden yeni çıkılmış olmasının doğal bir sonucu olarak düşünülebilir. İç talebin canlılığının bir göstergesi olan özel tüketim değeri yüzde on sekiz gibi oldukça düşük bir değere sahiptir. 2003 senesindeki GSYİH artışında sabit sermaye yatırımlarının ve özel sektör harcamalarının artması olumlu gelişmeler olarak dikkatimizi çekiyor. Yani iç talep bir önceki yıla göre oldukça canlanırken, sabit sermaye yatırımları da büyümeye daha çok katkı vermiş. Sadece bu iki rakamdaki artışa bakılırsa olumlu bir tablo oluşacakken, tablodaki bir başka kalemin yüzde yüzün üzerinde artmasına dikkatimiz çevriliyor. İthalat bir önceki yılda büyüme artışına -%65 katkı sağlarken, 2003 yılında -%163 katkı sağlamış. Döviz kurunun oldukça düşük seyrettiği bu dönemde ithalatın patlama yapması, Türkiye’nin ithalatının büyük bölümünün ara mallarından oluştuğu düşünülünce, özel sektördeki üretimin ve canlanmanın kaynağını belli ediyor. Bunlarla beraber, ithal ürünlerin üretim süreçlerine oldukça dâhil olduğu ihracat da 2003 yılında önemli bir gelişme kaydediyor.
Krizden toparlanılan 2002 yılıyla birlikte ekonomimizin büyüme artışlarını yöneten faktörler kendini mevcut şartlarla çelişmeyen bir şekilde belli ediyor. Düşük döviz kuru ve yüksek reel faizlerin yol verdiği yüksek ithalat ve buna bağlı bir biçimde canlanan bir iç piyasa. Düşüklüğü devam eden kur seviyesinin üretimimizdeki ve dolayısıyla ihracatımızdaki olumlu etkisi, 2004 yılıyla fiyat etkisinin altında kalmışa benziyor. İhracatın büyüme artışındaki payı oldukça azalıyor, ihracatın rekabet gücü düşüyor. Stok artışlarındaki düşme eğilimi devam ederken, özel tüketim kalemi payını muhafaza ediyor. 2004 yılının büyümenin kaynakları açısından ilgi çekici özelliği ise, sabit sermaye yatırımlarının artış içindeki payının oldukça artması. 2005 yılında büyümeye katkı veren faktörlerin yerlerini sağlamlaştırdığını görüyoruz. Stoklardaki düşme akımı devam ediyor ve stok değişimleri 2005’te negatif.
Kriz sonrasındaki büyümenin temel itici gücü, özel tüketim harcamaları ve sabit sermaye yatırımlarıdır. İthalatın GSYİH hesaplarında negatif bir kalem olduğu düşünülürse, ithalatın yüksekliğiyle yukarıdaki iki verinin yüksekliği arasındaki ilişki açık gözüküyor. Düşük kur-yüksek reel faiz ikilisinin ülkedeki yatırımların ve üretimin temelinde olması, bunların yokluğunda üretimin azalması ve yatırımların durmasıyla sonuçlanıyor. Bu ilişkinin özelliklerini daha fazla sorgulamadan önce, daha bütünsel bir bakış açısı sunmak için, IMF denetiminde geçen sekiz yıla kaynaklar açısından bakmakta yarar görüyorum.
BÜYÜMENİN KAYNAKLARI 1997–2005
|
YÜZDE % |
GSYİH |
100 |
SABİT SERMAYE YATIRIMLARI |
16,2 |
KAMU |
2,5 |
ÖZEL |
13,7 |
STOK DEĞİŞMELERİ |
26,8 |
TÜKETİM |
57,1 |
KAMU |
4,7 |
ÖZEL |
52,4 |
NET MAL VE HİZMET İHRACATI |
— |
KAYNAK: BSB 2006 YILI RAPORU
1997–2005 yılları boyunca büyüme artışlarında göze çarpan paylar özel tüketime (%52) ve stok değişimlerine (%27) sahip. Kriz sonrası dönemde önemli bir paya sahip olan sabit sermaye yatırımlarının payı ise oldukça düşük (%16). Kriz öncesi 4 yıllık döneme baktığımızda ise, azalan sermaye yatırımları ve özel tüketimle karşı karşıyayız. Bu dönemde iyi seyreden tek gösterge ihracat olmasına rağmen, devamlı yükselen döviz kuru karşısında ihracat, üretim noktasındaki verimsizlikleri ve bağımlılıkları nedeniyle olması beklenenin altında seyretmiş.
SABİT SERMAYE YATIRIMLARININ DURUMU
Ülkemizde özel tüketimin ve sabit sermaye yatırımının ithalata bağımlılığını çok defa belirtmiştim. Bunlardan sabit sermaye yatırımları, üretimin uzun vadede sürdürebilirliğini sağlaması ve yeni üretimin genişliğini arttırarak istihdam olanakları açması açısından önemlidir. Büyümede sürdürebilirlik ve istihdam olanaklarının artması ile sabit sermaye yatırımları arasındaki nedensellik yüzde yüz geçerli değildir. Sabit sermaye yatırımları gereksiz bir sermaye yenilemesi olabilir, ya da üretim verimliliğini arttırırken istihdamı baltalayabilir. Sözü edilen nedenselliğin var olabilmesi için üretim kapasitesini genişletici ve üretkenliği arttırıcı yatırımların bir arada olması gerekir. Bu konunun incelenmesi sunumun kapsamının dışındadır.
Sabit yatırımların son yıllardaki mutlak miktar ve oransal payları da incelemeye değer.
SABİT SERMAYE YATIRIMLARI MİKTAR ENDEKSİ
SABİT YATIRIM ENDEKSİ |
1998 |
1999 |
2000 |
2001 |
2002 |
2003 |
2004 |
2005 |
TOPLAM |
97 |
83 |
96 |
66 |
63 |
70 |
91 |
104 |
KAMU |
103 |
101 |
132 |
93 |
103 |
97 |
100 |
123 |
ÖZEL |
95 |
78 |
85 |
58 |
52 |
62 |
88 |
99 |
KAYNAK: BSB 2006 RAPORU
Tabloda 1997 sonrası sabit sermaye yatırım endeksi gözükmektedir. 1997 senesindeki sabit sermaye yatırımı 100 kabul edilirse, özel sektör, sabit sermaye yatırımları açısından yaşadığı düşüşü ancak telafi edebilmiş ve 2005’te endeks 99 olmuştur. GSYİH artışı göz önünde tutulursa, yatırımların yurtiçi hâsılaya oranının da ne kadar düştüğü anlaşılabilir. Burada gözetilmesi gereken temel nokta, daha çok dışa açılan ve sermayenin daha başına buyruk olduğu bir ekonomide sabit sermaye yatırımlarının yerinin sağlamlaşamamasıdır.
SONUÇ
Türkiye’de hükümetlerin ve IMF’nin iddiasına göre, büyümenin kaynağı, istikrar ve güven ortamı sayesinde canlanan tüketim talebi ve artan kredi olanaklarıdır. İstikrar ve güven ortamını sağlamak içinse, ulusal ve uluslararası sermayenin tüm talepleri yerine getiriliyor. IMF denetiminde hazırlanan hükümet programlarının temelde yaptığı şey budur. Yukarıdaki incelemede ortaya çıkan ise, büyümenin kaynağının bu söylenenler olmadığı yönündedir. İstikrar ve güven ortamı büyük sermayenin kârlılığını garanti etmekse, Türkiye, gayet istikrarlı ve güvenli bir ekonomik yapıya sahiptir. Fakat istikrar ve güveni, sürdürülebilir, iç dinamiklerin beklentileri doğrultusunda yararlı bir büyüme ve dışarıdaki olumsuzluklardan mümkün olduğunca az etkilenen ve hak sahiplerinin iktisadi anlamda istismar edilmediği bir ekonominin özellikleri olarak algılarsak, Türkiye, negatif anlamda istikrarlı ve oldukça güvensiz bir yapıya sahiptir.
1990’ların ortalarında, Türk sermayesi, büyüyebilmek ve ayakta kalabilmek için uluslararası sermayeyle daha yoğun ve sürekli bağlar kurma baskısı hissetti. Bunun nedeni, 1980 sonrasında ekonomide artan plansızlık ve bunun yol açtığı dışa bağımlı bir üretim yapısı oldu. IMF programlarıyla beraber bu baskı siyasi açıdan belirleyici bir konuma geçti. IMF programları 2001 yılına kadar oldukça başarısız oldu ve kriz patlak verdi. Krizden sonra ayakta kalan “en büyükler”, eski hatalarından kısmen arındırılmış ve amaç olarak değişmemiş IMF programlarıyla, ekonomi yönetiminin istedikleri yörüngede durmasını sağladılar. Bu programlar sonucunda içinde bulunulan durumun özelliklerini sıralayalım:
1- Düşük kur, iç talebin canlı tutulmasını sağladı; çünkü üretimimiz büyük oranda ithal girdilere bağlıdır. Düşük kurun ihracat üzerindeki etkisi ise çift taraflı. Üretimin bağımlı olduğu ithal girdiler ucuzluyor, böylece maliyetler görece azalıyor; fakat uluslararası piyasada paramızın aşırı değerli olması fiyat dezavantajı yaratıyor. İhracatçı, özellikle imalat sanayisinde reel ücretleri düşürme ve daha az işçiyi daha çok sure çalıştırma yoluyla bu ikilemin üstesinden gelmeye çalışıyor. İhracatçının mevcut durumdan memnun olmamasının altında bu çelişki yatıyor.
2- Yüksek reel faizler, ülkeye sıcak para girişinin oldukça artmasını sağlıyor. Bu, hem ihtiyaç duyulan kur düşüklüğüne yardımcı olurken, hem de bankacılık sektörünün ve “milli” sermayenin ihtiyaç duyduğu kredi olanaklarını arttırıyor. Yüksek reel faizin tabiri caizse kaymağını, büyük yatırımcı, uluslararası sermaye ve bankacılık sektörü yiyor. Yüksek faizin finansmanı ise, başka bir övünme kaynağı olan sıkı maliye politikalarıyla kamu tasarruflarından sağlanıyor.
3- Gitgide artan oranlarda yabancı sermaye Türkiye’ye akarken, önünde hiçbir düzenleyici ve şekillendirici devlet mekanizması olmadığı için, doğası gereği en çok kâr getiren işlere yöneliyor. Yani gelen yabancı sermaye, ya finansal sistem içinde dönüyor ya da özelleştirmeler yoluyla pazar payı ve kârlılıkları yüksek kamusal değerlerin satılmasıyla değerleniyor. Bu bağlamda, bankacılık sektörü, çok hızlı bir biçimde yabancı sermayenin sahipliğine giriyor. Mevcut sistemin kârlılığının yönetilmesi açısından, bu, yabancı sermaye için oldukça rasyonel bir tercih. Pazar payı yüksek kurumlarımızın özelleştirilmesinde ise, ihale süreçlerinin yürütülmesindeki adalet, sosyal anlamda yapılan adaletsizliği örtmeye yetmiyor. Bankacılığa akan bu sıcak paranın oldukça az bir kısmı küçük üreticinin yatırımlarına kalıyor, bu krediler, yapısal özellikler nedeniyle bağımlılığı arttırıcı şekilde harcanıyor.
Mevcut politikalar Türkiye’nin yapısal bağımlılık sorununu doğrudan hedef almaz ve ekonominin kendi birikimlerine dayanarak dönmesini sağlamaz ise, bugünkü programların devamı olmak zorundadırlar. Arada kalan tüm programlar krizle sonuçlanacaktır, çünkü “milli” büyük sermayemiz uluslararası bütünleşme sürecine çoktan başlamıştır ve hızını kesecek tavizlere karşı hırçınlığını her yeni gelişmeyle göstermektedir. Mevcut programların devamı ise, halkın mutlak kayıplarıyla sonuçlanmaktadır. Toplumun büyük kısmının reel ücretleri gerilemektedir. Büyük şehirler, büyük sermaye açısından birer toplumsal dönüşüm merkezi konumundadırlar. Büyük varoşlar işsiz orduları yaratmakta ve ücretleri baskılamakta, reel üretim yapan sektörler gittikçe ücret açısından avantajını kaybetmekte ve nitelikli işgücü giderek bu sahalardan uzaklaşmaktadır. Halkın geneline istihdam ve refah sağlayacak iktisadi politikaların amacı, bağımlılık ilişkisini birincil sorun olarak çözmeye çalışmak olmalıdır. Bu sorun, ancak daha plânlı bir ekonomi dâhilinde çözülebilir.
Sonuç olarak, bugün Türkiye’de böylesi bir büyüme, ancak bu teslimiyet derecesiyle var olabilir ve sürdürülebilir. Bu noktada IMF programları ve hükümetler başarılı kabul edilmelidir. Fakat sağlıklı ve toplumu güçlendirici bir büyüme, şu anki büyümenin çoğu özelliklerini taşımamalıdır. Türkiye ekonomisi bu şartlarda büyüyor demek, en kârlı sektörlerin yabancılar eline geçmesi demektir. Dışa bağımlı üretim yapısının, finansal sistemin yabancılaşmasıyla, daha da derinleşmesi demektir. Reel ücret gerilemeleri ve sıkı maliye politikalarıyla halk kazanım ve tasarruflarının azalması ve tüketilmesi demektir. Her şeyin metalaşması uyarınca sağlık ve eğitim gibi toplumsal sektörlerin halka gerekli kazanımlar sağlanmadan acımasızlaştırılması demektir. Toplumsal duyarlılığın azalmasının pozitif olarak ivmelenmesi demektir.
KAYNAKLAR
· YELDAN, ERİNÇ, 1998 SONRASINDA SABİT SERMAYE YATIRIMLARI. 12 NİSAN 2006
· YELDAN, ERİNÇ, BAĞIMSIZ SOSYAL BİLİMCİLER, İKTİSAT VE TOPLUM KÖŞE YAZISI, BÜYÜMENİN KAYNAKLARI ÜZERİNE
· BAĞIMSIZ SOSYAL BİLİMCİLER 2006 YILI RAPORU; IMF GÖZETİMİNDE ON UZUN YIL 1998 – 2008
· SÖNMEZ, MUSTAFA, BU BÜYÜME SÜRDÜRÜLEBİLİR Mİ?