Yeni bir 8 Mart’ı karşılamaya hazırlandığımız bu dönem birkaç bakımdan önem arz ediyor.
Öncelikle, emekçi kadınların bir buçuk asırdır baskıya, sömürüye ve eşitsizliğe karşı devam eden mücadelelerinin simgesi olarak, tüm kadınlar adına tarihe kazandırdıkları 8 Mart’ın uluslararası çapta ilk kez (1911) kutlanışının 100. yılı.
Kadınlar, hem çalışma yaşamına katılabilmek ve çalışma koşulları, hem eğitim hakkını genişletebilmek, hem siyasete katılabilmek, hem de sermaye boyunduruğundan kurtulabilmek ve insanca yaşam sürdürebilmek için verdikleri tarihsel mücadelelerle pek çok kazanım elde ettiler. Sosyalizm koşullarında elde ettikleri ama yeniden kapitalizme dönülmesiyle hemen tümü tekrar gasp edilen ciddi kazanımlar bir yana, kapitalizm koşullarında elde ettikleri haklar ve dönem dönem yasaların değişmesi, kadınların toplumsal yaşamın bütün aşamalarına tam bir eşitlikle katılmalarını sağlamadı. Hatta kazanılmış haklarımıza yenilerini eklemek yerine, var olan haklarımızı kaybetme, yeniden 1800’lü yılların azgın sömürü koşullarına dönme tehlikesi ile karşı karşıya olduğumuz bir dönemdeyiz.
Bunun yanı sıra, büyük TEKEL direnişinin ardından Bericap, Saba gibi, kadın işçilerin yoğun olarak yer aldıkları direnişlerin artış gösterdiği ve aynı zamanda yeni saldırı yasalarının gündemde olduğu, dolayısıyla işçi, memur tüm emekçi kadınlar arasında örgütlenme çalışmalarının ayrı bir önem kazandığı bir dönem bu.
Yine, önümüzdeki 8 Mart, 2011 Haziran seçimlerini önceleyen bir süreç olması bakımından da önem taşıyor. Tayyip Erdoğan şahsında AKP iktidarının tüm muhalif toplumsal kesimlere büyük bir tahammülsüzlük gösterdiğine, ama aynı zamanda birçok kesimle, “sivil toplum kuruluşları”yla görüşmelerin yapıldığına, özellikle kadın toplantılarının sık sık düzenlendiğine şahit oluyoruz. Bu toplantılar, AKP’nin kadınların oylarına özellikle ihtiyaç duyduğunu açıkça gösteren bir olgudur. Seçim sürecinde bunlarla kalınmayacağını, kadınlara yönelik ne kadar büyük adımlar atıldığı propagandasının alıp başını gideceğini tahmin etmek zor değil.
8 yıllık AKP iktidarının uygulamalarının tüm sonuçlarının yalnızca açıkça görünür hale gelmekle kalmadığı, bu sonuçları, özellikle kadınlar olarak, etimizde kemiğimizde hisseder olduğumuz bir anda, bir bakıma seçim atmosferinin meydanlardaki ilk startını, kadınların 8 Mart’ta söyleyeceği sözler verecek. Bu bakımdan, AKP iktidarının 8 yıllık gerçek icraatlarının teşhirinin, kadınlar içinde yürütülecek çalışmaların 8 Mart alanlarına yansımasının önemi de bir o kadar büyük.
Tüm dünyada emekçilerin kazanılmış haklarına yönelen saldırı dalgası, kadınların haklarını da birer birer ellerinden alıyor. Ülkemizde dünyadaki hemcinslerinden her bakımdan geri durumda olan kadınlar, zaten sınırlı olan haklarına yenilerini ekleyebilmek bir yana, var olanlarını da kaybediyor. Bir yandan kadın erkek eşitliğine dair yasal hükümler çıkarıldığı söyleniyor, ‘kadınlara pozitif ayrımcılık’ reklamları yapılıyor; diğer yandan ekonomik sosyal, kültürel ayrımcılık şiddetlenerek devam ediyor. Bu yüzden, 1857’den beri mücadelesi verilen ve kısmen kazanılan hakların bugün ne durumda olduğunu ve nereye doğru gittiğini görmek önemli.
İSTİHDAM, AMA NASIL?
– Türkiye’de kadının iş gücüne katılımı, 1989’da yüzde 36.2 iken, 2009’da yüzde 26’ya düştü. Yani son 20 yılda, kadınların iş gücüne katılımı, yüzde 28 oranında azaldı.
– 1989’da yüzde 9.5 olan kadın işsizliği, 2009’da yüzde 14.3’e tırmandı.
– Kırsaldaki 100 kadından 84’ü tarım sektöründe ve bunların yüzde 77’si ücretsiz aile işçisi olarak, yani herhangi bir ücret almaksızın çalışıyor.
– 2008 verilerine göre, toplam kadın istihdamının yüzde 58’i kayıt dışı.
– Kentlerde, 15 yaş üstündeki 5 kadından sadece 1’i istihdam ediliyor.
Kadın Emeği ve İstihdamı Girişimi’nin (KEİG) bu verileriyle, kadınların çalışma yaşamıyla ilgili probleminin, yalnızca kadınların çalışma yaşamı dışında kalması olmadığını görüyoruz. İstihdam önemli, evet, ama istihdamın hangi koşullarda olduğu da önemli.
AKP tarafından çıkarılan sosyal güvenlik yasasıyla, dün, sağlık, emeklilik ve her türlü sosyal hizmet haklarımız gasp edildi. Bugün de “torba yasa” olarak adlandırılan saldırı yasasıyla, patronlara daha yoğun bir emek sömürüsünün kapıları açılıyor. Bu yasa, kapitalistin işçiyi istediği süreyle çalıştırabilmesini, hiçbir gerekçe göstermeden iş sözleşmesini feshedebilmesi için “geçici istihdam” uygulayabilmesini, kıdem tazminatı başta olmak üzere, ücret dışı işçi maliyetlerinden kurtulmasını, bölgesel asgari ücret uygulamasıyla emek gücü piyasasında ücret farklılıklarını derinleştirmesini sağlıyor.
Güvencesiz istihdamın yaygınlaşması ve kuralsız çalışmanın yasalaşması, başta kadın, göçmen ve çocuk sömürüsünün artması anlamına geliyor. Düzensiz ve belirsiz bir ücret, belirsiz çalışma saatleri, örgütsüzlüğü ve eşitsizliği ifade eder. İş güvenliği, emeklilik hakkı, sağlık hizmeti zaten yoktur.
Kadın emeğinin aile bütçesine katkı sunan ikincil emek olarak görülmesi ve kadının, daha çok, ‘kadın işleri’ olarak nitelendirilen işlerde, yani düşük statülü ve düşük ücretli, güvencesiz, geçici statülü işlerde istihdam edilmesi, kadınları, esnek çalışma ve esnek üretimin asli hedefi haline getiriyor. Bu da, TÜSİAD’ın talepleriyle AKP’nin yasaları arasında nasıl bir uyum olduğunu bir kez daha gösteriyor.
GÜVENCE YOK, SAĞLIK BİTTİ, SOSYAL HİZMET KALMADI
Kadınlar, ayrıca, aile ve toplumun ihtiyaç duyduğu ev işlerinin ve bakım hizmetlerinin (çocuk ve yaşlı bakımı, hasta bakımı gibi) hemen tümünü üstlenmiş durumda. Kamusal hizmetler kapsamında verilmesi, merkezi ve yerel yönetimlerin açacağı kreş ve yuvalarla, bakım merkezlerinde, huzurevlerinde karşılanması gereken bu ihtiyaçlar, “tasarruf” adı altında kamu harcamalarına kısıtlamalar getiren neoliberal politikalar aracılığıyla piyasalaştırılıyor. Herkesin hakkı olan bu hizmetler, yalnızca parası olanın satın alıp parası olmayanın mahrum kalacağı bir hale dönüştürülüyor. AKP döneminde devlet bütçesinden bu tür kamusal hizmetlere ayrılan para daha da kısıldığından –‘kreş eken huzurevi biçer’ zihniyetine sahip başbakanın da etkisiyle olsa gerek–, bakım hizmetleri, artarak ve ağırlaşarak kadınların üzerine yıkıldı.
AKP hükümetinin, bu süreçte kadınlara bir ‘hediyesi’ de, kadını sosyal güvenlik sisteminden dışlamak oldu. Ev kadınları, sosyal güvenlik açısından, eşlerine ve babalarına (tabii eğer sigortalıysalar) bağımlı kılındı. Ayrıca bu yasa, ev içinde ya da dışında ücret ve gelir karşılığı çalışan kadınları (gündelikçiler, mevsimlik tarım işçileri, geliri asgari ücretin altında olup gelir vergisinden muaf olan küçük üreticiler, esnaf, ev eksenli çalışanlar, ücretsiz aile işçileri…), sosyal güvenlik sisteminin dışına itti. Kayıt dışı çalışan, yani işverenlerin sigorta primlerini ödemediği kadınlar da, sosyal güvenlik sisteminin dışında. Yani devlet iş güvencesiz kadınları, bir de sosyal güvencesiz olmaya mahkum etti.
ŞİDDET, CİNAYET…
Her gün en az 3 kadının “namus” ya da “tahrik etti” gerekçesiyle öldürüldüğü bir ülkede yaşıyoruz. AKP iktidarının ilk 7 yılında kadın cinayetlerinin yüzde 1400 arttığını, bizzat hükümet itiraf etti. Sadece 2010 yılında öldürülen kadın sayısı, 300’ü aştı.
Kız çocukları ve kadınlar, çekirdek aile içinde, geniş ailede, sokakta, okulda ve iş hayatında fiziksel, ekonomik, psikolojik ve cinsel şiddete maruz kalmakta; yaşanan şiddetin kız çocuklarının okuyamamasından kadınların toplumsal hayata etkin katılamamalarına, istenmeyen evliliklerden kadınların mesleğini ve kariyerini kaybederek yoksullaşmasına, ekonomik bağımsızlığını kaybetmesine, sakatlıklardan ölümlere kadar çok boyutlu sonuçları olmaktadır.
Özellikle AKP Hükümeti döneminde şiddetin ve kadın cinayetlerinin fahiş boyutlarda artmasında, AKP’nin muhafazakar cinsiyetçi uygulamalarının, söylemlerinin ve bir zihniyetin etkisinin altını çizmek gerekir. Başbakan’ın “Biz muhafazakar bir partiyiz, bizim muhafazakarlığımız aileden gelir” ya da “Eğer son dönemlerde bazı arzu edilmeyen cinayetler, katliamlar duyuyorsak, anne baba olarak kendimizi hesaba çekmeliyiz. Acaba biz nerede hata yaptık? Ailemiz, çoluğumuz çocuğumuz nereye giderse gitsin diyemeyiz” söylemleri, devlet nezdinde sürdürülen “cinsel ilişki yaşının düştüğü ve toplumsal gerçeklerin göz önünde bulundurulması gerektiği” gerekçeleriyle evlenme yaşının 14’e indirilmesi ya da kız ve erkek çocuklarının ayrı okullarda okutulması gibi tartışmaları hatırlayalım.
Kız çocuklarının evlenme yaşının 12’ye kadar inmesinde, çocuk gelin oranının yüzde 35’lere çıkmasında, bu anlayışın etkisi olduğu üstü örtülemez bir gerçektir. Bir yanda dehşet verici şiddet rakamları ve devletin kendisine sığınan kadınları bile koruyamaması gerçeği, öte yanda kadına yönelik şiddetle ilgili gereken her şeyi yaptıklarını söyleyen ve yaşananları “münferit” bir takım olaylar olarak nitelendiren bir kadın bakan!
Bir yanda ihtiyaçlara yanıt veremeyecek kadar az sayıda sığınma evi olduğu gerçeği (70 milyonluk ülkede sadece 70 kadar sığınma evi var), öte yanda “bizim kadınlarımız sığınmaz” diyen bir Başbakan! AKP hükümetinin bakış açısı ve uygulamaları, cep telefonuna mesaj geldiği için, tayt giydiği için, küpe taktığı için, sokağa çıktığı için… kadınlara tecavüz edilmesini, kadınların öldürülmesini meşrulaştırmaktadır, dolayısıyla bu zihniyet ve sahipleri, bu cinayetlerin, şiddetin, tacizin, tecavüzün baş failidir.
HAYDİ KIZLAR EVİNİZE!
Başbakanlık Kadın Statüsü Genel Müdürlüğü’nün “Türkiye’de Kadının Durumu” başlıklı 2009 yılı raporuna göre, her 5 kadından 1’i okuma yazma bilmiyor. Yaklaşık 5 milyon 800 bin kadın demek bu! Bu sayı, okuma yazma bilmeyen nüfusun yüzde 80’ini oluşturuyor.
Kadınların yüzde 21.5’i ise sadece okuryazar, yani herhangi bir okuldan mezun değil. Yüzde 37.2’si ilkokul, yüzde 7.4’ü ortaokul ve dengi okul, yüzde 10.6’sı lise ve dengi okul mezunu olan kadınların, sadece yüzde 3.9’u, yüksek okul ve fakülte mezunu. Yani kadınlar,okula başlayabilse de, devam edemiyor, ettirilmiyor.
Kadınların ve kız çocuklarının eğitim sisteminin dışında kalmasında; devletin eğitim politikaları, alt yapı sorunları, yoksulluk ve çocuk işçiliği, taşımalı eğitim, ulaşılabilecek mesafede okul olmaması, daha ilköğretim ders kitaplarının müfredatından başlayarak öğretilen rol ve görevler, erken evliliğe zorlama, kadınlar üzerindeki her çeşit toplumsal baskı gibi pek çok neden etkili. Bu engellerin ortadan kaldırılması için düzeltme ve düzenleme çalışmaları bir yana, eğitim hakkının, ama daha da çok kız çocuklarının eğitim hakkından faydalanmasının önüne yeni engeller çıkarılıyor. Merkezi yerlerdeki okullar satılıyor, kız ve erkek okullarının ayrılması gündeme getiriliyor, daha da önemlisi 1+4+4+4 uygulaması ile, aslında ilköğretimin yerine yeniden ilkokul uygulaması getiriliyor. Bu kesintili eğitim modeli ile, 4. sınıf düzeyindeki kız çocuklarının erkeklerden ayrı ve mesleki okullarda okutulması, hatta eğitimin dışına itilmesi sağlanmak isteniyor. Din eğitiminin anaokulunda başlatılması çabaları da cabası…
BARIŞ VE DEMOKRASİ
Dünyanın her yerinde olduğu gibi, ülkemizde de, savaşın ağır bedelini kadınlar ödüyor. Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu’nun 2010 Mart’ında açıkladığı rapora göre; cinsel işkenceye maruz kalan kadınların 260’sı siyasi ve savaş kaynaklı. Faillerin 236’sı polis, 88’si jandarma/asker, 15’i özel tim, 13’ü korucu, 43’ü infaz koruma memuru, 4’ü itirafçı, 1’i gazeteci, 24’ü adli tutuklu, 1’i belediye başkanı, 1’i adliye görevlisi bekçi. Bugüne dek taciz ve tecavüz suçlamasıyla devlet güçlerine yönelik açılmış hiç bir davada cezalandırma ise olmadı.
Savaş koşulları nedeniyle artan yoksullukla, ağır baskı ve yıldırma politikaları, kadınların yüz yüze olduğu sorunları katlayarak artırdı. Erkek egemen sistemin baskı ve şiddetinin çeşitli biçimleriyle zaten karşı karşıya olan binlerce kadın, bir de göçe zorlanarak, aileleriyle birlikte sefalete sürüklendi. Kürt kadını, ana dilinde konuşamadığı, kültürüne yabancı olduğu kent koşullarında, tamamen eve kapanmak ve sosyal yaşamdan dışlanmak gibi sonuçlarla karşılaştı.
Savaşın kadınlar üzerindeki etkisi, sadece bölge illeriyle sınırlı değil. Silah vb. askeri malzemeye ve harekatlara harcanan par,a savaştan rant sağlayanları, silah tüccarlarını zenginleştirirken, hepimizi yoksullaştırıyor. Bütçenin aslan payını alan savaş harcamaları, ekmeğimizi küçültüyor, yoksulluğumuzu büyütüyor, hayatımızı daha da çekilmez kılıyor.
Ölen on binlerce yoksul genç için, Türk ve Kürt gençlerinin el ele mücadele edebilmesi, ölmemesi için barışa ve demokrasiye, Kürt sorunun demokratik halkçı çözümüne ihtiyaç var. Yıllardır savaşa karşı direnen barış annelerinin çocukları için döktükleri gözyaşları ile Başbakan’ın gözyaşlarının aynı akmadığı da, yine bu süreçte görüldü. Başbakan “Kürt açılımı” diye başladığı cümleyi, “milli birlik ve beraberlik” diye bitirdi. “Barış ve kardeşlik” maskesinin altından “tek”çi anlayış çıktı.
AKP, her icraatında emekçilerin barış ve demokrasi beklentilerini boşa çıkardı. Seçim öncesi “demokrasi mağduru” rolünü oynayan, referandum süresince “demokrasi savaşçısı” kesilen hükümetin “demokratik anayasa” vaadi de boş. Bu yoksulluk, eşitsizlik, ayrımcılık, şiddet ve savaş sürerken, nasıl demokratik bir anayasa yapılabilir? Halkın taleplerini ve kadın-erkek eşitliğini temel almayan bir anayasa, kim için demokrasi vaat edebilir?
8 YILLIK İKTİDARIN HESABINI 8 MART’TA SORALIM!
Sonuç olarak, kadınlar, kadın-erkek eşitliğinin bizzat Başbakan’ı tarafından tanınmayan bir hükümetin “size şu şu hakları bahşediyoruz” diye ileri sürdüğü her yeni düzenlemenin aslında bir hak kaybı anlamına geldiği, iş ve sosyal güvencemizin elimizden alındığı, emeğimizin ve bedenimizin daha fazla sömürü altına alınmaya çalışıldığı bir dönemde, 8 Mart’a ve ardından seçimlere gidiyoruz.
AKP’nin 8 yıllık iktidarından o ya da bu biçimde mağdur olmuş bütün kesimlerden kadınlar olarak, iş, ekmek, barış, eşitlik ve özgürlük taleplerimizle, 8 Mart’ta alanlarda olmalıyız. Bizi ücretsiz ev köleliğine zorlayan, yardım adı altında dilenmeye, ucuz ve güvencesiz çalışmaya mahkum eden, şiddet ve cinayetleri körükleyen uygulamalarıyla sesimizi boğmaya çalışan, istihdamdan, siyasetten, eğitimden, yani yaşamdan dışlayarak yalnızlaştırmaya çalışan savaş tacirlerine karşı el ele vermeliyiz. Kadın haklarının güvenceye alındığı demokratik bir anayasa talebimizi en yüksek perdeden dile getirmeliyiz. Bakım hizmetlerinin toplumsallaştırılması, kreşler, hasta ve yaşlı bakımevlerinin bizzat kamu tarafından yaygınlaştırılması, her ile gerekli sayıda sığınma evinin açılması, kız çocuklarının eğitimi ve iş yaşamına katılması için gerekli tedbirlerin alınması, nitelikli eğitim ve sağlığın herkes için ücretsiz ve ulaşılabilir olması için mücadele etmeliyiz. Çünkü biliyoruz ki, hiçbir hak bize verilmedi, 1857’de de, öncesinde de, sonrasında da ve bundan sonra da kazandıklarımızı vermemek, yenilerini elde etmek ancak örgütlü mücadele ile mümkün oldu, olacak. İşte bu yüzden diyoruz ki; “Kadınlar ele ele verecek ve dünyayı değiştirecek!”