Sendikalarımız birer mücadele merkezi olarak yeniden örgütlenmelidir

Geçen sayımızda Fransa’da yapılan Uluslararası Sendikal Dayanışma Konferansı’na ilişkin belgelere yer vermiştik. Bu sayımızda ise TÜMTÎS Genel Başkanı Sabri Topçu’nun Sendikal Konferans’ta Türkiyeli sendikacıları temsilen yaptığı açılış konuşmasını yayınlıyoruz.

İşçi sınıfı ve sendikaların dünya ölçeğinde uluslararası sermaye cephesi karşısında güç ve mevzi yitirdiği bir dönemden geçiyoruz. “Küreselleşme” adı altında yöneltilen ve merkezinde özelleştirme, taşeronlaştırma ve esnek çalışma (kuralsızlaştırma) bulunan bu emperyalist saldırı dalgası doğrudan sendikal örgütlülüğü ortadan kaldırmayı da hedef alıyor.
Yapılan araştırmalar bu saldırılara paralel olarak sendikalaşma oranında ciddi bir biçimde geriye gidişin olduğunu göstermektedir. Birkaç örnek vermek gerekirse; 1980 yılını baz aldığımızda, Almanya’da % 38,3 olan sendikalaşma oranı 1995 yılında % 32,3’e; Fransa’da % 18,7’den % 9,1’e; İngiltere’de % 54,5’den % 32,1’e; İtalya’da %49’dan % 38’e; Türkiye’de % 30’lardan % 10’lara kadar gerilemiştir. Şüphesiz bu oranlar günümüzde daha da gerilemiş durumdadır.
Sendikal hareket şu ana kadar sermayenin bu yoğun saldırılarına karşı; saldırıları tümüyle püskürtecek mücadele cephesini örmek bir yana, bu saldırılara göğüs gerecek bir yaklaşımı dahi sergileyememiştir. ’95 yılında, Kıta Avrupası’ndaki Fransa merkezli işçi eylemleri, ya da Türkiye, Güney Kore gibi bağımlı ülkelerde yaşanan eylemler bu durumu değiştirmeye yetmemektedir. Bunun başlıca nedeni, sendikal hareketin “ekonomik” alana sıkıştırılması olarak da nitelenebilecek, sorunları işverenlerle “uzlaşma” içinde ele alarak “çözme”yi temel alan geleneksel platformundan kopamamasıdır. İşçi sınıfının bağımsız bir sınıf hareketi olarak örgütlenmesi ve hareket etmesini belirsizleştiren bu tarz sendikacılık; günümüzde, emperyalist sermayenin uluslararası güç ilişkilerindeki değişmelere bağlı olarak gündeme getirdiği taktik saldırı platformunun da zamanında görülüp anlaşılmasını engellemiştir.
Sınıflar-arası mücadelenin yerine, sınıflar-arası uzlaşmayı temel alan geleneksel sendikal anlayış, İkinci Paylaşım Savaşının ardından asıl olarak Avrupa merkezli olarak biçimlenmiş, Dünya Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu (ICFTU), Avrupa İşçi Sendikaları Konfederasyonu (ETUC), Dünya Sendikalar Federasyonu (DSF) gibi uluslararası zeminlere bağlı olarak, bağımlı ülkelerdeki sendikal hareketler de bunlarla eş zamanlı olarak şekillenmiştir. İkinci emperyalist paylaşım savaşından güç kaybederek çıkan uluslararası sermaye cephesi, Avrupa işçi sınıfının sosyalizme yönelebileceği kaygısını hep duymuş; bu kaygıdan hareketle tehlikeyi bertaraf etmek için de işçi sınıfına bir dizi tavizler vermek zorunda kalmıştır. Verilen tavizlerin başında ise iş güvencesi, yasal asgari ücret, haftalık çalışma süresi, yıllık ücretli izin, ücretlerde iyileştirmeler, işsizlik ve sağlık sigortası hakkı, emeklilik hakkı, konut ve barınma sorununun çözümü gibi haklar gelmektedir. Bir bakıma kapitalist sistem “sosyalizmin vereceğinden fazlasını ben veririm” demek istemiştir.
Nitekim İkinci Paylaşım Savaşının ardından gelen yılların; işçi hareketinin oldukça güçlü, sosyalizmin dünya ölçüsünde prestijinin had safhada olduğu ve kapitalizm bakımından da krizlerden oldukça uzak “refah içinde geliştiği yıllar” olması, kapitalizmin; işçi sınıfı ve emekçilere siyasi olduğu kadar ekonomik olarak da taviz vermesini olanaklı kılmıştır.
Bu dönem boyunca sendikalaşma oranında ciddi artışlar olmuş, işçi ve emekçilere “sosyal devlet” olmanın gereği olarak bir dizi haklar tanınmış; işçi ve işveren ilişkileri de bu duruma paralel olarak “sorunsuz” bir dönem yaşamıştır. Bu koşullar ve sermayenin izlediği politika, sendikal hareket içinde “barış dönemi” ve uzlaşmaların sonsuz olacağı algısının yerleşmesine yol açmış ve uzlaşmacılığın dayanaklarını da geliştirmiştir.
Ancak, “barışçıl” olarak da adlandırılabilecek süreç, işçi sınıfı ve burjuvazi açısından zıt yönde ilerlemiştir. İşçi hareketi ve sendikal hareket, tarihsel köklerinden koparak sınıflar-arası mücadeleyi temel alan bir hattan sınıflar-arası işbirliğini temel alan bir platforma evrilirken; bunun karşısında sermaye cephesi bir dizi uluslararası kuruluş ve anlaşmalar ihdas ederek işçi hareketi ve sendikal hareketi “yasal bir çerçeveye oturtmuş, bunun dışına çıkan her harekete ise bir “suç karinesi” oluşturmuştur. Bugün pek çok ülkede sendikal hareket hapsedildiği bu çerçeveden çıkmanın mücadelesini vermektedir.
70’li yıllarda başlayan kriz ve son olarak Sovyetler Birliği’nin çözülüp dağılmasıyla ortaya çıkan yeni durum, uluslararası sermaye cephesi tarafından işçi ve emekçilere yönelik saldırılarda bir fırsat olarak değerlendirilmiştir. Emperyalist burjuvazi, sosyalizm baskısı altında emekçilere vermek zorunda kaldığı tavizler başta olmak üzere o güne kadar işçi sınıfının elde ettiği tüm kazanından geriye almak için saldırıya geçmiştir.
Emperyalist burjuvazinin “Yeni Dünya Düzeni” adı altında dünyayı uluslararası tekeller çıkarma yeniden yapılandırma çabalarının bir sonucu olarak devreye sokulan saldın politikaları bu temelde merkezine sendikal örgütlülüğü dağıtmayı ve işçi haklarını yok saymayı koydu. Geleneksel sendikal hareket ise tüm olay ve olguları uzlaşmacı bir perspektiften ele aldığı için bu gelişme karşısında hazırlıksız yakalandı. Gelinen yerde, pek çok ülkede sendika merkezleri, sermaye ve hükümet temsilcileriyle birlikte, adları “Ekonomik Sosyal Konsey” ya da “İş için birlik” olan ve artık kurumsallaşmış bulunan birliklerde yer alarak, sermayenin saldırı politikalarına açıktan omuz vermektedirler.
Bir dönemden beridir hemen her platformda dile getirilen sendikal hareketin yaşadığı krizin kaynakları asıl olarak burada yatmaktadır. Bu yüzden, sendikal hareket, bilim ve teknikteki ilerlemeyi, bu ilerlemenin üretimin örgütlenmesinde yol açtığı değişiklikleri vb. bir dizi olguyu elbette dikkate alacaktır; ancak önemle vurgulamak gerekir ki, yaşadığı krizi giderecek imkânları emperyalist burjuvazinin ve onun sınıf içindeki işbirlikçi uzantılarının önermelerinde değil kendi mücadele tarihinde bulacaktır.
Sendikal hareketin yeniden ileriye bir dönüş yapması, mücadeleci sendikacılığın işçi hareketi içinde yeniden saf tutması tahmin edildiği kadar kısa bir sürede ve düz bir çizgide ilerleme biçiminde gerçekleşmeyecektir. On yıllara yayılan geleneksel tarz ve alışkanlıklar bir anda ortadan kalkmayacaktır. Bu yüzden, sermayeye karşı mücadele verirken ayrılıkların değil, birlik noktalarının öne çıkartılması tutumunun, yeni bir mücadeleci akımın sendikal hareket içinde yerleşmesinde tayin edici rolü unutulmamalıdır.
Bugün işçi ve sendikal hareketin tüm ileri ve mücadeleci güçlerinin işsizliğe ve işten atmalara, esnek çalışmaya, sosyal kısıtlamalara, özelleştirmelere, sendikasızlaştırma ve sendikaların tümüyle işlevsiz hale getirilmesi politikaları başta olmak üzere tüm saldırılara karşı somut talepler etrafında bir mücadele için bir araya gelmesi, güçlerini birleştirmesi, bunun araç ve platformlarının yaratılması büyük önem taşımaktadır.
Bu hem ulusal, hem de uluslararası platformlar bakımından geçerlidir, işçi sınıfının uluslararası birliğinin temelleri her gün daha fazla gelişmektedir. Birlik ve uluslararası dayanışmanın kalıcılaştırılmasının önemi de o derecede kendini dayatmaktadır, işçi sınıfı ve sendikal hareket böylesine köklü bir dönüşümü sermaye cephesiyle bugüne kadar olduğu gibi “uzlaşarak” değil ancak mücadele ederek, sermayeyle arasına kesin bir çizgi çekerek gerçekleştirebileceği bilinciyle hareket etmelidir.
Sermayenin çok yönlü saldırıları karşısında kazanılmış hakları koruyabilmenin yolu bile; IMF’si, Dünya Bankası, MAI’si, WTO’su vb. ile sermaye egemenliğini hedef alan bir mücadeleden geçmektedir.
Mücadeleci bir sendikacılığın yeniden işçi hareketi içinde egemen hale gelmesinde, öncelikle işçi hareketindeki güncel gelişmelere dayanacağımız ortadadır. İşçi sınıfı hareketi tarihi başvuracağımız ve yaslanacağımız diğer kaynaktır.
’90’lı yıllar boyunca Kıta Avrupası’nda Fransa merkezli işçi eylemleri, Güney Kore, Türkiye, Latin Amerika ülkelerinde ve daha pek çok ülkede ortaya çıkan kitlesel işçi eylemleri ve bu eylemlerde öne çıkan mücadeleci tutum gelecek açısından cesaret vericidir.
Çeşitli kıta ve ülkelerden bizleri Uluslararası Ören Konferansı’nda ve Fransa Konferansı’nda bir araya getiren de bu mücadelelerin birikimleridir. Bizler ortaya çıkan bu birikimi şimdi tartışarak yeni bir sendikal hareketin temeli yapmanın çabasını vermeliyiz.
Tüm aksi iddialara karşın tarihin tekerleği ileriye doğru dönmektedir ve er geç kazanan işçi sınıfı ve emekçiler olacaktır.

Kasım 2000

Sendikalar Nasıl Olmamalı

Türkiye’de sendikaların ilk örgütlenişine dair neler söyleyebilirsiniz?

İlk işçi sınıfı mücadelesinin yükseldiği dönemler 1940’lardır. 1948 yılında sendikalar kuruluyor, Türk-İş kurulmadan önce. TÜM-TİS’in de kuruluş yılı 1948’dir. O dönemlerde sendikaların kuruluşu çok iyi niyetli, samimi çabaların ürünü oldu. İşçilerin bir araya gelerek kurduğu sendikalardı.

Şöyle bir örneği var, bildiğim.. Selüloz-İş Genel Kurulu’nu izlerken, kuruculardan bir başkanın konuşması beni bir hayli heyecanlandırmıştı. Orada genel kurulda, çok titreyerek, yaşlı bir vatandaş konuştu, sendikanın kurulunu anlattı. ’47 yılında sendika kurmaya girişip, fabrika çıkışında boynundaki puşileri açarak, 1 kuruş, 2,5 kuruş para toplayarak, bu sendikayı kurduklarını söyledi. O dönemde, dönemin iktidarı tarafından, 6-7 arkadaşlarının 8-9 ay, gizli örgüt kurma gerekçesiyle tutuklandıklarını anlatmıştı. “Bugün geldiğimiz noktada bu sendikalara sahip çıkın”, “kolay kurulmadı”, “çok zor koşullarda biz bunları hayata geçirdik” diyordu. Kendisi de o dönemde , 3 ay tutuklanmış ve iş yerinden uzaklaştırılmış,tutuklananlar da SEKA’dan atılan işçiler. Bunun gibi örnekler, birçok işkolunda var. Buradan baktığımızda, arkasından sendikalar kuruluyor ve sendikalar Türk-İş’i kuruyor 52 yılında. Tabii, o dönemin siyasal iktidarları, emperyalist güçler üşüşüyorlar başlarına. Herkesin bildiği gibi, Türk-İş yönetimi AFL CIO tarafından Amerika’ya götürülüyor, orada bir eğitime tabi tutuluyor. Uzun süre Türk-İş’te AFL CIO tarafından sendikalara ciddi ekonomik yardım veriliyordu. Eğitimler AFL CIO tarafından yapılıyordu. Zannediyorum ’92 genel kurulunda, Türk-İş’in genel kurul kararıyla, orada verilen bir mücadelenin sonucunda AFL CIO ile ilişkiler o dönem kesildi. ’92 yılına kadar, AFL, Amerika’dan Türk-İş’i yönlendirmeye devam ediyordu, diye düşünüyorum.

Asıl sorun bence 12 Eylül. 12 Eylül, önemli bir dönüm noktasıdır diye düşünüyorum.

12 Eylül’e gelmeden, 15-16 Haziran’a gelen, 12 Mart’tan önceki süreç…

Türk-İş’in emperyalist politikalarla yönetilmesi, partiler üstü politikalar izlemesi, darbelere makam vermesi onları desteklemesi, bir devlet sendikası durumunda olması, ’67 yılında, Türk-İş’in içerisinden birçok sendikanın kopmasına ve DİSK’in kurulmasına sebep oldu. DİSK’in kuruluşu; Türk-İş’in içerisindeki sendikaların bir araya gelmesiyle oldu. O dönemde işçi hareketi, sınıf hareketi oldukça dinamikti. Gerçekten gençlikle, bilim insanlarıyla, sanatçılarla bir araya gelen, çeşitli kesimlerin birlikte birbirini etkiledikleri bir yapısı vardı hareketin. O dönemlerde, 15-16 Haziran döneminde verilen bir mücadele var. DGM’lere karşı mücadele…

DGM’lere karşı mücadeleye sonra gelsek.. 274-275 sayılı sendikalar yasasının değiştirilmesi gündemdeydi.

Evet, sendikalar yasasının değiştirilmesi girişimi, 15-16 Haziran direnişiyle karşılandı. Bir-iki tane önemli şey var o dönemde; en önemlisi, sendikalar yasasını değiştirerek DİSK’i işlevsiz hale getirmekti.  %35’miydi, tam hatırlamıyorum, bir baraj koyarak, sendikaları, özellikle DİSK’i toplu sözleşme yapaz hale getirmek istiyorlardı. Büyüyen bir DİSK vardı, gelişen bir DİSK. Özellikle özel sektörde örgütlenen, özel sektörde grevler yapan.. En aktif sendikalardan bir tanesi Maden-İş sendikasıydı o dönemde. Ciddi grevler yaşanıyordu. Bunu engellemek için, sendikalar yasası çıkarmaya çalıştı o dönemin iktidarı. Buna karşı 15-16 Haziran olayları gelişti. 15-16 Haziran olayları sırasında, o dönemde, ben Ankara’daydım. Ama işçi o kadar duyarlıydı ki, biz, 16 Haziran’da, 32 kişi İstanbul’a geldik. 15-16 Haziran’ı izlemek için geldik. 16’sına şahit olduk biz, yürüyüşlere, işçilerin hareketine. Bizim orada, EGO işçileri olarak, “biz buna destek vermeliyiz” türünden kendi aramızda sohbet ederek, anlaştık, kaltık, Ankara’dan geldik. İşçilerde böyle davranacak kadar politikaya duyarlıydı o dönemlerde. O günlerde, sendikal yasaların değiştirilmesine karşı, o gün Kemal Türkler bile işçilere radyolardan “durun” çağrıları yapmasına rağmen, Kadıköy’de karakol işgal edildi, ölümler oldu. Fabrikalardan işçiler boşaldı. O dönemde, DİSK’e bağlı sendikalar öncülük yaptı, ama Türk-İş’ bağlı sendikalardan katılan işçi sayısı daha fazlaydı. Zaten o dönemde DİSK’in üyesi 150 bindi; ama 15-16 Haziran’a katılan işçi sayısı 200 binin üzerinde ifade ediliyordu. O dönemden ben de biliyorum ki, Türk-İş’e bağlı örneğin Çimse-İş’in örgütlü olduğu işkolundan, ağaç işkolundan işyerlerinden, fabrikaları boşaltarak işçiler, 15-16 Haziran’a katıldılar.

Peki katılım kendiliğinden miydi, aşağıdan sendikal örgütlenme var mıydı?

Katılım kendiliğindendi. İşçiler kendileri karar vererek katıldı. Türk-İş, o dönemlerde, 15-16 Haziran’a karşıydı. O dönemlerde sonradan DİSK’in başına geçen Abdullah Baştürk de, Türk-İş içerisindeki Genel-İş sendikasının, Türk-İş’in üyesiydi. Alınan kararlarda Abdullah Baştürk de, sendikal yasaları değiştirmek isteyen hükümetin uygulamalarından yana tavır koymuştu o dönemlerde. Bunu belki çok insan bilmiyor. Türk-İş Başkanlar Kurulu,Türk-İş yönetimi hükümetin arkasındaydı, sendika yasalarını değiştirmek isteyen hükümeti destekliyordu. DİSK’in küçülmesini, DİSK’in önünün kesilmesini hedefleyen hükümet kararlarına, sendikalara barajlar getirilmesine, toplu sözleşme düzenini ortadan kaldıran yasalara onlar da destek veriyorlardı.

Türk-İş üyesi işçilerin harekete katılımını da DİSK örgütlemiş olabilir mi?

Hayır, işçi duyarlılığıydı, sınıf duyarlılığıydı. O gün DİSK Temsilciler Kurulu’nu topladı İstanbul’da; ama bu Temsilciler Kurulu’na Türk-İş’e bağlı sendikaların temsilcileri de katılıyordu, işçilerle ilişkilerinden kaynaklanarak. 15-16 Haziran kararları alınırken, burada, DİSK’li temsilcilerle, Türk-İş’e bağlı, örgütlü fabrikalardaki sendikaların temsilcileriyle birbirlerini etkilemesinden, Türk-İş’e bağlı sendikalara üye işçiler de o hareketin içine katıldı. DİSK, Türk-İş’e bağlı sendikaları ve üyelerini doğrudan örgütlemiş değil.

Türk-İş üyesiyiz, EGO’da çalışıyoruz, Ankara’da. 32 kişi, 15 Haziran’da yola çıkıyoruz, 16 Haziran’a İstanbul’a geliyoruz. Bu nedir? Uyanıştır, değişimdir, dönüşümdür. EGO’dan niye geliyoruz, haydi gidelim destekleyelim diyoruz.

Burada bir direnişin örgütleniyor olması, bir merkezin olması…

Bir hareket var. Merkezi DİSK. Başındaki Kemal Türkler’in, belki 15 Haziran akşamı konuşmaları vardı. “Türk ordusuna karşı şu olmaz, bu olmaz” diye radyo konuşmaları vardı, ama hareketin bir örgütlenmesi var.15-16 Haziran’ı işçilere anlatması var, sendikal yasaları işçilere anlatması var, temsilci toplantıları var, bölgelerde özellikle Marmara’da, buna karşı bir mücadele verilmesi, sendika, sendikanın aktivistleri, bunların konuşmaları var. Ve bir yürüyüş kararı, bir eylem kararı alıyor DİSK. Ama bu kararı aldıklarında, işin bu seviyeye geleceğini o yönetim de bilmiyordu tabii. 15-16 Haziran’da böyle bir kalabalık toplanacağını… Gebze’de mesela.. Biz o taraftaydık, fabrikalar boşalıyor, yol boyunca fabrikaları boşaltarak yürüyorlardı işçiler. Fabrikalara giriyorlar, bütün işçiler katılıyor, fabrikalar kapatılıyor ve onlar da hareketin içerisine katılıyordu. Böyle bir süreç yaşandı. Avrupa yakasında da yürüyüşler başlandı. Biz Arçelik’in önüne de geldik. Benim ağabeyim Arçelik’in baş temsilcisiydi o zaman. Oraya geldik biz, yürüyüşe geçince on binler, yüz binler, yol boyunca yürüyerek, yol boyunca katılarak büyüyerek yürüdüler.

Peki bir sendika işçi sınıfının ciddi bir direnişinin önüne düşüyor, örgütlüyor, başındaki Kemal Türkler çağrı yapıp “yeter” diyor, ama bu örgütlenme de yapılıyor. Bunu gerçekleştiren DİSK’in sendikacılık anlayışına dair ne söylenebilir? Örneğin DİSK Türk-İş içerisinde örgütlenirken nasıl örgütleniyor, aşağıdan mı, bu direnişin başını DİSK nasıl  çekebiliyor?

Bildiğim kadarıyla, o dönemki Türk-İş’in politikalarını ayrılıp DİSK kuran sendikalar kabul etmiyor. Daha mücadeleci bir çizgideler. Türk-İş içerisinden ayrılarak DİSK kuruluyor. Daha mücadeleciler, yani Türk-İş’te bir şeyleri hayata geçiremeyeceklerini, demokratik kazanımları…

Nasıl mümkün oluyor? Mesela şimdi kalkıp bazıları Türk-İş’in karşısında yepyeni bir sendika kurayım dese zorlanır.

Bugün çok daha kolaydır. Bugünkü Türk-İş’in yapısı daha da kötü. Tamamen siyasal iktidara teslimiyet içinde bir Türk-İş var. Bugün üç tane, beş tane, altı tane sendika bir araya gelip, başka bir konfederasyon kurabilir. Bunu engelleyebilecek bir şey yok. Petrol-İş’i, Hava-İş’i, Tekgıda-İş’i, Deri-İş’i biraraya geldi mi, bir sendika kurabilir. Bunu engelleyen çok bir şey yok.

Ama DİSK’in kuruluşu sırasında işçi sınıfının duyarlılığıdan, hatta daha ötesinde, mücadeleci birikiminden söz ettiniz ki, sendikal örgütlenmeler bunlara dayanarak gerçekleşiyordu. DİSK’i oluşturan sendikalar çok kısa sürede Türk-İş’ten koptu, ama fabrikalarda hızla örgütlendiler. İş, “yukarıda” değil, “aşağıda” bitti.

Elbette, o günlerde teslimiyetçi, işçi sınıfına hiçbirşey vermeyen bir Türk-İş yapısı var. Tamamen siyasal iktidarın güdümünde olan bir Türk-İş yapısı var. İşçi sınıfının ise bir beklentisi var. İşçi sınıfı demin dediğim gibi değişip dönüşme sürecinde. İşçiler çok okuyarak değişip dönüşmez, işçiler mücadele içerisinde değişip dönüşür; düzeni, sistemi o süreç içerisinde tanır. O dönemde de böyleydi. Geldiği noktaya da baktığın zaman, görülüyor: 3-4 bin kişilik bir işyerinde 40 kişilik bir komite kurmuşuz, komite olarak toplanıyoruz. Sonra 8’inin işi vardı, biz “haydi eyleme gidelim” diyoruz. Onu işçiye yaysaydık, belki 150 kişiyle gelebilirdik.

Bu 40 kişilik komiteyi sendika kurmadı, tamamen tabanda oluştu herhalde?

Tabii, tamamen öyle bir yapı vardı. 15-16 Haziran’a katılım da böyle. Temsilciler var, ileri işçiler var, bir komite kuruyorlar. “Yarın bizim haklarımızı da engelleyecek, bizim haklarımızı da kısıtlayacak” diye baktığı zaman, eyleme katılıyorlar fabrikalarda. Türk-İş’in Çimse-İş sendikasının işçilerinin, Ağaç-İş işçilerinin katıldığını biliyorum, Yol-İş işçilerinin katıldığını biliyorum ben, o dönemde. Yol işçileri, “Türk-iş”, “Yol-İş” ve ağaç işçileri “Ağaç-İş” diye pankartlarıyla, “Çimse-İş” diye pankartlarıyla 16 Haziran’da yürüyüşlerini biliyorum. Burda da “aşağıda” bir şey var. Gerçekten işçi sınıfının içerisinde bir dalga var, kıpırdanma var, buradan gidiyordu. Kısa bir sürede DİSK’in beş yüz altı yüz bin üyeye çıkması da buradan oldu. İşçilere daha yakın, işçilerin taleplerine daha yakın duruluyor, çabalar harcanıyordu. DİSK uzmanları bu yönde davranıyordu. Türk-İş’e bağlı sendikalar içerisindeki işçiler buradan da güven duyuyorlardı.

İşçilerin bu mücadelesi ilk darbeyi nerede yedi? Bugün daha “sessiz” sendikalarla karşı karşıyayız, işçilerle arasında problem olan sendikalar…

15-16 Haziran’ları geliştiren bir işçi sınıfı hareketi vardı. DGM’lere karşı direniş gösteren işçi sınıfı o kadar Türkiye’nin politik yaşamına müdahale ediyordu ki, DGM’lerin kurulmasına bile tepki gösterdi. DGM direnişleri var 15-16 Haziran’dan sonra. Böyle bir süreci yaşadık. Böyle büyüyen gelişen sınıf hareketine karşı, kapitalist sistemin tahammül göstermeyeceği, önünü kesmeye, bastırmaya çalışacağı ortadadır. 12 Mart da, 12 Eylül de buradan değerlendirilmeli. 12 Eylül’de, bu ülkenin demokratları, devrimcileri, aydınları, bilim insanları, birçok insan işkenceye tabi tutuldu, öldürüldü, idam edildi. Bunlar hep bu ülkede yaşandı, ama bu müdahalelerin asıl amacının örgütsüz bir toplum yaratmak olduğunu düşünüyorum. Asıl darbeyi örgütlenmeye vurdu. Sendikalara vurdu, örgütsüz bir toplum yaratıldı.

Şimdi şurada 12 Eylül’den önce 1974 tarihinde sendika yönetimine

seçildiğim zamana dönmek istiyorum. O zaman bizde 5 kişilik Yürütme Kurulu vardı. Sendika merkezinde, EGO’da 21 kişilik Yönetim Kurulu vardı. Yönetim Kurulu, iş yerlerinden, üretim birimlerinden, hizmet sektörlerinden geliyordu. 15 günde bir düzenli Yönetim Kurulu toplantısı yapılıyordu. Sendika bürokrasisi çok yoktu. İşyerlerinden gelen yönetim kurulu üyelerinin katılımıyla yapılan bu toplantılalar, tabanla bu içli-dışlılık buna pek olanak tanımıyordu.

12 Eylül’le önce sendika yasaları değiştirildi. Hem Konfederasyon yöneticilerini, hem sendika merkez yöneticilerini dokuzla sınırladı. Şube yöneticilerini yediyle sınırladı. Oysa, bizim o zamanki tüzüğümüze göre, şubelerin yönetim kurulları 30’ar  kişiydi. İki tanesi profesyoneldi, işçilerin ücret düzeyinden maaşını alırdı. Üye sayısının durumuna göre, ama genelde 15 günde bir, 30 kişiyle toplantı yapılıyordu sendikalarda. İşçi sınıfı, sendikaların kendi sendikası olduğunu görüyordu ve yöneticilik kadar işçilerin değişim dönüşümü de buralardan başlıyordu. 12 Eylül bunu kısıtladı. Sınırlama getirdi, dedi ki, merkez yöneticisi dokuzdan fazla olamaz, şube yöneticisi yediden fazla olamaz. Sendikal bürokrasi de buradan başladı. Sendikaları az kişilerle dizayn etmeye, yediyle dokuzla, kendine göre, sisteme uyum sağlayacak yönetim haline getirmeye çalıştı. Burada başarılı oldu. Baraj sistemi getirildi. Yüzde 10 barajı getirildi, noter şartı getirildi. Bugün dünyanın hiçbir yerinde noter yok. Yani biz işçileri üye yapmak için mahallede, kahvede, gecekonduda, semtlerde toplantı yapardık. Üye fişleri vardı. Üyeliklerini yapabilirdiniz. Şimdi noter şartı getirildi. 12 Eylül öncesi sendika çoktu. İşverenler de sarı sendikalar kurduruyorlardı, ama işçiler örgütleniyordu, sonuçta mücadeleci bir çizgiye kendilerini çekebiliyorlardı. Bin, iki bin kişilik bir fabrikada, eğer sendikaları beğenmiyorlarsa, işçiler, kendileri, 7 kişi biraraya gelip, bir sendika kuruyordu. İşyeri sendikası oluyordu. Orada yetki alıyordu, toplu sözleşme yapıyordu. Yetki sürecinde de, bu kadar kargaşa yoktu. Bugün bir sendikanın yetki alabilmesi, toplu sözleşme yapabilmesi veya da grev yapabilmesi mesele… Yasal anlamda bir sendika bugün başlarsa, 3-4 ay sonra yasayı ancak aşabiliyor.

Biz, mesela EGO’da, 10 günlük bir grev yapmıştık. Sendikacılığım oradan başlar. Gece birde grevi başlatmıştık. Bugün öyle değil, ancak mesai saatleri içerisinde grevi başlatabiliyorsunuz. Emniyete, bakanlığa bildireceksin, saatini yazacaksın. Bunun adı nedir? 3 ay süre koyuyor! İşverene, “tedbirini al, çıkaracağını çıkar, hammadden varsa çıkar, makinelerin varsa taşı, başka bir yere başka bir isim altında fabrikanı kur” demek oluyor bu. Yani yasal olanaklar işverenlere bunları sağlıyor. Sendikalara böyle ciddi bir darbe vuruldu.

Benim üyeliğim döneminde Türkiye’nin nüfusu 40 milyon civarındaydı, Türk-İş’in 2,5 milyon üyesi vardı. 600 bin de DİSK’in üyesi olduğu söyleniyordu. Ama bugün Türk-İş’in, Disk’in, Hak-İş’in üye sayısı 5-6 yüz bini geçmiyor. O zaman, 42 milyonluk Türkiye’de 3 milyonun üzerinde örgütlü, sendikalı işçi varken, bugün sanayi çok daha fazla gelişmesine rağmen, 600 binlere düşürüldü işçi sayısı. Sendikal brokrasi de buradan başladı.

Baktığımız zaman, ne yapıldı? Türk-İş bakan verdi 12 Eylül’e. Türk-İş Başkanlar Kurulu’na ilk katıldığım 1988’de örgütlenme sekreteriydim. Türk-İş Başkanlar Kurulu’nda bir üniformalı vatandaş, elinde çanta, Başkanlar Kurulu toplantılarında oturuyor, konuşmaları hep not alıyordu. Bir-iki toplantı sonra, ben, Şevket Bey’e dedim ki: “Beyefendi hangi sendikanın başkanı, Başkanlar Kurulu’nda oturuyor? Harb-İş’in Başkanı, bildiğim kadarıyla, Kenan Bey.” Aynen buz gibi oldu, Başkanlar Kurulu. “Başkan” dedim, beyefendi hangi sendikanın başkanı,Başkanlar Kurulu’nda geliyor, oturuyor, üniformalı, binbaşı, çantasını çıkarıyor.” Biz, o zaman da, polisi sendikaya sokmuyoruz! Sonra çıktık dışarı, “gel kuzum, gel hele” diyor Şevket Başkan, “sen TÜM-TİS’ten geliyorsun değil mi?” “Evet” dedim. “TÜM-TİS’in örgütlenme sekreteriyim.” “Yahu, bu işlere çok dokunma, sen daha gençsin” dedi. Ben, “dokunacağım başkan” dedim. İkinci toplantıya geldik, beyefendi sivil geldi, yine çantasıyla. Dedim ki, “başkan, geçen konuşmuştum, şimdi yine konuşmak zorundayım, beyefendi nereden, ben bilmek istiyorum.” dedim. “Kimi temsilen, niçin geliyor, bu kurula katılıyor, hakkı var mı yasal olarak, hukukçularımız var, hangi yasa bize böyle diyor, yoksa, beyefendinin şahsıyla hiçbir sorunum yok.” dedim; neyse adam da bozuldu, üçüncü toplantıya gelmedi.

Şimdi burada sendikal bürokrasiyle bir bağlantı kurarsak.. Ses çıkarmıyor mesela değil mi, kabulleniyor. Tamam, 12 Eylül yasaları grevi çok zorlaştırdı, bürokrasinin önünü açtı, ama her şey de yasa demek değil. Bu yasalar işine gelen, bu yasaları benimseyen sağlam bir bürokrasi de var, öyle mi anlamak lazım?

Şöyle anlamak daha iyi olur: Bu yasalara göre sendikacılık yapılırsa böyle yapılır. Şimdi, zaman zaman Türkiye’de örgütsüz işçiler, sendikaya üye olup işten atılan, kıdem tazminatını alamayan, 12 saat çalışan işçiler sendikalara küfrediyor: “Mücadele ediyoruz. Sendikal bürokrasi satıyor!” Sendikal bürokrasi gerçekten düzenle iç içe. Ama bu yasalara göre bundan başka sendikacılık yapılamaz. Yasal sendikacılık yapıyorum derse, bir sendikacının yapması gereken, meşru haklarını esas almaktır  toplumun, yasalar bir gün çöpe atılacaktır. Bu yasaları işçi sınıfı yapmadı, halk yapmadı, bu yasalar dokunulmaz değildir, bu yasaları çöpe atmanın yolu mücadeleci bir sendikal çizgi izlemektir.

O dönemlerde demokrasi için,ülkenin demokratikleşmesi için, sınıfsal hareketin ileriye gitmesi için mücadeleci sendikacılık yaptık, yasalara saklanmadık, yasalara sığınmadık. Bugün sendikal bürokrasi yasaların arkasında. Asıl buradan besleniyorlar. Bu yasaları aşma diye bir dertleri yok. Niye dertleri yok? Bugün zannediyorum kamuoyunda konuşuluyor. 35 milyar liraya kadar sendikalarda maaş alan sendikacılar var, 20 milyar lira, 15 milyar lira, işçinin üç-beş katı maaş alıyorlar. Şimdi o 12 Eylül yasaları sendikaların üstüne çöktü. Belki çok küçük gözükür göze, ama 20 kişilik o Yönetim Kurulu, üretimden gelen, işyerlerinden gelen bağı sağlıyordu, yönetimi işçilere bağlıyordu. Sendikal bürokrasi, 12 Eylül yasalarına yaslanarak, 3-5’e düşürdü yönetici sayısını. İşçi yabancılaştı sendikaya, işçi sendikanın kendi sendikası olduğundan habersizleşti, koptu sendikadan. A sendikasının genel kurulunda delegelere günlük 400 lira harcırah çıkarırlar, yönetim kurulu kararı olarak. Sınıfın parası, sınıfın  örgütlenmesine, sınıfın gelişmesine, onun eğitimine harcanmaz. Delege de bunun gerektiğini düşünmez. 400 liradan 4 günde 1200 lira kongre harcırahı alacağına, işçinin parasıyla sendikacılığın gereklerinin yerine getirilmesini, bu paranın işçinin eğitiminin, örgütlenmesinin hizmetinde harcanmasını, buradan da örneğin başarılı toplusözleşmelerle işçinin ve kendisinin kazançlı çıkmasını düşünmüyor ki.

Biz, TÜM-TİS’te, hiçbir kongrede hiçbir üyeye bir kuruş harcırah vermedik, kaldırdık, genel kurul kararıyla tüzükten çıkardık. Genel kurul delegelerine veriyorlar, yöneticiler de alıyor.

Yöneticiler de genel kurul delegesi, ama ben bugün çok açık söyleyeyim, Türkiye Maden-İş’in genel kuruluna katıldığımda gördüm, genel kurula önerge verdi yönetim, oy birliğiyle çıktı. En demokratım diyen sendikacı delege de buna karşı çıkmadı. Delegelerin harcırahı 400 lira olsun diye. Ama bir yönetici, 3-4 sene sendika yöneticiliği yaptığı zaman, 4 tane maden işçisinin 25 yıllık kıdem tazminatı kadar hizmet ödeneği alıyor. Bu önemli. Onu kendi sendika yöneticisi söyledi bana, o dönemde. Maden-İş kolundan bir adam sendika yönetimine geldiği zaman, 25 yıl çalışan 4 tane maden işçisinin, yani toplam 100 yıllık kıdem tazminatı kadar 4 yılda hizmet ödeneği alıyor. 90 gün hizmet ödeneği koydular, 75 gün koydular, 60 gün koydular, sendikaların kendi tüzüklerine göre.

Bir kere yönetici sınıftan kopuyor.

Başka aldıkları neler var?

Yani sendikalarda harcırahlar var. Biz yönetime geldiğimizde, TÜM-TİS’te 90 günlük hizmet ödeneği vardı, bu yasal da değil. Kocaeli İş Mahkemesi Selüloz-İş’te bunu iptal etmişti. İşçinin kıdem tazminatı kadar kıdem tazminatı alır sendikacı diye bir mahkeme kararı olmasına rağmen, Türk-İş’e bağlı sendikalar, Disk’e bağlı sendikalarda da böyle, bu yasağa rağmen sürdürdüler bu ödenekleri. İsmini değiştirdiler, “kıdem tazminatı” yerine “hizmet” dediler.  Eskiden yasanın üstündeydi. Yasada 30 gün deniyor, toplu sözleşmeye konulan bir maddeyle 30 gün 45 güne çıkarılıyordu. Buna dayanarak, “hizmet ödeneği” diye değiştirildi. Mesela biz hemen genel kurulda işçi kadar ücret, işçi kadar kıdem tazminatı, işçi ne alıyorsa bütün şube yöneticileri de, merkez yöneticileri de o kadardan hesaplanarak alacak diye önerge verip, karar aldık.

Şimdi hiç böyle alan sendika var mı?

Bilmiyorum, ama varsa da, çok azdır. Bilmiyorum, ama işçi kadar alan yoktur gibi geliyor. Bizim sendikanın şubelerinde de, bölgelerde, hangi bölgede nasıl bir sözleşme varsa, o şube başkanı, yani profesyonel, sendikadan maaş alan, o ölçüde kıdem tazminatı alır. İşçinin kıdem tazminatı kadar. 30 gündür, toplu sözleşmede o da sınırlandı. 30 günü toplu sözleşmede12 Eylül öncesi aşıyorduk biz, 40 güne, 45 güne çıkıyorduk. Şimdi 30 günü aşamıyorsun, aşsan bile, bir sınır var, onu geçemiyorsun. İşçinin ücreti, kıdem tazminatının tavanı var, sen toplu sözleşmede 60 gün bile koysan, o tavanı aşamıyorsun. Bu çok önemlidir, yaşam biçimi önemlidir, işçiden kopmamak meselesi önemlidir.

Büyükanıt’a hükümetin aldığı 1 milyon dolarlık zırhlı arabanın tartışması yapıldı, ama sendikaların başkanlarının da, yönetim kurulu üyelerinin de makam arabaları var. Başka ne tür maddi olanaklardan yararlanıyor sendika bürokratları?O görkemli sendika binaları örneğin. İşçinin parasıyla yapıyorlar, ama işçiler girmekte zorlanıyor.

Şöyle bakarsak, bir işçi, sonuçta sendika yönetimlerinde olanlar işçilikten gelme çünkü, farklı yerlerden gelenler de olsa…Şimdi sendika yönetimine geldikten sonra, işçinin 5-10 katı aldığı yüksek ücret, hatta şu dönemde konuşulanlar, bir de o hizmet ödeneği… 55 gün, 70 gün, 90 gün, sendikaların tüzüklerine göre verilen 360 bin TL’lik 4 senelik hizmet ödeneği. Bu korkunç bir şey. Bir sendikacı, yönetime geldiği zaman, kopmanın, bürokratlaşmanın bir sebebi de, işçiden farklı bir yaşama sahip olmaması. İşçisi gibi yemesi, işçisi gibi içmesi, giyinmesi… Bir işçi, ücreti iyiyse, yüksekse, 4 senede, anca 30-40 bin TL. kıdem tazminatı alırken, diğer yanda sendikacı, 4 senede, bugünkü parayla 360 bin TL. hizmet ödeneği alıyor.

Geçenlerde, bu konuda, Mustafa Türkel, sendikaların mal varlıklarını internet sitelerinde yayınlamaları lazım diye panellerde ve bazı kanallarda demeç veriyordu. Onun söylediği, 35 bin TL.maaş. 7 bin üyesi olan bir sendikanın yöneticisi 20 bin TL. aylık ücret alıyor, çok üyesi de yok, öbür sendikalar 100 binin üzerinde üyesi olanlar, 35-40 bin TL. aylık maaş alıyorlar. 35 bin TL.aylık maaş, 50 bin TL.dir, çünkü 4 tane ikramiye vardır, ücret ne kadar yüksekse, o kadar yüksek ikramiye alınır. Altlarına, sendikada gerçekten lüks arabalar alınıyor. Gerçekten bu ülkede işçilerin binemediği en lüks arabalar, işçilerden kopuk, sınıfın uğrak yeri olmayan yerlerde, yaşamlarında daha rahat edecekleri, işçilerin senede bir defa bile sendikaya uğramayacağı yerlerde, koltuğundan, mobilyasına, odasının büyüklüğüne kadar, binlerce lira değil, milyonlarca lira harcıyorlar. Yani sınıfın parasını, sınıfın çıkarlarına, onun eğitimine, onun örgütlenmesine, onun değişip dönüşmesine, onun mücadelesine, onun çocuklarının geleceğine, geniş kapsamlı örgütlü bir toplum yaratma uğruna değil, kendi bireysel çıkarlarına kullanıyorlar. Bu da, sendikal bürokrasiyi pekiştiriyor. İşçiye, sendika yabancılaşıyor, sendikacı işçiye yabancılaşıyor. İki senede bir toplu sözleşme yapma, onun dışında işçiyle bağını koparıyor, işçi de sendikaya gidip gelmiyor.

Ben sendikacı olduğum dönemlerde, vardiyalı çalışıyorduk. Yarım gün sendikaya gittiğimiz zaman, onlarca, yüzlerce işçi politikayı tartışıyor, sistemi tartışıyor, gerici, ilerici, devrimci, dinci, tarikatçı, milliyetçi bütün işçiler, sendikayı, kendisinin yeri olarak, malı olarak görüyordu. Şimdi işçi sendikaya gitmiyor.

Neden gitmiyor, bu sendika benim örgütüm değil diye mi düşünüyor artık?

Bir kere yabancılaşıyor. Seçkinler gidiyor sendika yönetimine, temsilciliğe. Temsilcilik de, 12 Eylül’den önce, işyerlerine temsilciler seçimle gelirdi. 12 Eylül yasalarının, antidemokratik uygulamalardan birisi de, temsilcilerin atanması oldu. Bugün hala birçok sendikada temsilciler atanır. Kimi atar, kendine yakın, işverene yakın, işverenle uzlaşacağı temsilcileri atarlar. Seçim bile yok, bütün bunlar, işçileri sendikadan uzaklaştırdı, kopardı. Sendikalar, sadece toplu sözleşme yapan, menfaat kapısı olarak görülen yerlere dönüştürüldü. İşçi, yönetime bile talip olmaktan uzaklaştırdı. Sendika o kadar lüks ki, işçi yabancılaşıyor. Bizim sendikada bir zaman halıfleks vardı. Biz kaldırdık, attık. Mobilyası lüks değildi, ama halıfleksi gördüğü zaman,  ayakkabılarını çıkarıyordu garibim işçi, buraya da gelmiyor o zaman.

Şimdi bütün sendikaların merkezlerine baktığın zaman, başkanın odasına baktığın zaman, işçiye göre değil, işçiyle iç içe olacak türden değil. Özel sekreterden geçerek, randevu alarak görüşüyor işçi sendikacısıyla. Sınıf sendikacılığı, sınıfla bütünleşen yapı giderek yozlaştı. Bunu bilerek yozlaştırdılar, bu sendikacıların da işine geliyor, rahat ediyorlar. Şurada otururken, akşama kadar, kendi yazışması, çizişmesi, sendikal bürokrasiyle uğraşırken, sorunları dinlemeyen, sorunlar getirmeyen bir şey haline geldi, bu da örgütlülüğü alabildiğine dibe vurdurdu.

Bugün gelinen noktaya baktığın zaman, sendikalarda işçi örgütlülüğü hangi noktaya geldi, bu da gözüküyor.

Hiç işçi semtlerinde, işçinin kendisini evinde hissedebileceği sendika şubeleri var mı? Şubeler bile işçi mahallelerinden, fabrika bölgelerinden burjuva semtlerine mi çekildi?

Belki vardır, böyle fabrikalara yakın yerlerde sendika şubeleri, ama çok sınırlıdır ve azdır. Buna baktığın zaman, daha çok merkezi yerlerdedir.

Biz  bir seferinde İtalya’ya gitmiştik, çok şaşırmıştım, bir sendika şubesine gittiğimiz zaman, fabrikanın yanındaydı. Orada da yeni bir sendikal anlayış, mücadeleci bir sendikal anlayış gelişiyordu. Başında sendika bürokratlarının olduğu değil, ama yeniden işçilerin içerisinde örgütlenen sendikaların şubeleri fabrikanın hemen yanındaydı. Ama bizim ülkemizde fabrikaların arasında bir sendika bürosunu zor bulursun!

Yasa buna engel mi?

Hayır değil. Yapmak istemiyorlar. Mesela Türk-İş’te genel kurul kararı aldık. Aidatları yarım puan arttırarak, özellikle sanayi kentlerinde, Türk-İş örgütlenmeyle ilgili bürolar kuracaktı. Bütün işkollarında, eğitim çalışması, iş kollarının birleşmesiyle, yani diyelim ki, Trakya’da böyle bir sendika bürosunun oluşmasında, Lastik-İş kolundan, Deri-İş kolundan,Tekstil’den, Metal’den işçilerle örgütlenme çalışması yürütülecekti. Asgari ücretin dörtte biri kadar, Türk-İş’e aidat ödüyor her sendika, bunu arttırdık ki, böyle bir şeye hizmet etsin, genel kurulda. Ama bugüne kadar aradan 7-8 yıl geçti, böyle bürolar kurmadılar. Biz onu da konuştuk, işçilerin olduğu semtte olunmalı diye. Trakya’da, Çerkezköy’de, Çorlu’da bugün tersine bir şey var, oraları kapatıyorlar.

Trakya’da Haber-İş’in şubesi vardı, kapandı. İşçi sayısı azalıyor deniyor, örgütlenme çalışması, mücadele olmayınca işçi gelmemeye başlıyor, işçi gelmeyince şube kapatılıyor, iyice daralıyor. Hala işçi aidatları toplanıyor, ama Türk-İş genel kurullarına giderken çoğu sendikaların aidat borçları bazı büyük sendikalar tarafından karşılanıyor. Belediye-İş’in aidatlarını yanılmıyorsam bir zaman TES-İş ödemişti. Çok yenip içiliyor ve sendikaların kasalarıda mı boşaldı?

Belediye-İş’in trilyonları var. Yok, bu durum çok azdır. Sendikalar aidatlarını veremeyecek durumda değiller. Üyesi kalmayan kağıt üzerindeki sendikalardır onlar. Mesela bizim genel kurula giderken 14 bin TL. aidat borcumuz vardı. TES-İŞ’ten böyle bir teklif geldi, biz kabul etmedik. Biz yatırdık borcumuzu. Kendilerine bağımlı hale getirmek için, Türk-İş yönetimine aday olan sendikalardan “biz ödeyelim paranız yoksa” deniyor. Çünkü delege katamıyorsun. En son Selüloz-İş tek delegeyle katıldı, 5-6 delegeyle katılması gerekirken. Benim katıldığım genel kurulda aidatlarını ödeyemediği için böyle tek delegeyle mecburi katılıyordun. Şimdi bizim TÜM-TİS sendikasına baktığımız zaman, 3 bin üyeyi çok geçmedi. 3 bin, 3 bin 4 yüz aidat ödeyen üye sayısına ulaştı. Şimdi herhangi bir sendikanın bir şubesinin ödediği aidat kadar vardır. Şimdi her şubenin kendi yerini aldık biz, mülkiyetini, sendikalardan aldık, Petrol-İş’ten aldık, Şeker-İş’ten aldık, Yol-İş’ten aldık. Tabii onlar büyüdükçe, daha lüks yerlere giderler, satarlar, biz de bastırıyorduk Türk-İş’ten. Buralardan aldık. İzmir’i Yol-İş’ten aldık, Adana’yı Petrol-İş’ten aldık, Şeker-İş’ten aldık. Buna rağmen, ben sendikayı bıraktığım zaman 3 milyar parası vardı, işverenlerden topladığı. Kasasında 1,5 milyara yakın parası vardı. Şimdi bizim sendika çok mücadeleci bir sendika, direnişler, grevler, destek fonları oluştu. Şimdi buradan hareket ettiğin zaman, sendikalar o harcamalarını namusluca yaptıkları zaman sorun olmaz. 3 bin üyenin aidatlarıyla şubelere minibüs aldık, merkezde iki üç tane binek reno arabası vardı, her şubenin bir minübüsü vardı, yerler alındı. Buradan baktığın zaman, sendikaların parasının olmaması farklı bir uygulama. Sınıfın parasını sınıfın dışında birilerinin, yöneticilerinin yemesi olabilir bu ancak.

Otel sahibi, han hamam sahibi sendikalar var değil mi? Yani gelir getiren büyük mülk sahibi oluyor sendikalar?

Gerçekten sendikal anlayış önemli. Şimdi sendikalar şuna döndü: otelciliğe başladılar. Yol-İş, Şeker-İş, Haber-İş oteller açtılar. Kafa kaydı. Yani sınıf diye, ülkenin demokratikleşmesi diye düşünmeye zamanları kalmadı! Sendikaların asli görevlerinden birisi siyasal iktidarlar üzerinde baskı unsuru olmaktır. Siyasal iktidarla uzlaşmak değildir. Ülkenin demokratikleşmesi, işçinin demokratik geleneklerin gelişmesi, sınıf örgütlenmesinin gelişmesini bir tarafa bırakarak, bunlar siyasal iktidarlarla uzlaştılar gerçekten. Yasalar buna göre çıkarıldı. Son dönemlerde çıkarılan yasalara göre, sendikalar gelirlerinin yüzde yirmisini ticari şirketlere aktarabiliyor. Eskiden yoktu bu. Yasal düzenleme çıkarıldı, ondan sonra otelciliğe başladılar. Şimdi otelin gelirini, giderini nasıl yapacak, bunları düşünüyorlar! Özelleştirme başladı, kamu kurumlarının tatil köylerini alan sendikalar oldu.

Sendikacılar işçilerine eğitim vermek için, tatil imkanı sağlamak için alıyorlardır belki?

Öyle alıyorlardır, ama ona uygun tatil yapılıyor mu? Temsilcileri, yöneticileri, yöneticilerin yakın çevreleri o tesislerde yazın denize giriyor, tatil yapıyor, eğitimde hemen hiç kullanılmıyor. Genel uygulamaya baktığımız zaman eğitimde kullanılmıyor.

Peki sendikalarda hiç eğitim var mı, yapılıyor mu?

Var, geçmişte de var, bugün de birçok sendikada eğitim var. Burjuva politikasıyla, burjuvaziye, sisteme entegre edebilecek uzmanlarla, bilim insanlarıyla yapmak başka bir şeydir, sınıfın kendi ayakları üzerine kalkarak, birleşerek, mücadeleyi önüne hedef koyarak bir eğitim alması başka bir şeydir. Ama mesela bildiğim kadarıyla, Harb-İş’te, Petrol-İş’te, Türk-Metal’de ciddi bir eğitim var. Yani genç işçilerle, kadınlarla eğitimler yapılıyor. Ama kime hizmet ediyor, asıl sorgulanması gereken bu.

Çoğu sendika yakın zamana kadar açıkça özelleştirmeyi savundu. Peki, verileneğitimde özelleştirmenin iyiliğini mi anlatılıyordu?

Çoğu sendika değil, yüzde 70-80’i özelleştirmeyi savunuyord. Sovyetler çöktü, kafanızı kumdan çıkarın diyorlardı, bizzat Türk-İş Başkanlar Kurulu’nda. “Bu ‘yeni dünya düzeni’ne ayak uydurmak zorundayız, bu düzen içerisinde sendikacılık yapacağız biz” diye söylüyorlardı. Maden-İş’in başkanından, Yol-İş’in, Şeker-İş’in başkanına kadar, hepsi, özelleştirmelerin yapılmasında bu kadar rahat yol alınmasında en büyük etken, sendikal kafalardır, sendikacılardır, bürokratik sendikal anlayıştır. Biraz mücadele olduğu zaman, Özal döneminde, Ankara sokaklarına yüz binlerce işçi gittiği zaman, özelleştirme çok rahat yapılamıyordu. Özelleştirme ilk başta madenlerden başladı. Madenler devletin sırtında kambur deniyordu o zaman. Özal hükümeti döneminde, 24 Ocak Kararları’ndan sonra başladı. Şimdi orada maden işçilerinin 30 günlük Zonguldak yürüyüşü, Zonguldak’ı demokratik bir şehir haline getirmeleri sayesinde madenler hala kapatılamadı. Özelleştirilen yerlerde oldu, ama o zaman kapatılacaktı. Özelleştirmeyi şöyle anlatıyorlardı, bunu sendikacılar da savunuyorlardı: “Hazineden bir sürü yardım ödüyoruz, bunlar kapatılsın”. Ama ondan sonra, baktık, Türkiye’nin en karlı kuruluşları özelleştirildi. Tüpraş’ından, POAŞ’ından, Telekom’undan, Sümerbank’a kadar. Nne oldu? Sümerbank karlı bir kuruluştu, yok oldu gitti. Buna baktığın zaman, sendikal kafalar buna izin verdi. Kapitalist sistem akıllı bir şekilde, “işçilerin hakları kaybolmayacak” dedi, “4-C” o zamanlar çıkarıldı. Tayyip Bey şimdi diyor ya, ona onay verildi. Biz bunun kavgasını Türk-İş Başkanlar kurulunda verdik. “Bizim üyemiz işsiz kalmayacak” deniyordu.

Yani maddi olanaklarından yararlandıkları düzene diyetini ödüyor sendikacılar öyle mi? Bürokratik sendikacılık denen şey böyle bir şey mi?

Sınıf değiştirmektir. Bana göre, insan yaşamı nasılsa, yaşamına göre hareket eder. Bir işçi sendikaya geldiği zaman, işçiliğini unuttuğu zaman, yaşam değişikliği olduğu zaman değişiklik başlıyor. O sistemde bunların yeri var. Mücadeleci sistemde bunların yeri yok. Şimdi ’89 Bahar Eylemleri’ni düşündüğüm zaman, İstanbul’da 2 bin kişiyle başlattık, Türkiye’nin dört bir yanını sardı. Bir toplu sözleşme dönemiydi. Yüzde kırk civarında zannediyorum Türk-İş’in toplu sözleşmede ücret talebi vardı, yüzde yirmi de hükümetin. Mücadele yükseldi, yüzde yüz kırka yakın bir rakamla toplu sözleşme bitti, ’89 Bahar Eylemleri’nin sonucunda.

Peki 12 Eylül yasaları yok muydu o zaman?

Vardı. 7 yıl baskı altında kaldı, ücretleri düştü. Örgütlülük vardı, işçi ekonomik talepleri için mücadeleyi yükseltti. Hükümet işçileri engelleyemedi. Toplu sözleşme bitti, o sırada Türkiye’de sekiz yüzün üzerinde merkez ve şube yöneticisi değişti.

Yani önemli olan yasalar değil, tutum.

Tabii. Bir mücadele yükselirse, işçi sendikasına sahip çıkarsa, mücadelenin içerisinde olursa, yönetici de değişiyor. O bürokrat sendikacıya, “yeter artık” diyorlar. “Sen burada kalamazsın” ve onu atıyor sınıf hareketi. Şimdi sendikalar mücadeleyi geliştirirseler, buna hizmet edecektir. Şimdi ben hep genel grev genel eylem önerdiğim zaman, Türk-İş başkanlar kurulunda, açık açık Bayram Meral, “tabii tabii, genel grev yapalım da, senin partin güçlensin” diyordu, aynen bunu ifade ediyordu. “Yahu, senin partin güçlensin, bu doğrumudur, yanlışmıdır?”

İşçi sınıfı güçlensin diye bakmıyor yani..

“Senin partin güçlensin!”, bu doğru mudur, sınıfın çıkarları burada mıdır, ben böyle bakıyorum, hangi parti güçlenirse güçlensin, bana ne! Yani sen sendikacısın, başka türlü düşünemezsin aslında.

Bürokrat sendikacılık bir yönüyle bu diyebilir miyiz?

Bu tabii. Şimdi adam oradan bakıyor. Seni o kurul içerisinde bir partiye hapsederek bunu söylüyordu Başkanlar Kurulu’nda Bayram Meral. Bu eyleme gerek var mı, yok mu, buradan bakmak lazım. Sendikal bürokrasi şunu iyi görüyor, mücadele yükselirse kendinin orada kalma şansı azalacaktır. Bunu gördüğü için bir asalak sendikacılık var. İşçiden farklı ücret, farklı tazminat ödeneği alıyor, altında arabası, gelişi, gidişi, çok rahat bir yaşamı var, bunu kaybetmemek için elinden geleni yapıyor.

Tersinden bir soru: Güzel döşenmiş, lüks semtlerde olan sendikaları işçi kendi evi, örgütü gibi görmüyor.. Ve bir de işçinin işten atıldığı özelleştirmeleri savunuyor sendikacı. Tam ihtiyaç duyduğunda, işçi sendikasını yanında göremiyor. Zonguldak işçisi yürümeye başlamış Türk-İş yanında olmuyor. Eylemini arkadan hançerliyor. İşçiyle sendikacı arasında buradan da sorun çıkıyor.

Bunların hepsi bence var. İşin özü, bürokratik sendikacılık sınıfın çıkarına olan bir sendikal anlayış değil. Hakim olan anlayış bu. İçinde tek tek demokrasiden yana, özgürlüklerden yana, mücadeleden yana sendikacılar ve sendikalar var. İşçi sınıfı, 12 Eylül darbesinin arkasından gelen bu yasal düzenlemeye baktığımız zaman, buraya aktı. Bu yasalarla böyle yapılır. Bahar Eylemleri’nde aşıldı, ama o gerçekten bir önderliktir. Hiçbir koşulda bir önderlik olmadan bir eylem olmuyor. Her eylemin bir önderliği vardır. 15-16 Haziran’a, DGM direnişlerine, Zonguldak Maden-İş yürüyüşüne baktığın zaman, her zaman sendikacılar suçlanır, TEKEL işçilerinin Ankara’daki 78 günlük direnişine baktığın zaman, bunu hazırlayıcı bir sendikal yapı vardır, sahiplenme vardır, ama onu aşar bu mücadele. 15-16 Haziran, Bahar Eylemleri de başlayan bir süreci aşarak, dalga dalga büyüdü.

Zonguldak madenlerindeki grevde, ben de oradaydım, çok iyi biliyorum. Başlattık, Zonguldak’a döndük, grev pankartlarını astık, sendikada bize yemek söylediler, Şemsi Denizer’le oturuyoruz. Dediler ki, Karadon’dan işçiler merkeze geliyor, herkes bir afalladı. Sendikanın amacında böyle bir başarıyla bitirmek var, ama bütün ocaklardan işçiler merkeze gelince, Şemsi Denizer camı açtı, hoş geldiniz dedi, işçiler alkışladılar, “başkan seninle ölüme de gideriz” dediler ve gerçekten 30 gün işçiler geldiler, Denizer de beklemiyordu bu kadarını. Ama grev noktasına gelinceye kadar da, bir sürü toplantılar yapıldı. En başta Denizer örgütledi bunları. Zonguldak’ta muhtarlarıyla, demokratik kitle örgütleriyle, üniversitesiyle kamuoyu desteğini sağlamak, greve hazırlanmak için her hafta toplantı yapıldı. Bütün ocaklarda, bölgelerde toplantılar yapıldı. Özelleştirme nedir, ocakların kapatılması ne anlama geliyor, Zonguldak’ı o zaman tamamen bitirmeyi hedefliyor du Özal hükümeti. Sendika, bu hazırlıkları yaptı, ama bunun öbür tarafını beklemiyordu. Zonguldak yürüyüşü de böyle başladı, otobüslerle Ankara’ya geleceklerdi, hükümet gelen otobüslerin ehliyetlerini, ruhsatlarını aldı, izin vermedi Ankara yürüyüşüne. İşçiler bastırdılar, yürüyerek gidiyoruz diye, yürüdüler. Sınıf hareketi biraz önderlik istiyor, önderlikle bu yürüyor, ama her şeyi sendikalara yüklemek gerekmiyor. İşletme toplu sözleşmeleri var, eskiden bu da yoktu. O kadar var ki işletme. Adamın üç tane fabrikası varsa, ayrı şirket adı altında işletiyor. Zeki Polat Başkanlar Kurulu’nda, Uşak’ta örgütlenmişler, sekiz yüz işçinin altı yüzünü üye yapmışlar, adamın Uşak’ta, Denizli’de, Afyon’da başka fabrikaları var, üç bin kişi çalışıyor deyip, oralırın örgütlenmesi için yardım istiyordu. Eskiden bir işyerinde örgütlendiğin zaman, yüzde elli birini aldığın zaman sözleşme yapıyordun. İşletme sözleşmesine neden karşı çıkalım? Uşak’ta sözleşme yapabilsem, yarın Denizli’de de, Afyon’da da yapabilirim, ama şimdi ben dört bin kişi örgütleyeceğim, işçi şunu görüyor; “ben altı yüz, sekiz yüz kişi çalışıyorum, gittim sendikaya üye oldum, sendika beni satıyor”, işçi buradan bakıyor, işveren de bunu pompalıyor, sendika sizi satıyor diye, sendikaya güvensizlik oluşuyor. İşletme sözleşmeleri de bu işi engelliyor, o kadar anti demokratik uygulamalar var ki, gerçekten bunu aşmak için inançlı sendikacıya ihtiyaç var.

Çemen Tekstil’de olduğu gibi yasa tersi olmasına rağmen..

Ne oldu ama sonucuna göre, Çemen tekstilde? Aynı şeydir. Şimdi sendika greve doğru giderken, adam 200-250 tane fazla işçi aldı. Greve giderken hammaddesini çıkaracak, fabrikayı kapatacak , Çemen Tekstil’de 250 tane işçi aldı grevde kavga gürültü, sendika sadece grevi bitirdi. İşçinin örgütlü olması için sözleşme yapmadı, zaten 6 ay geçmiş toplu sözleşme sürecinde. Çağrıyla o süreçte 6 ay geçmiş, 6 aylık sözleşme yaptı. Sendika da iyi bir şey yapmadı orada. O zaman ne yaptı işveren, aldığı işçilerle? Hak-İş’te örgütlenmeye sesledi. Örgütlülük değildi artık orada, işveren sendikadan kurtulma şansım yok, ama ne yapayım, kendime yakın, dediğimi yaptırabileceğim bir sarı sendikacılık anlayışını getireyim dedi. İki sendika yetki tartışmasına girdi. Öziplik-İş’e Tekstil itiraz etti, dava devam ediyor. Kaç sene devam edeceği belli değil. Kop-İş’in gazetede okudum, bir işyerinde iki yıl sonra işveren çoğunluğa bakarak bakanlıktan yetki alıyor, dava iki yıl sonra Kop-İş’e yetki veriyor.

Ben bir sendikacı olarak kendi kendime düşünüyorum. İki yıl orada örgütlülüğü elinde tutmazsan, toplu sözleşme yapma şansın yoktur. Örgütlülüğü diri tutup da, habire örgütlenerek, süreci anlatarak, işçileri bilgilendirerek ilerleyebilirsin. Bu yasaları, bu antidemokratik yasaları işçilerin iyi bilmesi lazım. Bu yasalar yaptı, çıkarlarını sahipleniyor işverenler. Bürokrasiyi sendikalarda yarattı, eğer bir sendikanın yönetiminde 30 kişi olsaydı, işyerinde hizmet üretiminden, bir üretimden, hizmet sektöründen gelen işçiler olsaydı, sendikaların böyle olma şansı yoktu. Yasada toplu sözleşme düzeni değişmeseydi, noter şartı olmasaydı, üç dört aylık sürelere bağlı olmasaydı, baraj olmasaydı,  yüzlerce sendika olurdu. Zaman zaman güçlü sendikacılık olsun diye savunuldu bunlar, ama hiç öyle değil. Bin kişilik bir işyerinde sendikalara güveni yoksa işçinin,7 kişi bir araya gelir, bir günde sendika kurar, işyerinde de toplu sözleşme yapar. O işçiyi örgütlüyor denir, oradan değişip dönüşmeye başlar, bir süre sonra da evrilir.

Eskiden federasyonlar vardı, 12 eylül öncesi. Belediye-İş’in ben kurucusuyum, federasyondu o zaman. Belediye işçilerinin federasyonuydu. Federasyonlar konfederasyonlara bağlıydı. Federasyonları kaldırdılar, milli tip sendikacılığı koydular. Bunların hepsi gerçekten çok organizeli, çok bilinçli yapıldı. 12 Eylül darbesi, 24 ocak Kararları’nın uygulanması için bir kere sendikaları bir cendere altına almalıydı, baskı altına almalıydı, sendikal bürokrasiyi yaratmalıydı, yarattı. Gerçekten ona karşı çıkan tepkileri azaltmalıydı.

Dikkat edersen emeklilik yaşı yükseltilirken, çalışanlara kademeli olarak yükselttiler, çalışanları işçi sınıfının tamamen karşısına almadılar, anlaşmalı yaptılar. Özelleştirme yapılırken, iş güvenliği sağlandı. Türk-İş Başkanlar Kurulu’nda savunuyorlardı, iş güvenliği yasasını, Ecevit, parlemantoda, gece yarısı dörde kadar oturum yaparak çıkarttı. 30 kişiye kadar işçi çalışan yerlerde uygulandı. Buna ben karşı çıkıyordum, üç beş kişi karşı çıkıyorduk, ama “daha Allahtan ne istiyorsunuz?” dendi. Ama bu, güvence değildi. Bugün görüldü ki, güvence değil. Ancak işvereni 8 aylık 10 aylık tazminata mahkum ediyor. İş garantisi yok, “İşgüvencesi yasası”nda. Buna rağmen, işçilerin tümünü karşılarına almamak için, gerçekten Ecevit’in bu yasayı çıkarmak üzere, hasta hasta, gece dörde kadar parlamentoda oturduğunu biliyorum. Bizim sendikacılar da gittiler o gün, Türk-İş yönetimi, gece dörde kadar izlediler. Titreye titreye, Ecevit olmasaydı o yasa çıkmıyordu.

Şimdiye kadar sendikalar yasalara tabi oldular. Yasalar gökten inmedi, sermayenin partilerinin, Fettullah’ın temsilcilerinin yaptığı yasalardır, bu yasaları çöpe atmanın yolu, işçi sınıfının değişip dönüştürülüp, mücadeleye sevkedilmesindedir; ama sendika bürokrasisi istemedi ve yapmadı

Bu yasalardan hem beslendiler yani, hem de işlerine geldi ve değişmesi için bir şey yapmadılar.

Bahar Eylemleri,15-16 Haziran, Zonguldak, Tekel işçilerinin direnişi, hep sınıf hareketinin yükseldiği dönemde oldu. Bunlar, ekonomik olarak işçilerin çıkarlarını savundukları hareketlerdir. 15-16 Haziran da böyledir. Sendikal yasalar değişince, adam düşünüyor, benim ekmeğim küçülecek, benim haklarım ellerimden alınıyor, bugün DİSK üyelerine yapılan,  yarın da bana yapılır diye düşünüyor. Doğrusu da buy, böyle düşünüyor işçiler, o harekete katılıyor. 89 Bahar Eylemleri de öyle. Kenan Evren geldiği zaman, işçiler tepki göstermesin diye, yüzde yetmiş zam verdi, arkasından 7-8 yıl hiçbir şey vermedi, dondurdu. İşçiler buraya geldi, ekonomik talepler Türk-İş’i aştı. Ne yüzle yüzde kırk istiyorsun, bizim talebimiz yüzde 50’dir, 60’dır, hak kayıplarını hesapladılar, işçiler bunun hesabını iyi yaparlar, benim şu kadar kaybım var, yaşam standartım şu kadar düştü, bunu istiyorum diye sokağa çıktılar. İşin kötüsü siyasallaşmayınca, siyasal iktidarda giderek bunun sınıf hareketini bastırmanın yyolu yapıyor. Yüzde 142 zammı verdi ve susturdu ve ondan sonra özelleştirmeleri devam ettirdi. Zonguldak madenlerinde de baktığın zaman, madenler kapatılacak diye Denizer toplantılarını yaptı, bakanlar da açık açık ifade ediyorlardı, devletin sırtında kambur diye, eylem olunca kapatılmadı. Eylem durunca da, 40 bin kişi düştü 15 bine, kısmen taşerona devrettiler bazı yerlerini.

Türkiye’deki sınıf hareketleri ekonomik çıkarlarla başlayıp, buradan politikleşiyor, burada devleti tanıyor, burada sistemi tanıyor, nasıl sendikalı olması gerekir, orada çelişmeye başlıyor sendikal bürokrasiyle. Bahar Eylemleri’nden sonra, Türk-İş’te 700-800 tane şube yöneticisinin değişmesi gösteriyor. Bugün gelinen noktadan bakıldığında, şu an Türkiye’de suskun bir sınıf hareketi var.

İşçi nasıl bir sendikacılığı istemiyor, itiraz ettiği ne?

Tabii, nasıl bir sendika, sendikacı istiyor işçi? Önüne düşen, onunla yürüyeni istiyor. Anavatan Partisi’nin bu kadar tarihin çöplüğüne gömülmesi, işçi düşmanlığıyla, Ankara’da pankartlarıyla, “Hop hop Yaşar Top Yaşar” diye sloganlarıyla Ankara’yı dolduran işçiler sağladı. Mesut Yılmaz Başkanlar Kurulu’na geldi, vedalaşmaya, “kafamızı kötü kayalara çarptık biz” dedi. Direkt “ben zengini severim” dedi o dönemlerde Özal. Özelleştirme kaçınılmazdır, bunlar yapılacak dedi. O dönemlerde sendikal bürokrasiye rağmen, sınıf hareketini güçlendirdi, götürdü. Bürokrasi alttan gelen tepkiye karşı bir şey yapamıyordu, ama “bu yeni dünya düzeninde kaçınılamaz, bu gelişecektir” gibi laflar ediyorlardı.

Bürokratik sendikacılık ücret sendikacılığı mı?

Sendikacılığı oraya geriletiyor da, burada işçilerin de bir sürü suçu var. Giderek işçi sınıfı apolitikleşti, 12 Eylül bunu da yarattı. Bizim dönemimize baktığım zaman, örgütlüydüm, toplu sözleşme bir hak almaktır, insanca bir ücret almaktır, şimdi burada buna sahip çıkmaya başlıyorsun, buna sahip çıkarken düzeni, sistemi iyi tanımaya başlıyorsun,okuyorsun, gazete, kitap okuyorsun, düzeni, sistemi eleştiriyorsun, değişip dönüşme buralardan başlıyor. Şimdi, 12 Eylül gerçekten bunlardan uzak bir işçi sınıfı yarattı, o öncü kadroları koparınca, atılınca, bugün bile bir sürü sendikaya işçi sahip çıkmaz.

Enerji özelleştiriliyor, tık yok. Önderlik lazım, ama Bahar Eylemleri’nde önderlik yoktu, şöyle böyle vardı da, üç beş sendikacı geliyordu şubelerinden, öyle önderlik vardı. On binlere ulaştı, ama tabanda da bir şey vardı.

TES-İŞ üyeleri ne olacak? Adam şuradan bakıyor, apolitikleşmenin sonucu, ben nasıl olsa 3-5 sene sonra emekli olacağım, ücretimi alacağım, 40-50 bin lira kıdem tazminatı alacağım, Ya işçi sınıfı, ya gelecekte çocuklarımın geleceği ne olacak diye bakmıyor.

Emeklilik 65 yaşına çıkarıldı, nasıl olacak özel sektörde? Yasalar, düzen, sistem, siyasal iktidar bunlar çok önemlidir. Yasalar nasıl değişecek? Kendiliğinden değişmeyecek, bir mücadeleyi geliştirirsen, yasalar değiştirilebilir, ama işçi sınıfının yasaları bilmesi lazım. Bu düzeni,kapitalist sistemi bilmesi lazım. Asıl sıkıntı burada.

Şimdi işçiye gidiyorsun. Ben Trakya’da toplantılara katıldığım zaman, sendikalara küfrediyor, hepsinden bir darbe yemiş. Kötü bir şey bu. Sendikayla, sendikacıyı ayırması lazım, bugün onun taleplerine cevap vermeyen sendikacılardır. İşçi tutuyor, bunlar bizi sattı diyor. Sendikacı da, sendikal yasalara mahkum olarak, iyi niyetli de olsa, bu yasalardan beslenenler ayrı bir şey, bir sürü de iyi niyetli sendikacı var, bir şeyler yapmak isteyen, ama bu yasaları aşamadığı için buna mahkum oluyor. Ben olsam, bu sendikacıların yerinde, bu yasaları tek tek, ben öyle örgütlendim, meşru hakları vardır, meşru haklarından yola çıkacağız, direneceğiz, biz hakkımızı alacağız, böyle başlarım, başka şansın yoktur. İşçiyle bunu paylaştığın sürece başarılı olursun, ortak karar alamadığın sürece, benim 18 yıllık sendika başkanlığımda, hiçbir işçinin mücadelesi olmadan, hiçbir sözleşme yapılmamıştır. Her toplu sözleşmeye bütün temsilciler katılmıştır. En az 15 temsilciyle her bölgede toplu sözleşmeye katınılmıştır. Tartışılmıştır. Kötü bitmesini, işçinin talebinin altında bitmesini bile tartışmışızdır o günkü koşullarda. Zaman zaman öyle olmuştur ki, sendikaya baskı yapmıştır işçiler. ’87’de, 7 aylık grevde, işçiler sendikayı Aksaray’da bastılar, bitirin sözleşmeyi 150 liraya dediler. Ben de dedim ki, o zaman örgütlenme sekreteriyim, “kendinize bitirecek yönetici seçin, 15 günde genel kurul yaparız, seçersiniz.” İşçiyi işveren örgütlüyor orada, polis örgütlüyor. Daha  ne istiyorsunuz, 60 liradan 150 liraya çıkacak; ama biz biliyoruz ki, oradaki kazanca göre, bunun hakkı bu değil! 240 lirayla bitti o sözleşme. Açık tavır aldık, “ben bitirmiyorum, bunlar bu ücretleri verebilir, şu kadar şu insanların kayıpları var” dedim, “ben bitirmeyeceğim, bu grev devam edecek”. Ve grev devam etti, bir iki ay daha devam etti. Kazandık.

Düzen sendikacılğı desek peki? Asıl, düzeni karşıya almak…

Bu düzeni savunurken, sendikacılar asıl düzeni çok savunmuyor da, kendi çıkarlarını savunuyor. Kendileri sebepleniyor. Git işçiye, sendikacı, sendika başkanı, çok bilen, her şeyi bilen, akil, kendini de böyle pazarlıyor, yok yani; dün, o da bir işçiydi. O işçiden gücünü alması gerekli. Sendikalar gerçekten çok önemlidir. En kötü sendikada bir toplu sözleşme düzeni var. Toplu sözleşme düzeni, çalışma saatlerinin belirlenmesi, fazla mesainin belirlenmesi, bir kontrole almaktır. Sendikasız yerlere baktığın zaman, 12, 13, 15 saat çalışıyor, kurallar yok. Toplu sözleşme bir kuraldır. İşçi orada eğitiliyor, orada değişip dönüşüyor.

Tamam ama sendikacı “benim işçim” diyor! İşçi sınıfını dert edinmiyor sendika bürokrasisi…

Sınıf sendikacılığı denildiği zaman, işçilerin anlayacağı şekilde, sınıfın çıkarlarını koruyan, bütünün çıkarlarını koruyan bir sendikal anlayıştır. İş kolunda veya kendi işçisinin çıkarını koruyan bir anlayış değil. Zonguldak yürüyüşü, SEKA Direnişi’ne baktığın zaman, TEKEL Direnişi’ne eşiyle çocuğuyla katılıyor işçi. Bir eylemin başarısı, eşini, çocuğunu, komşusunu, kitle örgütlerini kattığın zaman elde edilebiliyor. Sendikaların işçileri bir bütün olarak görmesi lazım, görmediklerinden küçüle küçüle küçüldüler. Kendi aidat aldığı üyelerini korumaya çalıştılar.

“Emeklilikte” diyor, “biz kendi üyelerimizin çıkarların koruduk, bize fazla vurmuyor”; ama işçi sınıfını satıyor orada, gelecek nesil ne oluyor bunu görmedi, geleceği satıyor.

Bir gün ben Türk-İş Başkanlar Kurulu’nda dedim ki, “inananları Allah affetmeyecek, inanmayanları da sınıf affetmeyecek,Allah rızası için” dedim, “aldığınız parayı hak edin.” Konu,sosyal güvenlik yasası, emeklilik yaşıydrı. Bayram Yıldırım not göderdi önüme, “bu konuşma çok hafızcaydı” diye. Sen işçinin parasını alıyorsun iyi kötü, bunun hakkını ver, onun çıkarlarını savun. Dar baktığın zaman, sendikalarda kendi üyelerini korumak, bütün anlayış. Bunu da koruyamadılar, çünkü böyle korunması mümkün değil. Teksif’in 150 bin üyesi vardı, Sümerbank’ta 80 bin üye. Özelleştirmeye karşı mücadele edilmedi, karlı bir kuruluş satıldı. Şimdi 15-20 bine düşmüş durumda. Diğer sendikalarda da böyle. Özelleştirme sonucunda epeyce hırpalandılar, örgütlenmede zorlandılar, şimdi ama çok dertleri değil, mülkiyetleri var, paraları var, yaşamları sürüyor.

Bu anlayış neredeyse sendikacılığı bitirme noktasına getirdi. Türk-İş 2,5 milyondu, şimdi hepsini toplasan 600 bin yapmıyor.

Sistem böyle yaptı, sendikaları bürokratlaştırdı, asıl sorun budur, düzene, sisteme payandalık etti. Böyle bir sendikal anlayışı yarattı. Mücadeleci bir sendikacılığı göze alamıyor sendikacı. Eve kadar tehtit ediliyor, mafya usulü şeyler oluyor, polis baskısı.. İkide bir gözaltına alınıyorum, 150 yılla yargılanıyorum. Bir bedeli var. Sen bu bedeli göze alamadığın zaman.. mücadele edemiyorsun. Bu bir anlayış. Bunu göze alabilecek işçi, sendikacı sayısı alabildiğine azdır.

İşçi sınıfı 15 milyona dayandı, bugün duruyor, sessiz…

Durması önemli değil, yarın yükselecektir bu. Yine sendikalardan başlayacak, işçi sınıfı sahiplenerek, tabandan örgütlenek. İşçinin sendikaları sahiplenmesi, önüne düşüp yürütmesi gerekiyor, asıl olan, bugün Türkiye’de budur. Yoksa sendikal bürokrasinin işçinin çıkarlarını dert etmek diye bir şeyi yok, olamaz da zaten. Çemen satılıyor, satıla satıla düzelecektir bu iş. Çemen’de hiç olmazsa Hak-İş de olsa, bir sendikalılık var. Yarın Çemen’de Öz-İplik-İş’te de bir mücadelenin yükseleceği anlamına gelebilir, sendikanın değişmesi anlamına gelebilir.

10 yıldır ILO sözleşmelerine uygun olarak 21,22 sayılı yasalar değiştirelecek, değiştirilmiyor. ILO’ya gidiyor, kara listeye alınıyor, değiştirilmiyor. Bu hükümet, neden bunu değiştirmiyor? Gerçekten noter şartının kalkması demek örgütlülüğün yükselmesi demektir. Sermayenin işine gelmiyor. İşyeri sendikacılığını sendikalar da körüklüyor. Hiç olmazsa örgütsüz kalacağına, örgütlü olacaktır.

12 Eylül öncesinde de “Peygamber Süleyman” diye biri vardı; her işyerinde sendika kuruyor, işverenlerle sözleşme yapıyordu. Biz örgütlüyorduk, karşımıza sözleşme çıkıyordu, işçinin hiç haberi yok. İkili sözleşme yapmış. İki yıl sonra işçi sendikanın kapısını çalıyordu. Sendikada örgütleniyordu, ama en kötü iki yıl sonra, işçi sendikalı oluyor, gerçek sendikasını seçiyordu.

Şimdi anası ağlıyor, sendika diye bir derdi olmuyor, sen bir örgütlenmeye gidiyorsun, uzmansın, gidersin, Tekirdağ’da binlerce işçiyi sendikaya üye yaparsın, noter şartı kalkarsa. Notere gidip 70-80 lira parayı işçi veremiyor.

Bu tabii sadece Türkiye’de böyle değil. Fransa, Yunanistan, İtalya tümünde sendikalar gerilemiş, üye sayıları azalmış durumda.Sorun uluslararası boyutta.

“Yeni dünya düzeni”, kapitalist sistem, sendikaları dünyanın her yerinde işlevsiz hale getiriyor. Türk-İş’te de tartıştığımızda, “yeni dünya düzeni”ne uymak zorundayız diyorlardı, bu, düzene, sisteme entegre olan bir sendikal anlayış.

İtalya’da yeniden bir taban sendikacılığı var, Yunanistan’da PAME. Hem konfederasyon üyesi, hem de “şubeler platformu” gibi platformlar oluşturulmuş buralarda, mücadelesini sürdürüyor.

Dünyada da bürokratik sendikalar, düzen sendikacılığı var kuşkusuz. Buradan çıkma eğilimi de başlıyor. Fransa’da, İngiltere’de işçi hareketlerine bakıyorsun, genel grevler başlıyor, bugüne kadar bunlara çok az rastlanıyordu. Bugüne kadar bu düzeni, sistemi gerçekten iyi sundular kapitalistler, emperyalistler. Biraz namuslu olan sendikacılar bakıyor ki, bu sistemle mücadele etmeden demokratikleşmenin olması zorlaşacaktır.

Sınıf hareketi inişli çıkışlıdır. Bugün durgunluk dönemidir. Yarın Türkiye’de, dünyada sınıf hareketinin hangi noktaya geleceği kimsenin kestirebileceği bir şey değil.

Mutlak bu böyle gitmez. AKP döneminde, özellikle Türk-İş’in yaptığı türden bir sendikal anlayışı kabul etmek mümkün değil. “Arka bahçe” olarak kullanılmak. Sendikaların tek görevi var, burjuva iktidarlarında, o iktidarlar üzerinde baskı unsuru olmak. Burada tam tersine sermayeye, hükümete yamanıyor, işçi sınıfı üzerinde baskı unsuru oluyor. Bu aşılır diye düşünüyorum, kolay mıdır, kolay değil. İşyerinde temsilcilerin aşağıdan başlaması gerekli. Biz sendikaları biraraya getirip, mücadeleci sendikacılık nasıl yapılır diye bir konferans düzenlemiştik, şimdi bunu sağlayamıyoruz. Şimdi karşı çıkmıyorlar, ama bizi bunlarla uğraştırmayın diyorlar.

Mustafa Türkel de, mal varlıkları sorununun üzerine gidiyor, ücretler açıklansın diyor. Herkeste var, en demokratım diyen de de var, en kötü alan, 7-8 milyar lira maaş alıyor. Temsilcilerden, kamu emekçilerinden başlayacaksın. Bana göre, Türkiye’de demokratikleşmenin en sıkıntılı, ama dinamik ayağı kamu emekçileridir. Kamu işyerlerinde iş güvencesi vardı, kamuyu bitirdiler. Özel sektörde işçiyi mücadeleye çekmek daha zordur.

Bizim gibi sendikacılık yapacaklar, işçiyle bütünleşecekler, işçiyle ortak karar verecekler, anlatacaklar, günlerce, haftalarca, saatlerce.. Seminerler yapacaklar, düzeni sistemi anlatacaklar, özel sektör işçisi alana çıksın. Mustafa Türkel diyor ki bana, “TÜM-TİS’i seninle konuşacağım, nasıl ediyorsunuz da, bu işçiler bu kadar hareketli oluyor. Biz 1 Mayıs’ta kendi üyelerimizi eleştiriyoruz, 500 kişilik işyerinde 100 kişi gelmedi diye.” Sen işçiyle ortak karar verdiğin zaman işçi eyleme katılıyor. Telefon mesajıyla eylem olmaz. Bu KESK’te de gözüküyor, eylem hazırlanıyorlar. Telefon mesajlarıyla haber veriliyor. Toplantı yap, salon tut, sendikanın parası niye var? Bahar Eylemleri’nde, geçmişte fabrikada 700-800 kişiyle toplantı yaptık biz. TÜM-TİS olarak önderliğini yaptık. Nedir, ne yapmamız lazım, ön hazırlıklarını böyle yaptık. Sendikacı, temsilci toplantısı yapmıyor, sınıfı birleştirmiyor, tek tek iş kolunun sorunu değil, bir bütün olarak işçi sınıfının sorunu.

Özellikle bazı işçi sendikalarında işçisinin yanına gitmek diye bir derdi bile yok sendikacının. Türk-İş o TEKEL işçisinin yanına gitmiyor, TEKEL işçisi gidip Türk-İş’i basıyor.

Gitmiyor.

Yasalar böyle olmasaydı, bu sendikalar böyle olur muydu, olmazdı, bana göre. Avrupa’da da olsa, burada da olsa, gericici yasalarla sendikal bürokrasiyi yarattılar, sendikaları ve işçiyi sindirdiler.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑