Hedef Proleter Demokrasisi ve Sınıfsız Toplum

Bir güneş doğdu. Tarih Şubat—1848. Bütün koyu karanlıklar aydınlandı o gün açlığın, sefaletin ve dizginsiz sömürüyü örten, kalın sis perdesini dağıttı.
Bir kıpırdanma, bir canlanma oldu sonra. Fabrikalarda çalışan çağdaş ücretli köleler, ağır ağır kalkıp yerlerinden şöylesine bir doğruldular: Alınlarında-ki sımsıcak teri silip öne doğru yürüdüler. Ve hep birlikte başlarını kaldırıp güneşe çevirdiler. Güneşin değdiği yüzler pırıl pırıldı şimdi. Gözlerinin içi güldü hepsinin. Bir heyecan bir umut, bir coşku doluverdi yüreklerine. İçi içine sığmıyordu hiç birinin. Saflarını sıklaştırıp üreten nasırlı ellerini sımsıkı yumruk yaptılar. Ve ancak kendilerine yakışır gür bir sesle doğan güneşi selamladılar. Ve bildiler ki güneş kendileri için doğmuş kendileri için müjdeler getirmişti. Kendilerinin kurtuluş yolunu aydınlatıyordu. Kollarındaki pas tutmuş kölelik zincirlerini nasıl kırıp parçalayacaklarını ve tarihin çöplüğüne atacaklarını ve nasıl bir özgür dünya kuracaklarını gösteriyordu. Bu güneş dünyanın lanetlenen bu insanlarını ayağa kalkmaya çağırıyordu. Ve onlara şöyle sesleniyordu: “Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz!”
Bu güneş proletaryanın militan önderleri ve unutulmaz başöğretmenleri Marx ve Engels’in yaratmış oldukları eşsiz, ölümsüz eseri Komünist Manifesto’dur. Marksist bilimin en ünlü belgesi olan bu dev eser tam 142 yıl öne yazılmış olmasına karşın o güne kadar güncel ve o gün kadar bugünde proletaryanın eylem kılavuzudur. Büyük Marksist Lenin şunları söylemiştir: “Bu yapıt duru ve parlak bir deha ile yeni bir dünya anlayışını toplumsal yaşamı da kucaklayan tutarlı bir materyalizmi en geniş ve en derin gelişim öğretisi olarak Diyalektiği sınıf savaşımının teorisini ve proletaryanın / yeni Komünist Toplum yaratıcısının / dünya tarihindeki devrimci rolünü açıklar.”
Komünist Manifesto hangi koşulların ürünüydü?
18. yy sonlarında ve 19. yy.da Ortaçağın sonlarından beri eski feodal toplumun bağrında gelişmekte olan yeni bir toplumun sınıfı “Burjuvazinin” tamamen güçlenmiş olduğunu görürüz. Bu dönemde burjuvazi açıktan açığa en üstün ve en ilerici güç olarak belirdi. Sonradan iktidara sahip olma çabalarına girişen burjuvazi bunu yalnız kendi adına yapmadı. Burjuvazi ortaya attığı evrensel özgürlük, eşitlik, kardeşlik sloganlarıyla kendine destek bularak en geniş halk yığınlarını da birlikte sürükledi. Bu devrim haliyle herkesten çok burjuvazinin işine yarayacaktı. Öyle de oldu! Çok geçmeden onun sınıf hâkimiyetine yol açan yeni düzenler kuruldu. O dönemdeki “zenginlesiniz” sloganıyla bankalardan zengin sanayicilerden ve spekülatörlerden oluşan yeni egemen sınıf sanayiler, fabrikalar kurarak maden ocakları ve demir yolları açarak ve kapitalizmin tamamen egemen olmasını sağlayarak kendilerini daha da çok zenginleştirdiler. Ama diğer yandan burjuvazi yalnız krallığı devirip Cumhuriyeti kurmakla kalmadı. Bunun çok ötesinde üretim güçleri önünde engel eski feodal üretim ilişkilerini de ortadan kaldırıp feodal ayrıcalıklara son verdi. Eski feodal toplumun yerine kendi sınıf egemenliğini, insanların bireysel özgürlüğüne ve burjuva anlamda yasalar karşısında eşitlik ilkesine dayalı köklü toplumsal bir değişimde getirdi. Eski sosyal kurumlar, eski görüş ve düşünüş, hatta yaşayış biçimi kökünden değişti, ayrıca iktidara gelen burjuvazi beraberinde kendisine karşı yeni bir sınıf da yarattı. Ve demokrasi akımları için yolları açtı.
O süreçten sonra sayıca ve güç bakımından büyüyen, yalnızca burjuvazi değildi. Onunla birlikte ve ona karşıt proletarya da büyüyordu. Burjuvazinin toplumu örgütlemesinde ve çıkarılan bütün yasalarda başta işçi sınıfı olmak üzere çalışan bütün yığınlar göz ardı ediliyordu. Bir genel oy hakkı genişletilirken bile işçi sınıfı bunun dışında bırakılmıştı. Ve görülüyordu ki demokrasi yalnız burjuvalar içindi. Bu demokrasi, başta işçi sınıfı olmak üzere diğer bütün emekçi katmanlar için açık bir diktatörlüğe dönüşüyordu.
Artık işçi sınıfı bu burjuva diktatörlüğüne karşı dişleriyle, tırnaklarıyla savaşmak zorundaydı. Çünkü egemen sınıflar vermek zorunda kaldığından bir milim fazlasını vermeyi reddediyorlardı. Bununla birlikte kendi işlerine gelmesi durumundu ödünler vermeye razı oluyorlardı. Çaresizlik içindeki işçiler sanayi devriminin başlangıcında, 1811-12 Luddite ayaklanmalarında olduğu gibi makineleri kırıp parçalamaya ve fabrikaları yakıp yıkmaya varacak kadar şiddete başvurarak başkaldırmaya başlamışlardı. Ama zamanla işçi sınıfı hareketlerine özgü savaşım biçimlerine, tomurcuklanan bilincine, istemlerine, politikalarına ve örgütlerine sahip bağımsız bir sınıf olarak kendilerini örgütlemeye başladılar. Sendikalar kuruldu. Başlangıçta bunlar sınıfın dayanışmasına karşı yasalarla ağır bir biçimde bastırıldılar. Ama bu baskılar grev ve yığınsal gösteriler biçiminde gittikçe artan bir dirençle karşılaştı. Altmış binlere-yüz binlere varan işçi gösterileri Peterloo katliamında olduğu gibi hep vahşice kanlı bir biçimde bastırılmaya çalışıldı. İşçiler, bütün insan severler dehşet içindeydiler. Burjuvazi artık o eski özgürlük, eşitlik, kardeşlik sloganlarını unutmuş gibiydi.
Her şeye rağmen sınıfın mücadelesi yükseliyordu. İşçi sınıfının yükselen görkemli mücadelesi grev hakkı da dâhil olmak üzere sendika kurma hakkını söke söke almış ve dizginsiz sömürüye karşı bazı yasaların çıkarılmasını sağlamıştı. Sendikacılık hızla serpilip yaygınlaşmaktaydı. Bunu sendika federasyonları izledi. Ne var ki işçi sınıfı üzerindeki baskılar hiç kesilmiyordu. İşçilerse insanca yaşam için daha da isyankâr oluyorlardı. Bu kıran, kırana bir sınıf savaşımıydı. 1830’larda Fransa’da, önce Lion’lu dokuma işçilerinin, daha sonra diğer fabrikalardaki işçilerin berbat işyerlerinden çıkıp sokaklara dökülmelerinin ayaklanmalara dönüşmesini, 1840’larda İngiltere’deki güçlü Çartist Hareketi izledi. Özellikle bu yıllarda işçi hareketleri kıta üzerindeki tüm radikal hareketin güçlenmesi çakışmasıyla bütün Avrupa’da bir demokratik hareketler birbirlerine yakınlaşmaya başladı. Kötü bir önderlik ve sonrası baş gösteren anlaşmazlıkların yanı sıra 1848’leri izleyen yıllarda ekonomideki canlanma ve köklü hareketlerin baş aşağı gitmesinde etkili oldular. Ama işçi sınıfının gözü kara mücadelesi hiç bir zaman tam olarak küllendirilmedi ve söndürülemedi. Kapitalizm güçlü bir biçimde yeniden canlanırken, işçi hareketi de gittikçe daha çok “katıksız” sendikalizme ve daha çok örgütlenme militan bir mücadeleye yöneldi.
İşçi eylemlerine yöneltilen baskıların sonuçlarından biri de proleterler üzerinde sosyalist etkinin başlaması oldu. O güne dek bir burjuva ve küçük burjuva hareketi olan sosyalizm, madenlere, fabrikalara, atölyelere, doklara sızmaya başladı. O vakit sosyalistler Çartist Hareketi içerisinde etkin olduklarından, işçilerin sosyalizme ve sosyalizmin de işçileri yakınlaşmasının ilk başlangıcını bu donem kabul edebiliriz. Bu dönem aynı zamanda işçi sınıfının kendisi için bağımsız bir güç olarak ortaya çıktığı dönemdir. Sınıf kendi istemlerini artık duyurabiliyordu. 1848 devrimi Kapitalist dünyayı eski düzene meydan okumaya hazır bu yeni bağımsız devrimci gücü dikkate almaya zorladı.
Bu tarihsel ve sınıfsal koşulların hüküm sürdüğü böylesi dönemde ayrıca hukuk, felsefe, din, bilim, edebiyat, sanat vb. alanlarda devrimci kopuşlar oluyordu. Büyük Ütopyacı, reformcu ve yorumcularının eserleri, Strauss’un İncil eleştirisi, Grimms’in yeni Dilbilim yeni Matematiksel, fizik, yeni geometri, hücrenin keşfi bunlardan birkaç örnektir. Diğer yandan tarih anlayışı ve kavrayışı giderek derinleşiyordu. Her yazar İngiliz, Fransız devrimlerini kendilerine göre yontuyordu. Ayrıca ister yavaş ister aniden olsun evrim kavramı ve tarihin yalnızca anlamı değil yönü sorunu da ortaya çıktı. Yalnızca geçmiş değil, geleceği de görebilir ve böylece tarihten bir anlam çıkarılabilir miydi? Hegel kendi Diyalektiği ile bütün bu sorunlara derinliğine daldı. Bu gibi bütün devrimci kopuş ve değişik çabalar çok geçmeden yeni bir felsefi görüş, diyalektik ve Tarihsel Materyalizm olarak Marks’ın ellerinde bir araya geldi.
Burjuva gericiliğinin özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ideallerini bir yana bırakması, ilerleyen teknolojinin ardındaki tahammül edilemez yaygın sefalet toplumsal düşüncelere sahip bir çok kişiyi derinden huzursuz etti. Adam Smith ve David Ricardo’yu izleyen iktisatçılar kapitalizmin “doğal düzen” olduğunu ilan etmişlerdi. Marx-Engels’in derin incelemeleri Smith ve Ricardo’nun klasik teorilerinin eksikliklerini ortaya çıkardı. Marks’ın artı-değer teorisini buluşuna tırmanan tahlili, klasik iktisatçıların “doğal düzen” dedikleri kapitalist toplumun doğal olmayıp geçici olduğunu gösterdi. Bir proletarya yaratmakla kapitalist düzen kendi yıkılışının ve onun yerini bir sosyalist düzenin alışını içeriyordu. Bu buluş işçi sınıfının kurtuluşunun dayanaklarından biri haline gelmişti. Marx toplumsal devrimin-taşıyıcısı olarak özel mülkiyeti kaldırabilecek ve kaldırması gereken sınıf olarak yeni sınıfın, proletaryanın devrimci rolüne işaret etmiştir. Ve bu sınıf, bu tarihsel görevini, ancak Alman Felsefesinin en son gelişini olacak yeni bir teori tarafından yönlendirilebilirse, başarılabilirdi. Bu gerçeği gören Marks “Nasıl ki felsefe maddi silahını proletaryada buluyorsa, proletarya da entelektüel silahını felsefede bulur” “Bu kurtuluşun kafası felsefe, yüreği ise proletaryadır” diyecekti.
Marx ve Engels sosyalist doktrinler arasında yer alan Babeuf’çu ve düşüncelerden de haberdar oldular. Onların düşüncelerin “kaba, uygarlaşmamış materyalistler” olarak görmelerine karşın bir Komünist Partinin ilk örneğini veren ve yeni bir dünya düzeninin taşıyıcıları olan bu kimseleri işçilerin güçlü savunucuları olarak takdir ettiler. Fransız Saint Simon ve Charles Fourier, İngiliz çağdaşları Robert Owen gibi büyük ütopyacılar burjuva toplum düzeninin acı birer eleştirmenleriydiler. Bunların hepsinde de bir tarih anlayışı vardı. Saint Simon tarihte bir sınıf savaşımı görmüştü ancak bunlardan hiç biri proletaryanın devrimci rolünü anlayamamıştı. Bu tür ütopyacı yazarlar sınıf çatışmalarını esasen ahlak çatışması olarak gördüler. Bunlar çalışan yığınları potansiyel devrimci savaşçılar olarak değil, yoksul ve mülksüz kişiler olarak gördüklerinden onlara seslenmişlerdir. Her şeyden önce radikal iyiliksever ütopyacı olduklarından proletaryaya değil aydın burjuvaziye seslenmeyi tercih etmişlerdir. Aralarında Louis Blanc’ın Etienne Cabet’nin ve Pierre Joshp Proudhon’un da bulunduğu bu kişiler birer burjuva sosyalisti idiler. Bunların hepsi de barışçıl geçişe inanıyordu. Bunların arasında hepsinden çok daha yetenekli olan Proudhon’du. “Mülkiyet nedir” kitabıyla ün yapar Proudhon bu soruya “mülkiyet hırsızlıktır” diye yanıt veriyordu. Ancak Proudhon’un işlediği esas tema “ideal anarşi” idi. Proudhon’un radikalizmi onun doktrininin fabrika işçisinin değil esas olarak küçük üreticilerin ve mülk sahiplerinin faydalanabileceği reformları öngördüğü gizlemeye yetmiyordu. Bunun için Marx daha sonra Proudhon’u “küçük burjuva” olarak nitelendirmiştir. Çünkü Proudhon siyasal iktidarı ele geçirmeyi reddediyordu. Buna karşılık Marks’ın felsefesi, Proudhon’un her zaman bir tiksinti duyduğu modern proletaryanın deneyimine seslenmekteydi.
1830’larda işçi sınıfı davasının militanları çeşitli derneklerde örgütleniyorlardı. O dönemdeki işçi ayaklanmalarının militanları çeşitli derneklerde örgütleniyorlardı. O dönemdeki işçi ayaklanmalarının arkasında da bunlar vardı. Bunlardan Auguste Blanqui ve Armand Barbes yorulmak bilmez gizli tertipçiler; kendilerini davalarına özveriyle adamış bu kişiler uzun yıllar hapiste yattılar. Marks’ın Blanqui’ye kendisini komünizm idealine adamışlığına ve bağlılığına büyük saygısı vardı ama Marks komünizme giden yolu Blanqui gibi devrimci bir ortamı hazırlayan bütün temel faktörleri hesaba katmaksızın bir hükümet darbesi hazırlayan bir gurubunun, kendini adamış ajitatörün gizli-tertipçi eylemlerinde değil, işçi sınıfının siyasal ve ekonomik olarak tam bir örgütlenmesinde görüyordu.
Marks ve Engels kendilerinden önceki bu gibi düzinelerce teoriyi ve deneyimi didik didik edip kum gibi eledikten sonra bunların içerisindeki işe yarar doğru öğeleri alıp devrimci sınıf savaşımları içerisinde sınadılar daha sonra bunları kendi keşifleriyle yeni ve canlı bir sosyalist dünya görüşü olarak bütünleştiren Marks ve Engels sosyalizmi ütopik olmaktan çıkarıp bilimsel bir sosyalizme dönüştürdüler. Babeuf mülksüz büyük çoğunlukla küçük-zengin azınlık arasındaki nihai savaşımı daha önceden aklından geçirmiştir. Saint Simon toplumdaki ilerleyen bilim ve teknolojinin etkisinin farkındaydı. Saint Simon ve birçok başka ütopyacılar burjuva toplumunun doğasının başarılı bir biçimde tahlil etmişlerdi. Owen modern sanayi toplumunu ve onun sınıfsal niteliği ile derinden etkilemişti. Sınıf çatışması hem İngiliz sosyalistlerini hem de iktisatçılarının teorilerinin merkeziydi. Fransız tarihçileri, İngiliz ve Fransız devrimlerini sınıf savaşımları olarak görmeye çok yaklaşmışlardı. Blanqui işçi devriminden söz etmiş ve proletarya diktatörlüğü anlayışını sezmişti. Tarihsel materyalizmin öğelerine, o dönemdeki birçok düşünürün yazılarında rastlanabilir. Ama ne bu türden “alıntılar” ne de Marks ve Engels’in Hegel’e ve Feuerbach’a olan borçları, onların yarattığı Komünist Manifesto’nun özgürlüğünden bir şey kaybettirir… Marks ve Engels bu öncüllerine duydukları minnettarlığı hiç bir zaman yadsımamışlardır. Engels büyük ütopyacılar konusunda içten şeyler yazmıştır. Marks iktisadi yazılarında Smith’den, Ricardo’dan ve öteki iktisatçılardan ayrıca kapitalist toplumun öteki ciddi eleştirmenlerinden yetersizliklerini tahlil ederek ve düzelterek saygıyla söz etmiştir. “Ve bana gelince, modern toplumdaki sınıfların ya da bunların arasındaki savaşımın varlığını keşfetmiş olma onuru bana ait değildir. Burjuva tarihçileri bu sınıf savaşımının tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçılar da sınıfların ekonomik anatomisini benden çok öne açıklanmışlardır.” diyen Marks, hemen sonra kendisinin yeni olarak yaptığı şeyleri açıkça şöyle belirtmiştir: “1-Sınıfların varlığının, ancak üretimin gelişmesindeki belirli tarihsel evrelere bağlı olduğu nu 2-sınıf savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne vardığını 3-bu diktatörlüğün kendisini, bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız bir topluma geçişten başka bir şey olmadığını kanıtlamak (tır).”
İşte Marks’ın Engels’in kendi teorileriyle burjuvazinin en önde gelen en derin düşünürlerinin teorisi arasındaki başta gelen köktü ayrılıklar bunlardır. Bunun için sınıf savaşımını kabullenmek, Marksist olmaya yetmiyordu. Marksist olabilmek için sınıf savaşımını proletaryanın devrimci diktatörlüğüne vardırılması gerekiyordu. Büyük Marksist Lenin “Komünist Manifestonun öğrettiği en büyük ders budur.” diye yazacaktı.
Marks, Engels 1846 başlarında Avrupa’daki ve Amerika’daki değişik komünist gurupları ve yandaşlarını bir araya getirmek ve Komünist Eylem Gurubunun kuruluşunu hazırlamak üzere bir Komünist İrtibat Komitesi kurmaya girişirler. Eylül ve Ekim 1846 tarihli raporda Engels, programın bir bölümünde komünistlerin amaçlarını şöyle vurgular “1-Burjuvaların çıkarları karşısında proleterlerin çıkarları için çalışmak, 2-Bunu özel mülkiyeti kaldırarak ve onun yerine mallarda ortaklaşalığı koyarak sağlamak, 3-Bunu gerçekleştirmek için şiddete dayanan demokratik devrim dışında hiç bir yolu kabul etmemek”.
İlk sosyalist örgütlenmelerden Adalet Birliği’nin Londra’da 2-7 Haziran da yaptığı Kongrede Marks bulunmadı. Bu kongrede Adalet Birliği’nin komplocu niteliğini bırakıp, demokratik bir temel üzerinde kendisini yeniden örgütlemeyi ve örgütün adının Komünistler Birliği olarak değiştirilmesi kararlaştırıldı. Kongrede hazırlanan tüzük artık aydınlığa çıkmıştı. Göze çarpan ilk şey metnin başında yer alan savaş çağrısıydı. “Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz!” “Bu sözleri kongreye Engels’in kendisi getirmişti. Komünistler birliğinin 2. Kongresinde ise bu kez Marks ve Engels birlikte hazır bulundular. Program, gündemdeki ana maddeydi. Birliğin görevini şimdi şöyle ilan ediyorlardı. “Burjuvazinin devrilmesi, proletaryanın egemenliği, sınıf karşıtlığına dayanan eski burjuva toplumunun kaldırılması ve sınıfsız ve özel mülkiyetsiz bir toplumun kurulması.” Tartışmaların sonucunda Kongre Marks’a Birliğin resmi programını hazırlama görevini verdi. Marks, Engels’in bunun bir manifesto olması konusundaki önerisini benimseyerek, yeni programı yazmaya başladı. Olabildiğince mükemmel bir biçim çıkarmak uğraşıyla, bunu kendine özgü büyük özeniyle yaptı. Marx Manifestosunu Şubat-1848’de tamamladı. Artık Komünist Manifesto komünistlerin resmi programı olarak şubat’ın ortasında yayınlanarak, sınıf savaşımı tarihinde bir kilometre taşı oldu.
Her zaman olduğu gibi bugün de bütün sınıf devrim düşmanları proletaryanın bu sönmez güneşini balçıkla sıvayıp karartmaya çalışmaktadırlar, sanki yeryüzünde üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet kalkmış, sanki bütün sömürücü burjuva devletleri yıkılmış, sanki sınıflar yok olmuş da sınıfsız bir toplum kurulmuş, sanki köle sahibi emperyalistlerin başları ezilip mezara gömülmüşler, sanki bölgesel savaşlar kışkırtılmıyor, sanki faşist askeri darbeler tezgâhlanmıyor, sanki bunalımlar bitmiş, işsizlik, açlık kalmamış gibi, her fırsatta “Marksizm’in günümüz koşullarına uymadığı” dahası sözüm ona sosyalist ülkelerdeki ekonomik ve toplumsal çürüme, bunalım, çalkantı ve yıkımlar öne çıkarılarak, Marks’ın düşüncelerinin iflas ettiği dolayısıyla onun Manifestosunun eskimiş bir paçavra olduğu” söyleniyor ya da söylenmek isteniyor.
Sovyet revizyonistlerinden Avrupa komünistlerine, Çinli teorisyenlerden burjuva ajanlarına varana kadar herkes aynı zehri kusmaya çalışıyor. Sınıf kavgasının bittiğinden, dem vurup tüm dünyaya ayrımsız bir “sosyal barış” ilan ediyorlar. İşçi sınıfı ve onun bilimi Marksizm’in karşısında sağlam karşı-devrim cepheleri oluşturmak için ha bire soğuk terler döken bu anti-komünistlere göre çağımız değişmiştir. Hem de öyle bir değişmiştir ki akılların alamayacağı kadar büyük değişikliklerdir bunlar! Öyle ki ne tekelci burjuvazinin emperyalistliği ne de devrimci proletaryanın sosyalistliği kalmıştır. Onlara göre artık köle sahibi emperyalist burjuvazi ile çağdaş köle proletarya kol kola girip birlikte insanlığı yükseltmeye çaba göstermeliydiler! Dünyanın iki büyük patronu Amerika ile Rusya ha bire silahlanarak “dünya barışını sağlamak” “İnsanlığı yükseltmek” için kafa kafaya vermiyorlar mıydı? Amerikan emperyalizmi Lenin’in emperyalizm tanımına hiç benziyor mu? Amerikan ve diğer bütün emperyalistlerin bizim bildiğimiz emperyalizme hiç benzemedikleri, Rusya’daki Gorbaçov’un “sosyalizmin” kalkınmasına tam destek vermelerinden anlaşılmıyor mu?
Hayır! Bu küf tutmuş demagojileri ve kokuşmuş yalanlara kim inanır! Emperyalist tekelci burjuvazi ile “sosyal barış” olamaz. Bunun aksine ancak aptallar inanır. Dünyanın devrimci proletaryası ve ezilen halkları emperyalizme savaş kışkırtıcılarına ve onların zavallı propagandacılarına kanmayacaktır. Onlar, Manifestodaki çağrıyı unutmayacaklardır. Devrimci sınıf savaşımları bütün şiddetiyle sürüyor. Ve Manifesto yaşıyor. Hedef, proleter demokrasi ve sınıfsız toplumdur.

Ocak-Şubat 1989

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑