28-29 Haziran’da NATO komutanları ve üye devletlerin başkanları İstanbul’a gelecekler. İstanbul’da gerçekleştirilmesi planlanan NATO Zirvesi’nde bir dizi yeni plan tartışılacak. Irak işgali bir kez daha onaylanacak, yeni hedefler saptanacak. Daha çok ülkeye “özgürlük” ve “demokrasi” götürmek için emperyalistler masaya oturacak. Onların götürdüğü “özgürlük” ve “demokrasi”nin ne menem bir şey olduğu daha bir yıl geçmeden Irak işgaliyle açığa çıktı. Ebu Garip hapishanesindeki fotoğraflar çok fazla söze gerek bırakmıyor. Akıl sınırlarını zorlayacak boyuttaki işkenceler, ABD’de yetiştirilen ve eğitimden geçen uzmanlar tarafından Irak’ta uygulamaya konuluyor.
İşte şimdi, onlar, bu görüntüleri çok daha geniş bir bölgeye yaymak için bir araya geliyorlar. “Büyük Ortadoğu Projesi” üzerindeki son rötuşları yapmak için toplanıyorlar. Halklara karşı bir saldırı örgütü olarak inşa edilmiş NATO’nun görev sahasını daha da genişletmek ve daha aktif olmasını sağlamak için buluşuyorlar. NATO Zirvesi’ni İstanbul’da toplamalarının da kuşkusuz bir anlamı var. NATO’nun başlıca karargahlarından birini Türkiye’ye taşımayı, Meclis iznine gerek duymayacak şekilde Türkiye’yi bir üsse dönüştürmeyi ve Fas’tan Ortaasya steplerine kadar “büyüttükleri” “Ortadoğu”da Amerikan emperyalist planları ve saldırgan dış politikasının eklentisi ve taşeronu olarak kullanmayı planlıyorlar.
Ama bütün bunlar onların planları. NATO Zirvesi için plan yapan başkaları da var. Bu ülkenin topraklarında yaşayanların, bir avuç işbirlikçi dışındaki tamamı, emperyalistlerin planlarına karşı. Savaş istemiyor, işgal istemiyor, işkence fotoğraflarına NATO komutanlarının tersine iğrenerek bakıyor.
Irak’a ABD saldırısı sırasında halkın yüzde 94’ünün bu savaşa karşı olduğu yapılan anketlerde gözükmüştü. Türkiye’nin ABD planları içerisinde daha aktif rol alması, sürdürülen mücadele ve doruğu olan 1 Mart’ta Ankara’da toplanan yaklaşık yüz bin eylemcinin tepkisi sonucu engellenmişti. Irak’a asker gönderme tezkeresi Meclis’ten geçememişti.
O zaman sürdürülen kampanyada daha önce pek sık rastlayamadığımız boyutlarda gelişmeler de yakalanabilmişti. Değişik görüşlerden, her kesimden tepkiler belli ölçüde ortaklaştırılabilmiş ve ayni hedefe yönelmesi sağlanabilmişti. İşbirlikçi medya tekelleri tarafından ‘manken-İslamcı-solcu ittifakı’ tanımlaması, bu güçbirliği karşısında duyulan hazımsızlığın sonucu türetilmişti. Her görüş ve düşünceden savaş karşıtları, ABD planlarına karşı tepkilerini ortaklaştırabilmişlerdi.
İşgalin üzerinden bir yıldan biraz fazla bir süre geçtiği bu günlerde, emperyalistlerin yeni planlarına, yeni işgal ve katliamlarına karşı olanlar yine hareketlilik içersinde. Bu tepkiler, doğal olarak, Haziran sonunda yapılacak NATO Zirvesi’ni de hedefine koymakta.
İşte bu amaçla oluşturulan “NATO ve Bush Karşıtı Birlik”, 128 kurumun bir araya gelmesi sonucu ciddi bir kampanya örgütlemeye başladı. Sendikalar, partiler, siyasi platformlar, meslek odaları, yöre dernekleri vb., Irak’a saldırı döneminde bir araya gelerek yürüttükleri çalışmalardan da çıkardıkları deneyle, NATO Zirvesi’ni engellemek için çaba sarfediyor. Birlik içerisinde farklı birçok bakış açısı elbette bulunmaktadır. Ancak “NATO ve Bush Karşıtı Birlik”, NATO’ya karşı oluşun en geniş birliktelik olduğu zemininden hareketle, çok yönlü bir kampanya planlaması içersinde.
Kampanyanın startı, 6 Mayıs’ta Dolmabahçe’de verildi. Ülkemizde emperyalizme karşı başkaldırının simgelerinden Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın ölüm yıldönümlerinde, onların 6. Filo’yu denize döktükleri yerde verilen bu start, elbette anlamlıydı. Onların idam sehpasındaki son sözleri olan ‘Kahrolsun Emperyalizm’ ve ‘Yaşasın Türk ve Kürt Halklarının Kardeşliği’ bir vasiyet olarak kabul edilip bu günlere dek taşındı. Ve o gün Dolmabahçe’ye iki koldan yürüyen NATO ve Bush Karşıtı Birlik bileşenleri, takınılması gereken tavrın ne olması gerektiğini taşıdıkları döviz ve pankartlarda yazan “Deniz Olunmalı” sloganıyla özetliyorlardı.
O gün ve Mayıs ayı boyunca, yalnızca Dolmabahçe’de değil, Türkiye’nin dört bir yanında görüldü bu slogan. Üstelik, nostaljik bir yaklaşımın ötesinde, bir eylem sloganı olarak atılıyordu, “Deniz Olunmalı” sloganı. Anti-emperyalizm, belki yıllardan sonra bu kadar geniş ve yaygın olarak kendisini hissettiriyordu. Ve bu anti-emperyalist dalganın ülke çapındaki kararlılığı dikkat çekiyordu.
Ve bu coşku ve kararlılıkla NATO karşıtı kampanyalar sürdürülüyor ülkenin her köşesinde. İşçiler, memurlar, gençler, kadınlar emperyalizme geçit vermeyeceklerini her fırsatta haykırıyor, kararlar alıyor, komiteler kuruyor, planlar yapıyor. Antalya’da olduğu gibi, NATO gemilerini engellemek için dişe diş dövüşüyorlar.
NATO ve Bush Karşıtı Birlik, zirvenin yapılmasına karşı faaliyet gösteren platformlar içersinde en kapsamlı ve geniş olanı. Bu, hem sürdürdüğü kampanyayla hem de bileşenleriyle böyle. Ama esas amacın, zirveye karşı, onu püskürtecek güçlü bir duruş sağlanması olduğunun getirdiği bilinç ve bir yıldan fazla beraber iş yapmanın öğrettikleriyle, kapsayıcı olmaya ve bir tek NATO karşıtının bile dışlanmaması ve sürdürülen çabaların aynı denize ulaşması için çaba sarfediyor.
Birlik’in oluşmasında ve sürdürdüğü kampanyada işçi sınıfının devrimci partisinin üstlendiği rol herkes tarafından kabul görmektedir. Emperyalizme karşı mümkün olan en geniş birlikteliğin zorunluluğu teslim edilecektir. Öte yandan, bu geniş birlikteliğin çok daha geniş kesimlere ulaşmada sınıfın partisine sağladığı avantajlar da ortada. Tüm halk güçlerini birleştirme misyonunu yüklenmiş işçilerin, emeğin partisinin emperyalizme karşı ve “Birlik” içindeki tutumu ve çalışmaları, yapılacakların doğru bir hatta ilerleyebilmesi için en önemli teminat. Tüm illerde, ilçelerde oluşturulan NATO karşıtı birliklerin, platformların en ortasında, birleştirici güç olarak, parti olmak zorunda.
Platformlar içerisinde yaşanan tartışmalar, farklı görüşler elbette bazen zorlayıcı olmaktadır. Ama bütün bunların üstesinden gelebilmek, doğru politika ortaya konulduğunda ve yalnızca doğruyu söylemenin ötesinde, söylenenlerin arkasında durulup bizzat yaşamın ve mücadelenin içerisinde en önde yer alındığında, sıkıntıları aşmak, ve ilerisine geçerek, halkın birleşmesi ve çıkarlarının gerçekleşmesine uygun oldukça önemli işler gerçekleştirebilmek mümkün olmaktadır.
NATO Zirvesi’ne karşı çıkmak için herkesin farklı gerekçeleri olabilir elbette. Bu gerekçelerin bazıları bazılarına “az” ya da “yumuşak” da gelebilir. Ancak sonuçta, bu farklı duruşlar, aynı noktayı hedefliyorsa, en geniş halk güçlerini birleştirmek için atılacak adımlar ortada. Kimileri emperyalizme köklü bir darbe vurabilmeyi hedefliyor. Kimi savaşlar olmasın, insanlar ölmesin diye karşı çıkıyor. Kimi Bush’dan nefret ediyor. vb. vb.. Ama, halkın çıkarları kararlıca sahiplenilir ve doğru yaklaşılırsa, birlik sağlanabiliyor, ve bu da, emperyalizm ve işbirlikçilerine karşı halkın birleşmesini kolaylaştırıyor.
Tek tek bireylerin bile bu karşı duruş içersinde yer alması, önemli elbette. Buna karşı çıkmak düşünülemez. Ama bu, tek tek bireylerin şöyle ya da böyle tepki koymasının ötesine geçip, adeta yürünmesi gereken yol olarak önerilmeye başlandığında, mutlaka üzerine konuşmak da gerekiyor. Örgütsüz bireylerin sürdürülen kampanyalarda yer alması, sorumluluk hissetmesi, kişisel tepkilerini ortak çabaya katması karşısında kimsenin itici olması beklenemez. Ama bu önerilen başlıca tutum ve yöntem olunca, bazıları tarafından örgütsüzlük teşvik edilince, buna da dur denmesi gerekiyor. Örgütlü mücadele olmadan, anlık gösterilen tepkilerin daha ileri boyutlara taşınması, dönüştürücü olması ve gereken sıçramayı yaparak ilerlemesinin olanağı yoktur; ve bu, kalıcılık ve ilerisi için bir birikim oluşturması açısından, teşvik edilmesi gereken bir tutum olarak benimsenemez. Bu, “örgütsüz bir yığın insan var, bunlar kazanılmalı” adı altında gerekçelerle süslense bile, gerçek değişmez.
Yaklaşım, elbette yürütülen kampanyaların içeriğini ve temel sloganlarını da belirlemektedir. NATO ve Bush Karşıtı Birlik kampanyasında temel slogan olarak “NATO’ya Hayır Üsler Kapatılsın” sloganını kullanmaktadır. Bir dizi ek sloganın yanı sıra, en geri veya geniş kesimleri hedefleyip kapsayacak boyutta kampanyalar yürütülmesi, aklı başında olan kimsenin itiraz edemeyeceği bir durumdur. Ve elbette, çok yönlü bir kampanyada birçok slogan ve talep de kullanılacaktır. Bunlar, tek tek ele alındığında, göreceli olarak, ileri ya da geri denebilecek türden olabilir. Önemli olan, bunların, belirli bir plan dahilinde birbirlerini tamamlamasıdır. Buna örnek olarak, “Gelme Bush” sloganı ve onu başlıca slogan olarak benimseyenler gösterilebilir. Bush’a karşı çıkan kesimlerin yoğunluğu ve ABD Başkanı olarak Bush’un Irak’taki işgal ve katliamla özdeşleştiği de göz önüne alındığında, bu sloganın harekete geçirdiği kesimlerle birleşmemek ve birlikte “iş” yapmamak söz konusu olamaz.
Eli kanlı bir katilin İstanbul’a gelmemesini istemek elbette önemlidir. Ama öte yandan, eğer bundan başka bir şey söylemiyorsak, bu simge kişinin hangi sömürü, talan, işgal ve işkence sistemini simgelediğini ve bu sistemin emekçilere reva gördüklerini anlatamıyorsak, önemli bir şeyler eksik kalmış olmaz mı? Bush İstanbul’a ne için geliyor? Bush’ta simgeleştirilen bu toplantı hangi planlar için düzenleniyor? Bush’tan başka bir şey söylemeyince göz ardı edilen NATO neyin nesi? Ya da Bush gelmezse sürdürülen kampanyalar kesilecek mi? Ya da önümüzdeki Amerikan başkanlık seçimlerini kaybetse ne olacak? Bu slogan etrafında ikna edilip sürece katılan örgütsüz bireylere ne denecek? Hedefe ulaşıldığına göre, herkes geri evine dönsün mü?
İlk bakışta “Gelme Bush” demenin neresi yanlış denebilir elbette. Ama sürdürülen her siyasi kampanyanın yığınların bilincinde bir aydınlatma sağlaması hedefleniyorsa, sorunun sistemle bağı konulup ele alındığında bir anlamı olacaktır. Yoksa en keskin gibi gözüken sloganların bile, sistemle, yığınların günlük yaşamıyla bağlantısı sergilenemiyorsa, o anlık tepkiyi örgütlemek,onu ileriye, sisteme darbe indirecek boyutlara taşımak olanaksızdır.
Bu “masum” slogan, yalnızca “Gelme Bush” temel sloganı etrafında kampanyayı sürdürenlerin tercihi olsa, buna karşı çıkmak, sisteme muhalefet şeklindeki yanlış anlayışlarla mücadele etmek yönüyle önemli olabilirdi. Ama sorunu önemsemeyen ya da yeterince dikkatli davranmayan birçok çevre, bir kez ortaya atılmış olduğu için, “Gelme Bush” sloganını kullanmakta, emperyalizmin savaş örgütü NATO’ya karşı mücadele bu slogana indirgenmektedir.
“Gelme Bush” sloganı etrafında sürdürülen bir kampanya, yanlış olduğu kadar tehlikelidir de. Bireylerin bazı sivri şeylere tepkisini öne çıkararak, ama burada kalarak siyaset yapma tarzının bir yansımasıdır. Bugün yeryüzünde emperyalist sistemin en sadık koruyucuları dahil, Hitler’i kötülemeyen yoktur. Hitler’in katliamları, gaz odaları, işkenceleri tiksinilerek, öfkeyle anlatılmaktadır. Ama bütün bunlar Hitler’in şahsına ve kişiliğine indirgendiğinde, Hitler’le aynı sistem için kavga veren, ama daha az göze batanlar gözden kaçmakta, ötesinde aklanmaktadır bile.
Öte yandan, “Gelme Bush” sloganı, sistemi, NATO ve işlevini vb. önemsizleştirip, sorunu kişiselleştirerek –en çok “neo-con”ları hedefe koyarak–, Bush’un “rakibi” Kerry ve Amerikan sermayesinin ikinci partisi olan Demokrat Partisi’yle bile ayrışmayı göze almıyor olmasının ötesinde de, ciddi bir kampanyanın ana sloganı olarak hatalıdır ve özgüven ifade etmemektedir. Varsayılsın ki, Bush ile simgelediği sistem, NATO, amaçları vb. bağlantısı başka bir dizi sloganla sağlanmak istensin. Bu, olanaksızdır ve olmayacak duaya amin demek gibidir. Her şeyin ötesinde, “Gelme Bush” sloganında ifadesini bulan anlayış, kapitalist emperyalist sistemi, onun değişmezliği ve değiştirilemezliğini, ancak sistem-içi dengeler üzerinden değişiklikleri ve buradan şekillenecek “değişik” tercihleri olanaklı görmekte ve esas almakta; inisiyatifi, tercihleri kendisi üstlenmekten kaçınmakta, ama Bush’a ya da doğru söyleyişle Amerikan mali sermayesine ve emperyalizmine bırakmaktadır. Ne demektir “gelme”? Tercih kimindir? “Gelmemeyi tercih et Bush” ya da “Bush’u yollama ABD” mi denmektedir? Ya da “Lütfen, ne olursun gelme” mi? Bunca inisiyatif almaktan kaçınarak, emperyalizmin planları karşısında cesaretle ileri pozisyon tutmaya yönelmekten uzak durarak, NATO Zirvesi’nin, giderek NATO’nun dağıtılmasından, Bush’un da Türkiye’ye gelmesinin engellenmesinden söz edilebilir mi? Bu yaklaşımla işçi, emekçi, gençlik ve kadın kitleleri “BOP”a, NATO’ya, NATO Zirvesi ve Bush’un topraklarımızı kirletmesine karşı cesaretle harekete geçirilebilir mi; bu özgüvensizlikle, ciddiyetle taraf olmaya ve mevziye girmeye, tüm dünyaya kılıç çekmekte olan Amerikan emperyalizmi ve genel olarak emperyalizme karşı işçi ve emekçilerin, halkların mücadelesi ilerletilebilir mi? NATO Zirvesi ve Bush’un Türkiye’ye gelişi kapsamında, mücadeleyi, bir sınıf mücadelesi olarak ve gerektirdiği ciddiyet ve kararlılıkla göze alan bir yaklaşım, “Gelme…” değil, “Geleceği varsa göreceği de vardır” tutumunda ifadesini bulabilir. Açıktır ki, dünyanın, gelmiş geçmiş en güçlü, dişinden tırnağına en ciddi silahlanmış, en sıkı örgütlenmiş ve iktisadi dayanağı metropolünde ve dünya ölçeğinde en sağlam burjuva örgütüyle, başlıca Amerikan emperyalizmiyle yüz yüzeyiz. Karşıtları olarak, bugün dağınıkız, çok az örgütlüyüz ve güçsüzüz. Ama, ancak, dağınık, yeterli bilinçten yoksun ve örgütsüz olsalar da, nesnel çıkarları ölümüne emperyalizmle çelişen –dağınıklığı, bilisizliği ve örgüt eksikliğini aşmalarını tarihin ileriye doğru dönen tekerleğinin kaçınılmaz kıldığı; birkaç milyarlık nüfusuyla, birleşmeyi, bilinci ve örgütü, ancak mümkün olan en geniş kesimleri içine çeken mücadele içinde gerçekleştirebilecek– dünya işçi sınıfı, tüm emekçiler ve ezilen halkların bugün hareketli olan ileri kesimleri ya da temsilcileri olduğumuzun farkında olursak, gücümüze güvenmek için yeterli nedenimiz olacaktır. O zaman bileceğiz ki, en az Amerikan emperyalist makinası kadar ne yaptığını bilen, birleşik ve sıkı örgütlü olmak ihtiyacındayız. Ve yine bileceğiz ki, bunun nesnel koşulları vardır ve elverişlidir. Geriye, tuttuğumuz safların hakkını vermek, kendi ülkemiz başta olmak üzere, dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarının büyük gücüne güvenerek, tek bir günde Londra’da, Berlin’de, Roma, Madrid, New York, Washington’da vb. toplanmış 12 milyonluk savaş –ve küreselleşme– karşıtından, en zor koşullarda dev Amerikan savaş arabasına meydan okuyan Irak direnişinden, son 1 Mayıs’ta dünya kentlerinde toplanan milyonlardan, hak mücadelelerini geliştirmeye yönelmiş çeşitli ülkelerin işçilerinden, Küba, Venezüella vb. gibi emperyalizme kafa tutan ülke halklarından güç ve cesaret alarak ileri çıkmak, Türkiye işçi sınıfı ve halklarına eylemli mücadele çağrısı çıkarmada kararlı davranmak kalıyor. Öyleyse, “gelme” değil, “sokmayacağız”, “püskürtelim” vb. sloganlarının benimsenmesi, vazgeçilemez bir ihtiyaç olmaktadır. Ve zaten tersinden bakıldığında, en iyimser düşünceyle, Bush, eh, hastalansa ve yerine örneğin savunma bakanını gönderse, ne olacaktır, kampanya çökecek, NATO ve emperyalizm karşıtı eylem tatil mi edilecektir?
En geniş kesimlerle buluşmak elbette önemlidir. Farklı çevrelerin sürdürdüğü çalışmalarla buluşmak, ittifaklar yapmak doğrudur. Ama “genişleme” adı altında, doğrular yerine yanlışları söylemeye başlarsak, sağlanan o genişlemenin yığınlara kazandıracağı hiçbir şey olmayacaktır. Tersine doğurabileceği yanlış ve tehlikeli sonuçlar vardır.
Her şeye rağmen, “Gelme Bush” diyenleri de bir kenara itmeden, onlarla da ortak “iş” yapmayı zorlayarak, ama yanlış temelde örgütlenen kampanyalara boyun eğmeden, yanlışlar konusunda hem iş yaparak hem etkilenen yığınları eğiterek doğru hedefe ilerlemeliyiz. Hele henüz işin başında, kuşkusuz emperyalizm karşıtlarının birleşmesini olumsuz etkileyecek, en azından halkın birleşmesini kolaylaştırmayacak, emperyalizme az-çok karşı tutum alan çevreler arasında bir bölünmeden mutlaka kaçınılmalı, bu, sekter tutumlarla teşvik edilmemelidir.
Öte yandan, düzenlenecek bu tarihi zirve planlamasına karşı daha iddialı, inançlı ve inatçı olunması gerektiği de ortadadır. Irak’ta, Filistin’de ortaya çıkan manzaralar geniş yığınların NATO’ya karşı seferber edilebilmesi için önemli olanaklar sunmaktadır. Hiçbir kesimin emperyalizm, NATO ve Zirve karşıtı potansiyelini heba etmeden, bu zirvenin engellenebileceğine ilişkin kararlılığı daha yüksek sesle haykırmalıyız. Yapılmaya çalışılanın, basit bir protesto gösterisi olmadığı ortadadır. Fabrikalarda, okullarda, semtlerde emperyalizmin iğrenç yüzünü anlatabilmek için önemli olanaklar avucumuzun içindedir. Yeter ki, biz kullanmayı bilelim. Kapısını çaldığımız, birlik, aydınlanma ve örgüt imkanı sunduğumuz bir tek kişi bile bize karşı duyarsız olmayacaktır.
Ve son olarak, 29 Haziran sonrasında da, biriktirdiğimiz deneyimler ve ilişkiler üzerinden parti faaliyetinin süreceği, dolayısıyla günlük tutum ve ilişkilerle yetinilmemesi, süreklilik ve kalıcılığın gözetilmesi ve kuşkusuz bilinç ve örgütün güçlenmesi, sağlamlaşması ve yerelleşerek gelişmesi gereği unutulmamalıdır.