19. yüzyılın başından itibaren, Büyük Fransız Devrimin özgürlük düşüncesi Osmanlı toprağında da etkisini gösterip, üst sınıflardan gelen aydınlar arasında, bir yandan çöken imparatorluğun kurtarılması için neler yapılması gerektiği tartışılırken, çöküşe neden olan eski yapının tartışmaları içinde Osmanlı kadınının geleneksel statüsünün de sorgulanmaya başlandığına ve azımsanmayacak sayıda kadın aydının da bu alanda tartışmalara katıldığına, çıkarılan dergi ve gazetelerle, Osmanlı kadının çağdışı yaşam koşullarını eleştirdiklerine bu yazının birinci bölümünde değinmiştik.
Osmanlı İmparatorluğu 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın sarsıntıları içinde çökerken, onun temsil ettiği tüm eski değerler de itibarını yitiriyordu. Feodal Osmanlı sisteminin çöküşü, onun temsil ettiği feodal aile sistemini de kökünden sarsıyordu. Ama bu sarsıntı bütünüyle olmasa da aile sisteminde de çatlaklar yaratmıştı.
KURTULUŞ SAVAŞINDA KADIN
Özellikle Tanzimat’tan itibaren, düşünce ve eğitim alanında kadın statüsünün sorgulanması, eğitim görmüş kadın sayısının artışı ve ekonomik yaşam içinde rol alan kadınların sayısındaki artış, özellikle uzun Balkan Savaşları ve 1. Emperyalist Savaş içinde kadınların daha Çok sayıda çalışma yaşamına katılmaları Kurtuluş Savaşı eşiğine gelindiğinde kadınların toplumsal bakımdan ilerlemeleri için geniş bir potansiyel yaratmıştı. Dahası Kurtuluş Savaşı bütün toplumu derinden sarsan bir olay olarak kadınlarını da sarsıyor, onların da bu toplumsal olay içinde yer alabileceği olanaklar yaratıyordu. Nitekim daha savaş başlamadan, emperyalist işgallere karşı Anadolu’nun kentlerinde yapılan mitinglere kadınlar da katılarak, İslam-Osmanlı geleneğinde olmayan bir tarzda gösteriler yapıyorlardı. Emperyalist işgalleri lanetliyorlardı. 19 Mayıs 1919’da İzmir’in işgali üzerine yapılan, İstanbul, Fatih Mitingi’nde Halide Edip ve Meliha Hanım birer konuşma yapıyorlardı. Bunda ne var, kadınlar mitinge katılmışsa ne olmuş denirse de; Osmanlı toplumunda, kadının sokağa çıkması, çarşıya pazara gitmesi bile olağan karşılanmazken, kadınların gösteri için sokaklara dökülmesi, hele binlerce erkeğin karşısına çıkarak söylev vermesi olağan Osmanlı geleneği içinde bırakalım uygulamayı, akla getirilmesi lanetlenecek bir tutumdu. Kadınların miting ve gösterilere katılması tek bir olayla da sınırlı kalmadı. Fatih mitinginin ertesi günü, Üsküdar’da yapılan mitingde bu sefer, Asri (Çağdaş) Kadınlar Cemiyeti adına Sabahat ve Naciye Hanımlar konuşuyor, “işgalcilere karşı ana, bacı ve eşlerin de erkeklerle birlikte savaşacağını” haykırıyordu. 22 Mayıs 1919’da Kadıköy’deki anti-emperyalist mitingde, bir genç öğrenci, Münevver konuşuyor “Davranmak zamanı gelmiştir, oysa biz hala ağlamakla vakit geçiriyoruz. Hıçkırıklarımızla düşmanın kalbini yumuşatanlayız… Örgütlenmeye başlayalım ve harekete geçelim.” diyordu. Bu radikal konuşma polisin dikkatini çekiyor olmalı ki, ertesi gün Münevver’i tutuklamak için arıyorlar, ama Münevver gizlice Anadolu’ya geçiyor, savaşa fiilen katılarak çatışma sırasında yaralanıyor.
23 Mayıs’ta yapılan ünlü Sultan Ahmet Mitingi’nde yine Halide Edip, bu sefer 150 bin kişi karşısında konuşuyordu. Halide Edip’in aktif bir propagandacı olarak faaliyetleri polisin gözünden kaçmıyor, aranmaya başlıyor. O’da Münevver gibi Anadolu’ya kaçmak zorunda kalıyor. Direnişin önde gelenleri içinde yer alıyor. İstanbul Hükümeti’nin hakkına ölüm fermanı çıkardığı ilk 5 kişi arasında Halide Edip de vardır.
Bu sıralarda Anadolu illerinde de kadınlar boş durmuyordu: 1919 Eylülünde Erzurum’da Anadolu Kadınları Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ni kuruyorlar. Ve dernek hızla yayılarak, Amasya, Erzincan, Burdur, Bolu, Pınarhisar, Niğde, Kayseri, Kangal ve giderek tüm illerde bu demeğin şubeleri faaliyete geçiyor. Dernek, asıl olarak anti-emperyalist amaçlıydı ve kadınları işgalci emperyalistlere karşı savaşmaya çağırıyordu. Nitekim TBMM’nin kuruluşundan 5 gün sonra Ankara Hükümeti bir çağrı ile Anadolu Kadınları Müdafaa-i Hukuk Cemiyetini emperyalist saldırganlara karşı işbirliğine çağıracaktı.
Kadınlar sadece propaganda faaliyetlerinde ve dernek çalışmalarıyla sınırlı olarak bir anti-emperyalist tutumla yetinmediler. Tersine çete ve düzenli ordunun birçok hizmetini kadınlar yerine getirirken, azımsanmayacak sayıda kadın da fiilen çete savaştan içinde ya da düzenli ordunun bazı kollarında yer aldılar. En çok erkek işi sayılan savaşta kadınların da erkekler kadar cesur, yurtsever olduğunu kanıtladılar. Örneğin Gördesli Makbule Hanım, eşiyle bir çete kurarak Yunan işgaline karşı direnişe ilk katılıp, savaşarak ölen ilk kadınlardandır. Yine, Fransız İşgaline karşı savaşan bin gönüllüler birliğine komuta eden Tayyar Rahmiye Hanım bir Fransız karargâhında saldırı sırasında yaşamını yitiren kadınlardandır. Yine Adanalı Hatice Hanım, doğrudan çeteci faaliyete katılmış, yüz kişilik gönüllüler birliği ile Fransızlara karşı savaşmıştır. İzmit’te Fatma Seher Hanım, kendi çetesiyle birlikte, padişahçılara ve emperyalistlere karşı savaşmıştır. Kemalist ordunun komutanlarından Halit Bey’in kızı Nezahat, babasıyla birlikte pek çok cephede savaşlara katılarak Türk Jeanne D’Arc’ı unvanını almıştır. Nezahat Hanımın bu çabasından dolayı TBMM’nde rütbe verilmesi, hatta “paşalık” verilmesi istenmişse de, Meclis’in tutucu kanadının muhalefeti sonucu bu reddedilmiştir.
Kısacası yukarda adları bugüne biline-gelen Kurtuluş Savaşı’nın kadınları yanışına sayısız isimsiz kadın kahraman, anti-emperyalist savaşa her şeyiyle katılmıştır. Nitekim M. Kemal kadınların Kurtuluş Savaşı’ndaki rollerini açıkça kabul ederek şöyle der: “Türk kadını savaş sırasında ülkeye çok büyük yardımda bulundu, herkes gibi o da acı çekti. Bugün o, özgür olmalı, eğitim görmeli, okullar kurmalı, ülkede erkeklere eşit bir konuma sahip olmalıdır. Buna hakkı vardır.”
Bu bölüme son vermeden önce bir iki noktaya dikkat çekmek gerekir:
Birincisi; Kurtuluş Savaşı’na katılan kadınlar, “kadın haklan” talebiyle öne atılmadılar. Tersine, doğrudan ulusal bağımsızlık ve özgürlük için mücadeleye katıldılar. Ama bu onlara kendi statülerini ilerletme olanağı tanıdı. Çünkü kadınlar, mücadeleye katılarak Osmanlı’nın kadın statüsünün dışına çıktılar. Osmanlı’da sadece ev işleri, çocuk doğurma ve bakımıyla sınırlı olan kadın; mücadele içinde yeteneklerini kanıtladı. Savaş, askerlik gibi salt erkeğe has sayılan işlerde de becerisini ortaya koyması, sadece analık duygusu ötesinde yurtseverlik, özgürlük duygularına da sahip olduğunu ortaya koyması, erkeklerin gözünde kadının statüsünü hiç bir tartışmanın başaramayacağı kadar yükseltmiştir. M. Kemal’e yukarıdaki sözleri söyleten sadece burjuva özgürlükçü düşünce değil, daha çok kadının kendini mücadele içinde kanıtlaması, kadının insansal yanının savaş içinde ortaya çıkmasıdır. Zaten Kurtuluş Savaşı sonrasında kadınların hukuksal alanda elde ettiği haklarda da kadınların Kurtuluş Savaşı’na katılımda gösterdikleri başarı önemli bir yere sahiptir. Yoksa kimi Kemalist aydınlarımızın iddia ettiği gibi, kadınlara “hak” M. Kemal’in yüce gönüllülüğünün sonucu verilmiş değildir. Çünkü Kurtuluş Savaşı’na katılarak kadınlar, eski Osmanlı aile geleneğini parçalamış, artık, haremin duvarlarını yıkarak erkek dünyasına bir yarandan katılmışlardı. Onu yeniden hareme kapatmak artık olanaksızdı. Cumhuriyet, yasalarıyla sadece bu durumu yasallaştırdı.
Burada değineceğimiz ikinci özellikse; Kurtuluş Savaşı öncesi Osmanlı kadın statüsünü az çok aşabilen kadınlar; üst sınıflardan gelen az sayıdaki aydın kadınken, Kurtuluş Savaşı sırasında bu durum köylü emekçi kadınlara kadar yayılmış, toplumsal bir alt-üst oluşa yol verecek kadar genelleşmiştir. Cumhuriyet sonrasında ailenin nispeten hızlı bir biçimde burjuva karaktere bürünmesi Kurtuluş Savaşı’nın yarattığı bu kaynaşma ile sıkı bir bağlantı içindedir.
CUMHURİYET DÖNEMİNDE KADIN
Kemalist ideoloji, özünde bir burjuva ideolojisi olması nedeniyle, toplumda ve kadının özgürleşmesinde üst yapı kurumu olarak bazı değişimleri gerekli kılar ve yasal düzenlemelere girer. Fakat kadınlar, çok dar bir çerçevede kalan üst katmanları bir yana bırakılırsa, savaşın bitiminden hemen sonra, toplumsal gelenek ve göreneklerin, bağnaz aile ve iş hukukunun yıpratıcı etkisine geri dönerler. Kemalist reformlar toplumu tümüyle etkileyecek ve dönüştürecek güce hiçbir zaman sahip olmamıştır. Hele, emperyalist dünya sisteminin hegemonyacı isteklerine tamamen açık bir dünya görüşüne sahip olan reformist önderler, açıkça bir emperyalist hegemonyaya karşı olmakla birlikte, özellikle emperyalist politikaların etkilerine açık olmuşlardır.
Bağımsız Türk Devleti kurulduktan kısa bir süre sonra, batıya açılma adı altında tekrar emperyalizmin kucağına düşmüş, ideolojik, sosyal, siyasal kurumlarını emperyalizmin çıkarlarına uygun bir biçimde oluşturmaya başlamıştır. Ekonomik alanda reformlar, kan bir bürokratik devletçilik anlayışıyla sınıfların varlığını reddeden bir politika izlemiştir. Sınıf çıkarlarının ifade özgürlüğü yasaklanmış, hatta yok sayılmıştır.
M. Kemal ve çevresi, yeni Türk Devletinde kadınların olması gereken yere ulaştırılmasının önündeki en büyük engel olarak dini baskılan ve gelenekleri, eğitimsizliğin yol açtığı cehaleti görüyorlardı, İslamiyet öncesi Türk toplumlarında kadınla erkeklerin eşit bir konumda olduğunu iddia eden Afet İnan; “İslam’ın ve İslam’ı benimseyen öteki halkların etkisi, erkekle aynı durumdaki kadını, açıkça çok daha aşağı bir konuma düşürmüştür.” der. Türk Tarih Tetkik Cemiyetinin başkan yardımcısı olan Afet İnan “Türk Kadınının Kurtuluşu” adlı yapıtında Osmanlı toplumu öncesi Türk kadınının Orta Asya, Avrupa ve Anadolu’da uygarlık kuran Türk devletlerinde, erkekle eşit bir konumda olduğu iddiasındadır. Oysa bu eşitlik, Hakan’ın karısı veya anası, bir Bey’in kızı veya eşi gibi, genellemeden çok uzak bir görüştür. Buna rağmen, ilkel bir üretim biçimini yakından ilgilendiren, kırsal kesimde yaşlı kadınların görüşlerine güven ve saygıdan kaynaklanan bir “yönetici kadın”, sembolize edilerek bu eşitliği haklı görmek mümkünse de, bu kadınların, kadınsal özelliklerini yitirdikleri bir dönemde, ev işlerini gelinlerine ve kızlarına bıraktıktan sonra kazandıkları statü, köyün yâ da kasabanın en akıllı ve mücadeleci kadınlarına özgü bir “eşitlik” ve “öncülük” olup, toplumda genel bir kadın statüsü içinde bir önem ifade etmez.
Kadın nüfusunun büyük bir çoğunluğunun katılımıyla kazanılan Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nın ilk oturumunda, TBMM’nin milletvekillerinin çoğu tarafından, kadınlara bazı siyasal haklar verilmesi şiddetle reddediliyor, hatta bu konunun tartışılması bile ayaklarla tempo tutularak protesto ediliyordu. (3 Nisan 1923). 1924 Anayasası tartışılırken, “18 yaşını bitiren her Türk’ün milletvekili seçimlerine katılabileceği” hükme bağlanırken, bu “her Türk” kelimesi kadınları kapsamıyordu. “Her Türk kelimesi kadınları da kapsamalı” diye savunan Recep Peker ve Yahya Kemal’e karşı, Millet Meclisi’nde aleyhte öylesine büyük bir tezahürat yapılır ki, yasaya bu maddeler “her erkek Türk” olarak girmek zorunda kalır.
Kadınların siyasal haklarını alabilmelerine olanak sağlamak amacıyla, 1924’te Türk Kadın Birliği kurulur. Bu birlik, M. Kemal’in kız kardeşi Makbule Hanım ve Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti üyeleri tarafından kurulmuştur. 1923’te ise, daha önce söz edilen Osmanlı döneminde Donanma Cemiyeti Hanımlar Şubesi’nin kurucusu Nezihe Muhittin Hanım, Halk Partisi’nin kadın kollarının kurulması ve yaygınlaştırılması için öncülük etmiştir. Bunların yanı sıra Türk Ocağı şubeleri de kadın haklarının yaygın savunuculuğunu yapıyorlardı. Türk Kadın Birliği, kuruluşunda, rejimin baskısı ve kuruluşuna karşı çıkabileceği gibi endişelerle, siyasal nitelikli tüm maddeleri, tüzüğün, istemlerin ve aile yasasına ilişkin hakların savunulmasını içeren düşünsel çalışmalara ağırlık vermek zorunda kalır. Bu hakların kazanımlarında eyleme girme girişimleri sürekli baltalanır. Türk Ocağı’nda yapılan büyük bir toplantıda, kadınların haklarını nasıl alacakları konusunda çok şiddetli tartışmalar yapılır. Bu gelişmelere, basın ve kamuoyundan çok sert tepkiler gelir. Basın; kadınların erkekler tarafından buralara gönderildikleri, kendi haklan için mücadele etme yeteneklerinin olmadığı, gibi gerekçelerine, dini geleneklerin yok edileceği gibi, bağnazca düşünceleri de ekleyerek, olumsuz propagandalara başlar. Akşam, Vatan, Tanin ve Tevhit gibi gazeteler hepsi bir ağızdan, kadın haklarına saldırıya geçerler. Bu olumsuz propagandaya cevap veren Halide Edip, Hikmet Arif, Nezihe Muhittin gibi hanımlar, “kadınlar, kendi kurtuluştan için kendileri savaşmalıydı”, “örf, adet ve geleneklerin tutucu kurumlarına boyun eğen çilekeş Anadolu kadınını, kentlerin aydın kadım neden savunmasındı”, “din, ahlak, gelenek gibi alışkanlıkların, erkeklere tanıdığı güç ve erdemin, kadınları ezme ve köleleştirme zihniyetine karşı çıkılmalıydı” diye savunuyorlardı. Trabzon Türk Ocağı’nda bir konferans veren Süreyya Hulusi Hanım: “Türk kadını tarihte siyasal bir rol oynamıştır: O, kendi olanaklarını tanımaktadır. Ekonomik yaşamda yer almaya yeteneği olduğuna göre, ülkenin işleriyle uğraşmaya yetenekli olduğu niçin kabul edilmiyor? Herkes ondan, yurttaşlık dersi alırken, ulusun kaderi ve yönetimi söz konusu olduğunda, onu neden ihmal ediyoruz” diyordu.
İstanbul’da ilk kongresini 1927 Martında toplayan Türk Kadın Birliği, “Kadınlar için oy hakkı ve yerel seçimlere katılmaları” şeklinde tüzüğe bir madde ekler. İstanbul valisi, “kadınların asli görevlerinin çocuk doğurmak ve yetiştirmek olduğunu, onların, ne siyasal haklara sahip olmaları, ne de kamu görevi yapmalarının uygun olmadığı” savıyla tüzüğü reddeder. Kadınlar Birliği bu tavra isyan eder. Bunun üzerine Hükümet, Vali’ye tüzüğü onaylamasını emreder. Aynı yıl, dernek başkanı: “Devrimleri doğuran, çabalar ve savaşımdır. Savaşmayı sürdüreceğiz. Yasalar, er geç, toplumsal yaşamın gereklerine uymak zorundadır.” diyerek çalışmalarını yoğunlaştırır. Haziran ayında, yerel seçimlerle ilgili, Mecliste ateşli tartışmalar yapılır. Basın da, Kadınlar Birliği’nin kulağını bükerek, “ılımlılaşmaları” konusunda öğütler vermeye devam eder. Kadınlar Ekim seçimlerine katılamaz, ama çalışmalarına hız verirler. Bu arada, basın, kısmen de olsa kadınları desteklemeye başlar. Eylül’de dernek içinde tartışmalar arttığı ve “idari usulsüzlük” gerekçesiyle, birliğin yönetim kurulu polis baskısıyla uzaklaştırılır. Dernek basılıp, aranır ve kayıtlan mühürlenir. Derneğin dağıtılması, basını çok sevindirir. Yeni yönetim kurulu tarafından başkan seçilen Ortaokul Müdürü Sadiye Hanım, kısa zamanda yıpratılır. Yerine gelen Latife Bekir Hanım ise, Türk Kadın Birliği’ni, kültürel, hayırsever ve göstermelik bazı ekonomik etkinlikler yürüten pasif bir dernek haline getirir. Siyasal istemler reddedilmemekle birlikte, bunlar iyice ılımlılaştırılarak, çok gösterişsiz biçimlerle sürdürülmeye çalışılır.
3 Nisan 1930’da kadınlara yerel seçimlerde oy ve seçilme hakkı kabul edilir. 1933’te köy kurullarına katılma hakkı, 4 Aralık 1934’te ise TBMM’de seçme ve seçilme hakkını elde etmişlerdir. 1934’ten sonra, Kadınlar Birliği, kendi varlık nedenlerinin ortadan kaldığı gerekçesiyle kendini lağveder. Oy hakkının, toplumun çok az bir kesitinde eğitim görmüş, aydın bir kadın kesimi için bir anlamı olabilirdi. Diğer kesimleri de, özellikle çoğunluğu kırsal kesimde yaşayan kadınların hemen hepsi, kocalarının veya babalarının istediği parti veya adaya oy vermek zorundadırlar. 1970’lerde yapılan istatistikler, kadınların kırsal kesimde % 60’ının okuma yazma bilmediği, gazete okumadığı, radyoda haber dinlemediği, dolayısıyla en asgari biçimiyle bile politik hayatın tamamen dışında kaldığını göstermektedir. 1935’lerde, % 90’ın üstünde kadın, okuma yazma bilmiyor, köyünden, hatta bulunduğu ilden dışarı hiç çıkmamış, dünya ile bağlan tamamen kesik, sosyal gelişmelerden habersiz küçücük bir dünyada yaşıyordu. Genel kadın nüfusunun, 1925’lerden başlayarak, yaygın bir okuma yazma seferberliği sonucu 1970’lere gelindiğinde, okuma yazma oranı olarak % 40’lara kadar ancak yükseltilmiştir. Bu oran kente göre, kırsal kesimde çok daha düşüktür.
KADINLARIN EĞİTİM DURUMU
Osmanlı eğitim sisteminden laik eğitime geçiş süreci oldukça sancılı olmuştur. Dini eğitimin, kadın statüsünde sağladığı gerici ve çağdışı düşünce hükümlerinden kurtulma, yeni dönemin en önemli sorunlarının birini oluşturmaktaydı Bu amaçla, yeni hükümet eğitim sisteminde bazı değişikliklere, reformlara gerek duymuştur Bunlardan ilki; eğitimin birleştirilmesi ve her tür eğitimin tek bir okulda kız-erkek öğrencilerin okutulmasına olanak sağlayan yasanın çıkarılmasıdır. 3 Mart 1924’te, bu amaçla “Tevhidi Tedrisat Kanunu” çıkarılarak, bilimsel ve teknik tüm eğitim kurumlan Milli Eğitim Bakanlığına bağlandı ve medreseler kapatıldı. İkinci adım olarak; “öğretimin laikliği” ilkesi getirildi. 1927’de din eğitimi okullarda zorunlu olmaktan çıkarıldı. 1931’de ortaokullardan, 1933’ten itibaren de ilkokullardan din dersi kaldırıldı. Kadının toplumsal gelişimi açısından bu çok önemli bir adımdır. Çünkü kız çocuklan henüz yaşamın gerçek yüzünü göremediği körpe çağında “haram”, “helal” kavramları ile tüm yaşamı boyunca kurtulamayacağı bir şartlanmadan hiç olmazsa yasal olarak kurtarılmıştır.
Yasanın “Demokratikleşme İlkesi”, kız ve erkek çocukların eğitiminde eşit olanaklara sahip olması biçiminde yorumlanır. 1924 Anayasası: “İlköğretim, bütün Türkler için zorunlu ve devlet okullarında parasızdır” hükmünü getirmiştir.
1922’de TBMM’de, M. Kemal, “Kadınlarımızın da aynı derece-i tahsilden geçerek yetişmelerine atf-ı ehemmiyet olunacaktır.” diyerek kadınların eğitimine özel önem verdiğini belirtir. “Kadınlarımız, hatta erkeklerden daha çok münevver daha çok feyizli, daha fazla bilgili olmaya mecburdurlar. Eğer hakikaten milletin anası olmak istiyorlarsa böyle olmalıdırlar” diye düşüncesini savunuyordu.
M. Kemal’in ölümünden kısa bir süre sonra, baş gösteren dini gericilik, gösteri ve eylemlerle dini geleneklerin tekrar siyaset sahnesine çıkmasını sağlamaya çalışır, ikinci Emperyalist Paylaşım Savaşı koşullarının ülkeyi kasıp kavuran açlık ve yoksulluğunun olumsuz etkilerinden yararlanan gerici ve dinci çevrelerce ticanilik yeniden hortlatıldı. Bu çevrelerin etkisiyle İnönü Hükümeti, 1947’de, eğitimde din derslerine yeniden yer vererek, Kemalist reformlardan geri adım attı. Bu tavizden cesaret alan dinci çevrelerin etkisiyle, Kemalistlerin yasakladığı çarşaf giyme, Arapça okuyup yazma ilkeleri çiğnenmiş, Anadolu’da kadınlar tekrar çarşafa bürünmeye, Kuran kursları açılmaya başlanmışta. Çok partili sisteme geçişle birlikte, dini feodal gericiliği arkasına alan DP köylerde, “Atatürk Devrimlerinin terk edilmesi” çağrısında bulunur. Bu gelişmelere ilişkin olarak 1949’dan sonra ilkokul ve ortaokullara din dersi kondu, DP döneminde bu gericilik daha da artarak devam etti. 1951’de orta dereceli, 1955’te liseli öğrencilere din dersi vermek amacıyla İmam-Hatip okulları açıldı. Bunları Ankara’da İlahiyat Fakültesi, İstanbul’da Yüksek İslam Enstitüsü izledi. Buna rağmen, 1962’de; resmi okullardaki din derslerine giren eğitmenlerin 60.000’inden, sadece 10.000’i herhangi bir din okulundan mezundu. Gerisi hiç eğitim görmemiş cami hocalarından oluşuyordu. Gerici hoca ve tarikat üyeleri ve siyasi çevreler tarafından yürütülen propagandalarla, özellikle köylerde, başta kadın öğretmenler olmak üzere, öğretmenlere karşı açık bir düşmanlık yaygınlaştırılıyordu. 20 Şubat 1963’te Ankara’da, bu gerici uygulamalara karşı on bin öğretmenin katıldığı bir gösteri düzenlenmiştir. Bu gösteride bayan öğretmen Nadide Yenisey şöyle diyordu: “Köy öğretmeni gerici güçler karşısında yalnız kalmıştır. Yalnızca son altı ay içinde 50 öğretmen saldırıya uğramış, dövülmüş, bazdan öldürülmüştür.” 1969 yılı içinde açılan Kuran kurslarının sayısı ise 50.000’i buluyordu. Bu uygulamalar, kadının sosyal, ekonomik yaşama katılmasını engelleyen karşı bir dalga oluşturuyordu.
1949’da Türk Kadınlar Birliği yeniden kuruluyor. Meclisteki üç kadın milletvekili eliyle, çarşafın kaldırılmasına ilişkin bir yasa tasarısı verilir. Bu tasan hemen reddedilir. Hem de, “demokrasi ve insan haklarına aykırılığı” gerekçesiyle… Milletvekillerinin çoğu tarafından, yasaya gerek olmadığı, çarşafın kendiliğinden ortadan kalkacağı savunuluyordu. Mustafa Kemal Derneğine göre; “Gazi’nin ölümünden sonra başlayan yobazlık, kınanması gereken çarşaf giyimindeki bu yeniden azmanın kökenindeki olguydu.”
Kadınların sosyal ve ekonomik yaşama katılmalarında önemli etken olarak, eğitim sistemindeki gelişmelerin neler olduğuna sırasıyla değinelim:
1- İlköğretim: İlköğretim genel olarak kız ve erkek çocukların okuma-yazma, Türkçe, matematik, tarih, coğrafya, yurttaşlık bilgisi, tabiat, çevre, müzik, beden eğitimi, resim gibi derslerin ortak okutulduğu, ev işi ve elişi derslerinin ise, kız ve erkek çocukları için farklılaşma gösterdiği bir eğitim süresi izler. 4. ve 5. sınıflarda kız çocukları ev işi derslerinde mutfak işleri, çocuk bakımı, dikiş gibi konulan öğrenirken, erkek çocukları, ağaç oyma, marangozluk, tarım gibi dersler görürler.
İlköğretimde okullaşmış kız öğrenci sayısı 1923-24’te 62554 iken, 1970-71 ders yılında 2.120.754’e yükselmiştir. Bu artış köylerde, kentlere göre daha hızlı seyreder. Erkek öğrencilerle karşılaştırıldığında, kız öğrenci oranında yıllara göre sürekli artış gözlenir. Örneğin, 1924’te okullaşmış tüm öğrencilere göre, kız öğrenci oranı % 18.73 iken, 1970’te bu oran % 43.30’a yükselmiştir. 1939-60 yılları arasında bu oranda oldukça belirgin düşüş gözlenmektedir. D.P. hükümetinin gerici propagandası altındaki kırsal kesimin kız çocukları, ev ve tarla işlerinde daha çok çalıştırılmaya başlandı. Özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki okullaşma oranı oldukça düşüktür. Örneğin: 1970-71 ders yılında, Bitlis’te bu oran % 19.71, Hakkari’de % 21.90, Van’da % 26.50 iken, Elazığ’da % 32.52 iken, İstanbul’da % 46.30’a ulaşır.
2- Orta öğretim: Yeni düzenlemeyle 3 yıllık ortaokul ve 3 yıllık lise olmak üzere iki kademeli olan bu eğitim, fizik, kimya, doğa bilimleri dışında kız çocuklan için ev ve aile bilgisi dersleri içeriyordu. Kız çocuklarının ortaöğretimdeki sayılan, M. Kemal döneminde en çok artış gösterirken, okullaşan erkek öğrenci sayısına göre de artmıştır. İnönü ve D.P. dönemlerinde kırsal yörelerde daha belirgin olarak, nispi bir düşüş görülürse de, 60’lardan sonra tekrar artmaya başlamıştır 1970’lerde, İstanbul, İzmir gibi büyük kentlerde liselerde okuyan kız ve erkek öğrenci sayısı neredeyse eşitlenmiş durumdadır. Aym yıllarda, Bingöl’de liseli kızların tüm liseli öğrencilere oranı % 7.64 civarındaydı.
Kapitalizmin gereklerine uygun kalifiye eleman yetiştirmek amacıyla, birçok meslek ve teknik öğretim okulları açıldı. Bu okullar ortaokul ve lise öğretimine denk düşüyordu. 1970-71 döneminde, ortaokul düzeyindeki meslek okullarına giden kız öğrenci sayısı 71.364 idi. Bu, tüm orta dereceli meslek ve teknik okullarda okuyan öğrencilerin % 29.33’ünü kapsıyordu. Lise derecesindeki kız öğrencilerin sayısı 172.780 ile toplam kız öğrenci sayısının % 70.67’sini kapsamaktadır. 1928-29 ders yılında kız enstitülerinin açılması ve kız sanat okullarının yaygınlaştırılması bu oranın artışında etken olmuştur. Tüm bu okullarda kızlar, genel kültürün yanı sıra, biçki-dikiş, nakış, modelcilik, çocuk bakımı, halk sağlığı dersleri görüyorlardı.
Kızların rağbet ettikleri diğer bir meslek okulu ilk öğretmen okullarıdır. Bu okullarda, kentlerden gelen öğrenci sayısı, kırsal kesime göre daha fazladır. Daha çok köy öğretmeni yetiştiren bu okullara kırsal kesimden talebin azlığı, bu yörelerdeki ailelerin, kızlarını tek başına bir köye göndermeme anlayışı, kızların okumasını engelleyen bir etken olmuştur.
1932-33 ders yılında, karma eğitim yapan, ticaret ortaokullun ve ticaret liseleri kurulur. Ortaokuldan sonra devam edilen sağlık okullarının açılması, özellikle kırsal kesimin kız öğrencilerin jı büyük ilgisini ve erkek öğrencilere oranla % 86’lık bir oranla meslek edinmesini sağlamıştır. Sağlık okullarından, ebe, hemşire, sağlık memuru, laborant olarak pek çok kadın yetişmiş ve kırsal kesimin sağlık sorunlarına hizmet vermişlerdir.
Bunların dışında kız öğrencilerin devam ettiği meslek okullarını ve 1970-71 ders yılındaki kız öğrenci sayısını şöyle sıralayabiliriz.
Sekreterlik Okulları 611
Otelcilik ve Turizm Okulları 35
Ev Ekonomisi 279
Maliye Meslek Okulları 3
Kız Meslek Öğretmen Okulları 117
Tapu ve Kadastro Meslek Okullar 2
İmam-Hatip Okulları 833
İmam-Hatip Liseleri 20
Terzilik Orta Okulları 132
4- Yüksek Öğretim: Kız öğrencilerin yüksek okullara devamı 1914’ten sonra tanınmış, yeni hükümet döneminde de öğrenci sayısı artarak devam etmiştir.
Kız öğrencilerin üniversiteye devamı, 1929-30, savaş yılları ve 1954-60 DP dönemi içinde nispeten azalma göstermekle birlikte tüm öğrenci sayısına oranla sürekli bir artış göstermiştir. Buna rağmen orta öğretimdeki dengesizlik, yüksek öğretimde daha belirginleşmektedir. Kız öğrencilerin tüm öğrencilere oranı, 1970 yılında, ilköğretimde % 42.30, ortaöğretimde % 29, iken, bu oran yüksek öğretimde % 18.87’ye düşmüştür. Böylece yüksek öğretimdeki okullaşma, Suriye, Lübnan, Mısır gibi ülkelerin bile gerisinde kalmıştır.
5- Yetişkinler İçin: M. Kemal 16-45 yaş arasında tüm yurttaşların okuma-yazma öğrendiğini belirten bir belge sahibi olmalarını zorunlu kılar. Bu amaçla, Ulus Okulları (Halk Dershaneleri) açılır. Bu okulların etkinliğini arttırmak için, özellikle köylülere yönelik Yurt gazetesi yayınlanır ve parasız dağıtılır. Geniş dağıtım ağı olan bu gazete, ulusal, kültürel, ekonomik ve sağlıkla ilgili bilgilere yer verir. M. Kemal’in ölümünden sonra etkinliği azalan, Halk Dershaneleri ve Yurt gazetesi 1949’da kapatılır.
Yetişkin kadınlar için, Akşam Kız Sanat Okullarının açılmasını, İstanbul, İzmir, Ankara ve Eskişehir ve Samsun Olgunlaşma Enstitüleri takip eder. 1938’de açılan ve yaygınlaştırılan Ev Sanatları ve Biçki-Dikiş kursları, özellikle köylerde, kadınlara ev ekonomisi, ev işi, çocuk bakımı, gibi dersler verir. 1965’lere değin sürer.
Tüm bu okullar ve kurslar bir yanıyla kadının, aile içinde daha iyi hizmet etmesi, çağdaş köle konumuna girmesinden başka bir amaca hizmet etmediği açıktır. Ayrıca bu okul mezunları, sanayi kesiminde vasıfsız işçi statüsünde’ değerlendirilmekti vs çok düşük ücretle çalıştırılmaktadırlar.
“Eğitim seferberliği”nin bir ürünü olarak kentlerde Halk evleri, köylerde Halk Odaları açılmıştır. 1931’den sonra etkinlikleri artan bu kuruluşlar, kadın ve erkeklerin bir arada ulusal ve kültürel eğitimini geliştirme amacı güdüyordu. Okuma-yazma kurslarının da verildiği bu Halkevlerinde tiyatro, sanat, toplumsal yardımlaşma, spor, kitaplık, yayın, köylülere yardım kolları kurularak, kadın ve erkeklerin ortak sosyal faaliyetlere katılmaları amaçlanıyordu. Böylece, Osmanlı döneminin kadına yasakladığı sanat, tiyatro, resim, müzik, dans çalışmalarıyla, özellikle genç kızlara yeteneklerini geliştirme olanağı ortaya çıkarıyordu. Az sayıda da olsa kadınların sosyal yaşama katılmalarında vesile olan Halkevleri ve Halkodaları, DP tarafından 1951’de kapatılmış ve mallarına el konmuştur.
Kemalist Devrimin kazanından olarak kadının sosyal yaşama katılmasının az çok olanağını sunan tüm adımlar, başta eğilim ve kültürel faaliyetler olmak üzere hemen her alanda, İnönü döneminde başlayarak, DP dönemiyle, dini ve siyasi gericilik tarafından elden geldiğince yok edilmiştir.
ÇALIŞMA YAŞAMINDA KADININ DURUMU
Yeni Türkiye Cumhuriyeti bir tarım devletidir, fakat tarımda toprak reformu dâhil, ürün fiyatlarının teşhiri ve sosyal güvenceler konusunda yeni devletin öngördüğü tüm reformlar, köylüyü, daha yoksul ve topraksızlaştırma sonucuna götürmüştür. 1925’te köylü vergisi aşar kaldırılmış. 1923-38 yılları arasında kısmi bir toprak reformu yapılmıştır, fakat genelleşmemiştir. Tarım ürünlerinin fiyatlarını saptayan Toprak Mahsulleri Ofisi ise, köylülerin giderek yoksullaşmasının bir aracı olmuştur. Tarlada, evde, halice ve ahırda çalışan kadının yaşam koşulları da bu gelişmelere koşut olarak giderek kötüleşmiştir. Yasaların, özellikle Yurttaşlar Yasasının kendisine tanıdığı haklardan köylü kadını hemen hiç yararlanamamıştır. Tarım ekonomisi sistemi içinde köylülük düşük ürün fiyatları ve teknolojik gerilik karşısında sürekli topraksızlaşmış ve yoksullaşmıştır.
1965 verilerine göre çalışan nüfusun % 74.67’si, tarım kesiminde çalışmaktadır. Çalışan kadın nüfusunun ise, % 94.15’i tarımda, % 5.85’i sanayi ve ticaret sektöründe çalışır görünmektedir.
Kırsal alanda kadın, ister tarlada, isterse hayvancı-Irkta uğraşsın, erkekten çok daha fazla çalışır. Ev işi, çocuk bakımı, hayvanların bakımı, tarla işleri, su getirmek, giyecek dokumak ve dikmek, süt sağmak, kerpiç yapıp evini örmek, odun getirmek, tarlaya yemek götürmek, misafir ağırlamak, bahçesine bakmak, pazara mal götürüp satmak, onun için sızlanmadan, durup dinlenmeden, hiçbir karşılık beklemeden yapması gereken “asli” işleridir. 1960’larda köylerin % 79.8’inde içme suyu bulunmamaktadır. Yüzlerce metre uzaktan omuzlarında su getiren Anadolu kadını, motif olarak resimlere, sanat yapıtlarına konu olmuştur. Bir de bunlara, kilim ve halı dokuma işi de eklenerek, kadına nefes almak için bile zaman kalmaz. Tüm bu işlerde kadın ücretsiz köle durumundadır. Hatta kocasına ortak bile olamaz. Aile çerçevesi içinde ücretsiz çalışan kadın, gerektiğinde, pamuk, tütün, incir, çay, zeytin bahçe ve tarlalarında ücretli, mevsimlik işçi olarak çalıştırılır. Tarım işçiliği, ücretlerin elçiler tarafından çok düşük bir miktarla keyfi olarak saptandığı, köylülüğün en yoksul kesimini kapsar. Tarımda, ne ücretli, ne de ücretsiz çalışan kadınlar için (erkeklerde olduğu gibi) hiçbir yasal hak tanınmamıştır. Sürekli artan enflasyonun giderek yoksullaştırdığı tarım kesiminde, 1965-70 yılları arasında, kadınların da katıldığı 156 toprak işgali yapılmıştır.
Topraksızlaşan köylüler, 1950’lerden sonra kente göçe başlarlar. Kentlerde, erkeklere iş bulma olanakları daha fazla olduğundan kadın, biraz “rahatlar”, ama dört duvar arasında ev işlerinin yalnızlığına mahkûm olur.
Sanayi ve ticaret alanında kadının çalışma yaşamına katılımı da, eğitimdeki gibi 1945 yılından sonra önemli bir düşüş gösterir. Sanayi kesiminde çalışan kadın işçi sayısının, bu kesimde çalışan toplam işçi sayışma oram 1935’ten sonra giderek azalmıştır.
Yüksek öğrenim gerektiren işkollarında ise nispi bir artış görülür.
Kadın işçiler, başlıca; halıcılık, dokumacılık, beslenme ve giyim olmak üzere, dört sanayi dalında çalıştırılmaktadırlar. Tüm dallarda kadın işçilerin ücretleri, erkek işçilere göre daha düşüktür. 3008 sayılı iş yasası ile işçilerin, her tür sendika kurmaları ve grev yapmaları yasaklanmıştır. Bununla birlikte, kadınların çalışmalarını teşvik edici bazı haklar getirilmiştir.
8 Haziran 1936 tarihli 3008 sayılı yasanın çıkarılması pek kolay olmamıştır. 1924’te kadınların iş yaşamında korunmasını sağlayan, bazı haklar tanıyan yasa tasarısı (örneğin: Hamile kadınların doğumdan önce 4, doğumdan sonra 6 hafta ücretli izin hakkı) TBMM’de reddedildi. Aynı konuda 1929 ve 1932 yıllarında meclise gelen yasa tasarıları da reddedilmiştir. Buna karşılık, kadınların çalışma koşullarını düzenlemek amacıyla bazı hükümet kararnameleri çıkarılmıştır, örneğin 10 Eylül 1921’de Ereğli kömür havzası ile ilgili, 22 Temmuz 1923’te, yardım sandığı kurulmasıyla ilgili, 31 Aralık 1935’te, işçilere sağlık yardımı ve sosyal haklarına ilişkin kararnameler çıkarılır.
Sanayide çalışan kadın ve genç emekçilerin korunmasına ilişkin Umumi Hıfzıssıhha Kanunu 1930’da çıkarıldı. Bu kanunla hamile kadınların korunması, sanayi ve madende 12 yaşın altında çocuk çalıştırılmaması, 16 yaşın alandaki çocukların 8 saatten fazla çalıştırılmaması, yeraltı ve gece çalışma süresinin her işçi için 8 saatle sınırlandırılması ve işçi sağlığı, iş güvenliği ile ilgili düzenlemelere yer verilmişti.
3008 sayılı ilk iş yasası: “yaşları ne olursa olsun, kadınlar gece sanayi işlerinde çalışamazlar”, “yaşları ne olursa olsun, kadınların, maden ocaklarında, kablo döşeme işinde, lağım kanalı ve tünel yapımında, yeraltı veya sualtı işlerinde çalıştırılmaları yasaktır”, “doğum nedeniyle işe gelmeyen kadının işine son verilmesi yasaktır.” gibi kadınların çalışmalarını teşvik edici ve koruyucu maddeler içerir. Doğum izni 3 hafta doğum öncesi, 3 hafta doğum sonrası olmak üzere 6 hafta, ücretinin yansına eşit bir ücret verilmesi hükme bağlanır. 1945’te ücretinin % 70’i verilecek şekilde tekrar düzenlenir. 1471 sayılı yasa ile doğum izni 12 haftaya çıkarılmıştır.
Toplumsal sigortalar, 17 Temmuz 1964 tarihli yasa ile düzenlenmiştir. Ancak yasa oldukça önemli emekçi kesimlerini uygulama kapsamının dışında bırakmaktadır. Tarımda, bağımsız çalışmalar, herhangi bir iş sözleşmesiyle bağımlı olmayanlar ve ev hizmetlerinde çalışanlar Toplumsal Sigortalar kapsamı dışındadır. Ayrıca, 4 veya daha az işçi çalıştıran işyerleri, işçilerini sigortalamak zorunda değildir. 1963 verilerine göre, toplam 160.000 işletmeden 157.759’u küçük işletme statüsünde bulunuyordu.
Toplumsal sigortalar yasası çıkmadan önce de, bazı sigorta yasaları çıkmıştı. İş kazaları ve meslek hastalıkları sigortası, malullük sigortası, hastalık ve yaşlılık sigortalan ile ölüm sigortası, kadın ve erkek işçiler için eşit haklar tanıyan bazı kazanımlar getirmiştir.
1945’te yürürlüğe giren Analık Sigortasından kadın işçinin yararlanabilmesi için, doğumdan önceki bir yıl içinde en az 90 gün prim ödemiş olması gereklidir. Bu şart, erkek işçinin karısı için erkek işçiye 120 gündür. Analık sigortasının sağladığı yardımlar, gebelik süresince gerekli tıbbi yardım ve tedavinin yapılması, doğum izni ve nakdi yardımı, emzirme yardımı ve izni verilmesi gibi kadın işçiler ve erkek işçinin karısının yararlandığı bazı haklar getirmiştir. Umumi Hıfzıssıhha Kanunu, çocuklu kadınların iş saatlerinde, yarım saatlik emzirme izni kullanmalarını, bu süreler için hiçbir ücret kısıntısına gidilmemesini öngörüyordu. 100-300 arası işçi çalıştıran işyerlerinde emzirme ve bakım odaları açılması getirilir. 1475 saydı yasayla 300’den çok kadın işçi çalıştıran işyerlerinde kreş açılması zorunluluğu getirilir. Bu yasanın 6. maddesine göre, birden çok işverenin bir araya gelerek işyerlerine en çok 250 m. uzaklıkta olmak üzere, ortak bir kreş açmaları öngörülür.
Kadınların çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve kadın işçinin korunmasını amaçlayan bütün bu yasalar, her ne kadar kadının çalışma yaşamına katılmasını teşvik edici gibi görünse de, uygulamada tam tersi bir etki yapmıştır. Çünkü işverenler, düşük ücretle çalıştırabilecekleri işsizler ordusu içinde, erkek işçileri her zaman daha çok tercih eder olmuşlardır.
Kamu hizmetlerinde ve büro işlerinde çalışan kadınlar, sigorta yasalarından hiçbir biçimde yararlanamamaktadırlar. Tarım hariç, çalışan kadın nüfusuna göre % 28 oranında bulunan bu kesim, 1965’te çıkardan 657 sayılı devlet memurları kanununa bağlanmışlardır. (1965 verilerine göre)
Yüksek öğrenim gerektiren işlerde çalışan kadınların, tarım dışı, çalışan tüm kadın nüfusuna oranı % 21.41’i bulmaktadır. (1965) Avukat ve doktor olarak, kadınların çalışmaları oldukça zorlu bir dönemden geçmiştir. Erkek doktorların kadın doktorların uzmanlığına güvenememeleri ve görev vermede direnmeleri, 1930’lardan sonra kırılabilmiştir. 1927’ye kadar kadın avukatları baro kabul etmemiştir. 1928’de, peçesiyle bitikte cübbe giymiş bir kadın avukatın İstanbul Ticaret Mahkemesi’ndeki savunmasını birçok kadın izleyici merakla dinlemeye gelmiştir. 1959’da kadın avukatlar, meslektaşlarına göre % 8.2 oranında, baroya kayıtlıyken, 1970’te bu oran % 14.9’a yükselmiştir. Kamu yönetiminde sorumluluk alan kadınların sayısı da, yüksek öğrenim gören kadınların sayısına eşdeğer ölçüde artmaya devam etmiştir.
Eğitim gerektiren işlerde kadınlar, en çok öğretmenlik mesleğinde başarılı bir gelişme göstermişlerdir. İlköğretimde, kadın öğretmenlerin, tüm ilkokul öğretmenlerine oranı 1927’de % 28 iken, 1970’de % 31.48’e yükselmiştir. Ortaöğretimde, kadın öğretmenlerin, tüm öğretmenlere oranı 1950’lerde % 46.18’e kadar yükselmiştir. DP döneminde bu oranda sürekli bir düşüş kaydedilmekle birlikte 1970’lerden sonra tekrar artmaya başlamıştır. Yüksek öğretimde ise, bayanlar, 1932-33 ders yılından sonra çalışmaya başlarlar. 1970’de, tüm üniversitelerde toplam 2.082 kadın, öğretim görevlisi veya öğretim üyesi olarak görev yapıyorlardı. Kadınların yoğun olarak çalıştıktan yüksek öğretim gerektiren diğer dallar, fizik, kimya, mimarlık, gazetecilik, yazarlık, güzel sanatlar, gibi dallardı. Sinema, tiyatro, müzik, resim ve heykeltıraşlık gibi mesleklerde çalışan pek çok kadın, başarılı olduklarını kanıtlamışlardır.
1923-1970 yılları arasında Türkiye’de kadın statüsündeki gelişim bir bütün olarak ele alındığında şu saptamalar yapılabilir.
Cumhuriyetten sonra yapılan kimi reformlarla, hukuksal alanda kadınlar bir hayli haklar elde etmişlerdir. Miras, çok eşli evliliklerin yasaklanması, boşanma hakkı, seçme ve seçilme hakkı, zorunlu eğitim vb. alanlarında yapılan düzenlemelerle kadınlar en azından hukuk alanında erkeğe karşı eskisinden “daha iyi” bir konuma sahip olmuştur. Ne var ki, bu düzenlemelerin arkasındaki eşitlik anlayışı burjuva eşitlik düşüncesi olduğu için elde edilen çoğu haklar kâğıt üstünde kalmaya devam etmiştir. Kadınların mirastan erkekler gibi yararlanması, tek eşli evlilik, oy hakkının özgürce kullanılması ya da seçimlere katılma geleneksel statü tarafından sınırlanmış, çoğu kadın kesimleri, için de hiç kullanılamamıştır.
Zorunlu eğitim ve her dereceden okulların kadınlara açılması, kadınların sosyal ve ekonomik yaşama katılmasını kolaylaştırmışsa da bu alandaki ilerleme de beklenen sonuçlan vermekten uzak kalmış, özellikle emekçi sınıf kadınlarının eğitim olanaklarından yararlanması çok sınırlı kalmıştır.
Hukuksal engellerin kalkmasının yanı sıra, kapitalizmin gelişmesine paralel olarak, kapitalizmin ucuz kadın emeğine duyduğu ihtiyaç sonucu, kadınların çeşitli sanayi kollarındaki istihdamı, dönem dönem nispeten azalmalar görülmesine karşın, hızla artmış; bu durum kadınların sosyal ekonomik yaşama katılmasının başlıca etkeni olmuş, olmaya devam etmektedir. Ancak bu durum, kapitalist toplumun “aile işlerini” kadına yıkan “işbölümü” nedeniyle kadınların iki kat sömürülmesinin derinleştirilmesinin de vesilesi olmuştur. Gün boyu işte çalışan kadın, akşam da evde gündüzden biriken ev işlerini yapmaya devam etmek zorunda kalmıştır. Kırsal kesimde ise, Osmanlı’dan devir alınan “aile statüsü” sürüp gitmeye devam etmiştir.
Bir yandan cumhuriyet döneminin kazanından, öte yandan kapitalizmin gelişmesi kadınların ekonomik ve sosyal yaşama katılmasının olanaklarını artırırken bu olanaklar dini ve siyasi gericiliğin önderlik ettiği gelenek, görenek, din vb. eski değerleri kendisine temel alan bir karşı dalga tarafından sınırlanıp yok edilmeye çalışılmış, kadının dört duvar arasındaki statüsünün değişmemesi için gericilik elindeki her olanağı kullanmıştır. Gericiler, her zaman olduğu gibi, kendilerini haklı göstermek için kapitalizmin kadını iki kat köleleştiren, onun cinselliğini bir meta olarak kullanarak “eğlence sektörüne” iten ahlaki yanını öne çıkararak “İslami kadın statüsünü” aklamaya çalışarak yapmışlardır. Bu durum Türkiye kadınının kapitalizm koşullarında olabileceği kadarıyla bile sosyal ve ekonomik yaşama katılmasını engellemiştir.
Dönemin “kadın hareketi” bakımından özelliği ise, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki dar aydın çevre arasında kalan ve Kemalizm’in koruyuculuğundaki kadın hakçısı hareket sayılmazsa, dönem boyunca kadınların kadın hakları uğruna bir hareketi gözlenmez.
Kısacası, Cumhuriyet sonrasında, hukuksal alanda parçalanmış gözüken Osmanlı kadın ve aile statüsü, Kemalist devrimin karakterinden gelen bir etkiyle pratikte, törpülenmiş olsa bile, esas olarak varlığını sürdürüp gider. Köklü bir halk devrimiyle süpürülmeyen geleneksel aile yapısı bugün de kadının özellikle emekçi kadının durumunu belirlemeye devam etmektedir.
Cumhuriyet sonrası gelişmelerin kadının kurtuluşunun olanakları üstündeki etkisini ve 1960’ların sonlarından başlayarak bu alandaki mücadelenin olanakları ve zaafları üstünde bir dahaki sayımızda duracağız.
(Sürecek)
Yararlanılan Kaynaklar:
B. Caporal: Cumhuriyet Döneminde Türk Kadını
C. Çaka: Tarih Boyunca Harp ve Kadın
H.Z. Ülken: Türkiye’de Kadın Hayatının Tekamülü
K. Araburnu: Milli Mücadelede İstanbul Mitingleri
T. Taşkıran: Cumhuriyetin 50. yılında Türk Kadın Hakları
A. Afetinan: Türk Kadının Kurtuluşu
G. Özkaya: Tutsaklıktan Özgürlüğe Kadınların Savası
Z. Celasin: Tarih Boyunca Kadın
B. Önger: Atatürk Devrimi ve Kadınlarımız
M. Taşçıoğlu: Osmanlı Cemiyeti’nde Kadının Sosyal Durumu ve Kadın Kıyafetleri
Z.F. Fındıkoğlu: Tanzimat’ta Aile ve Kadın Telakkisinde Tebeddil
Nisan 1991