Bir süre önce ABD Hazine Bakanı Paul O’Neill’in, “Başkan Bush Irak savaşını 11 Eylül’den önce planlamıştı” yönlü açıklamaları, birçok tartışmanın yanı sıra Amerikan ‘düşünce’ kuruluşlarından Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi’nin (PNAC) hazırladığı 2000 tarihli bir raporu da tekrar gündeme getirdi. ABD Başkanı George W. Bush’un göreve başlamasından 10 gün sonra, ilk Ulusal Güvenlik Konseyi toplantısının ana gündem maddesinin, Saddam Hüseyin rejiminin devrilmesi olduğu biliniyor. Ancak elbette, Bush ve ekibinin Irak’a dair planları, yönetime gelmelerinden çok daha öncesine uzanıyor.
YILLAR ÖNCESİNDEN BUGÜNÜ VE YARINI OKUMAK
Bu bağlamda, her ne kadar, kadrolarını Amerikan tarihinin en saldırgan hükümetlerinde görev almış şahinlerin oluşturduğu Bush yönetiminin tek referans kaynağı olmasa da, PNAC’ın söz konusu raporunu incelemek, mevcut Amerikan hükümetinin iç ve dış politikalarının, ABD’nin Soğuk Savaş öncesi ve sonrası emperyalist politikalarıyla bağlantısını kurmak için önem taşır. Bugün yaşanan çıkar çatışmalarını, ABD’nin son olarak ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ (BOP) olarak formüle ettiği ve Türkiye’yi tam da merkezine alan özellikle Ortadoğu ve Körfez üzerine ve dünyanın diğer çıkar çatışma merkezleri üzerine hamlelerini yıllar öncesinden daha geniş bir perspektifle okumak için, ‘think tank’ kuruluşu PNAC’ın doğuşu üzerinde durmak gerekir.
PNAC, Amerikan dergilerinden Weekly Standart’ın editörü William Kristol tarafından, ABD’nin askeri ve dış politikasını ‘geliştirmek’ için kuruldu.
Kristol’un Weekly Standart dergisinin sahipleri arasında, adeta işgalin cephe gerisi olarak faaliyet yürüten Fox haber kanalının sahibi Rupert Murdoch da bulunuyor. ‘Düşünce kuruluşu’nun başkanı, eski ABD Başkanı Ronald Reagan döneminde Dışişleri Bakan Yardımcılığı yapmış olan Robert Kagan. PNAC’ın üye listesinde bulunan diğer isimler ise çok daha tanıdık:
– Richard Armitage (Şu an ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı)
– ‘Karanlıklar Prensi’ Richard Perle (Pentagon Savunma Politikası Bölümü yetkilisi, işgalin başarısızlıklarının diyeti olarak istifa etti)
– Başkan yardımcısı Dick Cheney
– Bush’un kardeşi Jeb Bush
– Lewis Libby (Cheney’in yardımcılarından)
Listenin belki de en önemli ismi Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in yardımcısı Paul Wolfowitz. PNAC raporunun doğuşu, 1992 yılında Paul Wolfowitz tarafından hazırlanan Savunma Planlama Kılavuzu’na dayanır. Bu nedenle, Wolfowitz, raporun babası olarak tanınır.
Ancak PNAC’ın günümüze uzanan tek bağlantısı, yaratıcılarının şu an ABD politikasına şekil veren ismiler olmasıyla sınırlı değil. Düşünce kuruluşunun hazırladığı “Amerika’nın Savunmasını Yeniden İnşa Etmek” başlıklı rapor, neredeyse kelimesi kelimesine, 20 Eylül 2002’de, “ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi” adlı belgede resmi ABD politikası olarak kabul edildi.
Bu durumu ortaya koyan küçük örneklerinden biri, Savunma Bakanı Rumsfeld’in savunma bütçesinde 48 milyar dolarlık artış talep etmesi ve bunu hayata geçirmesidir. Zira raporda, ‘savunma’ harcamalarının milli gelirin yüzde 3’ten 3.8’ine çıkarılmasının, olmazsa olmaz bir gereklilik olduğu üzerine defalarca vurgu bulunuyor.
SAVAŞSIZ KALMA TELAŞI
PNAC’ın kuruluşu, Baba Bush’un, Sovyetlerin yıkılmasının ardından Yeni Dünya Düzeni’ni, yani başka bir anlamda, “ABD’nin sonsuz refah ve zaferini” ilan etmesinden birkaç yıl sonraya denk gelir. Rapor’un Kagan ve Kristol imzalı önsözünde, ABD yöneticilerinin, bu “rahatlığın getirdiği bir rehavete kapılmaya başlaması tehlikesine” dikkat çekilirken, raporun, mevcut yönetim ve gelecek yönetimler için, savunma stratejileri geliştirilmesinde kılavuz olarak kullanılması için yazıldığı belirtilir.
Raporun mimarlarına göre, “Evet, ABD Soğuk Savaş’tan kesin bir zaferle çıkmıştır, ancak ABD’ye yönelik tehditler son bulmamıştır.” Temel olarak “Bu noktada, ABD, yeni yüzyılı kendi amaçları ve çıkarları doğrultusunda şekillendirebilecek mi?” sorusunu soran raporun altında yatan düşünce şudur: Komünizm tehlikesinin ‘bertaraf edilmesi’, ABD’li anti-komünistlerin saldırgan politikalardan geri durmasına yol açmıştır. Ve bu nedenle, ABD’nin dış politikasına Soğuk Savaş öncesi saldırganlığını yeniden kazandırmak için yetkililerin ‘aklını başına getirme’ görevi, PNAC mimarlarına düşmüştür. Kısacası, Soğuk Savaş’ın bitmesinin ardından, ABD emperyalizmi, saldırgan politikalarını haklı gösterebilmek ve savunabilmek için belli başlı dayanaklara ihtiyaç duymaktaydı. Artık ‘düşman’ ölmüştü, bu nedenle yeni düşmanlara, yeni savaş alanlarına, yeni taktiklere ve yeni konseptlere ihtiyaç vardı. Dahası, başka güçler (Avrupa ülkeleri kastedilmektedir), ABD’nin ekonomik durumunun ve siyasi egemenliğinin tam da arzu edilen rolüne oynamaktaydı. Yani, emperyalist çıkar çatışmalarının, ‘barış’ döneminde dahi, ABD’nin ‘süper güç’ konumuna zarar verebileceği, hatta başka güçlerin onun yerini alabileceği endişesi, ABD yetkililerini her zaman tetikte tutmalıydı. Bunun için en geçerli yöntem ise, ‘savunmayı’, yani ABD’nin –özellikle dış ülkelerdeki– askeri varlığını geliştirmekti. 20. yüzyıldan, krizler başlamadan önce durumu şekillendirmek ve tehditler büyümeden karşılık vermek gerektiği dersini çıkaran Kristol ve Kagan, “tüm dünyada bir Pax Americana”, yani Amerikan Barışı peşindedir.
Ayrıca, ABD’nin, ‘diğer güçlerin’ kendisine rakip olmasını askeri güçle engellemesini öneren rapor, hayati hammaddeleri elde etmek gerekir diyerek de, Körfez petrolünü hedef olarak gösterir.
Rapor’un önsözünde, bu belgenin, eğitim amaçlı olduğu öne sürülür. Ancak raporun hedeflerinin sıralandığı şu paragraf dahi bu iddiayı boşa düşürmeye yeterlidir: PNAC raporunda, hedefler, “Küresel ABD hakimiyetini sürdürmek, bir rakip gücün yükselişini engellemek ve uluslararası güvenlik düzenini, Amerikan ilke ve çıkarlarına uygun olarak şekillendirmek” olarak ifade ediliyor.
Tüm bu yeni ihtiyaçlara detaylı cevaplar veren rapor, bu bağlamda muhafazakârların yeniden doğuşu olarak değerlendirilebilir.
BUSH BEKLENEN KAPTAN
PNAC raporunun hazırlanmasından üç yıl önce Kristol, Saddam’ın devrilmesinin gerekliliği üzerine başka bir rapor yazar. 1998 yılında Rumsfeld, Wolfowitz, Perle, Armitage’ın da aralarında bulunduğu PNAC üyeleri, bu rapor üzerine, Clinton’a bir mektup göndererek, “Biz, yönetiminizi, Saddam rejimini iktidardan düşürmek amacıyla bir strateji geliştirmesi için zorluyoruz” derler. Ancak Clinton’un bu mektuba cevabı, “hükümetinin El kaide ve lideriyle uğraştığı” olur. Bu mektupta, Bush’un ağzından düşürmediği ‘önleyici saldırı’ kavramından da bahsedilmektedir.
Bush yönetiminin başa gelmesiyle, Clinton’dan olumsuz yanıt alan PNAC ekibi, aradıkları kaptanı bulmuş olurlar. Zira; PNAC raporunda da, Clinton yönetiminin ‘pasif savunma politikaları’ sık sık eleştirilirken, raporun, yeni seçim dönemi ve yeni başkanın askeri politikalarını ve stratejilerini hazırlarken rapordan yararlanması için hazırlandığı belirtiliyor.
11 Eylül’de İkiz Kuleler’in vurulmasının da, Bush yönetiminin, hem kendi halkını hem de dünya halklarını saldırgan politikalarına ikna etmek için arayıp da bulamadığı fırsat olduğu, çokça söylendi. PNAC raporu ise, on yıl öncesinden buna işaret etmektedir, ve bu yönüyle, bu yorumların yazılı kanıtı niteliğindedir. Raporda “yeni Amerikan yüzyılında” askeri stratejilerin dönüştürülmesi ve yenilenmesi planları anlatılırken, bunların, getireceği mali yük nedeniyle tepki toplayacağı söyleniyor. Bu nedenle, ABD’nin ihtiyacı olan, bir ulusal felaket durumudur: “Dönüşüm projesi, ABD siyasi hedeflerine ve ABD müttefiklerinin hedeflerine ters düşebilir. Dahası, önemli bir değişim getirse bile, dönüşüm süreci uzun olacaktır ve Pearl Harbour gibi bir felaketin olmadığı durumunda mümkün değildir.”
‘DÖRT ÖNEMLİ MİSYON’
Toplam 5 ayrı ana başlıktan oluşan raporun, giriş bölümünün tamamen yayılmacı ve işgalci politikaların ve bu eksende tüm dünyada askeri varlığın genişletilmesi ve geliştirilmesinin ABD’nin çıkarları için ne kadar hayati olduğuna ikna etmeye adanmasının ardından, biçilen ‘dört önemli misyon’ günümüz açısından oldukça dikkat çekicidir: Amerikanın küresel liderliğini sürdürmesi için Avrupa’da güç dengelerini koruması, iç güvenliğini sağlaması, Ortadoğu ve çevresindeki enerji kaynakları bulunan bölgede ve Doğu Asya’da güç dengelerini koruması ve devlet olmayan oyuncular ve teröristlerle bağlantısı bulunan devletlerin istikrarını sağlaması.
11 Eylül saldırılarından sorumlu tuttuğu Usame Bin Ladin’i bir numaralı terörist ilan eden ABD, Suudi Arabistanlı milyarderin ayak bastığı her ülkeyi potansiyel düşman olarak kabul ettiğini açıklamıştı. Böylece “devlet olmayan oyuncu”nun düşman ilan edilmesi, “teröristlerle bağlantısı bulunan ülkelerin istikrarının sağlanmasına” da dayanak oluşturdu. Raporun başka bir bölümünde, yeni yüzyılın savaş alanı konsepti oluşturulurken, artık tek ülkeden oluşan savaş alanlarının geride bırakıldığı, küçük ancak çok sayıda savaş alanlarına ihtiyaç duyulduğu yazılıyor.
Dört önemli misyonda, hedef olarak gösterilen bölge ise, ABD ve diğer emperyalist güçlerin yıllardır üzerlerine çeşitli hesaplar yaptığı bölgedir. Ancak raporun ortaya çıkardığı yeni durum, Ortadoğu’dan vazgeçmemek koşuluyla, “Asya’nın çatışmaların ve istikrarsızlığın potansiyel merkezine” dönüşmesi. Bu tarif, kapsamı henüz açıklanmayan, ancak merkezinde sadece Ortadoğu ülkelerinin bulunduğu, geniş anlamıyla ise, Fas’tan Mısır’a, Kuzey Afrika ile Endonezya’ya, Güney Asya ve Çin’e kadar uzanan, Orta Asya ve Kafkasya’yı da barındıran bir coğrafyayı kapsadığı bilinen ‘Büyük Ortadoğu’ projesinin de çekirdeğini oluşturmaktadır. Fikir babasının İsrail olduğu söylenen bu projenin üç önemli ayağı ise, “demokrasi, terörle mücadele ve serbest piyasa.”
Raporun, “bugünün güçlerini yeniden konuşlandırmak”, “bugünün silahlı güçlerini yeniden kurmak”, “yarının baskın gücünü oluşturmak” ve “savunma harcamaları” başlıklı diğer bölümlerinde, ABD için çıkar önceliği bulunan ülkeler, limanlar ve hava üsleri için yeni yüzyılda neler yapılması gerektiği detaylı olarak sunulurken, özet olarak, sürekli genişleyecek Amerikan “güvenlik çevresinin oluşturulması” isteniyor. Plana göre, “güvenlik çerçevesi”; halen 60 ülkede üsleri, 130 ülkede birlikleri bulunan ABD’nin, kalıcı üslerini genişletmesi ya da dönüşümlü konuşlandırmalarla diğer ülkelerde askeri varlığını sürdürmesi yoluyla başarılacak.
PNAC VE IRAK
Raporun genel olarak Ortadoğu, özel olarak da Körfez ve Irak üzerine yaptığı vurgular göz önüne alındığında, 2003 yılında, ABD’nin, yanına İngiltere’yi alarak giriştiği Irak işgalinin ana hatlarının çizilmiş olduğu görülür. Bu ana hatlardan yola çıkarak, ABD’nin Ortadoğu planlarında Irak için biçtiği rolü ve işgalin ardında yatan planları açıkça görmek mümkündür.
Raporda, “ABD Körfez’in güvenliğinde daha kalıcı bir rol oynamanın yollarını arıyor. Irak’ta yaşanan sorunların devam etmesi bu durumu haklı çıkarsa da, ABD’nin Körfez’de kalmasının gerekliliği, Saddam rejimi meselesini aşmaktadır” denilmektedir.
Irak halkının bir zorbanın elinden kurtarılıp demokrasiye kavuşturulması ve özgürleştirilmesi martavallarını okuyan ABD yönetimi, dünyanın en geniş petrol rezervlerine sahip Körfez bölgesinde ‘kalıcı’ olmayı kafasına koymuştur, ve bunun için, kendisinin ihtiyacı olan gerekçe, Irak’ta boylu boyunca bulunmaktadır: Saddam rejimi. Ancak yukarıdaki alıntıda da ayan beyan yazıldığı üzere, ABD’nin bölgedeki çıkarları doğrultusunda yapılması gerekenler, kesinlikle Saddam rejiminin devrilmesiyle sınırlandırılmamalıdır. Zira, bu, sadece başlangıç aşamasıdır.
“Saddam’ın sahneden çekilmesinin ardından bile, Kuveyt ve Suudi Arabistan’daki üsler kalıcı olmalıdır.” Irak halkı üzerine tek bir vurgunun bile bulunmadığı bu satırlardan da rahatça anlaşılacağı gibi, ABD’nin kurduğu ya da kurduracağı hiçbir yönetim konseyi, oluşturduğu ya da oluşturacağı hiçbir anayasa, ülkede bulunan halkların demokrasi ihtiyacını karşılamayacağı gibi, bunların tümü, ABD’nin bir sonraki hamlesinde bölgedeki konumunu desteklemek için birer araç olarak kullanılacaktır.
İşgal hükümetlerinin başına tam anlamıyla bela olan ‘kitle imha silahları’ ise, raporda genel bir söylem olarak yer bulurken, “İran, Irak ve Kuzey Kore’nin ABD’nin bölgedeki müdahalesini engellemek için balistik füze ürettiği ve nükleer silah üretmek için acele ettikleri” söylenir. Bush yönetiminin bir numaralı işgal gerekçesi de, göstermelik ya da gerçekçi hiçbir istihbarat kaynağını referans gösterme ihtiyacı hissetmeden bu iddiaları ortaya atan PNAC raporunda hazırlanmıştır. Rapor ayrıca, Bush yönetimine, kimlerle işbirliği yapacağı ve hangi tehlikelere karşı hazırlıklı olması gerektiği konularında da yol gösterir. “İngiltere gibi müttefiklerin, ABD’nin küresel liderliğinin en önemli araçları” olduğunu kaydeden rapora göre; AB, ABD’ye rakip olabilir ve ulusal barış güçlerinin liderliği kesinlikle Birleşmiş Milletlere bırakılmamalıdır. İşgal öncesi BM üyeleri arasında yaşanan emperyalist çıkar çatışmaları, ve ABD’nin, örgüt içindeki muhalefeti engellemek için, üst düzey yetkililer dahil, birçok BM görevlisinin telefon hatlarına sızma gibi yöntemlere başvurduğu hatırlandığında, raporu kaleme alanların kaygılarının yersiz olmadığı görülecektir.
PNAC üyelerinin Irak’a yakın ilgisi, elbette, sadece bu raporla sınırlı değil. Irak’ın işgal edilmesiyle Irak halkının özgürleşeceğini öne süren Irak Kurtuluş Komitesi’nin başını PNAC yöneticileri çekmektedir. Komitenin başkanı, Reagan dönemi Pentagon yetkilisi Bruce Jackson, PNAC yürütme kurulu üyelerindendir. Komite’nin sekreteri, yine Reagan dönemi Beyaz Saray yetkililerinden Gary Schmitt ve Randy Scheunemann da, PNAC’ın önde gelen isimlerinden.
ŞEYTAN ÜÇGENİ VE DİĞERLERİ
“Yeni Amerikan yüzyılı, ABD ordusunun savaşçı rolünün yanı sıra, bütün ve özgür Avrupa kurma ve ABD’nin Ortadoğu ve Körfez’de çıkarlarını koruma görevini üstlendiği bir yüzyıl olacaktır.” Raporda, bu doğrultuda, ordunun kara, hava ve deniz gücünün yeniden konuşlandırılması adı altında, başta Ortadoğu ülkeleri ve Çin olmak üzere, birçok ülkenin ABD’nin fiili işgali altına alınması ya da bu işgaller için atlama tahtası olarak kullanılması yönünde yeni hükümetler uyarılmaktadır. Irak işgali öncesi tanıştığımız ‘şeytan üçgeni’ tanımlaması, PNAC raporunda, ABD’nin güvenliğini tehdit eden ülkeler olarak yer alıyor.
Halihazırda ABD’yi vuracak silahlara sahip olduğu söylenen Kuzey Kore, Libya, İran ve Suriye başlıca tehlikeli ülkeler olarak sıralanırken, Çin gibi potansiyel rakiplerin, askeri teknolojileri kendi çıkarları için kullanmakta sabırsızlandığı belirtiliyor. “Çatışmalar yuvası olacağı düşünülen Ortadoğu’da, hava gücüne destek olarak donanma bulundurulmalı ve mutlaka kalıcı üsler edinilmeli, ve ABD nükleer güç kontrol planı, Kuzey Kore’den Pakistan’a kadar, hatta daha yakında Irak’ı ve Irak kadar tehlikeli olabilecek İran ve Çin’in modernize edilmiş ve geliştirilmiş nükleer silahlarını içermeli.” Irak’ın ardından ikinci hedef olarak İran’ı gösteren rapor, gözünü Asya’ya çevirerek, “Çin’in demokratikleştirilmesine yardımcı olmak için Güneybatı Asya’da ABD güçlerinin arttırılması gerektiğini” söylüyor.
Raporda, nihai amaca, yani Pax Amerikana’ya ulaşmak için; kara, hava ve deniz gücüne gösterilen yeni hedeflerden bazıları şöyle:
– Türkiye’de İncirlik hava üssü genişletilmeli, geliştirilmeli ve belki de Türkiye’nin Doğusu’nda kurulacak yeni bir üsle desteklenmeli.
– İtalya’da Aviano’da bulunan NATO havaüssü geliştirilmeli.
– Macaristan’da ABD ve NATO üssü kurulmalı.
– Latin Amerika’dan sorumlu ABD Güney Komutası’nın hedefi, Porto Rico’dan Ekvador’a kadar havaalanlarını kullanmak olmalı. ABD, Latin Amerika’da, Panama’dan çekilmesinin ardından kaybettiği üslere tekrar sahip olmalı.
– ABD, Baltık Denizi, Akdeniz ve Karadeniz’de üslenmeli.
– Doğu Asya’da birlikler güneye kayıyor.
Irak işgali sürecinde yaşanan tartışmalarda, İncirlik hava üssünün ABD için stratejik önemi bir kez daha görülmüştü. Raporda önerilen ikinci üssün yeri ise, BOP’la birlikte değerlendirildiğinde, daha da anlam kazanıyor. Başbakan Tayyip Erdoğan, BOP’a ilişkin açıklamalarında, plan sayesinde, “Diyarbakır’ın doğunun yıldızı” olacağını söylemişti. BOP’ta Türkiye’ye, ama özellikle bölgeye önemli bir rol biçilmektedir.
Avrupa’nın, ABD’ye rakip güç olarak, ABD’nin başına ‘bela’ olacağı sıklıkla vurgulanan rapora göre, tehlike öyle büyüktür ki, “özellikle Avrupa’da ABD güçlerinin bulunması, bölgesel savaşlar kadar önemlidir.” Yeni yüzyılda, ‘bütün ve özgür’ Avrupa’nın önündeki engeller, Balkanlar ve Güneydoğu Avrupa’dır: Çünkü burada yaşanan çatışmalar, ABD’nin Avrupa’daki rolünü belirsizleştirmektedir. Rapora göre, bu tespitler, Balkanlar’da ABD askerlerinin konuşlanması gerektiği sonucunu haklı kılar ve ABD’nin Avrupa güçleri güneydoğuya doğru konuşlanmalıdır. Bu gibi nedenlerle, her ne kadar merkezi Avrupa’da istikrar bulunsa da, ABD’nin güvenliğini koruması için, Almanya’da ABD askeri varlığı, güvenliği destekler.
Ancak PNAC mimarlarını asıl huzursuz eden sorun, Avrupa ülkelerinin kendi kimliğini ve politikasını oluşturmasıdır. ABD, aralarından müttefikler seçtiği ve AB içerisinde üs olarak kullanmayı sürdüreceği Avrupa ülkelerinin, kendisine rakip haline gelmesine karşı kesinlikle tetikte olmalıdır, ve AB ilişkilerinde söz sahibi olabilmek için, AB’nin, NATO’nun yerine geçecek bir askeri güç oluşturmasını engellemelidir.
YENİ SALDIRI YÖNTEMLERİ
PNAC raporu, var olan güçlerin nasıl kullanılacağının yanı sıra, ABD’nin küresel hedeflerini karşılayacak yeni saldırı stratejilerinin de nasıl geliştirilmesi gerektiği konusuna uzunca bir bölüm ayırmıştır. “Eskimiş askeri programlardan vazgeçilerek”, ki bu, şu an ABD Savunma Bakanı Rumsfeld’in bizzat ilgilendiği bir konudur, savaş teknolojisinin gelişmesine bağlı olarak, gözler uzaya dikilmiştir. Aslında raporu hazırlayanların yeni olarak sunduğu formül, Reagan döneminin ‘yıldız savaşları’ projesidir. “Uzaya egemen olmak için ABD Uzay Kuvvetleri kurulması ve teröristlere karşı uydu denetimi geliştirilmesi” gerektiği yazılan raporda, Bush yönetimi, kullanılacak füzelerin çeşidine kadar, detaylı ‘öneriler’ bulmuştur: “Önümüzdeki on yıllarda ölümcül olmayan biyolojik silahlar, elektronik saldırı yöntemleri, insansız savaş uçakları ve sığınak basan bombalarının geliştirilmesi; ABD gücünün hayata geçmesi ve sınırdışında bulunan ABD güçlerinin korunması için etkili balistik füze savunmasının geliştirilmesi ve anti-balistik füze anlaşmasından geri çekilinmesi; daha güçsüz ülkelerin daha sonra ABD’yi ve müttefiklerini tehdit etme riskine karşı kitle imha silahları ile savaşılması.”
Yukarıda öne çıkan örnekleri verilen saldırı taktiklerinin bir kısmı, Bush yönetimi tarafından harfi harfine gerçekleştirilirken, daha uzun vadeli bir kısmı için ise, start verilmiştir.
Hatırlanacağı gibi, ‘sığınak basanlar’, Afganistan’da ‘teröristlere’ karşı mağaraların üstüne yağdırılırken, ABD, Irak işgali öncesinde insansız uçakları sık sık kullanmıştı.
Uluslararası kanunlarca yasaklanan biyolojik silahlar ise, en basit haliyle sinir gazı ve biber gazı gibi sinir sistemini tahrip etmeyi hedefleyen yöntemlerle, Pentagon planlarında yer alıyor.
Raporda bahsi geçen ‘savunma’ bütçesine yapılacak artıştan, belki de nasibini en çok alan, balistik füze sistemleri oldu. 11 Eylül’den önce, balistik füze sistemleri için milyarlarca dolar fazla bütçe ayrıldı. ABD, Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni tanımayarak, nükleer silahsızlanma anlaşmasını da tanımamış oldu.
Ayrıca göreve gelmesinden kısa bir süre sonra, Bush, Soğuk Savaş döneminde Rusya ile yapılan uzun menzilli ‘savunma sistemi’ geliştirmeme anlaşmasından çekilmişti. Silaha ayrılan bütçenin gayri safi milli hasılanın yüzde 3.8’ine çıkarılmasıyla, 2000 yılında 281 milyar dolar olan bütçe, 2003 yılı sonunda 378 milyar dolara yükseldi. Bu rakam, onlarca ülkenin askeri bütçesinin toplamından fazla.
Rapordan günümüze yansıyan önemli bir ayrıntı da, internetin kullanımıyla ilgili. “Her ne kadar demokratik bir ülkede vatandaşların interneti kullanımı doğal bir hak olsa da, ABD’ye karşı kullanılmasını önlemek için, bu ortam, kesin denetim altına alınmalıydı.” Meksika’da Zapatistaların interneti kullanmadaki başarılarını tehlikeye örnek olarak gösteren raporda yer alan bu cümle, Bush’un, 11 Eylül’ün ardından, “ulusun güvenliği” için çıkardığını öne sürdüğü “Vatanseverlik Yasası”nın en önemli hak gasplarından birinin, aslında, yıllar öncesinden planlandığını gösteriyor.
ABD’nin, sınırını tüm dünya olarak çizdiği bu eylem planını, tamamen hayata geçirdiği söylenemez. Hatta saldırı planlarının geniş bir coğrafyaya yayıldığı ve sürekli genişlemesinin hedeflendiği düşünüldüğünde, mevcut ABD yönetiminin, ‘daha yolun başında’ olduğu görülür. Bush ve hükümetinin iki yıllık zaman diliminde attıkları adımlar, Oğul Bush’un, Baba Bush’un “Yeni Dünya Düzeni”nden miras aldıklarını, “istikrar, özgürlük ve demokrasi” gibi dünya halkları nezdinde hiçbir inandırıcılığı kalmayan benzer vaatlerin tekrarlarıyla, ve PNAC benzeri raporların ışığında, “Büyük Ortadoğu Projesi”ne taşıdığını göstermektedir.