AB’de güç dengeleri yenileniyor

“Borç ve Euro krizi”ni çözmek üzere yapılan her zirvenin ardından Avrupa Birliği (AB) ülkeleri daha fazla borç batağına giriyorlar. Borçlar arttıkça devlet tahvillerine alıcı bulmak zorlaşıyor, tahviller için ödenen faizler yükseliyor ve bu da ortak para birimi Euro’nun uluslararası piyasalardaki konumunun giderek zayıflamasına neden oluyor.
Oysa bir süre öncesine kadar Euro, Dolar’ın gerçek alternatifi olarak değerlendiriliyordu. Birkaç yıl önce, dünyanın en büyük döviz rezervine sahip olan Çin, ABD’nin giderek yükselen devlet borcuna işaret ederek, döviz rezervlerinin önemli bir bölümünü Euro’ya dönüştüreceğini açıklamıştı. ABD ile araları bozuk olan petrol üreticileri İran ve Venezüella da, petrol ticaretlerini, giderek Euro üzerinden veya gerektiğinde söz konusu ülkelerin ulusal birimleri üzerinden yapmayı planladıklarını ilan etmişlerdi.
Şüphesiz bu açıklamalarla ilk etapta politik mesaj veriliyordu. Fakat 2007’nin ortalarında ABD’de emlak sektöründe patlayan aşırı üretim krizi, peş peşe birçok bankanın batmasına, piyasalardaki sıcak para dolaşımını önemli ölçüde daralmasına neden olması, yapılan açıklamaları salt politik mesaj olmaktan çıkarmış, Dolar ve Euro arasındaki tercihi somut ekonomik çıkara dönüştürmüştü.
2008 sonunda başlayan krizin ise ABD’deki emlak sektörü ve bu alanda iş yapan bankalarla sınırlı olmadığı, son 80 yılın en büyük ekonomik kriziyle karşı karşıya olunduğu anlaşılmasıyla birlikte, birçok kesim, artık ABD’nin dünya üzerindeki ekonomik hegemonyasının giderek erozyona uğrayacağını açıktan ifade etmeye başladı.
Bunların arasında Almanya da vardı. 25 Eylül 2008’de hükümet adına finans krizini değerlendiren Federal Maliye Bakanı sosyal demokrat Peer Steinbrück, “Hiç kimse şaşırmasın: Dünya yeniden kriz öncesi gibi olmayacak. Amerika finans piyasaları üzerindeki süper gücünü yitireceği gibi dünya finans sistemi de çok kutuplu olacak. Bu kutuplar arasında Asya’dan ve Orta Doğu’dan yeni aktörler olacağı gibi, içinde güçlü bir Almanya’nın olduğu Avrupa da ciddi bir kutup haline gelecek” diyordu.  Almanya’daki kanı, ABD’nin, ekonomisi giderek zayıflasa da, askeri gücüne dayanarak birkaç on yıl daha süper güç fonksiyonunu sürdürebileceği yönündeydi.
Diğer AB ülkelerinde benzeri değerlendirmelere rastlamak mümkündü. Bu değerlendirmelerin, onları Almanya’nın değerlendirmesinden ayırt eden en önemli yanı, ABD’nin süper güç olmadığı bir ortamda Almanya’nın nasıl bir tavır alacağıydı. Fransa, İtalya ve İspanya’da, “Almanya’nın, AB ile ekonomik ve politik ilişkileri güçlendiği ölçüde Almanya’dan korkulmasına gerek yok” görüşü hakimdi. Bu görüşe göre, AB, zaten giderek ulusal çıkarların bütünleştiği politik bir merkez haline geliyordu. Almanya’nın sadece ara sıra uyarılması, yoldan çıkmasının önüne geçilmesi yeterli olacaktı.
ABD’ye ekonomik ve politik olarak daha yakın olan İngiltere, bu konuda daha temkinli davranıyordu. Euro projesine başından beri karşı olan İngiltere, AB içindeki rolünü, ABD’nin verdiği destekle oynuyordu. Benzeri durum, Polonya içinde geçerliydi.
Bu yazımızda, geride bıraktığımız üç yıla kronolojik göndermeler de yaparak, Almanya’nın, AB’nin tartışılmaz lideri olmak için devam eden borç ve Euro krizini nasıl lehine çevirmeye çalıştığını örnekleriyle irdelemeye çalışacağız. AB, Almanya için, dünyanın yeniden paylaşılması sürecinde önemli bir mevzii teşkil ediyor. Eğer Almanya bu mevzii şu veya bu şekilde kazanamazsa, dünya çapında oynayacağı rol bugünkünden çok farklı olmayacak. Güçlü bir emperyalistin gölgesinde, onun izin verdiği ölçüde ve sürekli ‘kırıntılarla’ yetinmek zorunda kalan bir ülke olacak. 70 yıla yakın bir süre fırsat kollayan, koşulların oluşmasını bekleyen Almanya’da, son yıllarda bu fırsatın geldiği kanısı giderek artıyor.

ÖNCE AVRUPA SONRA BÜTÜN DÜNYA…
Kriz, Almanya bakımından, ABD’nin gölgesinden çıkmak, kendi emperyalist emelleri doğrultusunda adım atmak için önemli bir fırsattı. Fakat bu yol öyle basit değildi; bunun için öncelikle AB’nin tek patronu olunması ve ardından uluslararası arenada seçkinlerin değişik toplulukları üzerinden dünya çapında etki alanının genişletilmesi gerekiyordu. Almanya’nın “ABD’nin gölgesinden çıkıp, kendi ulusal çıkarları doğrultusunda politika yapması” için, 1998-2005 arası başbakanlık yapan Gerhard Schröder’in dediği gibi, “çekirdek Avrupa stratejisinin yanında Rusya ile stratejik işbirliğini geliştirmesi gerekiyor.”
Almanya’nın AB ve çekirdek Avrupa stratejisini anlamak için, 27 Ekim 2010’da, “European Council on Foreign Relations” (ECFR) isimli “düşünce fabrikası”nın (Thinktanks) Berlin bürosunun yayınladığı “tartışma defteri”ne bakmakta fayda var. Ulrike Guérot imzalı ve “Ne kadar Avrupa olsun?” başlıklı (“Wie viel Europa darf es sein?”) tartışma metninde, “Birleşmenin (iki Almanya’nın birleşmesi kastediliyor) 20. yılında, 20. Yüzyılın barış düzenini belirleyen önemli faktörlerin giderek önemini kaybetti”ğine dikkat çekiliyor. “1949-1989 arası dönem batının tarihinde olağanüstü bir durumdu” denilen metinde, bu süre zarfında Almanya’nın dış politikasının da olağanüstü bir politika olduğu belirtiliyor.
Almanya’nın 1949-1989 arası gibi uzun bir süre, ABD’nin de desteği ile “Avrupa’nın iyi niyetli egemeni” olduğu ve Almanya’nın bu süre içinde AB’nin iç entegrasyonu için her türlü fedakârlığı(!) yaptığı ileri sürülüyor. “Almanya’nın ekonomik bonkörlüğü, AB içinde iktidarını geliştirmesine yaradı” denilen yazıda, AB’nin sosyoekonomik ve hukuksal düzenlenmesinde (örneğin Euro ve Maastricht kıstasları, Lizbon sözleşmesi gibi) Almanya’nın kendi lehine bir Avrupa sistemi oluşturduğu bildiriliyor. Yazıda, Fransa ve İngiltere’nin bu yöndeki yaklaşımlarının hiçbir zaman uzun vadeli olmadığına dikkat çekilirken, “Almanya’nın çıkarlarını giderek AB’nin çıkarlarıyla özdeştirdiği” belirtiliyor.
Almanya, yukarıda sözü edilen AB içindeki pozisyonunu güçlendirmek, Euro ülkelerini daha sıkı denetim altına almak ve kendine bağlamak için bir dizi riskli adımlar attı. Bunların başında, iflasın eşiğine gelen Yunanistan’a karşı geliştirilen tutumu geliyor. AB’nin tek patronu olma yolunda Yunanistan’ı “deneme tahtası” olarak kullanan Almanya, aynı zamanda bu ülkeye karşı aldığı acımasız , diğer AB’li dostlarına, “Bu pozisyona düşmek istemeyen karşıma dikilmek ve beni eleştirmek yerine şimdiden ev ödevlerini yapsın” mesajını verdi. AB içindeki güç dengelerinin önümüzdeki süreçte ne gibi dönüşümlere uğrayabileceği üzerine ayakları yere basan tahminde ve öngörüde bulunmak için Yunanistan örneğini irdelemekte fayda var.

YUNANİSTAN HERKESE DERS OLSUN
Geçtiğimiz Kasım ayı başında uluslararası mali sermaye tarafından istifa ettirilen Yorgo Papandreou, Aralık 2009’da, Yunanistan’ın iflasın eşiğine geldiğini, “bağımsız ve birlik içinde bir ulus olarak varlığımızı sürdürebilmek için ülkemizin güvenilirlik sorununu halletmeliyiz” diye çok dramatik bir şekilde açıklamıştı. Yunan halkına seslenen Papandreou, o güne kadar borç sorununa ve bütçe açığına karşı alınan önlemlerin yetersiz olduğunu, ülkesinin piyasalardan “sıcak para” bulmakta zorlandığını, bütçe açığının yılsonuna kadar yüzde 13’e çıkabileceğini söyledi. Papandreou, hükümetinin hem Yunan halkı hem de Avrupa ailesi için her türlü önlemi almaya hazır olduğunu söylediği konuşmasında, “Avrupa’nın bu zor günde Yunanistan’ı yalnız bırakmayacağını umduğunu” da sözlerine eklemişti.
Ne var ki, Yunanistan’ın ekonomik durumunun kötü olduğu, PASOK’un Ekim 2009’da hükümeti devralmasıyla ortaya çıkmamıştı. PİİGS (Portekiz, İrlanda, İtalya, Yunanistan ve İspanya) ülkeleri olarak anılan ülkelerin devlet borçlarının çok büyük olduğu ve son iki yıldır mali piyasalara yüksek risk faizi ödeme karşılığında bile borç bulmakta zorlandıkları biliniyordu. “Kelt kaplanı” olarak anılan İrlanda, birkaç ay içinde iflasın eşiğine gelmişti.
Başta Fransa ve İngiltere olmak üzere birçok AB ve Euro-AB ülkesi, “Yunanistan sorununu hızlı bir şekilde çözmezsek borç krizi Portekiz, İspanya ve hatta İtalya’ya bile sıçrayabilir” görüşünü savunuyorlardı. Fransız ve İngiltere bankaları, adı geçen bütün ülkelere büyük meblağlarda krediler açmışlardı ve zamanında müdahale edilmemesi durumunda, PİİGS ülkelerinin yanı sıra Fransa ve İngiltere de ciddi olarak zorlanmakla kalmayıp, aynı zamanda sıraya kendileri girecekti.
Buna rağmen Almanya, PİİGS ülkelerine, AB’nin Maastricht kriterleri doğrultusunda ulusal ekonomilerini disiplin etme ve rekabet güçlerini artırma çağrısı yapmaktan başka bir şey yapmıyordu. Almanya Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle, 2010 başında, kapsamlı yardım taleplerine, “Vaktinden önce kesenin ağzını açan, çok geçmeden Yunanistan’ın ev ödevlerini gereken gayret ve disiplinle yapmadığını görecektir. Avrupalı vergi mükellefinin münferit ülkelerin hatalarına kefil olması beklenemez” diye yanıt veriyordu.
Onlarca gösteri, değişik sektörlerde grev ve ülke genelinde genel grevlerle sarsılan Yunanistan’da, yeni seçilen hükümetin direnmesi ve AB’nin bütün önerilerini harfiyen yerine getirmesini talep eden Merkel, “Bazıları 67 yaşına kadar çalışırken bazılarının 50’lili yaşlarda emekli olması, bazıları birkaç hafta izinle yetinirken bazılarının birkaç ay izin yapması tabii ki olmaz. Bu tür dengesizlikleri hiçbir ekonomi kaldırmaz, bunu Yunanlı dostlarımız da görmeliler” diyor ve Yunan hükümetinin AB’nin taleplerini yerine getireceğine yönelik güvenlerinin “sonsuz olduğunu” söylemeyi de ihmal etmiyordu.
Almanya’nın nasihatleri sadece uluslararası mali sermayenin işine yarıyordu. Yunanistan’ın 10 yıllık tahvilleri için faiz ödemeleri yüzde 15’i üzerine çıktığı gibi, ülkenin kamu borçları GSMH’nin yüzde 125’ini geçmişti.
Almanya tabii ki boş durmuyordu. Bir yandan başta Yunanistan olmak üzere bütün AB ülkelerine Almanya’yı örnek almalarını tavsiye eden Alman hükümeti, diğer yandan, asıl hedefine, Avrupa’nın tartışmasız patronu olma hedefine nasıl ulaşacağının planları üzerinde çalışıyordu. Öneriler arasında, bir süre tartışılan, fakat uygulamasından vazgeçilen IMF’nin Avrupa versiyonu olan Maastrich kriterlerinin sertleştirilmesi, kriterlere uyulmadığında oy hakkı gibi bazı AB üyelik haklarının dondurulması, AB’nin belirlediği teknokratların verilen sözlerin yerine getirilip getirilmediğini denetlemesi, yardım alan ülkelerin ulusal bütçe üzerine son sözü AB’ye devretmeleri ve en son çare olarak Euro Birliği’nden çıkma opsiyonu da bulunuyordu.
Yaklaşık bir yıldır Yunanistan’a acil yardım etme konusunda sürekli direnen, bunun yerine sert tasarruf paketleri ve kriterleri çiğnediği için yaptırımlar talep eden Almanya, Mayıs ayının başında “sürpriz” yaparak, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’inin girişimleri sonucu, IMF ve AB tarafından Yunanistan için hazırlanan 110 milyar Euro’luk “kurtarma paketi”ne onay verdi. Bu duruma AB’de herkes şaşırmıştı. Avrupa basınında “Almanya’nın aylardır talep ettiği katı kurallar ufukta görünmüyor” görüşü savunulurken, Almanya’nın tüm dünyaya yayın yapan radyosu Deutsche Welle’de yapılan bir yorumda, “Almanya Başbakanı Angela Merkel’in Fransa Sarkozy’e bu kadar kolaylık göstereceği tahmin edilmemişti” deniliyordu.
Aynı radyonun bir başka haberinde ise, Avrupa Parlamentosu’ndaki liberal partiler grubu başkanı Guy Verhofstadt’ın, “Öncelikle Almanya’dan bunu beklemezdim. On ay boyunca sert yaptırımlar talep eden Almanlar şimdi bunun tam tersini yapıyorlar” sözleri, “Verhofstadt, şaşkına döndü” diye yorumlanıyordu.
Haziran ayında memurların ve emeklilerin maaşlarını ödeyemeyecek aşamaya gelen Yunan Hükümeti’nin Başbakanı Papandreou da, mutluluğunu gizlemiyor ve “AB’nin bu yardımı karşısında bütün sorumluluklarımızı yerine getireceğiz” diyordu. Almanya, Yunanistan’dan fazla bir şey istemiyordu(!), sadece 110 milyarlık kredinin her seansı ödenmeden önce, Yunanistan’ın bütçe açığını kapamak, devlet gelirlerin artırmak için gerekeni yapıp yapmadığının denetlenmesini talep ediyordu. Eğer şartlar yerine getirilmezse, zamanı gelen kredi dilimi de ödenmeyecekti, olay bu kadar basitti.
AB ve IMF’nin dayatmalarına boyun eğeceğini Nisan ayında aldığı tasarruf paketiyle ortaya koyan Yunanistan, “kurtarma paketi”nin şerefine(!) Mayıs ayında bir tasarruf paketi daha kararlaştırdı. 230 milyar Euro GSMH sahip olan Yunanistan, kararlaştırdığı iki tasarruf paketiyle emperyalistlere her yıl 12 milyar borç ödeme taahhüdünde bulunuyordu.
Yunanistan için hazırlanan “kurtarma paketi”nin kararlaştırılmasından bir hafta sonra, Euro Bölgesi, Uluslararası Para Fonu ile birlikte, iflas tehlikesi içinde olan ülkelere düşük faizli kredi sağlamak için Avrupa Mali İstikrar Fonu (EFSF) adı altında, 250 milyarı her an kullanılabilen, 500’ü güvence olan 750 milyar Euro hacminde bir fon oluşturuldu. Daha sonra, Haziran 2013’te yürürlüğe girmek üzere fonun nakit hacmi 440 milyar Euro’ya yükseltilirken, adı da “Avrupa İstikrar Mekanizması” (ESM) olarak değiştirildi.

EURO’NUN ALMANYA İÇİN ÖNEMİ
Bu arada Euro’nun Almanya için önemine kısaca değinmekte ve Alman sermayesinin Euro dönemine nasıl hazırlandığını hatırlatmakta fayda var.
Almanya’nın uluslararası arenada güçlü bir merkez haline gelebilmesi, ABD ve Rusya’nın yanı sıra geleceğin süper gücü sayılan Çin ile her alanda rekabet edebilmesi için, geniş nüfusa ve nükleer silahlara sahip bir AB’nin yanı sıra Euro gibi güçlü bir para birimine de ihtiyacı var.
1 Ocak 1999’da sanal kullanıma giren Euro, iki senelik deneme süresinden sonra, 1 Ocak 2002’de tedavüle girdi. Dünya döviz rezervlerinin yüzde 30’u bugün Euro olarak tutulduğu gibi, bir takım ülkeler ticaretlerini ağırlıklı olarak Euro üzerinden gerçekleştiriyorlar. Buradan bakıldığında, Almanya’nın Euro’yu ve AB’yi korumak için her şeyi yapmaya hazır olması daha iyi anlaşılacaktır.
Geleneksel olarak dış ticaretini ağırlıklı olarak AB ülkeleriyle yapan Almanya, Euro’nun tedavüle girmesiyle birlikte dış ticaret fazlalığını olağanüstü artırdı. 2001 ve 2002 yıllarının rakamlarına bakıldığında, bu daha iyi anlaşılmaktadır: 2001 yılında dış ticaret fazlası 95,49 milyar Euro olan Almanya, 2002 yılında dış ticaret hacmini olağanüstü artırmamasına karşın, dış ticaret fazlası 132,78 milyar Euro olarak gerçekleşti. 1 Ocak 2002 – 30 Eylül 20011 arasında geçen süreçte, Almanya’nın dış ticaret fazlalığı 1 trilyon 522 milyar Euro olarak gerçekleşti.  Bir takım bilimcilerin hesaplarına göre, bu miktarın 750 milyar Euro’su, Euro’nun tedavüle girmesiyle bağlantılı. AB serbest ticaret bölgesinin sunduğu olanakların yanı sıra Euro bölgesinde kur kaybı olmadan alış veriş yapmak Almanya’nın işine yarıyor. Euro bölgesi içinde yapılan bütün ticaretin kur kayıplarına karşı sigortalanması zorunluluğunun da ortadan kalkması, Alman sermayesi açısından son derece önemli ve kaybetmek istemediği bir kazanım.
Şüphesiz Almanya’nın ekonomik gücünü büyütmesini, rekabet gücünün artmasını sadece Euro ile açıklamak madalyonun bir yüzünü görmek olacaktır. Doğu Avrupa ve Asya’da dev pazarların açılması ve dünya genelinde ticaretin artması da, Almanya’nın ekonomik gücünün hızla büyümesini etkiledi.
Ama asıl belirleyici faktör ülke içindeydi. Çalışma ve sosyal güvenlik yasalarında yapılan dev reformlarla (Hartz I-IV yasaları) Alman sermayesinin rekabet gücünün katlanarak artmasının temeli atıldı.
Alman sermayesi ve hükümetlerinin 1990’lı yılların ikinci yarısından bu yana propagandasını yaptıkları “Almanya’yı üretim merkezi olarak koruma ve geliştirme” anlayışı, bütün sendika merkezleri tarafından asıl hedef olarak benimsendi. Sendikaların bu işbirlikçi tutumları üretim alanındaki gelişmeleri çok ciddi etkiledi. Ülke genelinde ve bütün sektörlerde işçi ve emekçilere karşı büyük bir saldırı dalgası başlatıldı: Üretimde teknolojik yeniliklerin yanı sıra üretim metotlarının geliştirilmesi (esnek ve ihtiyaca göre üretim; “nefes alan fabrika” modelinin yaygınlaştırılması), toplu sözleşmelere “istisna durumlar” için konulan ek maddelerle çalışma sürelerinin uzatılması, üretim bölümlerinin taşeron firmalara devredilmesi, kadrolu işçi sayısının düşürülerek kiralık işçilerin daha yaygın çalıştırılması, yeni işe başlayanların ilk yıllarda yüzde 20-30 arası düşük ücret almaları, sosyal güvenlik alanında yapılan reformlarla sağlık, emeklilik ve bakım gibi sigortaların ücretlere etkisinin aşağı çekilmesi, reel ücretlerin son 12 yıldır düşmesi, bayram ikramiyesi (Noel) ve izin paralarının düşürülmesi, ülke genelinde fazla mesai zamlarının yüzde 50’sine yakınının ödenmemesi, Cumartesi mesailerinin normal işgünü ücreti üzerinden ödenmesi gibi daha birçok yöntemle parça başı üretim maliyeti son derece düşürüldü.
Bütün bunlar Almanya’nın uluslararası piyasalarda rekabet gücünün büyümesine ve dolayısıyla ihracatının artmasına neden oluyordu.

BASKI VE TALAN MEKANİZMASINA BOYUN EĞİLDİ
Yunanistan için hazırlanan 110 milyar Euro’luk pakete ve ardından borç batağına saplanan ülkeler için 750 milyar Euro’luk fonun kurulmasına onay veren Almanya, bununla zor durumda olan ülkelere yardım etmek bir yana, gerçekte, başta Euro ülkeleri olmak üzere bütün AB ülkeleri üzerinde ciddi bir baskı ve talan mekanizmasının temellerini attı.
Nitekim EFSF/ESM’ye bağlı olarak kurulan Euro-Plus-Paktı ve İstikrar ve Büyüme Paktı, on yıllarca devam eden müzakereler ve halkoylamaları sonucu imzalanan başta Maastricht Kriterleri ve Lizbon Sözleşmesi gibi bütün AB sözleşmelerini sertleştiriyor, ülkelerin ulusal egemenliklerini rafa kaldıran yaptırımları otomatiğe bağlıyordu. EFSF/ESM’nin yükünü en fazla kendisinin çektiğini gerekçe gösteren Almanya, yukarıda kısmen sayılan yaptırımları bizzat belirliyordu. Özellikle Euro bölgesinin rekabet gücünü koruma ve artırmak adına sosyal güvenlik sistemlerinin benzeri düzeye çekilmesi, emeklilik sisteminin nüfus durumuna endekslenmesi, parça başı üretim maliyetinin artmamasına özen gösterilmesi, devlet borçları ve bütçe açıkları konusunda Maastricht Kriterleri’ne kesinlikle uyulması, Anayasaya borç sınırı konulması gibi uygulamalar, AB’nin en güçlü ekonomisine sahip Almanya’nın AB’nin tek patronu olma yolunda bir hayli yol almasını sağladı.
Alman sermayesinin direktifleri doğrultusunda hazırlanan planların AB ve özelde Euro üyelerine dayatılması çok hassas bir dönemden geçilirken yapıldı. Bu nedenle, Almanya’nın tutumu, dışarıdan bakıldığında, Yunanistan’a verilen krediler konusunda olduğu gibi, pek anlaşılmayabilir.
Oysa durum çok açık ve netti. Oltasındaki büyük bir balığı karaya çekmek isteyen balıkçının yaptığı gibi, Almanya da, dara düşen (oltasına takılan demek belki daha doğru olacak) Avrupalı “dostlarını” öncelikle iyice yoruyordu. Bazen oltayı gevşek bırakarak, özgür oldukları ve istedikleri yere gidebilecekleri hissi verip, ardından hızla oltayı geri çekip özgürlüğün sınırı gösteriyordu; AB’den yardımı zamanında ve istediği düzeyde alamayacağını anlayan Yunanistan Başbakanı, “o zaman biz de ABD’ye, IMF’ye başvururuz” diyerek, derhal görüşmek için ABD’nin yolunu tutmuştu. ABD Başkanı Barack Obama, bolca laf etmesine, Yunanistan’ı böyle bir adıma teşvik etmesine karşın, ülkesinin içinde bulunduğu durumdan ötürü, Yunanistan’a nasihat vermekten öte gidemedi. IMF’nin pozisyonu da çok farklı değildi. Nitekim IMF’nin para veren üyelerinin çoğunluğu Avrupalıydı. En önemlisi, parayı kimin vereceğinden bağımsız olarak, alacaklıların da yapılacak kredi planına onay vermeleri gerekiyordu. Ve bunların da ezici çoğunluğu Avrupa bankaları ve devletleriydi.
Son çare olarak, Çin’e devlet tahvili satmak isteyen Yunanistan yine girişimlerde bulundu, Çin yöneticileriyle görüşmeler yaptı. Fakat Çin, sadece tahvilleri alıp parayı vermek yerine, ek güvence talebinde bulunuyordu. Bunların arasında, daha önce imzalanan liman ortaklığını geliştirmek olduğu gibi, ülkenin kilit sektörlerinden pay talebi de bulunuyordu. Kısacası Çin ile tahvil ticareti, Yunanistan için astarından pahalıya mal olacaktı.

ALMANYA, İTALYA, FRANSA VE İNGİLTERE’NİN ALTINI OYUYOR
Sonunda Papandreou, tilkinin kürkçü dükkânına dönmesi misali, AB’ye döndü ve ülkesine dayatılan her şeyi kabul etti. 110 milyar Euro’luk kredi paketinin ilk dört dilimi (toplam 53 milyar Euro) neredeyse sorunsuz Yunanistan’a havale edildi. Alman Hükümeti, Yunanistan tragedyasında ikinci perdeye hazırlanıyordu: Mayıs 2010’da 110 milyarlık paket hazırlanırken, Alman bankaları, diğer AB bankaları gibi, Yunanistan tahvillerini ellerinden çıkarmama, piyasaya sürüp spekülasyonları artırmama sözü vermişlerdi. Ne var ki, Alman bankaları verdikleri sözde durmamışlar ve ellerindeki tahvilleri Mayıs 2011’e kadar yüzde 50 dolayında azaltmışlardı.
Temmuz ayında ödenmesi gereken kredinin 12 milyar Euro’luk beşinci dilimi gündeme geldiğinde, Almanya, “hele durun bir, bakalım Yunanistan verdiği taahhütleri yerine getirdi mi” diyerek, tragedyanın ikinci perdesini açtı. AB, AMB ve IMF’den oluşan troykanın Haziran sonunda hazırladığı raporda, Yunanistan’ın bütçe açığının küçülmediği, vergi gelirinin düştüğü, devlet harcamalarının hala üst düzeyde olduğu, kamu çalışanlarının azalmadığı, devlet borcunun GSMH’nın yüzde 155’ine çıktığı ve en önemlisi özelleştirme konusunda ciddi adım atılmadığı yer aldı. “Bu böyle gitmez, beşinci dilim ödenmesin” diyerek AB zirvesini birbirine katan Almanya, daha önce gündeme getirdiği ve Yunanistan’ın pek ikna olmasa da “neden olmasın” dediği 50 milyarlık özelleştirme planının ve buna ek olarak 28 milyar Euro’luk ek tasarruf paketinin uygulanmasını, “olmazsa olmaz” olarak ileri sürdü. Almanya’nın baskısı sonucu, AB devlet ve hükümet başkanları, 12 milyarlık kredi dilimini serbest bırakmak için 50 milyar Euro’luk özelleştirme ve 28 milyar Euro’luk ek tasarruf paketinin Yunan parlamentosu tarafından onaylanmasını talep etti. Yunanistan bu talepleri aynen yerine getirdi.
Artık Yunanistan, boğa yılanın sarmaladığı, her nefes verişinden sonra daha az nefes olabilen bir tavşan gibiydi.
Almanya, Yunanistan’ın böyle kurtulamayacağını ve ikinci bir kredi paketinin açılması gerektiğini gündeme getirdi. Bütün AB üyeleri bu bonkörlüğünü selamlarken, Merkel, “İkinci kredi paketinin bağlanabilmesi için özellikle özel bankaların katkısını almak zorundayız” diyordu. Almanya, Yunanistan’ın borçlu olduğu bankalardan, alacaklarının yüzde 50’sinden vazgeçmelerini istiyordu. Bir yıl öncesine kadar “kesinlikle olmaz” diyen Merkel’in şimdi bu öneriyi rahatlıkla sunmasının temelinde, Alman bankalarının son bir yıl içinde Yunanistan tahvillerinin yüzde 50’sini ellerinden çıkarmış olmasında yatıyordu.
Uluslararası yatırım fonlarının piyasadan aldığı ve yeniden satışa sunduğu Yunanistan devlet tahvilleri, Avrupa Merkez Bankası (AMB) tarafından satın alınıyordu. Alman bankaları fırsattan istifade edip, ellerindeki tahvilleri piyasa değeri üzerinden değişik yol ve yöntemlerle AMB’ye satmışlar, yani Avrupalı emekçilerin sırtına yıkmışlardı.
Başta İtalyan, Fransız ve İngiliz bankaları ve sigortaları olmak üzere, sözlerinde duran bütün Avrupa bankaları, Alman mali sermayesi tarafından, tabiri caizse kazıklanmışlardı. İkinci kazık ise, Almanya’nın “özel bankaların katkısını almak zorundayız” dayatmasıyla geliyordu. Bu uygulamadan da en fazla Fransız ve İngiliz mali sermayesi etkilenecekti. Öyle de oldu sonuçta. 21 Temmuz günü yapılan zirvede Almanya’nın söz konusu dayatmalarına bir kez daha boyun eğildi ve başta Fransız ve İngiliz bankaları olmak üzere birçok AB bankası ciddi zarar ettiler.
Fakat sorun bununla bitmedi; dünyanın üç büyük kredi derecelendirme ajansı, İngiliz ve Fransız bankalarını, Yunanistan’daki hala yüksek olan yatırımları nedeniyle yakın takiplerini sürdüreceklerini açıklarken, Yunanistan gibi zor durumda olduğunu belirterek, İtalya’nın kredi notunu düşürdüler. Söz konusu bankaların, ki bunların arasında İngiltere’de kamulaştırılan bankalarda bulunuyor, borsa değerleri hızlı bir iniş yaşadılar.
Görüldüğü gibi, Almanya, sadece Yunanistan’ı “tokatlayarak” diğer AB üyelerini hizaya getirmeye çalışmıyordu, aynı zamanda izlediği ekonomi politikasıyla kendisinin yanı sıra AB’nin güçlü ülkeleri olarak bilinen Fransa, İngiltere ve özellikle de İtalya’yı ekonomik olarak zorluyordu.

“AVRUPA’DA BARIŞ VE REFAHIN SÜRECEĞİNİ KİM SÖYLÜYOR!”
Uzun bir süre “Yunan tragedyası”ndan söz edilmesine karşın yaşananlar çoktan “Euro bölgesi tragedyası”na dönüştü. Bu gerçek, Yunanistan’a verilecek 6’ıncı kredi dilimiyle kararlaştırılacak ikinci kredi paketi ve İtalya’nın durumunun ele alınacağı 26-27 Ekim’de Brüksel’de düzenlenen zirvede çok net ortaya çıktı.
Son iki yıldır zirvelere katılan devlet başkanlarının çoğunluğunun, aslında, orada ülkelerinin temsilcisi olarak bulunmaktan ziyade, Alman emperyalizminin diktelerini ülkelerine taşımakla yükümlü postacılar olduklarını çoktan fark etmiş olmaları gerekir. Nitekim 2009’un ortalarından itibaren Almanya, Euro krizinde nelerin nasıl yapılması gerektiğini Alman parlamentosunda karar aldıktan ve ‘kırmızı çizgileri’ni ilan ettikten sonra zirvelere gelmeyi adet haline getirmişti. Almanya’nın tutumuna karşı cılız da olsa tepki gelmesi durumunda ise, Merkel, Sarkozy’i yanına çağırıp “ikili zirve” yapıyor ve kararları da Fransız Cumhurbaşkanı’na açıklatıyordu.  Merkel’i bazı konularda “yumuşattığı” ve kriterlere uyulmama durumunda “otomatik oy hakkı kaybı”nı önlediği için bir süre göğsü kabaran Sarkozy’e, Almanya, asıl olarak, Güney Avrupa ülkeleri üzerindeki rolünü Almanya lehine oynama görevi biçmişti. Hem de bu tutumun Fransa’nın çıkarlarına ters olduğunu bilerek.
Merkel, AB’nin Ekim Zirvesi’ne de “güçlü bir lider” olarak katıldı. Zirveden birkaç saat önce Federal Parlamento, Hükümet partileri CDU/CSU/FDP ve “muhalefet partileri” SPD ve Yeşiller tarafından ortak hazırlanan (Sol Parti oylamada “hayır” oyu kullandı) ve Almanya’nın Euro krizinin çözümüne ilişkin hangi yolu izleyeceğini içeren önergeyi ezici bir çoğunlukla karar altına almıştı.
Alınan kararı, “Avrupa’ya ve dünyaya yönelik çok değerli bir siyasi mesaj” olarak değerlendiren Merkel, parlamenterlere teşekkür konuşmasında, Avrupa’ya ve dünyaya gönderilen mesajın altını şöyle çizdi: “Sadece borç krizinden dolayı değil, özellikle bazı Avrupa ülkelerindeki politik durum nedeniyle de birkaç şahsi söz söylememe izin veriniz. Hiç kimse, Avrupa’da bir yarım yüzyılın daha barış ve refah içinde geçeceğinin tabii olduğunu düşünmesin. Bu tabii değil. Bu nedenle diyorum ki: Eğer Euro boşa çıkarsa, Avrupa da boşa çıkar. Böyle bir şey olmamalı.”
Birinci ve İkinci emperyalist paylaşım savaşlarının müsebbibi olan bir ülkenin başbakanının ağzından bu sözlerin çıkması “dost ülkelere” karşı bir şantaj girişimi veya uyarı olarak anlaşılmalı. Bu tutum, aynı zamanda Euro’nun ve dolayısıyla Avrupa’nın kurtarılmasının kimin için “barış ve refah” anlamına geldiğini de ortaya koyuyor.
Ülkesinde bir yandan bankaların batmalarına engel olmaya, diğer yandan ise tasarruf paketleri hazırlamaya çalışan Sarkozy, Brüksel’e doğru, özellikle AMB’nın krizdeki rolünü değiştirmek için yola çıkmıştı. Buna göre, AMB, gelişmeleri pasif olarak izlemek ve AB liderlerinin talebi üzerine harekete geçmek yerine aktif olarak sürece katılmalı, gerektiğinde ülkelerin tahvillerini satın almalı ve ek kredi olanakları yaratmalıydı. Fransa’nın daha önceki EFSF/ESM’ye banka statüsü tanınması ve bunların batma tehlikesi içinde olan devletlere, bankalara ve tekellere ucuz kredi bulma önerisi, Almanya’nın girişimiyle zirvede gündeme bile alınmadan reddedilmişti. Sarkozy, Ekim zirvesine, bir önceki zirvede yaşananların tekrar edeceği korkusuyla gidiyordu.
Zirvede her şey yine Almanya’nın dediği gibi oldu ve yine kararları Sarkozy açıkladı: Yunanistan’ın özel bankalara borçlarının yarısı silinecek ve ülkeye 100 milyarlık ikinci bir kredi paketi açılacak,  AMB’nın rolünde değişiklik olmayacak, bütün AB’yi bağlaması öngörülen Eurobondlar (Euro tahvilleri) yürürlüğe girmeyecek, EFSF/ESM’nin kredi hacmi fona ek kaynak sağlanmadan bir “kaldıraç” usulüyle 440 milyardan 1 trilyona çıkartılacak, herhangi bir ülkenin temerrüde gitmesinden kaynaklanabilecek kayıplara karşı AB bankalarının sermaye yeterliliklerini artırmak için Haziran 2012’ye kadar 106,4 trilyon Euro yeni sermaye bulunacak. Sarkozy sözlerini “Tüm dünyanın rahat bir nefes alabileceğine inanıyorum” diye bağladı.
İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi, zirvede, ülkesinin bütçesini dengeleme ve 1,9 trilyon Euro’luk borcunu azaltma amaçlı reformları hayata geçirme sözü verdi.
İtalya’ya döndükten sonra başbakanlık görevini yakın zamanda bırakacağını ve bir daha aday olmayacağını açıklayan Berlusconi, “Ülkeme yönelik son görevimi yaptıktan sonra istifamı sunacağım” dedi. Ülkeye yönelik son göreviyse, Alman emperyalizminin dayatmalarına uyum sağlamaktan başka bir şey değildi.
Zirvedeki kararları Brüksel’de olumlu değerlendiren Yunanistan Başbakanı Papandreou, “Yunanistan için yeni bir çağ başlamıştır, yalnızca Yunanistan için değil, Avrupa için de yeni bir çağ başlamıştır” diyordu.
Zirveyi değerlendiren sağ liberal İtalyan gazetesi Corriere della Sera (28.10.2011) çok çarpıcı bir yorum yaptı. Yunanistan’ın himaye edilen bir devlete dönüştüğü görüşüne yer verilen yorumda özetle şöyle deniyordu: “Teknik mali sorunlar açısından bakıldığında Avrupa zirvesi önemli bir politik yeniliği ortaya koydu. Zirvede Yunanistan artık resmen himaye edilen bir devlete dönüştürüldü. Atina’daki hükümet, iktidar anahtarını kaybetti. Brüksel ve diğer Avrupa başkentlerinden (aynı zamanda Berlin’den de) bürokratlar, gelişmeleri yerinde ‘gözlemlemek’ amacıyla Yunan bakanlıklarına, kamu yönetimine, özelleştirmeler için oluşturulan özel birimlere yerleştirildi. Adeta iflas etmiş bir devlette ekonominin BM askerleri gibiler.”
Atina’ya döndükten birkaç gün sonra aklı başına gelen Papandreou, AB zirvesinde kabul edilen planı referanduma sunacaklarını açıkladı: “Yunan halkının vereceği karar bizim için bağlayıcı olacak.”
Berlusconi ve Papandreou’nun açıklamalarına bakıldığında, zirvede sadece İtalya ve Yunanistan üzerine bir takım yaptırımların kararı alınmamıştı. Emperyalistler ayrıca hükümetlerin değişmesini de emretmişlerdi. Efendiler artık hükümetin başında politikacı da istemiyorlardı, hükümetleri sözlerinden çıkmayan teknokratlar yönetmeliydi.
Papandreou’nun bu yaptırımlara referandum ile karşı koyma eğilimi, Alman emperyalizmi tarafından büyük bir tepkiyle karşılandı. G20 Zirvesi için Cannes’da bulunan Merkel, derhal Papandreou’yu yanına çağırdı. Halk oylaması konusunda direkt söz sarf etmeden, “AB zirvesinde kararlaştırılan paketin Yunanistan tarafından kabul edildiğini yazılı istiyoruz. Atina yeni paketi onaylamadıkça yardımı da alamaz” dedi. Eğer Yunanistan, 15 Aralık gününe kadar ilk kredi paketinin altıncı dilimi olan 8 milyar Euro’yu alamazsa ödemelerini yapamaz hale, yani bir kez daha iflasın eşiğine gelecekti.
Yunanistan’a dönen Papandreou, birkaç gün sonra, başbakanlıktan istifa edeceğini açıkladı. Başka ülkelere kesinlikle hiçbir teminat vermeyeceğini defalarca açıklayan ana muhalefet partisi başkanı Andonis Samaras, kendisinin ve geçici hükümet kurulma çalışmalarına katılan bütün partilerin AB’ye yazılı teminat vereceğini söyledi.
İtalya’da da AB’nin dayatmaları parlamentonun ezici çoğunluğuyla karar altına alındı ve Berlusconi istifa ederek teknokratlar hükümetinin önünü açtı.

AB ÇOK YÖNLÜ GELİŞMELERE GEBE
Bazı Avrupa ülkelerinde bir yıl öncesinde “demir Leydi” olarak anılmaya başlayan Merkel, son aylarda ise, Avrupa basınında Hitler benzetmeleriyle anılıyor. Özellikle İngiliz basınında sıkça savaştan söz edilmesi dikkat çekiyor. 23 Kasım tarihli The Times’de “Eğer Clausewitz’in, ‘savaş siyasetin başka araçlarla devamıdır’ sözü doğruysa, o zaman bugün Almanya Avrupa’yla yeniden bir savaş içindedir. Alman siyaseti, Avrupa’da uluslararası sınırların kalkması ve yabancı halkların zapturapt altına alınması gibi karakteristik savaş hedeflerine ulaşmaya çalışıyor” deniliyor.
13 Kasım tarihli “Observer” gazetesinde ise Hitler’in hangi şartlarda iktidara geldiğine dikkat çekilirken, “Özellikle Euro bölgesinde Almanlar ikiyüzlü burjuvaziye benziyorlar; bolca akıllı sözler edip sonra da ceplerini dolduruyorlar” denilen yorumda, “Euro birliğinin Almanya’ya karşı korunması gerektiği” söyleniyor.
Merkel’in “Almanya’nın ve Avrupa’nın ikinci dünya savaşından sonra böyle bir zor durumla karşı karşıya kalmadığını” sıkça ifade ediyor ve Alman parlamentosu önünde “Hiç kimse, Avrupa’da bir yarım yüzyılın daha barış ve refah içinde geçeceğinin tabii olduğunu düşünmesin” diyebiliyorsa, o zaman bu tür reaksiyonların çok abartılı olmadığı söylenebilir.
Kasım’ın son haftasında Strasbourg’da Merkel ve Sarkozy, İtalya’nın Başteknokratı Mario Monti ile bir mini Euro zirvesi düzenlediler. Mini zirvenin ardından, Merkel ve Sarkozy, AB’nin siyasal ve kurumsal dönüşümü için bir dizi öneri üzerine çalıştıklarını ve bunları 9 Aralık günü yapılacak AB zirvesine sunacaklarını söylediler. Bazı yorumcular, düzenlenen mini zirvenin siyasal ve kurumsal dönüşüme yönelik ilk adım olduğuna dikkat çekiyorlar.
Gelinen yerde, sonuç olarak, Almanya’nın da devlet tahvillerine alıcı bulmakta zorlandığı, Fransa’nın kredi notunun düşürülme tehlikesine girdiği, Portekiz, Belçika, Macaristan gibi ülkelerin peş peşe kredi notlarının düşürüldüğü göz önüne alındığında, AB’nin, bir bütün olarak, çok yönlü gelişmelere, yönelimlere gebe olduğu söylenebilir. Almanya’nın bu emperyalist dalaşmadan başarıyla çıkıp kendini AB’nin tek patronu ilan etmesi için ise, henüz çok erken.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑