GOP ve Kafkaslarda son durum: “Çatışma ve çöküşe doğru”

GİRİŞ

“Genişletilmiş Ortadoğu Projesi[1]”nin 2004 Haziran’ındaki G-8 zirvesinde ilan edilmesinden bu yana dört yılı aşkın bir süre geçti. Kuzey Afrika’dan Çin sınırına kadar[2] olan geniş bir coğrafyayı kapsayan GOP’un amacının; Ortadoğu’daki güçlerin “Ilımlı İslam-Radikal İslam” ayrımı üstünden denetim altına alınarak tüm bölgenin haritasının Amerika’nın çıkarları doğrultusunda yeniden çizilmesine meşruiyet kazandırmak ve bu plana bölge halklarının desteğini sağlamak olduğu ne paylaşım savaşının diğer oyuncuları ne de dünya halkları açısından bilinmez değildi.

Afganistan ve Irak’ın işgalinin ve geçtiğimiz ay Kafkaslarda yaşanan “küçük çaplı” savaşın ardından, ABD’nin bölgedeki temel stratejisinin, yedeklediği bölgesel güçler ya da doğrudan kendi askeri müdahalesi aracılığıyla arı kovanına çomak sokmak ve oluşan kaos ortamında çıkarlarına uygun yeni düzenlemeler yapmak olduğu daha da anlaşılır oldu. Belli başlı emperyalist güçler tarafından hâlihazırda paylaşılmış enerji kaynak ve yollarının yeniden paylaşımıyla birlikte görece bakir pazarların piyasaya açılması için önce taşların yerinden oynatılması gereği kaçınılmaz sayılıyordu.

Nitekim o günden bu yana, ABD’nin, GOP üzerinden ‘ılımlıları’ yedekleme ve ‘aşırıları’ sindirme ya da yalıtma politikasında belli oranda yol kat ettiği görülüyor. ‘Terörizmle savaş’ında kendi yanında taraf olmaya zorladığı işbirlikçi rejim ve odakları hizaya getirmek ya da yeterince yanlı olmadığı için karşısında ilan ettiği güçleri tasfiye etmek üzere; kimi zaman tehdit tonunu üst perdeye, yeni saldırı senaryolarını ise manşetlere taşıdı, kimi zaman da ‘barış’ konferansları, diplomasi turları, ardı arkası kesilmeyen ‘sürpriz’ ziyaretlerle deyim yerindeyse ‘kaportayı toplamaya’ çalıştı.

Diğer yandan GOP’un Kafkaslara uzanan ayağında da, “gül”, “kadife”, “turuncu” adı takılan türlü darbe organizasyonları ile iktidara getirdiği işbirlikçi yönetimleri ‘çomak’ olarak kullanmaktan hiç çekinmeyeceğini dünya aleme gösterdi.

Bu nedenle, Yeni Dünya Düzeni safsatasının dünya halkları nezdinde yerle bir olmasının ardından, ABD’nin ilan ettiği “terörizmle savaş”ın Pakistan’ı da içine alacak şekilde Ortadoğu’da gömüldüğü bataklık ve ABD’nin gözde piyonu Saakaşvili’nin Rusya karşısındaki hezimeti yanıltıcı olmamalı. Çünkü karşımızda istikrarsızlıktan ve halkların birbirini boğazlamasından beslenen bir güç var.

ABD’nin ‘kat ettiği’ yolun nereye çıktığı, başka bir deyişle bölgede attığı adımların bugüne kadarki ve gelecekteki olası sonuçları, bunları emperyalizmi bölgeden söküp atmak için bir fırsat olarak değerlendirmesi gereken bölge halkları ve antiemperyalist güçler açısından önem taşıyor.

ORTADOĞU KAN DERYASI

ABD ve ‘müttefikler’inin Afganistan ve Irak işgali, beklendiği gibi, sadece bu ülkeleri değil, tüm bir Ortadoğu’yu kan gölüne çevirdi. İsrail’in Filistin topraklarında Filistinlilere yaptığı zulüm katmerlendi. Bölgemiz bombalarla yağdırılan ABD ateşiyle alev aldı. Sadece Irak ve Afganistan’da değil, bugün Lübnan, Filistin, Pakistan, Hindistan ve Türkiye de dahil olmak üzere bölgenin hiçbir ülkesinde istikrar ve barış ortamından söz edilemez. Farklı milliyet ve mezheplerin birbirine düşürüldüğü, iktidar kavgasının artık bombalı eylemler ve bölgesel çatışmalarla yürütüldüğü bölgede, İstanbul Güngören’de bombaların patlatıldığı saatlerde, dört farklı ülkede bir günde yüzü aşkın kişi benzer saldırılarda hayatını kaybetti. Kiminde Şii hacılar, kiminde Kürtler, kiminde hiçbir şeyden habersiz insanlar, her gün, emperyalizmin bölgeden sökülüp atılamamasının diyetini ödemeye devam ediyor. Ancak Ortadoğu’da özellikle son bir iki yılda yaşanan gelişmeler ABD emperyalizminin ve müttefiklerinin ilerlediği yolun giderek sarpa sardığına işaret ediyor: İşgal güçlerinin merkezinde olduğu şiddet Lübnan’da sarmalının derinleştiği Irak ve Afganistan’da giderek yalnızlaşması ve batağa saplanması, İsrail- Filistin arasında ABD himayesinde süren görüşmelerde kayda değer hiçbir adım atılmadığı gibi bunun El Fetih’in zayıflamasına, Hamas’ın güçlenmesine hizmet etmesi, Amerikancı hükümet üzerinden tetiklediği gerilimde Hizbullah karşısında yenilgiye uğraması, İran’a yönelik baskı ve tehditlerinin gerek İran gerekse de askeri bir müdahale konusunda uluslararası planda ve doğrudan ABD savaş kurmayları arasındaki fikir ayrılıkları tarafından boşa düşürülmesi, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi geleneksel işbirlikçi rejimlerden istediği desteği alamaması…

AFGANİSTAN

Son bir yıl içinde Afganistan’da Taliban’ın güçlendiğine ilişkin birçok rapor açıklandı. Merkezi Kabil’de bulunan ‘Batılı bağışçı’ların finanse ettiği “Sivil Toplum Kuruluşu Güvenlik Bürosu”nun (ANSO) güvenlik raporuna göre, bir önceki yılın ilk altı ayında 1362 olan ülkede gerçekleştirilen saldırı sayısı 2 bin 56’ya çıktı. Neredeyse tamamı ABD’li yetkililer tarafından yapılması itibariyle aynı zamanda birer itiraf belgesi de olan bu açıklamaların en sonuncusu, Pentagon’dan geldi. Rapora göre Afganistan’da gerçekleştirilen saldırılar geçen yılın aynı dönemine yüzde 50 artmış, yola yerleştirilen bombalarla yapılan saldırılar nisan ile haziran ayları arasında son dört yılın en üst seviyesine çıkmıştı. Raporda sayısı 200’ü bulan bombalı saldırıların artması Afganistan’daki NATO ve Amerikan birliklerinin sayısının artmasına bağlanıyor. Ülkede neredeyse her gün onlarca sivilin hayatını kaybetmesi ise bir rutin halini aldı.

Askeri yetkililer tarafından açıklanan “Taliban güçlendi” içerikli raporlarının hemen öncesinde, ABD, müttefiklerini senenin başında Afganistan’a “yeterince” ilgi göstermemekle suçlamıştı. Birkaç ay süren Amerikan yaygarasının ardından gerçekleştirilen NATO konferansından artı 1800 asker kararı çıktı. (Fransa 700,  Gürcistan 500, Polonya 400 ve Çek Cumhuriyeti 120, Haziran’da İngiltere de 230 ek asker gönderdi.)

Bölgedeki El Kaide ve Taliban gibi halkla dini temeldeki bağlarını gittikçe güçlendiren ve baştan ayağa silahlı örgütlerle baş başa kalan ABD, Pakistan sınırında operasyon başlattı. Hemen her gün 10-20 militan öldürüldüğüne dair basına verilen demeçlerin hiç biri bağımsız kaynaklar tarafından doğrulanmadığı için, ne kadar doğru bilinmez, ama anlaşılan o ki, hiç tanımadıkları bir ülkede yalnız kalan Amerikan güçleri önlerine ne çıkarsa tetiğe basacak kadar korkmuş halde. Ülkenin Herat kentindeki son ABD bombardımanında çoğu kadın ve çocuk 76 sivilin öldüğü bizzat işbirlikçi Afgan yönetimi tarafından açıklandı.

Afganistan-Pakistan sınırı

Afganistan-Pakistan sınırında yaşanan diğer bir skandal gelişme ise, Amerikan ordusunun aynı zamanda bölgedeki yerel işbirlikçilerine de artık güvenemediğini ortaya koymuştur. Afgan ordusundan yapılan açıklamaya göre, sınırdaki bir Afgan köyünde Amerikan askerleri ile Pakistan ordusuna bağlı bir birlik bütün gece çatıştı. İki ülkenin silahlı güçleri de, Taliban’la mücadele gerekçesiyle, başka bir ülkenin, Afganistan’ın topraklarında bulunuyordu! Çatışmada 11 Pakistan askeri ve 9 Afgan yaşamını yitirdi. Pakistanlı yetkililer bölgede ABD operasyonu olacağına dair kendilerine bilgi verilmediğini, bu nedenle askerleri Taliban militanı sanarak ateşe cevap verdiklerini söylerken, Amerikalı askeri yetkililer bir “yanlışlık” olduğunu açıkladı. Ardından da işin iç yüzü patlak verdi. Son aylarda Amerikan ordusu düzenleyeceği operasyonlar hakkında ‘yerel müttefiki’ Pakistan’a istihbarat vermemeye başlamıştı. Nedeni ise, ABD’li yetkililerin Pakistan istihbaratı içinde El Kaide’ye bilgi sızdıran kaynaklar olduğuna inanmasıydı. Pentagon raporu ile ortaya çıkan bu durum Başbakan Yusuf Rıza Gilani’nin yüzüne doğrudan ifade edilmişti[3].

ABD’nin Pakistan topraklarını defalarca vurmasına, “Pakistan kendi topraklarında bir ABD operasyon düzenlemesine karşılık verme hakkını saklı tutuyor” türünden hamasi cevaplar veren Pakistan’dan, istihbarat skandalı konusundaki tek açıklama ise, Başbakan Yusuf Rıza Gilani’den geldi. Butto suikastinin arkasında Müşerref ve Pakistan istihbaratındaki kimi kesimler olduğunu öne süren Pakistan Halk Partisinin en büyük ortağı olduğu koalisyonun başbakanı Gilani’nin, orduya ve istihbaratına sonsuz güven duyduklarını açıklaması oldukça ironikti. Gilani’nin son Washington ziyaretinde ise, “Pakistan’ın Afgan sınırında denetimi sağlamak üzere güçlü bir taahhüt verdiği” belirtiliyor. Pakistan hükümeti, bir süre önce, bazı gruplarla barış anlaşması imzalamıştı. Ancak ABD, buna, “militanlara daha fazla hareket serbestisi tanıdığını ve sınırın öte yanında; Afganistan’daki NATO askerlerine yönelik tehdidi arttırdığını” iddia ederek karşı çıkmıştı.

PAKİSTAN

Pakistan ‘eski’ devlet başkanı Pervez Müşerref’in genelkurmay başkanlığı görevi devam ederken yeniden devlet başkanı olma hevesinin çanına ot tıkayan baş yargıç İftikhar Çaudri’yi 9 Mart 2007’de görevden alması ve eski başbakan Benazir Butto’nun sürgünden dönmesi, Pakistan ve Müşerref’in kaderi açısından bir köşe başı oldu. Elbette iki gelişmenin de birbiriyle bağlantılı iç ve dış kökenleri vardı. Çaudri ve yüzlerce yüksek hakimin görevden alınması, tam o günlerde Müşerref’in yeniden aday olamayacağı yönündeki başvuruları dinlemekte ve muhtemelen Müşerref aleyhine karar verecek olan Yüksek Mahkemeyi işlevsiz hale getirmişti. Müşerref mahkemeye kendine yakın hakimler atayarak gidişatı zor yoluyla lehine değiştirmeyi seçti. Çaudri’nin bu çıkışı kişisel cesaretinin değil ülkede yükselen ve avukatların başını çektiği demokrasi eylemlerinin bir sonucu olması nedeniyle önemliydi ve ülkedeki acil demokrasi ihtiyacına dikkat çekti. Müşerref’e içerdeki desteğin gittikçe azaldığını gören ve bir rejim değişikliği veya karmaşa sonucu Pakistan’ın elindeki nükleer füzelerin Taliban’ın eline geçmesinden korkan ABD, Butto kartını devreye soktu. ABD’nin aracılık ettiği güç paylaşımı pazarlıkları, Amerika’nın da yılların işbirlikçisi darbeci general Müşerref’i giderek gözden çıkarmaya başladığının işaretiydi. Pazarlıkların tıkandığı –ya da savsadığı– bir noktada Butto suikasta kurban gidiverdi. Butto’nun yolsuzluklarıyla ünlü kocası Asıf Ali Zerdari Müşerref’i, Müşerref Taliban’ı sorumlu tuttu. Ülkedeki siyasi durum o kadar karıştı ki, Taliban da dönüp Zerdari’yi suçlasa kimse garipsemezdi. Butto’nun sahneden acı bir biçimde ayrılmasının ardından güçlenen Pakistan Halk Partisi ve eski başbakan Navaz Şerif’in Pakistan Müslümanlar Birliği, oylarını arttırarak koalisyon hükümetini kurdular. Müşerref’in desteklediği partinin seçim yenilgisi, Müşerref için de son durağa gelindiğinin işaretiydi. Hükümetin azil sürecini başlatacağı açıklamasıyla, devlet başkanı seçildikten sonra genelkurmay başkanlığını bırakmış olan Müşerref devlet başkanlığından da istifa etti.

“El Kaide’nin yeni cenneti”

Sıkı ABD müttefiki Müşerref’in istifa ettiği gün Taliban militanlarının Afganistan’da birinde 10 Fransız askerinin öldüğü iki kanlı saldırı düzenlemesi, ABD’nin bölgedeki “terörle savaş” politikası üzerine yeni tartışmaları ateşledi.

Merkezi Tayland’da bulunan Asia Times gazetesinin Pakistan Temsilcisi Syed Salim Şahzad, Müşerref’in gidişinin ardından bölgedeki El Kaide bağlantılı grupların ve Taliban militanlarının, “İslamabad’daki karışık politik durumdan yarar sağlamak için harekete geçtiği yolunda” bilgiler olduğunu öne sürdü. Kabil’e yakın Vardak ve Sarubi bölgelerinde düzenlenen son saldırıları sadece Taliban militanlarının düzenlemiş olamayacağını söyleyen Şahzad, Kabil’deki yönetime karşı olan yerel aşiret liderlerinin, din adamlarının ve savaş ağalarının da saldırılara destek verdiğini söylüyor.

Uluslararası düşünce kuruluşu Senlis Konseyi’nin “Afganistan’daki Taliban militanlarını alt etme çabalarının işe yaramadığı ve çalışmaların takviye edilmesi gerektiği” içerikli açıklaması da, son çatışmaların, Batı’nın Afganistan’daki mevcut stratejisinin işe yaramadığı yolunda açık bir mesaj olduğu yönündeki değerlendirmeleri destekliyor.

İslam ve Batı’nın ilişkisi üzerine 3 kitabı bulunan Pakistanlı yazar Şahnavaz Faruqi ise, “Müslüman toplumlarda sosyal, siyasi ve ekonomik ‘hava boşluklarının’ büyümekte olduğu ve Müslüman dünyada bu koşullara karşı tepkinin her zaman dinci güçler tarafından yönlendirilen hareketlerden doğmasının tarihsel bir gerçeklik olduğunun” altını çiziyor.

Pakistan’da yeni devlet başkanını ve hükümetin işinin oldukça zor görünüyor. Çünkü Pakistanlı yazar Tarık Ali’nin de altını çizdiği gibi, ülkedeki Amerikan karşıtlığının yanında yoksulluk ve bağımlı ekonomi politikalarına duyulan öfke birbiriyle yarışırcasına tavan yapmış durumda. Müşerref bu tepkileri silah zoruyla zapturapt altına alıyordu. Zerdari ve Şerif, ABD’den bağımsız ve halkçı bir yönelişe girmeyeceklerse, ki öyle görünüyor, bunu neyle yapacaklar?

Öte yandan, bırakalım koalisyonun bu sorunlarla baş etmesini, daha yolun başında, yani Müşerref’in yerine kim geleceği konusunda koalisyonun tıkanabileceği belirtiliyor[4]. Benazir Butto’nun dul eşi PHP’nin lideri Asıf Ali Zerdari, 6 Eylül’de gerçekleşecek olan devlet başkanlığı seçiminde aday olacağını açıkladı. Butto’ya yaslanarak gerçekleştirdiği yolsuzluklar ve ihalelerde aldığı komisyonlar nedeniyle adı “Bay yüzde 10”a çıkan Zerdari’nin adaylığına sıcak bakmayan Şerif ise, devlet başkanının uzlaşma ile seçilmesini istiyor.

Bölgedeki gazeteciler ise, Müşerref’in yerinin doldurulmasında sorun yaşanırsa, yeni bir Müşerref gelebileceğine işaret ediyor. Koalisyon ortaklarının anlaşamaması ve bir siyasi krizin yaşanması durumunda, Genelkurmay başkanı Eşfak Perviz Keyani’nin darbe yoluyla iktidara gelebileceği belirtiliyor.

Gelinen noktada, ABD’nin bir elinde Afganistan’da devlet başkanlığına yeniden aday olacağını açıklayan yerle bir olmuş bir ülkenin kukla lideri Karzai, diğer elindeyse, Pakistan’da işbirlikçilik konusunda istekli, ancak başta Müşerref’in geleceği, yeni devlet başkanının kim olacağı, yükselen demokrasi talepleri ve derinleşen yoksulluk karşısında ne yapacağını bilmeyen bir hükümet var. Üstelik bu iki ülke, sınır gerginlikleri ve birbirlerinin iç işlerine müdahale iddiaları nedeniyle her an karşı karşıya gelmeye hazır.

IRAK

Güvenlik anlaşması

Birleşmiş Milletlerin Irak’ta ABD’ye verdiği işgal yetkisinin süresi bu yıl sonunda dolacak. ABD, askerlerinin Irak’ta kalma süresini uzatmak ve ülkedeki ABD varlığını kalıcı hale getirmek için Irak hükümeti ile “Güvenlik Anlaşması” imzalamaya çalışıyor. Yazı yazıldığı sırada, Irak Başbakanı El Maliki ile görüşen ABD Dışişleri Bakanı Rice, anlaşmaya çok yakın olduklarını açıklamıştı. Haber ajansları ise, ABD heyetinin imzaladığı taslakta uzlaşmaya varıldığını, tek eksiğin Bağdat’ın onayı olduğunu (!) duyurdu. Ancak taslak metnin içeriğine ilişkin taraflardan farklı açıklamalar geliyor. Iraklı kaynaklar, metinde ABD’nin Irak’tan çekilmesine ilişkin bir tarihin (30 Haziran 2009’da çekilmeye başlayacağı) yer aldığını söylerken, ABD’li kaynaklar taslak metinde kesin bir tarihin yer almadığını belirtiyor.

ABD’nin asıl isteği olan ‘ülkedeki üslerin ve belli sayıda askerin varlığının korunması, bunların Irak devletinin bilgisi olmaksızın kullanılabilmesi, Blackwater gibi ‘kiralık katil’ özel güvenlik firmalarına dokunulmazlık verilmesi’ konularında hangi aşamada olunduğuna dair ise, ser verilip sır verilmiyor.

Olası İran saldırısında Irak’ın üs olarak kullanılmasını sağlayacak olan bu güvenlik anlaşması, ülkede Sünniler kadar Şiilerin de tepkisini çekiyor. Mayıs ayından bu yana binlerce Sadr yanlısı tarafından çeşitli gösteriler düzenledi. “Irak’ın Amerika’nın sömürgesi olmasını kabul etmeyeceğiz” yazılı pankartların taşındığı eylemlerde, anlaşmanın içeriğinin Irak halkından gizlenmesi de protesto edildi. İran da, ABD’yi “uzun süre” komşusu yapacak olan anlaşmaya karşı çıkıyor ve Şii gruplardan anlaşmanın imzalanmasına engel olmalarını istiyor. Irak Başbakanı Nuri El Maliki de, İran’ı -başbakan olarak- 3. ziyaretinde, ülkesinin “İran’a ve komşu ülkelere zarar veren bir yer haline gelmesine müsaade etmeyeceklerini” söylemişti.

İran’a saldırıda üs olarak kullanılmaktan ve içerde şiddetin tırmanmasından korkan işbirlikçi Maliki hükümeti, uzunca bir süre ABD’nin taleplerine direniyor görüntüsü verdi. Anlaşmanın Irak’ın egemenliğine zarar vereceğini söyleyen Irak hükümeti, ABD’den ordularını Irak’tan tamamen çekeceği tarihi belirlemesini talep ediyor. Maliki’nin “takvim” çıkışına destek veren Sadr cephesi de, Maliki’nin bu konuya gereken ciddiyeti göstermesini umduklarını söylemişti.

Bölgedeki Amerikan çıkarlarına tümüyle ters olan bu isteği ABD’nin nasıl yiyip yutacağı ise merak konusu. Rice, son açıklamasında, Irak’ta güvenliğin büyük oranda Irak güçlerine devredildiğini söyleyerek, pembe tablolar çizmeye devam etti. Kuzeyinde ve güneyinde bombaların patlamaya devam ettiği ülkede kaydettikleri aşama nedeniyle, hem kendisini hem de Maliki’yi kutlamayı ihmal etmedi.

ABD Başkanı George W. Bush, Nisan’da, “Irak’tan asker çekmeye, temmuz ayından sonra belirsiz bir süre boyunca ara vereceklerini ve sonrasında Irak’taki komutanların değerlendirmeleri ışığında bir yol çizeceklerini” söylemişti. Bu açıklama, kararın yeni ABD başkanına bırakıldığı yorumlarına neden olmuştu. İmzalanmaya çalışılan güvenlik anlaşmasında da çekilme tarihinin belirsiz bırakılması için gösterilen çabanın altında muhtemelen bu yatıyor.

Şu anda, resmi rakamlara göre Irak’ta 140 bin Amerikan askeri bulunuyor. ABD’nin en sadık müttefikleri ise Irak’ı bir bir terk etti. İngiltere 2007 sonunda Basra’dan tümüyle çekilirken Danimarka ve Avustralya da askerlerini çekeceğini açıkladı.

Petrol yasası

Bu süreçte Irak işgali açısından en önemli gelişmelerden biri, 1972 yılında devletleştirilmiş olan Irak petrollerinin, uluslararası petrol tekellerinin hizmetine sunulmasıydı.

Irak hükümeti ile dünyanın en büyük dört petrol şirketi arasında yapılan anlaşmaya göre, Exxon Mobil, BP, Shell ve Total şirketlerinin “teknik yardımıyla” iki yıllık bir süre içinde, Irak’ın günde 2,5 milyon varil olan petrol üretiminin 3 milyon varile çıkarılması hedefleniyor. Irak parlamentosunun 24 temmuz 2008’de -petrol gelirlerinin ülke çapında nasıl paylaşılacağını- belirleyen Petrol Yasası ile bu dört tekele kuyuları ihalesiz almanın yanı sıra 30 sene gibi uzun vadeli üretim paylaşım anlaşmaları da yapma hakkı verildi. Bu, Irak’ın petrolünün, kendi kontrolünden çıkıp şirketlere geçmesi anlamına geliyor.

Irak petrol yataklarında halihazırda 115 milyar varil tutarında petrol bulunduğu tahmin edilirken, faal olan Avrupa ve ABD’nin yanı sıra Rusya, Çin ve Hindistan’dan 40’ın üzerinde petrol şirketi de Irak’ta faaliyet göstermek istiyor.

Kerkük ve yerel seçimler

Irak Parlamentosu’nda Kürt üyelerin boykotuna karşın 127 oyla kabul edilen diğer yasa tasarısı ise, Kerkük’ün statüsünü de ilgilendiren yerel seçimlerle ilgili düzenlemeydi. Yasadaki anlaşmazlık noktası, Kerkük’te iktidarın dağılımı konusundaki yasa maddesi üzerinde gizli oylama yapılması talebine Kürtlerin karşı çıkmasıydı.

Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin reddettiği yasa, Kerkük’te on binlerce kişi tarafından protesto edildi. Yaklaşık 80 bin kişinin Kerkük’ün Federal Kürdistan Bölgesi’ne bağlanmasını isteyen sloganlar eşliğinde kent merkezine doğru yürüyüşe geçtiği sırada gerçekleşen patlamada, 25 kişi hayatını kaybetti, 180’i aşkın kişi de yaralandı. Patlamanın ardından göstericilerden bir grup Irak Türkmen Cephesi ve Türkmeneli TV’nin bulunduğu binaya saldırdı. Yürüyüşe yapılan bombalı saldırıda haber değeri görmeyen Türkiye’deki burjuva basınsa, Türkmen Cephesi’nin binasına yapılan saldırıyı provokatif biçimde gündeme getirdi. Türkiye egemenlerinin Kerkük’te Türkmenler üzerinden karıştırdıkları işler bilinmez değil. Ergenekon paşası Veli Küçük’ün Kuzey Irak’taki Türkmen gençlerini Kürtlere karşı örgütleme çalışmalarını bizzat yürüttüğü ve Ergenekon şeflerinin bu çalışmaları ‘koordine etmek’ üzere Kuzey Irak’ta bir araya geldikleri de, buz dağının basına yansıyan yönlerinden biriydi.

Kuzey Irak’taki Kürt-Türkmen gerginliğine bir de Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi ile bölgedeki İslamcılar arasındaki çekişme eklendi. Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi, bölge sınırları içerisinde dini eğitim veren okulları bulunan İslami gruplara ders programının, Kürt Vakıflar Bakanlığı programına uygun hale getirilmesi için Eylül sonuna kadar süre tanıdı. Bakanlık, Kuzey Irak’ta önde gelen Kürdistan İslam Birliği ve Kürdistan’da İslami Hareket adlı gruplarla “İslami partilere bağlı tüm dini okulların ilga edilmesi yönünde” bir anlaşması bulunduğunu söylüyor. İslami gruplar ise, bölgesel yönetimin kendi faaliyetlerini sınırlandırmaya çalıştığını savunuyor.

Tüm bu gerginlik ve provokasyon ortamı sürdükçe, Irak’ta yerel seçimlerin bu yıl içinde yapılması ihtimali giderek zayıflıyor.

FİLİSTİN

‘Radikal’ Hamas’ın iktidara gelmesiyle panikleyen ABD ve İsrail, ekonomik ve siyasi yaptırımlarla Hamas’ı zayıflatıp yalıtırken, ‘ılımlı’ El Fetih’i cesaretlendirip silahlandırdı. Filistin’i Batı Şeria ve Gazze olmak üzere ikiye bölen kardeş kavgasının ardından, İsrail ordusu Gazze’nin üzerine sürülürken, öte tarafta El Fetih lideri Mahmut Abbas Annapolis’te görücüye çıkarıldı. Dört bir yandan kuşatılan Gazze’de yaşanan insanlık dramını ‘reality şov’ izler gibi izleyen başta Türkiye[5] olmak üzere bölgedeki işbirlikçi yönetimler ve Batılı devletler, hep bir ağızdan “uluslararası toplum”u göreve çağırdı. Bu uluslararası toplum, kimdir, in midir, cin midir bilinmez, ama bir türlü görevinin başına gelmedi.

Şaşalı Annapolis Konferansı ve devamındaki yardım gecelerinde ise, vaadin bini bir paraydı.

İsrail ile Batı Şeria’daki Filistin yönetimi arasındaki görüşmeler sürüyor. Gündeme gelen ve çözülmeyi bekleyen konular arasında İsrail’in yerleşimleri genişletmeye son vermesi, İsrail kontrol noktalarının kaldırılması, 4,3 milyon Filistinli mültecinin ve İsrail’in elindeki 11 bin Filistinli tutsağın geleceği, Filistin devletinin resmi olarak kurulması ve tanınması var. Bu konularda kat edilmiş mesafeye bir bakalım:

1. İşgal altındaki Batı Şeria’da Yahudi yerleşimi inşaatları geçen yıla kıyasla neredeyse ikiye katlandı.

2. İsrail, Batı Şeria’daki kontrol noktalarının sayısını 521’den 580’e çıkardı.

3. Bölgede yaşayan 1,5 milyon dolayındaki Gazzeli’nin pek azı, çoğunluğu tedaviye muhtaç kişiler olmak üzere, biri Mısır ile sınırda bulunan Refah geçişi, diğerleri İsrail ile bağlantılı sınır geçişlerinden geçiş izni alabiliyor. Gazze’ye halen birçok ihtiyaç malzemesi giremiyor.

4. İsrail “Abbas’a destek olmak için” olduğunun altını çizerek 199 Filistinli tutsağı serbest bıraktı.

İsrail’in saldırılarını -zaman zaman Batı Şeria’yı ve El Fetih güçlerini de içine alacak biçimde- yoğunlaştırmasına rağmen Abbas’ın görüşmeleri sürdürmesinin Filistin topraklarında El Fetih’i zayıflatıp Hamas’ı güçlendirdiği, bölgedeki kaynaklar kadar ABD tarafından da bilinmez değil. Ancak Annapolis’le hedeflediği şeyin, Hamas’ı yalıtmak olduğu kadar, İsrail’in yayılmacılığını meşrulaştırmak ve bölgedeki Arap devletleri tarafından tanınmasını sağlamak olduğunu da gözden kaçırmamalıyız. Türkiye’nin arabuluculuğunda adımları atılan İsrail’in Suriye ile görüşmelerini, bu çabanın bir devamı olarak görmek gerekir.

İSRAİL

ABD-İsrail ilişkileri açısından bu döneme damgasını vuran, İsrail’in daha da militarize edilerek İran’ın üzerine sürülmeye hazırlanması olsa gerek. Son aylarda İsrail’in gayri resmi internet sitesi DEBKA üzerinden her hafta bir tehdit ya da senaryo ortaya atıldı. Bunlara göre; İran nükleer silah üretimini sürdürüyor ve hemen müdahale edilmezse 2010 yılına kadar önemli bir güce sahip olacak. İsrail ordusu da, ABD desteklerse, bu tehlikeye karşı askeri bir müdahaleye hazır olduğunu resmi ya da resmi olmayan ağızlardan her gün ilan ediyor. Hatta kimi kaynaklar, nasıl olsa ABD dahil olur hesabıyla, İsrail’in beklemeden saldırması gerektiğini öne sürüyor. Bu hesabın Gürcistan’da duvara tosladığı bir gerçek. Ancak ABD’nin gözünde ne İsrail’le Gürcistan, ne de Rusya ile İran bir.

Öte yandan içerdeki gelişmeler de (yolsuzluk soruşturmaları nedeniyle başı derde giren Olmert’in istifa edeceğini açıklaması ve Olmert’e göre daha saldırgan bir politik duruşa sahip olduğu bilinen Savunma Bakanı Tzipi Livni’nin başbakan olasına kesin gözüyle bakılması), bölgede çalan savaş çanlarıyla uyumlu görünüyor.

İRAN

2007 sonunda “Amerikan sermaye çevrelerinin henüz İran’a saldırarak üçüncü bir cephe açmayı istemediği”ni açığa vuran bir rapor yayınlandı. 16 Amerikan istihbarat biriminin ortak raporuna göre; İran nükleer silah çalışmalarından 2003 yılında vazgeçmişti. Ayrıca “son verilere göre İran nükleer silah yapmak istese bile bunun için en az 10 yıl beklemesi” gerekecekti.

Eski New York Times Ortadoğu temsilcisi Amerikalı gazeteci Chris Hedges, Amerikan finans çevrelerinin konuyla ilgili kaygılarını şöyle özetliyor:

İran, uranyum zenginleştirme programını durdurmadığı takdirde İsrail ve Bush yönetimlerinin kararlı göründüğü bir saldırı, Ortadoğu’da bölgesel bir savaşı tutuşturacak, Birleşik Devletlerin ekonomik çöküşünü getirecek ve siyasi ayaklanmalara yol açacaktır.

Külliyetli miktarlarda petrol ve sıvı gazın İran Körfezinden akışı kesintiye uğrayacak. İran’ın füze ve bomba yüklü bot ve denizaltılarla gerçekleştireceği saldırılar ölümcül ve etkili olabilecek. 2002 yılında Pentagon’da oynanan gizli bir savaş oyunu, patlayıcı yüklü İran botlarının sürüler halinde yapacağı bu saldırıları kurguluyordu; New York Times’ın haberine göre Amerikan ordusu, 16 büyük savaş gemisini kaybetmişti bu oyunda. Dünya petrol arzının yüzde 8’ini teşkil eden İran petrolü bir anda pazardan çekilecek. Böylece petrol, varil başına 500 dolara yükselecek ve çatışma durmazsa, belki de 750 doları görecek. Petrole dayalı ekonomimiz duracak.

İsrail, İran’ın Şahab 3 balistik füzeleriyle vurulacak. İran’ın tedarik ettiği ve iddialara göre, Dimona nükleer santralı dahil İsrail’in herhangi bir bölgesini vurabilecek yeni roket stokları bulunan Hizbullah da çatışmaya katılacaktır. İsrail şiddetli tepki verecek. ABD hedeflerine yönelik terörist saldırılar artacak. Irak’taki ABD kayıpları, emperyal şehrimiz olan Yeşil Bölge dahil İran’ın ABD üs ve tesislerine yağdıracağı füzelerle gittikçe tırmanacaktır. Ortadoğu, kargaşa ve şiddetle kavrulacak ve dünya finans piyasaları sapıtacaktır.

Ancak üstünden altı ay geçmeden bölgede savaş çanları yeniden çalmaya başladı. ABD Başkanı Bush, Nisan’da yaptığı açıklamada şöyle diyordu:

Irak, ABD’nin bu yüzyılda karşılaştığı en büyük iki tehdidin çakıştığı yer. Bu tehditler El Kaide ve İran. Eğer Irak’ta başarısız olursak, El Kaide kendisine, bize, dostlarımıza ve müttefiklerimize saldırmak için Irak’ta bir sığınak elde etmiş olacak. Başarısız olursak, Irak’taki boşluğu İran dolduracak. Bizim başarısızlığımız İran’ın radikal liderlerini ve onların bölgeye hakim olma ihtirasını ateşleyecek. İran, ya komşusu Irak ile barış, güçlü ekonomik ve kültürel ilişkiler içerisinde yaşayacak veya Irak halkını korkuya düşüren illegal militan grupları silahlandırıp eğitecek. İran doğru tercih yaparsa ABD, İran ve Irak arasında barışçı ilişkiyi cesaretlendirecek. İran yanlış tercih yaparsa ABD, çıkarlarımızı, askerlerimizi ve Iraklı ortaklarımızı korumak için harekete geçecek

Bu açıklamanın ardından, Bush yönetiminin görev süresi dolmadan İran’a saldırıp saldırmayacağı üzerine tonlarca tez ortaya atıldı. Konu daha çok masa başındaki stratejist çevrelerin değerlendirmeleri ve dili ile tartışıldı. Bunların bir ucu Amerika’nın İran’a saldırmayı hiçbir zaman göze alamayacağı saflığına varırken, diğer ucu karadan saldırmak riskli, havadan birkaç operasyon da etkisiz kalacağından Amerika’nın İran’a nükleer bomba atıp radikal İran rejiminden kökten kurtulabileceğine kadar gitti.

Öte yandan BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi; ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin’in yanı sıra Almanya’dan oluşan 5+1 ülkelerinin İran’a sundukları “teşvik paketi” konusundaki tartışmalar da sürüyor. ABD ısrarla İran’ın cevabının yeterli olmadığını söyleyip yaptırım kararı almaya zorlarken uluslar arası basında İran’ın askeri güç gösterilerine (füze denemeleri, uzaya gönderilen uydular..) ilişkin haberlerin arttığını görüyoruz. Aslında 18 milyon internet kullanıcısı olan ve faaliyetleri ile ilgili internet üzerinden 24 dilde yayın yapan İran ile ABD arasında öncelikle bir medya savaşı sürüyor. ABD’nin İran’daki muhaliflere akıttığı paralar ve CIA ajanlarının ülkede cirit attığı bilinmez değil.[6]

ABD bugün mü yarın mı, tankla mı nükleer bomba ile mi saldırır bilinmez, ama ortaya çıkan bir gerçek var. Bir ülkenin başka bir ülkeye saldırmasından bahsedilirken, tüm toz bulutu içinde gerekçelerin bir önemi kalmadı artık. Emperyalist devletlerin ikinci dünya savaşının ardından defalarca ortaya attığı, şimdi de düşman ilan edilen ülkelere karşı kullanılacağı zaman hatırlanan “uluslararası hukuk”, “uluslararası topluma karşı görevler” çoktan yerle bir oldu.

Bölgenin nükleer silahlardan arındırılması, Büyük Ortadoğu Projesi (2002), Genişletilmiş Ortadoğu Projesi (2004) ve ardından Yeni Ortadoğu Projesi’nin (2006) amacı olarak ilan edilmişti. Bu sözde hedef, konu İran’ın nükleer programı olduğunda öne çıkıyor, ama İsrail’in elindeki 150’yi aşkın nükleer başlık ve ABD’nin ‘nükleer silah üretmediğini yeterince kanıtlayamadığı için’ İran’a saldırması söz konusu olduğunda, herkes üç maymunu oynuyor.

Saldırır mı? Saldırmaz mı? Sanki binlerce insanın ölümü ile sonuçlanacak ve bağımsız bir devlete emperyalist çıkarlar için yapılması planlanan bir müdahale üzerine konuşulmuyor da, bir “iddia” kuponu dolduruluyor.

Saldırının -tıpkı Irak’ta olduğu gibi- bölgede yaratacağı kan gölü, kardeş kavgası ve karmaşanın yanında ardında bırakacağı yağma, sefalet ve halkı birleştirme kapasitesinden de yoksun işbirlikçi beceriksiz iktidarlar da cabası. İşte gözden ırak tutulmaya çalışılan da, bu gerçekler.

LÜBNAN

Lübnan’da cumhurbaşkanını seçememe krizi tam 18 ay sürdü. Önce Cumhurbaşkanı’nın General Mişel Süleyman olması üzerinde anlaşıldı, ancak bu kez de yetkileri konusunda görüşmeler kilitlendi.

Sorunun kökeninde, Fuad Sinyora liderliğindeki hükümetle Hizbullah öncülüğündeki muhalefet arasındaki çatışma ve denge durumu yatıyordu. Bir tarafta Suriye yanlısı olmakla suçlanan, ancak halk arasında ciddi bir etkisi bulunan ve aslında parlamentoya da girerek kendi başına bir siyasi odak haline gelen Hizbullah merkezli muhalefet, diğer tarafta ise suikasta kurban giden eski Başbakan Refik Hariri’nin oğlu Saad Hariri ve Dürzi lider Velid Canbolat’ın desteklediği -Batı yanlısı olarak bilinen- Fuad Sinyora hükümeti.

Oldukça uzun süren kilitlenmişlik durumu, en sonunda, hükümetin Hizbullah’a karşı attığı “haberleşme ağını yasaklama ve Hizbullahçı havaalanı görevlisini görevden alma” adımıyla bozuldu.

Günlerce süren çatışmalar Amerika’nın beklediği gibi bir Şii sunni çatışmasına[7] dönüşmedi. Daha çok hükümet yanlısı güçlerle Hizbullah arasında cereyan etti. Taraflar arasında günlerce süren kanlı çatışmaların ardından hükümet geri adım atarak iki kararını da iptal etmek zorunda kaldı. Üstelik Hizbullah en ısrarlı olduğu talebini, yani 11 koltuğa sahip muhalefetin hükümet kararlarını veto etmesi gücünü elde etti. Cumhurbaşkanlığı seçimi de en sonunda gerçekleştirildi. 17 haziran’da ise İsrail ve Lübnan Hizbullah’ı arasındaki esir değişimi anlaşması çerçevesinde İsrail iki İsrail askerine ait cesetlerin karşılığında 5 tutukluyu serbest bıraktı.

Doğal olarak Hizbullah iki gelişmeyi de zafer olarak ilan etti. Ancak ABD ve Batı’nın şimdilik yenilgiye uğramış olsa da Batı yanlısı hükümetin önüne koyduğu üç temel görev varlığını sürdürüyor: Hizbullah’ın silahsızlandırılması[8], haberleşme ağının kaldırılması, Suriye’nin ülkedeki etkisinin kırılması…

2004’ten bu yana gelişmelere baktığımızda; Amerika, ülkedeki Suriye etkisini ve ABD karşıtı odakları İsrail işgali yoluyla dize getirmek istedi, geri tepti. Gösterdiği direniş ve halkı birleştirme yeteneği sayesinde Hizbullah savaştan güçlenerek çıktı. Ardından içerdeki Suriye karşıtlarına düzenlenen faili meçhul süikastlere duyulan tepki sayesinde iktidara gelen Sinyora hükümetini Hizbullah’a karşı cesaretlendirdi. Görünen o ki, bu girişim de tersine çevrildi. Ancak Hizbullah Lübnan’da bir direniş odağı olmaya devam ettiği sürece ABD ve işbirlikçileri boş durmayacaktır.

SURİYE

Senenin başında ABD’nin tehditlerine rağmen Avrupa birliği ile ilişkilerini normalleştirme yolunda önemli adımlar atan Suriye Lübnan ile de tam diplomatik ilişki kurmak konusunda anlaştı. Suriye ile Lübnan arasında, 1940’lı yıllarda Fransa’dan bağımsızlığını ilan etmelerinden bu yana, tam diplomatik ilişki bulunmuyordu. Diğer yandan İsrail ile de ‘Türkiye’nin arabuluculuğunda’ dolaylı görüşmelere başlandı.

CEZAYİR

Kuzey Afrika ülkesi Cezayir’de 15- 22 Ağustos tarihleri arasında yüzü aşkın kişinin öldüğü tam beş ayrı saldırı gerçekleştirildi. Bombalamaların, Irak’ta bilfiil işgale karşı direnişin yanında pratik eğitim alan ve şimdi Kuzey Afrika’da savaş veren hükümet karşıtı grubun düzenlediği iddia ediliyor. Yerel El Kaide olarak nitelenen Selefi Vaaz ve Savaş Grubu’nun Cezayirli yetkililerin dediği gibi 300 kişiden ibaret olmadığı, halk arasında giderek popülerliğini yükselttiği belirtiliyor. Cezayir’de şiddet olayları, İslamcı partinin seçimleri kazanması üzerine asker destekli hükümetin darbesiyle patlamış ve bazı rakamlara göre, 10 sene içinde en az 150 bin kişi hayatını kaybetmişti. Cezayir’de hükümete karşı savaş veren Selefi Vaaz ve Savaş Grubu, 2006 yılında El Kaide’nin Magrib koluna dönüşmüştü.

KAFKASLARDA PATLAYAN SAVAŞ

“Avrasya’ya hakim olunmaz ise, dünya hakimiyeti tehlikeye düşer” (Zbigniew Kazimierz Brzezinski)[9]

Afganistan ve Irak’ın işgali, Lübnan’a siyasi müdahale, Suriye’ye siyasi baskı ve İran’a tehdit sürerken, savaş “Genişletilmiş Ortadoğu”nun diğer ucunda patladı.

NATO’nun Bükreş toplantısında Almanya ve Fransa’nın itirazlarına rağmen Gürcistan’a göz kırpılması, Gürcistan’ın ABD menşeli lideri Saakaşvili’yi harekete geçirdi. Mihael Saakaşvili liderliğindeki Gürcistan, -1991 yılında Gürcistan’dan tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan etmiş olan- Güney Osetya’ya saldırdı.

Güney Osetya neresi?

Osetya, coğrafi olarak Kafkas sıradağları tarafından bölünmüş bir ülke.

Güney Osetya, 1922‘de özerk bölge olarak Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği yönetimindeki Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti‘ne bağlandı. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra, Kuzey Osetya, Rusya Federasyonu’nu oluşturan bölgelerden biri olurken, Güney Osetya, Gürcistan’ın bir parçası olarak kaldı. Ancak Güney Osetya Tiflis’den daha fazla Moskova’ya meylediyordu. Gürcistan’dan ayrılarak (Kuzey Osetya’yla tekrar birleşmek suretiyle) Rusya Federasyonu’na katılma talepleri, Gürcistan tarafından toprak bütünlüğüne ve kendi egemenliğine tehdit olarak algılandı, algılanıyor.

Güney Osetya ve Gürcistan arasındaki gerginlik, 1989 sonlarından itibaren artış gösterdi. Eylül 1990’da Güney Osetya Demokratik Sovyet Cumhuriyeti ilan edildi. 20 Kasım 1990’da kendi bağımsızlığını ilan eden Gürcistan parlamentosu, Aralık 1990’da Güney Osetya Cumhuriyeti’nin özerkliğini kaldırdı ve bölgeyi doğrudan Tiflis’in yönetimi altına soktu.

1991‘de, Gürcülerin Güney Osetya başkenti Şinvali‘ye girmesiyle çatışmalar başladı. Güney Osetya ve Gürcistan arasındaki anlaşmazlık, 1.000 ila 2.000 kişinin yaşamına mal oldu. 1.000 civarında kişinin yaralanmasına ve en başta Osetlerden, ayrıca Gürcülerden de on binlerce kişinin sığınmacı duruma düşmesine neden oldu. 1992‘de Ruslar, Gürcüler ve Osetlerden oluşan barış gücü ateşkesi sağladı. 1992‘de fiilen ayrıldıktan sonra, ilk referandumda Osetlerin yüzde 98’i, 2006‘daki ikinci referandumda ise yüzde 90’ı bağımsızlığı seçti. Fakat, Güney Osetya‘nın bağımsızlığı, Ağustos’un sonuna dek Rusya dahil hiçbir ülke tarafından tanınmamıştı.

Gürcü askerleri, şiddetli çatışmaların ardından 1994 yılında imzalanan ateşkes anlaşması uyarınca Abhazya‘yı da terk etmek zorunda kalmıştı. Anlaşma uyarınca, Rusya burada 3 bin barış gücü askeri bulundurma hakkına sahip, ancak Moskova bugüne kadar orada sadece 2 bin 500 asker bulunduruyordu.

SAVAŞIN PERDE ARKASI

Gürcistan Güney Osetya’ya neden saldırdı?

Kafkasya ve Hazar Bölgesi’nin petrol ve doğal gaz kaynakları bakımından zengin olduğu biliniyor. ABD’nin GOP stratejisinin temelinde de İran’ı yalıtmak ve Rusya’yı en azından şimdilik kendi sınırları içine hapsetmek, böylece bölgedeki enerji kaynaklarına egemen olmak var. Gürcistan’ın konumu, gerek Rusya’yı, gerekse İran’ı kuşatmak, gerekse de bölgedeki enerji kaynak ve koridorlarının denetimi sağlamak[10] açısından ABD için önem arz ediyor. Karadeniz’e kıyı olması ve tarihsel bağlar bakımından Batı’ya en kolay yanaşacak ülke olarak NATO’ya girmeye heveslendirilmesi bakımından da en avantajlı ülke konumunda. Bu jeostratejik önemi nedeniyle, son 15 yıldır ABD ve Batı’nın üs olarak kullandığı Gürcistan, ABD’nin bölgeyi istikrarsızlaştırma ve müdahaleye uygun hale getirme planının piyonu haline getirilerek, Rusya’ya karşı cesaretlendiriliyordu.

Soros’un finanse ettiği “Gül Darbesi”yle iktidara gelen Gürcistan Devlet Başkanı Saakaşvili, hem iktidarının diyetini ödemek, hem de Rusya’ya karşı durabilmek için NATO’ya girmek istedi. Ama Gürcistan’a “önce kendi içindeki etnik sorunu çözmelisin” dendi. Fiilen bağımsız olan G.Osetya ve Abhazya’yı yeniden topraklarına dahil ederek NATO’ya girmek, bu nedenle, Saakaşvili’nin temel seçim vaatlerinden biriydi.

Saakaşvili’nin yönetiminin iki özelliği vardı: Rusya’nın yörüngesinden çıkmak için tümüyle ABD’ye yaslanmak ve Gürcistan bayrağının değiştirilerek yerine eski haçlı bayrağının getirilmesine eşlik eden Gürcü milliyetçiliği ve İseviliği/Hıristiyanlığı. Kısacası Saakaşvili, ABD gölgesinde milliyetçilikten ekmek kazandı; ama bu durum, uzun sürmedi. Yaşam koşulları iyileşmeyen ve rüşvetin ortadan kaldırılmadığını gören binlerce Tiflisli, sokaklara döküldü ve Saakaşvili, bu nedenle, neredeyse tahtından düşüyordu. Saakaşvili, Osetya sorununu kaşıyarak, milliyetçilik üstünden yeniden halk desteği kazanmak istedi.

Sürpriz değildi

Gürcistan’ın Güney Osetya’ya saldırısı dünya kamuoyunun geneli açısından sürpriz olsa da, “bölgede gerginliğin tırmandığı ve Kafkasların bölgesel bir savaşın eşiğinde olduğu” son aylarda bölgedeki kaynaklar ve uzmanlar tarafından dile getiriliyordu.

Avrasya Stratejik Araştırmalar (ASAM) Kafkasya uzmanı Hasan Kanbolat, Stratejik Analiz dergisinin Haziran sayısındaki “2008 Yazında Güney Osetya Sorunu Çatışmaya Dönüşebilir mi?” başlıklı yazısında şöyle diyordu:

Gürcistan’a 2-4 Nisan 2008 tarihinde Bükreş’te yapılan NATO Bükreş Zirvesi’nde NATO kapılarının açılmaması ise Gürcü halkında büyük bir hayal kırıklığına neden olmuştu. Gürcistan’ın Avrupa-Atlantik dünyası ile bütünleşmesinin (NATO ve AB üyeliği) önündeki en büyük engel olarak halen, fiilen (de facto) Gürcistan’dan bağımsız olan Abhazya ve Güney Osetya bulunuyor. Bu nedenle, Gürcistan’ın genç ve hırslı Devlet Başkanı Saakaşvili, iktidarını güçlendirmek ve Abhazya ve Güney Osetya’yı yeniden Gürcistan’ın bir parçası haline getirerek NATO ile AB kapılarını açabilmek için bu iki bölgeye karşı güç kullanabilir. Ancak, Saakaşvili’yi Abhazya ve Güney Osetya’ya karşı güç kullanmaya yönelten asıl güç Kremlin de olabilir. Çünkü, Gürcistan’da hem Saakaşvili iktidarı ve hem de muhalefet, Avrupa-Atlantik dünyası ile bütünleşmekten yana. Güney Kafkasya’da ne savaşı ne de barışı arzulayan Kremlin, Gürcistan’ın bir savaşta ağır yenilgi almasının ardından Tiflis’teki siyasi yapının Rusya Federasyonu yanlısı bir temelde yeniden oluşturulabileceğini düşünüyor olabilir.

Ayrıca Güney Osetya, bağımsızlığını ilan ettiği 1991’den bu yana kendisini tanımayan Batı’nın Şubat ayında Kosova’yı bir çırpıda ‘bağımsız’ yapmasına fena içerlemişti. Kosova’nın tek taraflı bağımsızlık ilanından iki hafta sonra, 3 Mart’ta, Güney Osetya parlamentosu, “Kosova örneği ile egemen devletlerin toprak bütünlüğü argümanının önceliğini yitirdiğini” söyleyerek, bağımsızlığının tanınması için Rusya Federasyonu, Bağımsız Devletler Topluluğu, BM ve AB’ye çağrıda bulunmuştu.

Saakaşvili’nin kumarı mı?

ABD’nin bölgesel stratejisi mi?

Savaş patladıktan hemen sonra, BBC, CNN, El Cezire gibi televizyonlara bağlanan uzmanların çoğu ağzını “miscalculation” (yanlış hesap) diyerek açtı, yani savaşın Saakaşvili’nin yanlış hesabı nedeniyle çıktığını söyledi. Bunun yanında Batı basınındaki değerlendirmelerin önemli bir kısmında, saldırıdaki ABD ve NATO parmağına da dikkat çekildi.

Örneğin ABD’deki düşünce kuruluşlarından Dış İlişkiler Konseyi (CFR) uzmanı ve Georgetown Üniversitesi Profesörü Charles Kupchan, Saakaşvili ve ABD’nin çok yakınlaştığını, bu yakınlığın da Gürcü lidere “başı derde girerse Batı’nın yardımına koşacağı hissini verdiğini, bu yüzden de geçen hafta yanlış hesap yaparak Güney Osetya’ya asker gönderdiğini öne sürdü.

Guardian, başyazısında, “En büyük kaybeden ise Gürcistan Devlet Başkanı Mihail Saakaşvili. Rusya’nın Güney Osetya’yı geri almaya çalışmayacağını düşünüp kumar oynadı ve kaybetti. Gürcistan’ı birleştirmek devlet başkanlığının temel hedefiydi. Ancak şimdi kazanmak bir yana Güney Osetya’yı tamamen kaybetti ve Abhazya’dan bir askeri saldırıya da hedef oldu” diye yazdı.

Independent yazarı Bruce Anderson ise, “Gürcü-Rus Çatışmasında Batı’nın Rolü” başlıklı yazısında; “Gürcülerin çoğu, kendilerini eğer NATO üyesi olurlarsa özgürlüklerimizi ve özgürlüklerini Gürcü-Rus sınırında omuz omuza savunacağımıza ikna etmiş durumdalar. Bu saçmalıktır. NATO garantisini Gürcistan’a veya Ukrayna’ya verdiği an geçerliliği olan bir savunma teşkilatı olma özelliğini yitirir veya daha muhtemeli teşkilatlı bir riyakârlığa dönüşecektir. Yeni üyelerin asker vermeye davet edildiği fakat en ihtiyaç duydukları anda yardım edilmedikleri iki tabakalı bir yapıya dönüşecektir… Heyhat, bütün konuşmalar NATO’nun teşvik ettiği Gürcü maceraperestliğinden ibaret. Bu, Cumhurbaşkanı Saakaşvili’ye Rusya’yı herhangi bir karşılık olmadan tahrik edebileceğini düşündürttü. Ruslar ise ona ders verme vaktinin geldiğini düşünüyorlardı. Bu yaşanmak zorunda değildi. Rusların ölüm tehditleri aşılamalarını beklemektense Batı Gürcistan’a hayatın gerçeklerini öğretmeliydi. Gürcülerin yüzde sekseni NATO’ya katılmak istiyor ama dış ilişkilerini Noel Baba’ya mektup yazarak sürdüremezler. Gürcüler de kendi konumlarını kabullenmeye yardım edilmeliydiler.

Financial Times da, Batı ittifakının, NATO ve Avrupa Birliği vasıtasıyla Rusya sınırlarına dayanmasının, Gürcistan ve Ukrayna’daki “post modern” darbeleri desteklemesinin ve Kosova’nın Sırbistan’dan, Kürdistan’ın da Irak’tan kopuşuna göz yummasının Rusya açısından tehdit edici bir görüntü arz ettiğini yazdı.. Gazete, “Dahası NATO’nun Gürcistan ile flörtü, Saakaşvili’yi büyük oynamaya teşvik etmiş olabilir. Ancak yine de, Rusya’nın eski tebaasına kur yapan Avrupa Birliği ve NATO değildir. Tam tersine, Moskova’ya güvenmedikleri için, onlar Batı’nın kollarına atmışlardır kendilerini.

Peki bu saldırı Saakaşvili’nin hayatının kumarı mıydı, yoksa ABD’nin GOP kapsamındaki bölgesel stratejisinin bir parçası mıydı?

Rus istihbaratından bir yetkili, “Amerikalı askeri yetkililer, Gürcü birliklerinin Güney Osetya’ya düzenleyeceği askeri operasyonun tarihini ve başlama saatini biliyordu” dedi. Kanıtı ise, Gürcü operasyonuyla aynı tarihe denk düşen bir Amerikan heyetinin Rusya ziyaretinin iptal edilmesiydi. ABD’nin NATO Büyükelçisi Kurt Volker ise, “ABD uzun bir zaman Gürcistan’a Güney Osetya’da askeri bir çözüm bulunmadığını söyledi. Gürcü askerleri Güney Osetya’ya girmeden bir gün önce de biz ‘bunu yapma, askeri bir çatışmanın içine sürüklenme, bu sizin yararınıza değil’ dedik” diye konuştu. Büyükelçi, ayrıca “Ama (Gürcistan) üzerindeki baskı çok büyüktü ve harekete geçmek zorunda olduklarını düşündüler ve bu Rusya’ya 20 binden fazla askerle büyük bir askeri operasyon başlatmak için aradıkları bahaneyi verdi” dedi. Bu konudaki bir iddia da, “Saakaşvili, seçilmesine kesin gözüyle bakılan Obama’nın Bush gibi saldırgan olmayacağını düşünmüş olabilir; dolayısıyla Bush gitmeden son kez Bush desteğiyle güç yarıştırıyor olabilir.” şeklinde.

Bu konudaki spekülasyonlar bir kenara bırakılacak olursa, Gürcistan’ın, Güney Osetya’ya saldırısı konusunda ABD’yi önceden bilgilendirmemesi mümkün değil. ABD ile Gürcistan arasında bu konuda bir görüş ayrılığı varsa bile, bu sadece zamanlama ile ilgili bir sorun olabilir. Ayrıca Saakaşvili’nin pek çok ülke[11] tarafından maddi, askeri, siyasi bakımdan yıllardır desteklendiği, kollandığı ve Rusya’ya karşı cesaretlendirildiği gün gibi ortada.

Başka bir deyişle, Gürcistan’ın sıkışmışlığı ve Batının şımarık çocuğu Saakaşvili’nin politika yapış tarzı gibi etkenler, ancak, sorunun “bugün” patlamasında etkili olmuş olabilir. Yoksa bölgede GOP’un ruhuna çok uygun biçimde kaşınan gerginlikler ve emperyalist güçler arsındaki egemenlik savaşı, bugün değilse yarın, bir şekilde meyvelerini verecekti. Evet, bir yanıyla Saakaşvili kumar oynadı, ama diğer yandan ona kredi açan da ABD’ydi.

Evrensel gazetesi yazarı Yücel Özdemir köşesinde bu durumu şöyle açıklıyor: “Saakaşvili’ye bu kumarı oynatan Bush ve ekibi, sonucu belli bir savaşla, Kafkasya’da istikrarsızlık ve huzursuzluk yaratarak, bunun üzerinden bölgeye uluslararası bir müdahale için zemin yaratmak amacıyla böylesine bir ‘maceraya’ girişmiş bulunuyorlar. Ve son bir kaç gündür olup bitenlere bakıldığına, NATO, ABD ve AB ortaya çıkan ‘istikrarsız’ durumu ‘istikrarlı hale’ getirmek adına, Gürcistan’ın sorunlu bölgelerine, uluslararası bir güç yerleştirmenin planlarını yapıyor. Bu gücün AGİT şemsiyesi altında olması sıkça telaffuz ediliyor. Gürcistan’da yasal ya da illegal şekilde konuşlandırılan Batılı güçler, şimdi Rusya’nın nüfuz alanındaki Güney Osetya ve Abhazya’ya ‘uluslararası güç’ adı altında yerleşme, bunun üzerinden egemenlik alanını genişletme siyaseti izliyorlar. Bu siyasetin hayat bulması için elbette Saakaşvili de gözden çıkarılacak.

Nitekim Moskova’da yaşayan gazeteci Suat Taşpınar da, Saakaşvili’nin politik üslubu konusunda ABD’nin kılavuzluğuna dikkat çekiyordu: Evvela birkaç özlü söz: Elin penisiyle gerdeğe girilmez… Akılsız dostun olacağına akıllı düşmanın olsun… Öfkeyle kalkan zararla oturur… ‘Men dakka dukka’… Herkesin hayrı için Saakaşvili, bir formülü bulunup gitmeli. Hem Gürcistan’ın, hem Türkiye’nin ve size garip gelebilir ama uzun vadede ABD’nin bile bunda çıkarı var.

Bu, İngilizceyi Amerikalılar kadar güzel konuşan, ABD’nin rahleyi tedrisatından geçen heyecanlı genç adam, züccaciyecide dolaşan fil gibi. Zaten cüsse olarak müsait. Daha vahimi, kafa olarak da müsait… İşin vahim yanı, sözünü dinlediği tek kişi, baba şefkatiyle sarıldığı W. Bush. O da üslup denince daha beter. Yerine Mc Cain gelirse, o bin beter! Yani Saakaşvili, kargayı kılavuz yaptıkça beladan kurtulamayacak

Rusya-ABD gerilimi

Bir taraftan elde kalan bölgeler üzerinde kontrolünü sürdürme, diğer taraftan ekonomik ve askeri olarak toparlanma sürecine giren Putin Rusya’sı, ABD’ye ilk ciddi mesajını iki yıl önce Münih’te toplanan NATO Güvenlik Konferansı’nda vermişti. Konferansta, NATO’nun Doğu Avrupa’ya genişlemesini “provokasyon” olarak nitelemiş, Sovyetler yıkıldıktan sonra dengenin bozulduğunu ve dünyanın “çok daha güvensiz” bir yer haline geldiğine vurgu yapmıştı.

Şimdi Rus ordusu, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, ilk kez ülke sınırlarının dışında, Gürcistan’da bir askeri operasyon düzenledi. Bu operasyon, aynı zamanda NATO’nun Rusya sınırlarına bir adım daha yanaşmaması gerektiğine dair güçlü bir mesajdır. Ordusunu modernize etmek için 2015 yılına kadar 254 milyar YTL ayıran Rusya, NATO, BM, AB ve ABD’ye “benim egemenlik alanıma istediğiniz gibi müdahale edemezsiniz” demiş oldu.

Bu sırada ABD’nin eli armut toplamadı. Polonya ile 18 aydır süren füze kalkanı görüşmeleri 24 saat içinde sonuçlandırıldı. Polonyalı yetkililer, bu süreçte ABD’nin Varşova’nın pek çok talebini kabul ediverdiğini söylüyor. Bu talepler arasında, Polonya ordusunun ABD tarafından modernize edilmesi, Polonya’ya bir saldırı olması durumunda ABD’nin bu ülkeye yardıma geleceğini garanti etmesi, füze savunma sistemini desteklemek için Patriot füzelerinin ve uzman Amerikan askerlerinin yardım sağlaması gibi başlıklar bulunuyor. Diğer yandan, füze tespit sisteminin kullanımı konusundaki Rusya ile anlaşmasını çoktan bozmuş olan Ukrayna, sistemi yabancı ülkelere –yani Batı ve ABD’ye– açtığını ve anlaşma yapmaya hazır olduğunu bildirdi. Bu gelişmeleri, Rusya’nın Belarus ile yaptığı füze savunma anlaşması, Suriye’ye silah satışı ve Rus filoları üzerinden Chavez’le münasebetini arttırması gibi Rus karşı atakları takip etti. Füze Kalkanı ile kendisinin hedef alındığını söyleyen Rusya, başından beri projeye karşı çıkıyordu. Hatta 1962 yılında füze krizine dönüşen ve dünyayı savaşın eşiğine getiren “ABD’nin Türkiye’ye, Sovyetlerin de Küba’ya füze inşa etme girişimi”nden bu yana ilk defa Rusya Küba’ya asker ve füze yerleştirmekten söz etti.

Gelinen noktada iş artık daha açıktan yaşanan bir Rusya-ABD gerilimine dönüştü. Karşılıklı sert demeçlere, giderek –Duma’nın Abhazya ve Güney Osetya’nın bağımsızlığını tanıması ve bunun Medvedev tarafından onaylanması, NATO tatbikatı veya Gürcistan’a yardım gerekçesiyle Karadeniz’e Amerikan savaş gemilerinin doluşması– gibi somut adımların eşlik etmesi, emperyalist güçler arasındaki çatışma ve saflaşmanın kartlar daha açık olarak oynanmasıyla ilerleyeceğini gösteriyor.

Bu çatışmalar yaşanırken, Gürcistan üye olsaydı NATO müdahale etmek zorunda kalacağı ve işlerin Avrupa ülkelerinin istemediği biçimde karışacağı üzerine Avrupa kaynaklı görüşler ve Rusya’nın tecridine karşı sesler arttı. Şimdi Avrupalı NATO üyesi ülkeler, hem ABD’nin kendilerine danışmadan izlediği “güvenlik” politikaları, hem de Gürcistan’ın üyeliği konusunda daha temkinli davranıyor. Krizin ardından yapılan NATO dışişleri bakanları toplantısında, ABD ve eski doğu bloğu üyesi Merkez ve Doğu Avrupa ülkeleri ise, Rusya’ya karşı yaptırım uygulanmasını istedi. Almanya ve Fransa, Türkiye ve Hollanda ise Washington yönetiminin ısrarına karşın Rusya ile ilişkilerin askıya alınmamasını savundular ve NATO’nun AWACS uçaklarını göndermesine karşı çıktılar. Dolayısıyla NATO’nun oy birliği ile Rusya gibi bir ülkeye askeri operasyon kararı alması artık eskisine göre çok daha zordur.

UKKTH ve Sovyetlere saldırı fırsatı

Savaşın başladığı coğrafyaya yüzlerce kişinin hayatını kaybettiği on binlercesinin evlerini terk etmek zorunda kaldığı Güney Osetya’ya dönecek olursak; bu saldırıdan sonra Osetlerin Gürcistan’la tek devlet olması mümkün görünmüyor. Güney Osetya, artık liderleri Eduard Kokotiy’in dediği gibi, “bağımsızlığa her zamankinden yakın”, ancak Rusya’ya da her zamankinden yakın.

Başta ABD ve Rusya olmak üzere emperyalistler halkların kendi kaderini tayin hakkı üzerine ne kadar söylev verirse versin, paylaşım savaşı aynı zamanda halkların iradesini ipotek altına alma savaşı halinde sürüyor.

Gürcistan’ın –ABD ve Batı’nın- Abhaz ve Oset halkları üzerindeki hesaplarını şimdilik kursağında bırakmış olan Rusya’nın, aynı ve başka halkların iradesine ne kadar saygılı davranacağını kuşkusuz kolayca kestirebiliriz.

Sovyetlerin dağılmasından sonra emperyalizm tarafından ısıtılıp ısıtılıp halkların önüne sürülen koşullar ve seçenekler “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” ile süslenerek servis ediliyor ve bu hak bölge halklarını birbirine düşürme siyasetinin ‘havuç’u yapılıyor. Daha da önemlisi, Kafkas halklarına sadece iki emperyalist güçten birinin tahakkümüne girme ‘seçeneğinin’ bırakıldığı şu durumda UKKTH’dan ne kadar söz edilebilir, bu da ayrı bir tartışma konusu.

Ekim Sosyalist Devrimi onlarca ulus ve etnik kökenden halk için çatışmasız, barış içinde yaşam koşulları yaratmış, dilleri-kültürlerini geliştirmeleri olanağı sağlamış ve bu halklar iktisadi-sosyal-kültürel ve politik bakımdan olabilir en ileri düzeyde haklara sahip olarak birlikte yaşayabilmişlerdi. Halklar mozaiği Kafkasya’da da farklı inanç ve kültürlerin bir arada barış ve saygı içerisinde on yıllarca yaşaması, sosyalizmin ulusal sorunların çözümünde ne kadar mesafe kat ettiğini gösteriyor.

Durum böyle olduğu halde, sermaye yanlısı, sosyalizm düşmanı kesimlerin tümü bugün olup bitenleri götürüp Ekim Devrimi’ne bağlamayı ihmal etmiyorlar. Kendileri de Ekim Devrimi’nden sonra bölgede halklar arasında gerilim ve çatışmaların yaşanmadığını kabullenmekle birlikte, geriye dönüp sosyalizme saldırmayı çıkar yol olarak görüyorlar. ABD’nin soğuk savaş sonrası stratejisini çizen Brezezinski son gelişmelere ilişkin yazısında şöyle diyor: “Moskova’nın bu küçük, bağımsız demokrasinin aklını çelme, hizaya getirme ve kendisine tâbi kılma yönündeki insafsız teşebbüsü, Stalin zamanlarını hatılatıyor. Gürcistan’a yapılan saldırı, Stalin Sovyetler’inin 1939 yılında Finlandiya’ya yaptığına benziyor: Moskova, zayıf ve demokratik komşusunu tahakküm altına almak için her iki vâkada da keyfi, vahşi ve sorumsuz güç kullanımına gitti… Gerçek şu ki Putin ve Kremlin’deki iş arkadaşları Sovyet sonrası gerçekleri kabul etmiyorlar. Putin, Sovyetler Birliği’nin çözülmesinin ‘yüzyılın en büyük jeopolitik felâketi’ olduğunu söylerken samimiydi. Gürcistan ve Ukrayna gibi bağımsız demokrasiler, Putin nezdinde, tarihi anomaliler olmakla kalmayıp aynı zamanda doğrudan siyasi tehdittirler.

Türkiye’de bir TV kanalına konuk olan Gürcistan’ın Ankara büyükelçisinin üç-dört kelimeden ibaret söylemi Gürcistan’daki egemen siyasetin ne kadar kötü bir Amerikan taklitçisi olduğunu gözler önüne serer mahiyetteydi. Grigol Mgaloblishvili, “özgür bir ülke olarak Rusya’nın işgali altında” olduklarını, Putin ve ekibinin bölgeyi Sovyetler Birliğinin ‘ilkel ve gerici’ dünyasına çevirmek istediğini söyleyerek “uygar dünya”dan destek dileniyordu!

Afganistan ve Irak işgaliyle bu ülkelerdeki hükümetleri deviren ve ismi dünyanın dört bir yanında işgaller, CIA tarafından gerçekleştirilen işkenceler ve binlerce insanın ölümüyle birlikte anılan ABD Başkanı George W. Bush da, “Rusya, bağımsız bir komşu ülkeyi işgal etti ve bu ülkenin demokratik olarak seçilmiş hükümetiyle halkını tehdit ediyor. Böyle bir eylem, 21. yüzyılda kabul edilemez” demişti.

Ufukta görünenler

Bölgedeki askeri çatışmaların yerini dünya ölçeğindeki diplomatik gerginliğe ve karşılıklı cepheleşmelere bıraktığı, her saat başı yeni bir tehdidin dillendirildiği şu günlerde bizi bekleyen gelişmeleri tek tek tahmin etmek zor. Ancak somut durum üzerinden dile getirilmiş kimi ipuçlarını birleştirmek mümkün görünüyor:

– Kuşkusuz Rusya, son çatışmanın ardından, Saakaşvili yönetiminin zaaflarını kullanarak, bölgedeki egemenliğini pekiştiren girişimler yapacaktır; bunu şimdiden görmek gerekir. Ancak bölgedeki asıl tehdit hala ABD ve Batılı ülkelerin Kafkasya’daki çıkarları uğruna giriştikleri askeri, diplomatik ve ekonomik müdahalelerdir.

– ABD ve müttefiklerinin bölgeye yönelik yönelim ve tutumu, bugünkü türden nispeten küçük çaplı çatışma ve savaş denemelerinden daha kapsamlı çatışmaları davet etmektedir. Saakaşvili’nin “pes ediyorum-ateşkes ilan edilsin” diye geri adım atması, hem güçlü bir kanıttır, hem de bölgede yayılma stratejisine rağmen ABD ve patronajındaki güçlerin Rusya ile dolaysız bir savaşı bugünkü koşullarda göze alamadıklarının göstergesidir.[12]

– Bugüne kadar eskiden SSCB’nin denetiminde olan bölgelerin (Balkanlar, Ukrayna, Beyaz Rusya) yeniden paylaşılmasında ABD ile birlikte hareket eden Almanya-Fransa ikilisi, öyle anlaşılıyor ki, bu kez ikisi arasında daha ince bir siyaset izleyecek. Enerji bakımından Rusya’ya bağımlı AB, Gürcistan vesilesiyle ilişkileri germeyi, kesmeyi tercih etmeyecektir.

– ABD kuşkusuz oturup beklemeyecektir; onun, gelişmeler karşısında yeni bir hamlesi ya da yeni provokasyonlar için girişimlerde bulunması şaşırtıcı olmayacaktır. Saakaşvili’nin Gürcistan’ın (Birleşik Devletler Topluluğu) BDT’dan ayrılacağını açıklaması ve ABD’nin bölgedeki tetikçiliğine soyunarak, diğer birçok ülkeyi de BDT’den ayrılmaya çağırması, elinde, ellerini kanatmaya devam edecek bir demet dikenli sap kalmış olması durumunu değiştirmeyecektir! Ayrıca istikrarsız ve iç karışıklıklarla çalkalanan bir Gürcistan, ABD ve diğer emperyalist güçler için daha çok müdahale olanağı da yaratmış olacaktır.

– Ama bu gelişmelere bakıp, ‘Rusya durumdan memnun, Güney Osetya’ya yerleşti, çok kafası atarsa Tiflis’e kadar girer’ denemez. Kafkasya karışırsa, Rusya da kaybeder. Çeçenistan’ın yarasını yeni sarmaya çalışan, İnguşetya’da patlayan silahlarla gerilen federatif bir Rusya, savaşa meyledemez. Bölgede bu yangın bir an önce sönmezse, nereye nasıl sıçrayacağı bilinmez. Daha güneyde ellerinde silahlarla bekleyen Azeriler ve Ermeniler dahil. Kafkasya, yüzlerce halkın yaşadığı bir ev; evde yangın çıkarsa kimin yanacağı belli olmaz.[13]

– Tiflis’teki Akabı Havaalanı’ndan her gün ABD’li lojistik firmalarına ait dörder tane yük uçağı havalanıyor. Kaynaklar, Gürcistan’a yeni teknoloji silahlar sevk edildiğini ve Tiflis’in Rusya’yı bunlarla şaşırtmaya hazırlandığını söylüyor. Eğer doğruysa, Washington’ın Moskova’ya karşı ikinci kez, başka bir devletin silahlı kuvvetlerini kullanarak uzun mesafeli savaş yürütme metoduna başvurmasının yalnızca Kafkasya’yı değil, Avrasyayı, hatta tüm dünyayı iyice gereceği tahmin edilebilir. Bu fazla ihtimal dahilinde değil kuşkusuz, ama ABD’nin de savaştan beslendiği unutulmamalı. İsrail gazetelerinin senaryolarına göre, bu, Gürcistan ve Ukrayna’yı NATO’ya çekmek için mükemmel bir yol.[14]
Öte yandan Amerikan stratejistleri Rusya’ya yüklenmeyi tartışıyorlar. Onlara göre, ateşin tutuşturulacağı bir sonraki nokta, Ukrayna olabilir. Rusya liderliği, Ukrayna’nın toprak bütünlüğüne saygı duymaya ihtiyaç olup olmadığını açıktan açığa çoktan sorguladı. Rusya liderleri, Ukrayna’nın parçası olan Kırım‘ın tekrar Rusya’ya bağlanması gerektiğinden de bahsettiler. Benzer şekilde, Moldova üzerindeki Rus baskısı, bu küçük eski Sovyet cumhuriyetinin parçalara ayrılmasına yol açtı. Moskova, Kazakistan ve Özbekistan gibi Orta Asya komşularını iktisâdi bakımdan kendisine bağlama/mahkum etme çalışmalarını da sürdürüyor. Bu ise küresel mâli baskıya karşı gittikçe savunmasız hâle gelen yeni Rus iş çevresinde endişe uyandırması gereken bir şeydir. Rusya’nın güçlü oligarklarının Batı bankalarında, yüzlerce milyar dolarlık hesapları var. Bir safhaya geldiğinde, varlıkların dondurulmasına varabilecek -tasavvur edilebilir bir şeydir bu –  Soğuk Savaş tarzı bir durumda kaybedecekleri çok şeyleri olacaktır.[15]

– Bölgedeki çatışmalar, ABD’nin büyük desteğiyle inşa edilen ve Rusya’yı by-pass ederek Gürcistan’dan geçen Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattının güvenliğine darbe indirecektir. Çatışmalar ayrıca, Hazar ve Orta Asya doğal gazını Avrupa’ya taşıyacak ve Rusya’ya bağımlılığı azaltacak olan Nabucco projesine darbe indirecektir.[16]

Emperyalistlerin hakimiyet savaşında ezilmemek açısından bölge halkları için tek çıkar yolun, tek tek ülkelerde gerici ve işbirlikçi yönetimlere karşı mücadele ile birlikte bölgeye yönelik emperyalist müdahalelere karşı halkların kardeşliğinin öne çıkarılması ve antiemperyalist birlikler oluşturulması olduğu açık.

TÜRKİYE

MİT açıklaması ve “aktif dış politika” dönemi

ABD ve sadık müttefik Türkiye arasında tezkere ve arkasından çuval krizlerinin yaşandığı dönem, Türkiye-ABD ilişkilerinde yakın tarihin en kötü dönemi olarak nitelenmişti. Başbakan Erdoğan’ın hamasi nutuklar attığı, işbirlikçi basının ne oluyoruz türünden yaygara kopardığı o günlerde, her gün bir emekli paşa ya da strateji uzmanı televizyonlara çıkıp, “İşte gördünüz mü, tezkereyi geçirmediniz böyle oldu. Aman ilişkiler hemen düzeltilsin. Yoksa halimiz harap” türünden açıklamalar yapıyordu. Ülke içinde de CHP-Genelkurmay öncülüğündeki “laikçi” cephe ile AKP’ci cephe arasında gerilimin doruğa çıktığı, bununla birlikte Kuzey Irak’taki gelişmeleri kaygıyla izleyen egemenlerin Kürt sorunu konusunda iyiden iyiye köşeye sıkıştığı bir dönem yaşanıyordu. O günden bu yana geçen zamana ayrıntıları ayıklayarak bakarsak, paşaların ve Erdoğan’ın sırayla Beyaz Saray’ı tavaf etmelerinin ardından, Türkiye egemenleri ile Amerika’nın öpüşerek barıştığını, -bölgede tek argümanı olarak kalan- Kuzey Irak’a operasyonuna göz yumulan Türkiye’nin ABD’nin GOP stratejisine yeniden ve daha güçlü bağlandığını görüyoruz. (Bu bağ aslında hiç kopmadı ancak Amerikan çıkar ve ihtiyaçlarına göre yenilenmesi gerekiyordu.) Üstelik bu ziyaretler AKP ve Genelkurmay’ın en önemli ortak noktaları olan ABD işbirlikçiliği temelinde yeniden uzlaşmalarına vesile olmuştur. Böylece dışarıda emperyalizmin taşeronluğuna hız verilirken, içerisi de buna uygun biçimde yeniden düzenlemeye girişilmiştir. Bir dönem içerde -hatta K.Irak’ta kullanılan- ancak şimdi ayak bağı olan kesimlerin tasfiyesi Ergenekon operasyonu eliyle gerçekleştirilmektedir.

Aslında ‘iç ve dış işler’de yeni adımları gerekli kılan bu yöneliş seçimlerden ve ABD ziyaretlerinden daha önce, 2007 başında, MİT müsteşarının ağzından çoktan deklere edilmişti. MİT müsteşarı Emre Taner MİT’in 80.yılında yaptığı konuşmada şöyle demişti: Dünya yeniden şekilleniyor. Statükocu kafalar bunu öngöremediği için hazırlıksız yakalandık. 21. yüzyılda küresel rol savaşları doğuda cereyan edecek. Buradaki pozisyonu nedeniyle Türkiye ‘bekle-gör’ gibi pasif bir politika izleyemez. Kartlarımızı iyi kullanalım.

Bu aktif dış politika çağrısı, 28 Aralık 2006 tarihli Tempo’da yayınlanan MİT raporu ile birleştirildiğinde, Türkiye’nin Irak, özellikle de Kuzey Irak politikasını gözden geçirmesini salık veriyordu. Nitekim Irak’ta “Irak Kürt Bölgesi Petrol Yasa Taslağı”nın yasalaşması gündemdeydi ve Türkiye olaya dahil olmazsa, Kürt bölgesindeki tüm mevcut petrol operasyonları, boru hatları, rafineriler ve altyapının denetimi Kürt Bölgesel Yönetimi’ne bırakılacaktı.

Ancak çağrı, milliyetçi çevrelerin umduğu gibi ‘Kuzey Irak’a operasyon yapılması için yürütülen kampanyaya destek’ten öte anlamlar barındırıyordu. MİT ağzından yapılan uyarı görünümündeki ilan, -sözde Türkiye’nin çıkarları için, ama gerçekte ABD taşeronluğu kapsamında- sınırların ötesinde at koşturulması konusunda Türkiye egemenlerinin çoktan uzlaştığının göstergesiydi.

Böylece Kürt sorunu üzerinden yükseltilen milliyetçi dalga, AKP, MİT ve Genelkurmay’ı ABD ile işbirliği ekseninde birleştiren bir zamk görevi gördü.

Yıkım taşeronluğu

Son aylarda gerek Abdullah Gül gerekse de Ali Babacan tarafından gerçekleştirilen sayısız ziyaret de, bu ABD’nin kuyruğunda sözüm ona “aktif” dış politika yönelişi kapsamında değerlendirilmeli. Abdullah Gül bir yılda 17 ülkeye 21 yurtdışı gezisi gerçekleştirerek rekor kırdı. (Sezer’in 7 yılda yaptığı yurtdışı seyahat sayısı 49’du.) Bu ziyaretler, ekonomik anlaşmalar ve sözde ‘arabuluculuk’ faaliyetleri ile, Türkiye’nin eli Ortadoğu’dan Kafkaslara, ‘Türki Cumhuriyetler’den Afrika’ya kadar GOP kapsamındaki her yere değdi.

Türkiye;

– ABD’nin Irak işgaline en büyük desteği vermeye devam etti. Irak’ın işgali ve işgalin sürdürülmesi için gereken lojistiğin yüzde 70’i İncirlik üzerinden gerçekleştirildi. Kuzey Irak’a ABD ile anlaşarak gerçekleştirilen birkaç operasyonun ardından, Kerkük’ün petrol kaynaklarının paylaşımı konusunda da Amerika ile en azından fikren anlaşmış görünüyor.

-Türkiye hükümeti Filistin’de ‘ılımlı’ Mahmut Abbas’ın öne çıkarılması, ‘radikal’ Hamas’ın yalıtılması planına aktif destek verdi. Annapolis’ten hemen önce yapılan Ankara Forumu ile İsrail’le Abbas arasında görüşmelerin başlatılmasına ön ayak oldu. Gazze’nin abluka altına alınması ve İsrail şiddeti karşısında hep sessiz kaldı. Türkiye ile İsrail arasındaki askeri, ekonomik, siyasi ilişkiler AKP iktidarında tarihinin en iyi dönemini geçirdi.

ABD’nin verdiği Suriye’yi İran’dan uzaklaştırma görevi gereği, İsrail ile Suriye arasında yürütülmeye başlanan dolaylı görüşmelerde arabulucu oldu.

ABD ile İran arasında gerilimin had safhada olduğu son dönemde iki ülke arasında da arabuluculuk yapacağı öne sürüldü. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın İstanbul’daki çalışma ziyaretinde “Tahran’ın harab-ül Bağdat olmasını istemeyiz” diyerek, ABD’nin tehditlerini üstü kapalı biçimde İran’a iletti. Komşusunu emperyalist stratejiye boyun eğmesi için ikna etmeye çalışan Türkiye, beklenen doğalgaz anlaşmasını da ABD ile göbek bağı gereği imzalayamadı. Guardian gazetesinin Batılı bir diplomatik kaynağa dayandırılan haberi de bunu destekliyor: “Amerikan hükümetinden baskı gören Türkiye, dün kârlı bir enerji anlaşmasından geri adım atarak, konuk İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad’ı küçük düşürdü… Geçen ay Ankara’yı ziyaret eden, Amerikan Başkanı’nın Ulusal Güvenlik Danışmanı Stephen Hadley, burada Ahmedinecad’ın ziyaretine yönelik itirazlarını dile getirdi. Ancak Türkler Ahmedinecad’ın Türkiye’yi ziyaret etmek için uzun süredir bastırdığını ve artık hayır diyemeyeceklerini belirttiler. Amerika’nın çekincelerini gidermek için de, belki elektrik konusunda bir şeyler dışında, önemli bir enerji anlaşması imzalamayacakları sözü verdiler. Ayrıca Ahmedinecad’a Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin, uranyum zenginleştirmeyi durdurması karşılığındaki teşvik paketini kabul etmesi için baskı yapmayı taahhüt ettiler.

– Türkiye, Gürcistan yönetimine en çok askeri yardım yapan ülkedir. (ABD 40, Türkiye 45 milyon dolar) Gürcistan ordusu TSK tarafından eğitilmektedir. Ayrıca Türkiye, Balkanlarda ve Kafkasya’da, bu bölge halklarıyla sahip olunan ırk ve din temelli bağları istismar ederek, ABD yayılmacılığının aracılığını yapıyor. Bölgede Azerbaycan’da darbe tertiplemeye kadar varan entrikalar çevirmekte, ‘Türki Cumhuriyetler’de Fethullah Gülen ve diğer tarikatların gerici faaliyetleri aracılığıyla güç olmaya çalışmaktadırlar.

– Avrupa Birliği’ne üyelik konusunda, Türkiye’nin Sarkozy’den yediği gole misilleme olarak Akdeniz Birliği’nin kuruluş toplantısına katılmama tartışıldı. Ancak bölgenin ‘gerilimleri yumuşatan güçlü devleti’ pozları kimse tarafından kaale alınmayınca dışında kalamadı.

– ABD, Afrika’da sömürgeci beyaz adam imajını kırmak ve bölgeye yerleşmenin yolunu hazırlamak üzere, Türkiye’ye “yürü ya kulum” dedi ve Afrika Birliği-Türkiye zirvesi gerçekleştirildi. Türkiye’nin -bir yanıyla Sudan devlet başkanı Beşir üzerinden yürütülen- Afrika’nın doğal kaynakları ve bakir pazarlarından kimin ne kadar pay alacağı mücadelesinde belirleyici bir güç olamayacağı çok açık.

Tüm bu sınır ötesi faaliyetler ABD’nin bölgede arabuluculuk oyunları ile kendini ve İsrail’i meşrulaştırmak, İran’a olası saldırısı için zaman kazanmak ve zemin hazırlamak için Türkiye’yi tamamen peşine takacak bir konuma itme çabalarının açık kanıtı.

SONUÇ YERİNE

Kapitalizmin ABD’den yayılan ekonomik krizi, bu krizi aşmak üzere silah sanayinin canlanmasına hizmet edecek yeni bir savaş olasılığı, ayrıca 4 Kasım’da yapılacak ABD başkanlık seçimlerinde Obama’nın son dönemdeki ‘şahinvari’ açıklamalarının demokrat-muhafazakar, siyah-beyaz kim gelirse gelsin Amerikan dış politikasının değişmeyeceğini göstermesi, GOP kapsamındaki bölgede Amerikan yayılmacılığının derinleşeceğini gösteriyor.

Öte yandan ABD’nin İran’a saldırı tehditleri, Gürcistan üzerinden alevlenen Rusya-ABD gerilimi, İran-Latin Amerika-Suriye ve Rusya arasındaki askeri ve ekonomik anlaşmalara eşlik eden yakınlaşmalar…vb. gelişmeler, emperyalistler arasında yeni saflaşma ve çatışmalara işaret ediyor.

Türkiye egemenleri ise, hesaplarını Ortadoğu ve Kafkasya’da halkların kanı ve sömürüsünden pay kapma üzerine yapmaktadır. Hem ülkemiz ve Türkiye halkları, hem de bölge ülke ve halkları açısından yarar getirmek bir yana, dönüşü olmayan yıkım ve zararlara mal olacak bu politika, yıkım taşeronluğu değil de nedir?

Oysa bölgede barışın tesis edilebilmesinin ilk koşulu ABD başta olmak üzere emperyalistlerin bölgeden tümüyle çekilmeleridir. O halde Türkiye’nin, kardeş halkların katledilmesinin değil, bölge halklarının emperyalist müdahalelere karşı birleştirilmesinin aracısı olması gerekir. Türkiye gerek jeostratejik konumu, gerek bölge halklarıyla tarihsel ve sosyal bağları, gerekse de anti-emperyalist mücadelenin sınıf bileşimi ve düzeyi açısından bölgede bunu yapabilecek ülkelerden biri, belki de tek ülkedir. Ancak böylesi bağımsızlıkçı bir politikayı ancak işçi sınıfı izleyebilir.


[1] Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Girişimi. ABD’nin Donald Rumsfeld, Dick Cheney, Paul Wolfowitz, Richard Perle ve William Kristol öncülüğünde, 1997’de oluşturduğu ‘Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi‘nin (PNAC) bir alt unsurudur. ABD Kongresinin 1957’de kabul ettiği “Ortadoğu’da Barış ve İstikrarı Koruma” başlığını taşıyan ve Eisenhower Doktrini olarak anılan kararı bugünkü GOP’tan farklı değildir. GOP’a ilişkin bütün değerlendirmeler, NNSS 02 olarak kodlanan Ortadoğu’da “ABD’nin Yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi: Bir 11 Eylül Sonrası Analizi” adlı belgeye dayandırılmaktadır. G-8 Zirvesi için hazırlanan ve Al-Hayat Gazetesinde 13 Şubat 2004’te yayınlanan GOP belgesi, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın 2002 ve 2003 Arap İnsani Kalkınma Raporları’nda belirtilen ‘eksikliklere’ dayandırılmıştır. ABD projeyi desteğini almak istediği G-8’i oluşturan Fransa, Almanya, İtalya, Japonya, Kanada, İngiltere ve Rusya’ya iletmiş ve proje Haziran 2004’teki G-8 zirvesinde ele alınmıştır.

[2] Genişletilmiş Ortadoğu Projesinin kastettiği alan tam olarak 23 ülkeyi kapsamaktadır: Moritanya, Fas, Cezayir, Tunus, Libya, Mısır, Sudan, Lübnan, Filistin, Ürdün, Suriye, Türkiye, Irak, Kuveyt, Suudi Arabistan, Bahreyn, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman, Yemen, İran, Afganistan, Pakistan. Kafkaslarla birlikte düşünüldüğünde Türkiye bu bölgenin tam ortasındaki kalıyor.

[3] Amerikalı tarihçi, dış ilişkiler uzmanı yazar Gareth Porter, “Pakistan ordusu içinde El Kaide ve Taliban ile güçlü bağları olan unsurlar bulunduğu gerçeğinin ve Müşerref’in de Pakistan’daki El Kaide destekçisi aşiret liderleriyle yakın ilişkilerinin Bush yönetimi tarafından gizlendiği” iddiasını dile getirdi. Pakistan ordusunun Taliban ve Pakistan’daki dinci militanlarla “derin bağları” olduğunu söyleyen Porter, ABD Ulusal Güvenlik Konseyi’nin (NSC) Güney Asya direktörü olan Bruce Riedel’in “El Kaide, Pakistan ordusundaki cihat kültürünün ürünüdür” diyerek, bunu kabul ettiğinin altını çiziyor. Riedel ayrıca, El Kaide’yi destekleyen bir devlet kurumu varsa, bunun “İç İstihbarat Servisi yoluyla faaliyet gösteren Pakistan ordusu olduğunu” söylemişti.

Pervez Müşerref, kendi kaleme aldığı anılarında da, 11 Eylül saldırılarından hemen sonra dönemin dışişleri bakanı yardımcısı Richard Armitage’in, terörle savaşa destek vermezse Pakistan’ı “taş devrine döndürecek kadar bombalamakla” tehdit ettiğini yazmıştı.

Müşerref’in, 2004’te seçimler için siyasi ittifak yaparak, dinci militanların en etkili olduğu iki sınır eyaletinde kazanmayı garantilediğini belirten Porter, bu siyasi uzlaşmayı, Güney Veziristan’dan askerleri çekme kararının izlediğini ve bunun da bölgedeki militanlara “güçlenme” imkanı tanıdığını öne sürüyor. Bush yönetiminin, bu kararlarına rağmen Pakistan’a 36 F-16 uçağı satmayı kabul ederek, “Müşerref’i ödüllendirmeyi” seçtiğini ifade eden Porter, nihayetinde 2007 yılında hazırlanan ulusal istihbarat değerlendirmesinde, El Kaide’nin “yeni cennetinin” Pakistan’ın aşiret bölgeleri olduğunun kabul edildiğini belirtiyor.

 

[4] Yazı yayına hazırlandığı sırada, Navaz Şerif’in Pakistan Müslümanlar Birliği Partisi, hali hazırda başta Müşerref’in görevden aldığı yargıçların göreve iadesi olmak üzere büyüyen fikir ayrılıkları nedeniyle koalisyondan ayrılmayı değerlendiriyordu.

[5] İsrail’in 2 Mart 2008’de Gazze’ye başlattığı operasyonda çoğu bebek ve çocuk onlarca Filistinli yaşamını yitirdi. Gazze’nin ana elektrik santrali kapandı. Aç ve çaresiz Gazzeliler Hamas’ın buldozerle ‘deldiği’ Mısır sınırından akın ederek ihtiyaçlarını karşılamak zorunda kaldı. Bu süreçte işbirlikçi AKP hükümeti kadar ‘anti emperyalist’ olma iddiasındaki İslami çevrelerdeki sessizlik de dikkat çekiciydi.

[6] ABD’de çıkan New Yorker dergisi, ABD’nin İran’a yönelik gizli operasyonlara hız verdiğini yazmıştı. Derginin gizli “Başkanlık Kararı” adlı belgeye dayandırdığı habere göre: “Bush’un İran’daki gizli operasyonlar için 400 milyon dolar verilmesi yönündeki isteği ABD Kongresi liderlerince onaylandı. ABD Özel Operasyonlar Güçleri geçen yıldan beri Güney Irak’ta, İran Devrim Muhafızları’nın komando kanadı olarak bilinen El Kudüs üyelerinin yakalanması veya öldürülmesine yönelik sınır ötesi operasyonları düzenliyorlardı. Ancak şimdi CIA’nın da dahil olduğu operasyonların boyutları ve sahası büyük oranda genişledi. ABD’nin İran’daki muhalif gruplara verdiği desteğin, İran’ın sert tedbirler almasına yol açacağı belirtilen yazıda, bunun Bush yönetimine müdahale etmek için bir neden yaratacağı da iddia edildi.

[7] Ateşkesin sağlanmasından birkaç hafta sonra Trablus’ta yaşanan tek tük mezhep gerginlikleri ise Salafistlerle Hizbullah arasında yenilenen “Müslüman’ın Müslüman’ı vurmaması” anlaşması ile şimdilik son bulmuş görünüyor.

[8] İç savaşın ardından tüm milisler silah bıraktı, bir tek Hizbullah olası İsrail saldırısında ordunun yetersi kalacağı gerekçesiyle silahlarını teslim etmedi. 2006’te Lübnan’ın güneyine saldıran İsrail ordusunun Hizbullah güçleri sayesinde püskürtülmesi bu önlemi doğrular nitelikteydi.

[9] Dünyanın en önemli stratejistleri arasında ismi sayılan ABD’nin soğuk savaş sonrası stratejisini çizen Brezezinski ABD‘de 19771981 yılları arasında Jimmy Carter‘ın Ulusal güvenlik yardımcılığını yaptı. Samuel Huntington’la birlikte çalışarak, 43 sayfalık ve bir gizli bülten yazdı. Bu bültende gelecek yönetimin 10 önemli dış ve ulusal güvenlik politikası hedefi açıklanıyordu. Kitapları: Büyük Satranç tahtası: Amerika’nın Küresel Üstünlüğü ve Jeo Stratejik Çıkarları, Büyük Çöküş, Kontrolden Çıkmış Dünya

 

[10] Batı’nın, petrol ve doğalgaz konusunda Rusya’ya olan bağımlılığı azaltmak için, Azerbaycan ve Türkistan petrolünün batıya taşınması için Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı gibi alternatif enerji koridorlarına ihtiyacı var.

[11] Gürcistan’a silah gönderen 14 ülke içinde : ABD, Bulgaristan, Macaristan, Yunanistan, Letonya, Litvanya, Türkiye, Fransa, Çek Cumhuriyeti, Estonya, İsrail, Bosna Hersek, Sırbistan, Ukrayna var.

[12] A. Cihan Soylu, “Savaş, istikrarsızlık ve ABD”, 14.08.2008, Evrensel

[13] Suat Taşpınar, 10.08.2008, www.turkrus.com

[14] Rus resmi gazetesi Rossiyskaya Gazeta

[15] Zbigniew Brzezinski. Bkz dipnot 9

[16] Guardian

 

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑